Son birkaç günden beri Elazığ Fırat Üniversitesinde geçirmiş olduğum mecburi hizmet günlerimi çok düşünmeye başlamıştım. Çünkü geçen hafta Elazığ Emniyet Müdürlüğü’nün önünde berbat bir patlama oldu, mecburi hizmet yaptığım 3 yıl boyunca bu binaya 500 metre uzaklıkta bulunan Atmışlar Sitesinde oturmuştum.
Bu bina bana göre, Malatya’ya giden şehirler arası arka yolda, benim evin tam arkasında olan stadyumun arkasında kalırdı. Böylece oturduğum evden görülmezdi, ancak arabama benzin aldığım istasyonun tam karşısında olduğu için bina çok net bir şekilde aklımda.
Keban yolu da benim yürüyüş yaptığım güzergahlardan biri idi, haftada en az bir iki kez o yola doğru yürürdüm. Dönerken Çaydaçıra kavşağında durur emniyet binasına bakardım, o binanın oradaki varlığı bana güven verirdi. Çünkü benim Elazığ’da yaşadığım 1986-89 yılları arasında o bölge yollar haricinde bomboştu, başka hiç bir bina yoktu. Oturduğum site de neredeyse Elazığ’ın en son evleri idi. Arkamda stadyum, karşımda Karayolları ve Üniversitenin yemyeşil arazisi, sitenin bittiği yerde de Vali Konağı vardı. Önümden geçen yol o zamanlar ‘’mecburiyet yolu’’ dediğim Elazığ’ın hemen hemen tek şehir içi yolu idi. Evden itibaren dümdüz giderseniz Öğretmen Evinin olduğu noktada şehir başlardı ve yolun sonu Askeriyeye çıkardı. Öğretmen Evi ile Askeriyenin arasında bir yerde bu yoldan yukarıya doğru giden başka bir yol üzerinde de Hastaneler vardı. Bütün bu yolları çok net hatırlıyorum. Şimdi şehir çok değişti ama eminim gözüm kapalı bile oraları bulurum.
Elazığ’la ilgili elbette pek çok anım var. Her şeyden önce ilk tek başıma hekimlik deneyimimi de ilk akademisyenlik deneyimlerimi de orada yapmıştım. Ancak son günlerde aklıma gelenler arasında şehrin benim bildiğim zamandaki halinin dışında öne çıkan iki tanesi var. Onları yazarak eski öğrencilerimi selamlamak istedim.
Bunlardan ilki henüz Elazığ’a gitmeden önce görmüş olduğum ve çok net bir ‘’haberci rüya’’olduğu için asla unutmadığım bir rüya.
Mecburi hizmet kurası çekmeye gideceğim günden birkaç gün öncesiydi. Rüyamda yemyeşil bir ormandan çıkıp, önümdeki yeşil kırlara bakıyorum. Bir birine bitişik olmayan, bahçeler içinde tek tek kulübeler görüyorum. Yanımda insanlar yok, ama bir takım sesler var. Sesler bu kulübelerden birini gösterip burası senin evin diyorlar. Kulübe tek katlı, çatısı, pencereleri olan bir bina, ancak kapısı yok. Bana kapı işte burası diye eşiği yerden oldukça yüksek, tepesi alçak, camı olmayan bir pencere kapağını gösteriyorlar. Bu kapaktan bacağımı aşırıp, başımı eğerek iki büklüm içeri giriyorum. İçerisi oldukça aydınlık ve sıcak bir sofa. Sofaya bir sürü ‘’normal’’ kapı açılıyor. Her bir kapıdan giriyorum, burası mutfak, burası banyo, burası yatak odası diye girdiğim yerler tanıtılıyor.
En sondaki kapıdan giriyorum, burası iki yüksek, beyaz duvarı olan, ancak yukarısı kapalı olmadığı için gökyüzünü çok net görebildiğim kıvrımlı bir koridor. Bu koridorda yürürken giderek duvarlar birbirine yaklaştı, sonunda iki duvarın arasında sadece bir karış kadar açıklık kaldı. Kafamı bu dar araya uzatıp tek gözle dışarı bakıyorum ve dev bir göl görüyorum. Buranın deniz olmadığının farkındayım. Bu da ne diye soruyorum, sesler ‘’baraj’’ diyor.
Bu kadar canlı görmüş olduğum rüyayı kuzenime anlatıyorum, hemen hayırlara yoruyor. Elbette kurayı çekince rüya da unutulmazlar listesinde yerini alıyor.
Sanırım iki gün sonra kura çekmeye gidip ‘’Fırat Üniversitesi’’ çekiyorum. Elimde kura kağıdı şaşkınlıkla ve yüksek sesle etrafıma ‘’Fırat Üniversitesi hangi ilde ki’’ diye soruyorum. Bu sahneyi ben hatırlamıyorum, ama aynı kurada Fırat Üniversitesi çeken birkaç arkadaş daha olmuştu, sonradan onlar söylediler bana. İlk anda ‘’torpil yaptırıp, üniversiteye kura çekti, şimdi de rol kesiyor’’ diye düşünmüşler, sonra kendileri de çekince anlamışlar rol yapmadığımı.
Aslında Elazığ’da bir Tıp Fakültesi olduğunu Hacettepe’deki çoğu hocalarım da benim sayemde duymuş oldular.
Şu günlerde sık sık aklıma gelen ikinci anı da, nedense bir türlü aklımdan çıkmayan masalsı bir sahne.
Elazığ’da hastaneye gittiğim ilk üç gün boyunca daha sonra kaldığım 3 yıl boyunca görmediğim bir sis vardı. Hastanedeki penceremden bakınca sadece 5 metre ilerideki bir ağacı ve ona bağlı bulunan ve sakince otlayan, beyaz bir eşeği çok net hatırlıyorum.
Sisler açıldıktan sonra bir daha o ağaca bir eşek bağlandığını hiç görmedim. Aslında beyaz bir eşek de görmedim.
Evliya Çelebinin seyahatnamesinde Elazığ’la ilgili söylediklerinden, bütün Anadolu olduğu gibi Elaziz’de de böyle beyaz renkli (albino) hayvanlar olduğunu, Elazığ’daki beyaz eşekleri ‘’İsa Peygamberin prestij eylediği hayvanlar’’ diye tanımladığı kalmış aklımda.
Bir de Palu ile ilgili
Bir acayib-i flehre vardım adına derler Palo
Kimi Zaza, kimi Zozo, kiminin de adı Lo
dediğini hatırlıyorum.
Yanlışım varsa düzeltiniz.
Bütün bunların aklıma gelmesi sanırım, bir enerji yarattı ve dün Facebookta Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesinin o yıllardaki mezunlarının kurduğu bir gurubu bulup derhal ‘’gurubunuzda bana da bir yer vardır sanırım’’ yazdım.
Hemen kabul gördüm.
Sevgili Saadet Akarsu ‘’Siz bizim ilk gözdemiz sarı şekerimizsiniz. Bilgi bahçemizsiniz. Size kalbimiz ve beynimizde güzel bir yer var. Ayşenur Abla emeklerinize teşekkürler. Sevgiler ve öpücükler.’’ Diye yazmış.
Evet, ben yeni mezun bir uzmandım, karşımda benden başka bir pediatri hocası olmayan bir gurup tıp öğrencisi vardı. Üstelik yaşım bu öğrencilere çok yakındı. Öğretmen olmak için eğitim görmemiştim, benim için gerçek bir şok ve çok ağır bir sorumluluktu. Ama akademisyenliği çok ciddiye almış ve bir şeyler öğretebilmek için deli gibi okumuş ve kendimi geliştirmiştim.
Hatta hiç akademisyen olmayı düşünmezken Elazığ’daki mecburi hizmetim bana bir yaşam yolu çizmişti.
Sizler de benim ilk göz ağrılarımsınız. Bana öğretmen olmayı öğretenlerimsiniz. Simdi içinizden bir çok başarılı hekim ve bir çok da akademisyen çıktığını görüyorum. Demek ki bilgi bahçemizde güzel çiçekler açmış.
Ne mutlu bana.