Sabah olunca yağmur ormanındaki otelin çevresinde timsahları, baykuşları ve çeşit çeşit lemurları muhafaza ettikleri bir bölgeyi ziyaret ettik. Madagaskar’da hiç maymun yok bunun yerine çeşit çeşit, boy boy lemurlar var. Ama böyle sevimli ve arsız hayvanlar olamaz galiba, elinde muz olsun olmasın kafana atlıyorlar, seninle bin bir çeşit oyun oynuyorlar. Elleri sanki deri eldiven giymiş birisinin eli gibi.
Bundan sonra da oldukça nadir bir lemur türü olan ‘’İndiri indiri’’leri görmeye ormanın derinliklerine gittik. Bu hayvanlar sadece doğal ortamlarında görülebiliyor, çünkü asla esarete gelemiyorlarmış. Görünüşleri biraz pandaya benziyor, ama hiç tembel değiller, ağaç dallarının üzerinde hızla hareket ediyorlar, daldan dala atlayarak yaşıyorlar: Kolay kolay yere inmiyorlarmış. Bu nadir hayvanları resimlemek için dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş bir çok insan vardı. Bu adamların ellerinde daha önce benzerlerini kuş fotoğrafçılarında gördüğüm bazuka gibi fotoğraf makineleri vardı ve bir kez denklanşöre bastıklarında makineli tüfek gibi seri fotoğraflar çekiyorlardı. Bunları izlemesi bile zevkliydi.
Bir sonraki gün ise daha da ilginç bir yere gittik. Adanın doğu kıyılarında milyonlarca yılda Hint okyanusu kıyıya bol miktarda beyaz kumullar yığmış, bu kumulların gerisinde kıyı boyunca inci sırası gibi dizili tatlı su gölleri oluşmuş. Bu bölgede deniz hem fırtınalar açısından çok tehlikeliymiş hem de fazla miktarda köpek balığı varmış, üstelik korsan meskeni imiş. Fransızlar denizin çok tehlikeli olduğu bu sahilde, Madagaskar adasının neredeyse bütün doğu kıyısını kapsayacak şekilde tam 700 kilometre boyunca bu kıyı gölcüklerini birleştirerek, Pangalan kanalını meydana getirmişler. Deniz ulaşımının çok önemli olduğu o dönemlerde, bu tehlikeli kıyılara ulaşan gemiler bütün kıyı boyunca kanal içinden derece korunaklı bir şekilde yol alıyorlarmış. Kanal uzun süre aktif olarak kullanıldığı halde şimdi artık eski önemini kaybetmiş.
Biz de işte bu kanalı geçerek hiç elektrik olmayan o ince kıyı şeridindeki ekolojik otele bir vardık. Elektrik olmadığı için yıldızlar dev boyutlarda idi, ama ay dolunaya çok yakın olduğu için samanyolunu göremedik. Zaten güney yarı kürede olduğumuz için yıldız kümelerinin sadece bir kaçı tanıdık idi. Bu arada Venüs de muhteşem bir şekilde görünüyor, adeta göz kamaştırıyordu. Ancak gurubumuzdan biri asla o kadar parlak bir gök cismi olamaz, bu olsa olsa uzay üssüdür diye tutturdu. Hayır öyle olsa yatay hareket ederdi diyoruz, ama asla inanmıyor. Üste Hilton oteli yapıldığını, 2020 yılında misafir almaya başlayacağını, hatta o otelden şimdiden yet ayırmış olan tanıdıklarını anlatıyor. Yerel rehber ve ben bu Venüs dedikçe de sinirlenip duruyor. Bu arada bir başka misafir şimdi neye karar verildi, bu cismin ne olduğuna dair hala iki ayrı görüş mü var diye sordu. Ben de hayır bir bu cismin Venüs olduğu gerçeği var, bir de garip bir görüş var diyerek noktayı koydum. Demek ki ben de sinirlenmişim.
Madagaskar’da bir de garip uzunlukta bir orta parmağı olan ‘’Aye aye’’ isimli dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan bir hayvan daha var. Hem lemura hem de kuyruğu sayesinde tilkiye benziyor, ama en ilginç özelliği diğerlerinden daha ince ve uzun olan ve bir şeyleri kurcalamak için kullandığı orta parmakları. Bu hayvan eskiden uğursuz kabul edildiği için görüldüğü yerde öldürülmüş, böylece soyları tükenme raddesine gelmiş. Neyse ki bu kumsalın üzerindeki orman oldukça izole bir yerde olduğundan buraya birkaç ayay koymuşlar. Kumsala gider gitmez bir gece hayvanı olan Ayayları gördük. Çok şanslı hissettim çünkü bizim Madagaskar’a daha önce defalarca gelmiş olan rehberimiz bu hayvanları bizimle birlikte ilk kez gördü, yerel rehberin de ikinci görüşü imiş.
Otelimiz dünyanın ilk beş ekolojik otelinden biriydi. Muhteşem bembeyaz bir kumsalı ve kumul üzerinde yeşermiş yağmur ormanı arasında sıkışmış bir otel. Pencerelerinde cam bile yok, tahta panjurları var. Elektrik de sadece belirli saatlerde veriliyor. Cennet gibi bir yerdi. Akşam yemekte timsah eti yedik. Tadı çok matah bir şey değil, gezen bir tavuğu 2 hafta hamsi ile beslesen aynı lezzette ve sertlikte eti elde edersin.
Sabah kahvaltıda ise tropikal meyveleri vardı. Ormanın bütün lemurları kahvaltı alanında ve odalarımızın balkonlarında idi. Bu lemurlarla oldukça samimi olduk. Özellikle de gurubumuzun gençlerinden olan Mutlu Akbaba’nın lemurlarla samimiyeti görülmeye değerdi. Ormanda bir küçük gezi yapıp teknelerle kanala açıldık.
Bu arada küçük bir köyü ziyaret ettik. İçi oyulmuş ağaç kanolarla hem kanalda hem de okyanusta balıkçılık yapıyorlarmış. Köy çok ilginç, içinden bir demiryolu geçiyor, haftada bir tren de geçiyormuş. En fazla 300-400 metre genişlikte üzeri ormanla kaplı bir kumul üzerinde 450 kişilik bir balıkçı köyü idi. Bu köyde 120 tane okula giden çocuk vardı. Şöyle tarif edeyim önünde uçsuz bucaksız Hint okyanusu, arada 350 metre genişliğinde, kilometrelerce uzunlukta üzeri orman kaplı bir kumul, kumulun arkasında artık okyanus suyu da karıştığı için yarı tuzlu bir kanal (bu köyün önündeki kısım doğal göldü), bundan sonra bir kumsal daha ve bunun arkasında da bir göl daha varmış. Bu en arkadaki göl, tatlı su gölü olduğundan içinde timsahlar yaşarmış, zaman zaman yarı tuzlu göle avlanmaya gelirlermiş, o sırada köylüler de timsah avlayabiliyorlarmış.
Bu köyde bütün çocuklar peşimize takıldığı için köyün bakkallarını talan edip bütün gagaları çocuklara dağıttık. Çocuklar da bir daha pişimizi bırakmadılar. Çocukların çoğu da sabah oteldeki lemurlar gibi Mutlu’nun etrafını sardılar. Mutlu Akbaba (gurubun işinden istifa yeni etmiş bir başka genç üyesi) çevresindeki çocuklara Türkçe öğretmeye kalkıştı. Kısa sürede onlara ‘’adamın dibi’’, ’’Allah başka dert vermesin’’ gibi sloganlar öğretti. Biz kayığımıza bindiğimizde çocuklar arkamızdan ‘’güle güle adamın dibi’’ diye bağırıyorlardı.
Dört saatlik bir yolculuktan sonra Tuamasino şehrine geldik. Bu şehir hem Madagaskar’ın ikinci büyük şehri hem de en önemli liman şehri. Bir zamanlar buraya gelen, denizi ömründe ilk kez gören Madagaskar kralı denizin suyunu içince ‘’Tuamasino=Ah tuzlu’’ diye bağırdığı için adı böyle. Şehir dedikse inanmayın, büyükçe bir köydü, ama gittiğimiz gün Pazar günü idi, bütün şehir sokaklarda eğleniyordu. Şehir sık sık siklonlarla harap oluyor, örneğin 1994’teki siklonda limandaki gemiler şehrin kilometrelerce içine girmiş, o derece tehlikeli bir kıyıda bulunuyor, bu büyük kanalı yapmak akıllıca olmuş demek ki.
Bu şehirde en beğendiğim şey hemen limanın arkasında, sanırım 10-15 dönümlük bir arazide yirmi civarında gerçekten dev boyutlarda banyan ağacının olmasıydı. Aslında bu ağaçların bu kadar büyüdüklerini görmüştüm, çünkü pek çok ülkede kutsal sayılırlar hatta Bali’de her köyün kendi dev kutsal banyan ağacı vardı, ancak bu boyutlarda, bu kadar çok banyanı ilk kez bir arada gördüm. Bir çok inanışta kutsal olduğuna inanılan bu ağaçların altında Sermin benim ağaçtan üzerime nurlar inerken bir pozumu da yakaladı, artık erdim de diyebilirim.
Gurubumuzda bir çok hanım var, burada gurup arkadaşlarımızdan biri trafikte ilerleyen otobüsümüzün camından sokak satıcılarından alışveriş yaparak alışveriş işlemine yeni bir anlam kazandırdı. Madagaskar’dan çıkarken elimizde kalan paraları harcamak için bütün grup alandaki minicik bir dükkana daldık ve hepimiz kolay taşınabilecek ve kullanabileceğimiz tek ürün gibi görünen hasır Amerikan servislerine göz koyduk. Ben elimdeki bütün parayı verip 2 takım servis aldım, satıcının paket yapmasını bekliyorum. Bu sırada Hüroy hanım benim parasını ödediğim Amerikan servislerini kaptı, koynuna bastırdı ve vatan toprağı savunur gibi savundu. Gruptan bir başka hanım (otobüs camından alışveriş yapan) ise, durumu fark edip Hüroy Hanıma karşı benim özgür alışveriş haklarımı insan haklarını savunurcasına militanca savunmaya başladı. Ben aman yapmayın, etmeyin diyene kadar, bir alış veriş savaşıdır koptu. Ortalık yatışsın diye verdiğim paranın karşılığı olan kocaman bir hasır sepeti kaptım ve tamam tamam ben istediğimi aldım diye ilan ettim.
Neyse ki sulh olundu, uçağa öyle binildi. Uçak pırpırdı ve alanda elle arandık.