Monthly Archives: Ocak 2016

SOKAK ZEKASI

Sokağımızın köpeği yavruladı. Beş tane şirin mi şirin yavru bütün mahallenin yavuklusu haline geldi. Tam karşımdaki inşaatı bir türlü bitmeyen, ama içinde oturulan bir apartmanın bodrumunda yaşıyorlar. Apartmanı tek bir usta, tek başına yaptığı için 6,5 yıl önce buraya taşındığımda neredeyse tamamlanmış bir halde idi, ancak hala tamamlanamadı.  Taşındığımda  lahana tarlası olan yan arsada ise bir apartman başladı ve bitti.

Muhtemelen yaptığı apartmanın arsası da bu amcaya aittir. Yıllar önce apartmana önce  gelinini ve akrabalarını oturttu, şimdi hemen bütün apartman dolu, ama inşaatı henüz bitmedi. Onun için önünde sürekli inşaat malzemeleri duruyor. Köpeklerin yaşayabilecekleri, elverişli bir bodrumu da var.

İşte bu apartman sakinleri köpekleri de annelerini de sahiplendi, onlara nasıl bakıyorlar anlatamam. Ayrıca bütün mahalle de bu yaramazları çok sevdik, gece yarısı gelip onlara yiyecek getirenler bile oluyor.

Bu yavrular insanlardan hiç korkmuyorlar, ayrıca inanılmaz da zekiler. Bir kez gördükleri bir kişiyi bir daha unutmuyorlar. İlk kez yanlarına resim çekmek için gitmiştim. Yemek filan vermemiş olduğum halde ertesi gün derhal yanıma koşup, ayakkabımın üzerine çıktılar. Sanırım ayakkabıya çıkarak, bir şekilde bana karşı üstünlük, belki de bir çeşit ‘’eşit arkadaşlık’’ sağlıyorlar.

Bu yavruları ilk gördüğüm gün miniciktiler, henüz tamamen anne sütü alıyorlardı, ancak anneleri iyi beslensin diye anneye verilen, üzeri etli bir kemik parçası için bir kapıştılar ki görmeye mahsus. Anneleri ancak onlardan artanı yiyebildi. Bir gün onların anne memesi emerken resimlerini yayınladım, arkadaşlardan biri bunlara yarı katı mama da lazım diye yazmış. Bilemez tabii, bu yaramazlar sokak çocuğu, kemik yiyorlar, ne maması?

Bir gün arabama binecekken beşi birden ayağımın etrafını sardılar, birden dengemi kaybettim ve birinin hafifçe üzerine bastım. Bir ciyak kaçtılar, bir daha da yanıma yaklaşmadılar. Bunları herkes beslediği ve su verdiği için ben hiç yemek vermedim, uzaktan baktım.

Aradan bir hayli zaman geçti yavrular epeyce büyüdüler. Hatta memeden kesilince ikisini birileri aldı, üç yavru kaldı. Sahiplenilen iki yavru da siyahtı, şimdikilerden uzun olana çok benziyorlardı. Kalan yavrular benzemez yavrular, ikisi siyah ama biri çok tüylü ve kısa, diğeri uzun boylu kısa tüylü, sonuncusu ise boz renkli. Uzun boylu yavru bir ayda ufak tefek bir hanım olan annesinin boyuna yetişti neredeyse.

Bu arada oldukça yoğun bir kar yağdı, mahallemiz kar altında kaldı. Bizim ufaklıklar kardan filan hiç korkmadılar, çok güzel oynadılar. Kar yağınca babaları da geldi. Evlerine yerleşti.  Tabii sıcak yuvada kalıyor, bol bol yiyor, bir türlü gitmiyor. Yavrular önce çok sevindiler, babaları ile oynamaya çok hevesli idiler. Fakat babaları annenin yeniden çiftleşmeye hazır olduğunu düşündüğü için hayvanı rahat bırakmıyor, yavruları da başlarından savmak için onları korkutuyor. Yavrulara cidden kötü davranıyor, yavrular nihayet ona çok da yaklaşmamaları gerektiğini anladılar. Resmen babalarından kaçıyorlar, oda bunları giderek daha uzağa doğru sürüyor. Yavrular babalarından görüp, sadece 2 günde birbirleri ile de daha vahşi, bayağı hırlayarak dalaşmaya başladılar.

Bu gün karlar altında kalan arabamı temizlemek için elimde bir vileda çubuğu ile sokağa çıktım.

Erkek köpek, üç yavruya bayağı eziyet ediyordu, hatta yavrulardan uzun olanı ile burun buruna itişiyorlardı. Benim ufaklık hiç şansı olmamasına karşılık babası ile bayağı cebelleşiyordu. Diğerleri yardıma koştular ama babaları hepsi ile başa çıkıyor. Kim bilir belki de onlara kendini savunma dersleri veriyordur. Ancak bizim yavrular hallerinden hiç memnun değil, çünkü özellikle anneleri ile yavrular arasına giriyor. Anne ortada olunca yavrulara daha da kötü davranıyor.

Tam babaları ile dalaşırken benim dışarı çıktığımı gören yavrular, günlerdir hiç yanıma gelmemişken aniden babalarından kurtulup, bana doğru koşmaya başladılar, klasik hale gelen ayağımın üzerine çıkma numaraları ile beni kendilerine müttefik ettiler.

Meğer baba köpek tasmalı, sahipli bir köpekmiş ve yabancı insanlardan korkuyormuş, beni görünce geriye kaçtı. Ufaklıklar beni yanlarına çekince, babalarına dönüp, hırlayarak onu iyice uzaklaştırmayı başardılar.

Böyle bir sokak zekası gördünüz mü? Bu köpeklere kimse eğitim filan vermiyor, sadece kendi akılları ile zalim babayı uzaklaştırdılar. Nereden onun çocukları olduğunu biliyorsun diye sorarsanız 5 yavrudan 3’ü hık demiş burnundan düşmüş, sadece bol tüylü, ile boz olan biraz değişik. DNA analizi yapmaya gerek yok yani.

Dün gece bütün mahalleyi korudukları(!) için bu gün pek yorgun düştüler.

1559638_1065602990130786_6155221230507914352_n 10262211_1065602966797455_4939380807349277537_n 12311270_1048490581842027_8309977581342679928_n 12316456_1047194698638282_5302631772680544347_n 12400771_1065704733453945_7017369518573273356_n 12418099_1070457876311964_6099233480468635664_n 12507530_1070457906311961_5220844430394508320_n 12565476_1070458029645282_6026624457165251913_n

ALTIN FİLİM GAYBUBETE KARIŞTI

Sanırım Ankara’daki ikinci yılımda, doğum günümde yurt arkadaşlarım hep birlikte bana fil şeklinde altın bir kolye hediye etmiştiler. Çok şeker bir şeydi, sanırım en büyük çapı sadece 1.5 cm büyüklüğündeydi. Gövdesi  bir top şeklindeydi, başı da daha küçük bir top gibiydi, tam kıvamında yaprak gibi kulakları, yukarı kıvrımlı bir hortumcuğu ve çırpı bacakları vardı.

Arkadaşlarım bana bu hediyeyi verirken tombul bacaklarıma uygun buldukları için bunu aldıklarını söylemiştiler. Gerçekten benim bacaklarım bedenime göre oldukça kalındır, çoğu zaman sanki bedenime başka birinin bacakları takılmış gibi hissederim. Bu küçük filde aslında garip bir ironi vardı, çünkü bacakları bedenine göre çok ince idi. Ancak o kadar sevimli bir kolye idi ki derhal bir zincir buldum ve boynumdan çıkartmadan takmaya başladım.

Bizim ailede fil nedense bir uğur işaretidir, her evde sıra sıra dizili yedi adet fil biblosu bulunur. O yıl Trabzon’a döndüğümde Güneş teyzem fil kolyemi o kadar beğendi ki, boynumdan çıkartıp kendi boynuna taktı. Zaman zaman evde arkadaşları ile toplanıp konken oynuyorlardı, o oyunlarda uğur olsun diye filime el koydu. O yıl fil teyzemde kaldı. Bundan sonra yıllarca fil teyzemle benim aramda gitti geldi. Bir yaz gidip filimi geri aldım, o yıl boyunca benim boynumda kaldı, öteki yaz teyzem filime el koydu, bütün yıl taktı. Anlayacağınız bu küçük fil teyzemle benim aramda kapanın elinde kaldı.

Dördüncü sınıfta iken fil bende idi. O yıl çocuk cerrahisinde staj yaparken Ayça isimli 10 yaşlarında bir kız çocuğu ve annesi çok dikkatimi çekmişti ve onlarla çok ilgilenmiştim. Çünkü kızcağız çok ağır hasta idi, her iki böbreğinde de kanser vardı, ameliyat sırasında büyük bir kanser parçası kopup vücudun ana damarına kaçmış, o parçayı da almışlar. Sizin anlayacağınız çocuğun bütün karnı boyunca hayatında gördüğüm en büyük ameliyat izleri vardı. Çocuk halsizlikten başını kaldıramadığı için günlerdir taranmamış olan saçları kafasında bir kuş yuvası gibi karışmıştı, annesi çocuğun canını yakmamak için kıyıp da tarayamıyordu. Annenin gözlerinin altında simsiyah halkalar olmuştu, kadın resmen pandaya dönmüştü. O taranmayan saçlar ve annesinin göz çevresindeki halkalar beni çok derinden etkilemişti. Ben her gün yanlarına gidip onlarla konuşuyordum, bir gün kadın bana boynumdaki fili nereden aldığımı sordu. Ayça çok sevdi, ona aynısını almak istiyoruz dedi. Ben de bu filin benzeri bile yok, yıllardır ben de teyzem için arıyorum, lütfen alın, bu fil Ayça’nın olsun dedim. Sonra da teyzemin elinden zorla çeke çeke aldığım fili boynumdan çıkartıp kızın boynuna taktım. Annesi  bu kolye altın, maddi değeri var diye almak istemedi. Ben candan gönülden kıza vermek istedim ve fili geri almadım, yine de çocuk birkaç gün taktıktan sonra fili bana zorla geri verdiler.

Staj bitti, Ayça taburcu oldu, okul kapandı ve ben Trabzon’a döndüm. Her zamanki gibi teyzem fili elimden aldı. O kış ben Ankara’da iken teyzemin evine hırsız girmiş ve birkaç takı çalmış, giden takılardan biri de benim kıymetli fil kolyem idi. O günden sonra bir daha bu kolyeyi görmedik, bir benzerini de bulamadım.

Aradan yıllar geçti, okulu bitirdim, ihtisası bitirmek üzere iken yolda bir kadın ve yanındaki kızı ile  karşılaştım, kadının gözlerinin altında o simsiyah lekeler olmadığı için tanıyamadım. Beni görünce kadın sevincinden çıldırdı. Bakın bu Ayça dedi yanındaki ondan en az 20 santim uzun olan kızını göstererek, vallahi Ayça o kadar ameliyatlar oldu, kemoterapiler, radyo terapiler aldı, ama biz iyileşmesinde bir mucize olduğunu düşünüyoruz. Bize göre sizin fil onu iyileştirdi dedi ve filin ne olduğunu sordu. Ben de fil çalındı deyince inanılma üzüldü, ben güya 3 kuruş maddi değeri var diye geri verdim, keşke geri vermeseydim diye o kadar dövündü ki anlatamam. Ben de kadını teselli etmek için üzülmeyin fil bilinmeze ( gaybubete) karıştı gene de olduğu yerden Ayça’ya yardımcı olacaktır dedim. Ancak onlar için bu kadar değerli olmasına da şaşırdım elbette.

Ancak bu karşılaşmadan  iki yıl sonra bu fille ilgili burada anlatmayacağım, çok gerçekçi  bir rüya gördüm ve Ayça ile tartışılamaz bir ilişkisi olduğunu anlayınca çok etkilendim.

Şimdi her zaman altın bir fil kolyem ve evimde bir sürü fil vardır. Teyzem hala o fil kolyemi arar.

12507458_1070459889645096_7406651102269441481_n 12509346_1070460106311741_6144164581255286787_n

TOTEM AYAKKABILAR

Sibel Dobrucalı, benim teyzemin kızı, günün birinde sınıf arkadaşım Orhan ile evlendi ve Sibel Özgür halini aldı. Şimdi iki çocukları var; Nil ve Ege.

Nil ilk okula gideceği günlerde annesi Trabzon’da değildi. O nedenle çocuğu okula hazırlamak işi bize kalmıştı. İlk okul ayakkabısını ben almıştım, hatta o yıl bir tane benim beğendiğim bir tane de Nil’in beğendiği iki ayakkabı almıştım. Aklım sıra benim beğendiğim ayakkabı çok güzel bir şeydi, ama çocuk sadece kendi beğenerek aldığını giydi, benim beğendiğimi ise çok az giydi. Daha sonra bunu bir gelenek haline getirdik, çocuk liseyi bitirene kadar her sene ona bir okul ayakkabısı almıştım. Tabii akıllandım, kendisi hangi ayakkabıyı beğendiyse, onu aldım.

Nil hukuk fakültesini kazandıktan sonra artık ayakkabı almayı bıraktım.

Nil ile Ege’nin arasında 8 yaş fark var. Ege okula başlarken annesi Trabzon’da idi, çocuğu okula o hazırladı. Böylece Ege’ye okul ayakkabısı almak gibi bir geleneğimiz oluşmadı.

Ege oldukça enerjik bir çocuktur, daha ilk okulda iken ortaokullar ve liselerle yüzme yarışına girer ve bizimki kazananlar arasında olurdu. Daha sonra basketbol oynamaya başladı. Bütün işi gücü spor yapmak, hiç öyle derslerle, okulla arası yok. Annesi bu çocuk okumayacak diye çok endişe ediyor.

Egenin lise ikiye başlayacağı yaz idi. Sibel’den  bir öğleden sonra panik halinde bir telefon aldım. Heyecandan doğru dürüst konuşamıyor bile. Aniden aklına , ‘’Ayşenur, Nil’e her yıl ayakkabı alıyordu, Nil güzel okuyordu, Ege’ye ayakkabı almıyor, Ege  okumuyor, eğer ona da ayakkabı alırsa o da iyi okur’’ düşüncesi gelmiş.  Bu sene Ege’ye de ayakkabı almam gerektiğini söylemek için telaşla beni aramış. Tamam Sibel madem öyle artık mecburen ona da ayakkabı alacağız dedim.

Gerçekten de o yıl okul ayakkabısını ben aldım. Çocuk o yıl takdir getirmesin mi?

Hadi, benim ayakkabılara sihirli bir anlam yüklendi, resmen ayakkabılar bir aile totemi haline geldi.

Ertesi yıl çocuk üniversite sınavına girecek, o yıl ona ayakkabı almakla kalmayıp, terlik, çorap ne bulursam aldım, üstüne bir de arabamı kullanması için ona verdim. O yıl çocuk hukuk fakültesi kazandı.

Şimdi her eğitim yılının başında ona bir çift ayakkabı alıyorum. Bu sene biraz gecikmişim, Sibel bir gün telefon açıp bana ‘’Bak Ege’nin sınavı var, ayakkabısını al, kırık not alırsa karışmam, ona göre ‘’ dedi.

Derhal ayakkabı alındı. Ege de galiba sihrimize inanıyor, ayakkabı alındıktan sonra annesine ‘’anne Ayşe teyzenin ayakkabısı gerçekten işe yarıyor galiba, sanki zihnim açıldı’’ demiş.

Şimdi çok işim var. Çocuk okulu bitirene kadar her sene bir ayakkabısı benden.  Sibel de teyzem de iyice inandılar, ben ayakkabı almasam çocuk okumayacak. Madem bir ayakkabı ile zihni açılıyor, alacağız mecburen.

Hiç böyle zihin duydunuz mu? Ayağından açılıyor?

Bizim sülalede normaldir, olur böyle şeyler.

20131015_172140
Ege sihirli arabayı kullanıyor
IMG_0616
Çocuklarla fırtınaya karşı yemek yiyoruz
IMG_0622
Ege Nil ben
IMG_0620
İşte böyle basarım havamı, Ege çok şaşırmış görünüyor

 

 

81’Lİ OLMAK

Ben Hacettepe Tıp Fakültesine 1974 yılında girip, bir yıl hazırlık, 6 yıl Tıp Fakültesi okuyup, her nasılsa sene kaybetmeden 1981 yılında mezun oldum.

Sınıf arkadaşlarımın pek çoğu şu anda bir üniversitede öğretim üyesidir. Aramızda kendi alanında dünya çapında tanınan arkadaşlarımız da hiç az değildir. Yani oldukça başarılı bir gurup idik, ama biz aynı zamanda askerlik arkadaşıyız.

Continue reading… →

İNCİ KEFALİ

Van gölünü nasıl bilirsiniz?

Çoğunuzun aklına önce Akdamar Kilisesi, ardından da Van Kalesi gelir.

Benim aklıma ise önce gölün kendisi ve Nemrut krateri gelir. Süphan dağı gelir. Sonra Van müzesindeki Hakkari’de bulunan ve Türklerin Anadolu’ya düşünülenden çok daha erken tarihte geldiğini gösteren balballar gelir. Ardından Ahlat’taki muhteşem Selçuklu mezar taşları gelir.  Urartulardan kalma 51 kilometre uzunluğundaki Şamran kanalı ve mayaların taş işçiliğini kıskandıran Çavuştepe kalesi ve kaya üzerindeki yazılar gelir.

Van gölü ve çevresini defalarca tavaf edişim gelir. Ne yazık ki sadece bir kez şahit olduğum inci kefali göçü gelir.

Continue reading… →

BERKAN’IN KANI YERDE KALDI

Bazı hastalar ömür boyu unutulamazlar. Bu unutamayışların bir kısmı tanılarından ötürü, diğer kısmı ise maceralarından ötürü olur. Mesela Hacettepe’de asistanlığımın ilk yılında ‘’37 yeni doğan’’ servisinde takip ettiğim bir hasta yüzünden başıma gelenler ancak pişmiş tavuğun başına  gelmiştir.

Continue reading… →

ZİL KALEDE YOGA KEYFİ

Yıl 2014, yaz aylarındaydık. Gökhan önümüzdeki yıl Trabzon çevresinde bir yoga kampı yapalım diye heveslendi. Böylece çevrede hem biraz inziva yapabilecek, doğa içerisinde nefes alabilecek hem de yoga yapmak için gereken üzeri kapalı bir düz alanı olan, birkaç gün 15-10 kişi kalabilecek bir yer aramaya başladık.

Continue reading… →

SUNUCULUĞU SARE HANIMDAN ÖĞRENDİM

Doksanların ikinci yarısıydı, o zamanlar Hatice Saraç ‘’Türk Kadınlar Birliği’’nin Trabzon Şube başkanı idi. Galiba genel kongre gibi bir şey yapılacaktı. Bütün şubelerin başkanları Trabzon’a gelecek ve birkaç gün süren bir toplantı olacaktı.

Hatice hanım elbette çok heyecanlı idi, Hamiyet Özen ile bana da belli bir tarih vererek, siz bu gecenin sunuculuğunu yapacaksınız diye görev verdi. Bizim olurdu olmazdı, nasıl yapalım dememize bırakmadı, siz yapamayacaksınız da kim yapacak diye kestirip attı.

Continue reading… →

LİMASOL LİMASOL

Deliler yurdunda kalmaya başladığım ilk sene olmalı, bir gün yurtta içkili bir eğlence yapmaya karar verdik. Yanlış hatırlamıyorsam içki olarak birkaç şişe şarap ve yurtta kolayca hazırlayıp yiyebileceğimiz turşu, hazır meze, peynir gibi çeşitli yiyecekler aldık.

Aynı katta kalan birkaç arkadaşımızı da davet ettik. Biri kaset çalar, diğeri sevdiği müziklerin kasetlerini getirdi. Başka birileri bardak, tabak, çatal özellikle de tirbişon gibi lojistik desteği verdi.  Masamızı kuş sütü eksik bir şekilde donattık. Hasılı kelam (uzun lafın kısası) özenle odamızı bir parti alanına çevirdik.

Hafızam beni yanıltmıyorsa ben, Gülsen, Olcay, Bahar, Perican, Nükhet var. Bir  de  bana ‘’ bu kıza bakıyorum, bakıyorum, güzel mi yoksa çirkin mi olduğuna bir türlü karar veremiyorum’’ diyen mavi gözlü Füsun var.

Biraz da kızlardan söz edeyim.

Ben, 17 yaşıma daha yeni girmiş, annesini kaybedeli bir yıl kadar olmuş, ilk kez evden uzaklaşmış, büyük şehre gelmiş, oldukça esprili ve neşeli görünmeme karşılık, yüreği çok derin yaralı bir çocuğum.

Gülsen, bu dünyaya ait gibi durmayan, aklı da, zihni de, yaşamı da dağınık bir kız.

Olcay, o zamanlar pek de çözemediğim ve ürkütücü derecede sessiz bulduğum, ama bir şekilde yanında çok iyi hissettiğim ve kafaca çok anlaştığım can dostum.

Bahar, yaşına göre oldukça olgun ve problemleri varsa da çok belli etmeyen, ama bütün yurtta en aklı başında görünen kız. Benim üzerimde olumlu ya da olumsuz bir etkisi kalmamış.

Perican, Kıbrıs’lı, üzerinden hala ergenlik dönemindeki sakarlığı atamamış, belirgin aksanla konuşan, genç irisi bir kız. Kıbrıs harekatı henüz yapılmıştı. Perican aslen Limasol’lu olduğu için, çocukluğunun geçtiği yerler ve aile mülklerinden kopmuş, üstüne bir de tamamen farklı bir yere gelmişti, hepimizden daha çok gurbet hissi vardı.

Nükhet, aramızdaki militan ruhlu kız. Politik görüşleri ve hararetli bir konuşma şekli var,  bütün bu keskin hallerine karşılık içten içe bir an önce eski erkek arkadaşının duygusal yükünden kurtulup, ciddi bir ilişkiye başlama isteği ile dolu.

Fusün ise bizden birkaç yaş büyük,  Gaziantep’li bir kızdı. Nişanlı idi. Ama bana sorarsanız ruhen evli, çocuklu, altın bilezikli, villada yaşayan, kadın günleri düzenleyen, zengin kocasının tuttuğu hizmetlileri çekip çeviren bir hatundu. Yani yurdumuza pek de uyum sağlayamayacak kadar akıl tahtaları düzgün çatılmış bir kızdı.

O gece bizimle başka birileri daha varsa da şu anda hatırlayamıyorum.

Ancak hatırladığım, büyük bir keyifle başladığımız gecemiz büyük bir hüsranla bitti. Sözüm ona eğlenecektik. Daha birkaç yudum içip, damardan şarkıları dinlemeye başladığımız, bir saat oldu olmadı. Nükhet ‘’külahlı pide’’ kod adlı ‘’rahmetli’’si için ağlamaya başladı. Gülsen hiç yalnız bırakır mı, o da ona eşlik etti. Bahar’ın artık nedense bilemiyorum, gözleri doldu. Perican hemen ‘’artık Limasol’u bir daha göremeyeceğim’’ diye ağıt yakıp, böğürmeye başladı. Ben de fırsat bu fırsat diyerek ‘annem de annem’’ diye kanlı göz yaşları dökmeye başladım. Odada ağlamayan sadece Olcay ile Füsun kaldı. Biz ise birbirimizden aldığımız destekle ağlamanın dozunu giderek artırıyoruz. Dışarıdan dinleyen kesin biri öldü diye düşünür, öyle kendimizden geçmiş, dövünerek, katılarak, ağıtlar yakarak ağlıyoruz.

Kattaki diğer kızlar ne oluyor diye odamıza doldu. Baktım artık işin keyfi kaçtı. Bari masayı toplayayım diye düşündüm. Ya da o anın heyecanı ile hiçbir şey düşünemedim. Masanın üzerinde duran turşuları bitmiş, içinde sadece turşu suyu kalmış kavanozu açık duran pencereden dışarı savurdum.

Aşağıdan Bergüzar teyzenin ( yurdun temizlik görevlisi)  ‘’orospular başımı  yardınız’’  diye korkunç bir  çığlık sesi geldi. Pencerenin altı binanın aydınlığı olan küçücük bir toprak parçası idi. O ana kadar orada hiç kimsenin bulunduğunu görmemiştim. Bu elbette bakmadan aşağı bir şey atmamı mazur göstermez, bu sorumsuzluğum, sadece o  gotik  gecenin etkisi.

Ancak Bergüzar teyzenin ( yurdun temizlik çalışanı) sesi beni tamamen ayılttı. Ölümcül bir his, karnımdan boğazıma doğru yükseldi. Oturduğum yerden kalkıp da pencereden bakamadım bile, ama kızlar baktılar. Meğer kadına bir şey olmamış, kavanoz kafasına çok yakın geçtiği için korkudan öyle bağırmış. Kadıncağız bu olaydan benim sorumlu olduğumu asla anlamadı. Bu olayı ‘’tabii herkes sizin gibi aile kızı değil ki’’ diye de eklemeyi ihmal etmeden,  ‘’orospular, kafama şişe, şişenin içinde bişe attılar’’ diye anlatıp durdu. Kadıncağızın başı gerçekten yarılsaydı ne yapardım bilemem, ama yarılmadan da gecemizi ve ağıtlarımızı sona erdirmeye yetti.

‘’Şişe, şişenin içinde bişe’’ lafını da dilimize dolamıştık, şimdi yazarken bile yüksek sesle güldüm.

Ertesi sabah Müdire hanım ‘’dün gece yurtta olan elim olaya sebep olanları bulup cezalandıracağım’’ diye bir anonsla yurdu çın çın öttürdü. Belli ki kadının canı çok yanmış, ve sinirlenmiş, bir türlü susmayıp tekrar tekrar aynı anonsu yapıyor. Eyvah boku yedik diye düşünürken  bu anonsun bizimle hiç ilgisi olmadığını öğrendik.

O gece kanlı dolunay mı vardı nedir bilinmez,  meğerse  yurttaki bütün kızlar bela peşindeymiş. Bizim yurt bir katında iki daire olan normal apartman bozması bir bina idi. Bizim dairenin simetriği olan dairede çok bilindik bir siyasetçinin kardeşi oturuyordu. O ailenin bir de Murat isimli bir oğlu vardı. Bizim kızlardan biri tam da bu çocuğun görebileceği şekilde,  perdesi ve ışıkları açık,  vücut bakımı (!) yapmaya kalkmış. Galiba ailenin kadın bireyleri ile kız arasında camdan cama bir ağız dalaşı olmuş, aile de sabah yurt idaresine şikayet etmiş.

Bu olay ne kadar doğrudur bilemem, ama gerçeklik payı olmalı ki normalde çok yumuşak bir kadın olan müdire o gün hiddetten köpürüyordu. Sanırım bu kız yurttan uzaklaştırıldı. Bizim kavanoz olayı arada kaynadı gitti. Hatta fizik kanunlarına göre imkansız olmasına rağmen zamanla kavanozu da o kızın attığına hükmedildi.

 

 

 

 

 

 

AYŞENURGÜL

Öğrencilik ve ihtisas hayatımız boyunca Ayşegül Tokatlı ile karıştırılmamız artık alışık olduğumuz bir şeydi, (hala bizi çoğu kişi karıştırıyor). Eğer bir servise önce ben gittiysem, Ayşegül o serviste çalışırken herkes ona Ayşenur diye seslenir, tersi olursa bana Ayşegül denirdi.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons