Sanırım 2003 yılıydı, o sıralar pediatri ana bilim dalı başkanıydım, diğer yandan da endokrin yandal tezimi yazıyordum. Ama o kadar çok işim vardı ki, bir türlü tezimi yazmaya fırsatım olamıyordu.
Birkaç günlük bir dini bayram sırasında, bir kaplıcada gündüz keyif yapar, akşamları da oturur, sakin kafayla tezimi yazarım düşüncesi ile Denizli’ye gittim.
Evden çıktığım zaman hava oldukça güzeldi, üzerime bir mont, altına bir kot pantolon giydim, elime küçük bir valiz yaptım, diş fırçası, çamaşır, çok az yedek giysi, hamam malzemeleri ve bir kucak bilgisayarı dışında bir şey almadım. Bu kadar az eşya almamın asıl sebebi bilgisayar, kucak bilgisayarı dedimse şimdikiler gibi sanmayın, o ilk modellerden biri idi. Kocaman ve oldukça ağır bir şeydi, sanırım, kablosu, kendisi, çantası hep birlikte en az 10-12 kg geliyordu. Cüzdanımı bile o koca bilgisayar çantasına koymuştum, normal kol çantamı bile almamıştım. Öyle ki ayağıma giyecek bir yedek ayakkabı bile yok, buna karşılık Sermin’in Amerika’da ucuzlukta 10 dolara bulup da kendini almak zorunda hissettiği, sonra da büyük olduğu için giyemediği uyduruk bir pelüş var. Gittiğim otelde odalardan hamama dışarıdan gidildiği için hamamdan odaya geçene kadar üzerime giyerim diye yanıma almıştım.
O yolculuk benim için pek çok yönden unutulmaz bir hal aldı.
O yolculuktan hemen önceki günler, eş zamanlılık, tesadüf denilemeyecek tesadüflerle ilgili yeni yeni bir şeyler okumaya başladığım dönemlerdi. Denizli’ye gitmek için uçağa bindiğimde THY’nin aylık dergisinde Hierapolis (Denizli’deki ünlü antik şehir) tanıtılıyordu. Bu benim hayatımdaki tesadüf olmayan tesadüfleri açıkça fark etmeye başladığım ilk örneklerden biridir. Bundan sonra bir çok yolculuğumda, yolculuktan 1-2 gün önce televizyonda bir programa denk geldiğim, Atlas yada National Geografik gibi dergilerde gideceğim yerle ilgili sayfalar dolusu yazı okuduğum çok olmuştur. Hatta bir seferinde Kars’a gideceğim günden bir gün önce Orhan Pamuk’un Kars ile ilgili Kar kitabı piyasaya çıktı ve ben o geziye elimde bu kitapla gittim.
Her neyse, Denizli’ye Trabzon-İstanbul-İzmir uçakla, İzmir’den sonrasını özel bir araçla gittim. Karahayıt’ta çok net bir şekilde fark edilen ve gözle kilometrelerce takip edilebilen bir fay kırığının çok yakınına inşa edilmiş, bir kaplıcada kaldım, suda muhtemelen demir olmalı, çünkü resmen kan kokuyordu.
Ben uçağa binerken hava bahar gibiydi, uçaktayken, birden bire bütün Türkiye’de hava bozmuş, her yere kar yağmıştı. Kaplıcada gittiğimde, dışarıda diz boyu kar vardı. Ayağımdaki tek ayakkabı da deri bir ayakkabı idi, kar suyunu çekip, gece de kaloriferli odada kalınca resmen tahtaya döndü. Ayaklarım içine sığmıyor, çekmiş ve ufalmış.
Artık çaresiz Denizli’ye gidip yeni bir ayakkabı alacağım, fakat dini bayram dolayısı ile tek bir açık dükkan bulamadım. Çaresiz, bir sokak tezgahından altı beyaz, üzeri lacivert plastik bir terlik aldım. Evet tuvaletlerde kullanılan cinsten bir şey. Mecburen bu terlikleri giyiyorum, aslında isteğim bir ayakkabı, hatta bot almaktı, açık dükkan bulabilsem daha kalın giysiler de alırdım herhalde.
Hava muhalefetinden fazla gezemedim, ama bu 4 günde tezimi de baştan sona yazarak güzel bir kaplıca tatili yaptım. Dönüşte gene aynı şöförle anlaşmıştım, İzmir’e kadar özel araçla döndüm. Yoldaki bir köy tezgahından 2 kavanoz zeytin aldım, koca kavanozları battal boy siyah çöp poşetine koyup, elime öyle verdiler.
Yavuz hocanın da bayram tatili için İstanbul’da olduğunu ve İstanbul’dan aynı uçakla döneceğimizi bildiğim için İzmir’de çekin yaparken yolculuğun İstanbul-Trabzon ayağında hoca ile yan yana koltukları istedim.
İstanbul hava alanına gittiğimde kılığım şöyleydi; ayağımda altı beyaz lastikli lacivert hela terlikleri, onun içinde fosforlu pembe yün çorap, üzerinde kenarları sarı şeritli siyah eşofman, onun üzerinde kahverengimsi boz renkli kocaman, pelüş palto, başımda bir yaşmak, bir kolumdan kocaman bir bilgisayar çantası sallanıyor, öbür elimde çöp poşeti dolusu zeytin ( o zamanlar uçaklara böyle şeyler alınırdı). Neyse ki elimdeki küçük valizi bu kez bagaja teslim ettim.
Sonuç olarak hala araba kazası gibiyim, hani bakmayı istemezsiniz ama bakmaktan da kendinizi alamazsınız.
Yavuz hocamla buluştuk, onun üzerinde her zamanki gibi mükemmel bir kıyafet var. Adamcağız beni gördü, nutku tutuldu. Vallahi istemiyorsan bana bakma, ama bu üzerimdeki kıyafet mecburiyetten dedim. Gerçekten de benimle konuşurken bana doğru bakmamaya çalışıyordu. Ben yetmiyormuşum gibi KTÜ su ürünleri fakültesinin dekanı da yüzünde bir haftalık sakal, gözler kan çanağı, buram buram içki kokarak yanımıza geldi, oturdu.
Üçlü koltukta pencere kenarında Yavuz hoca, ortada ben, koridor tarafında da Hikmet hoca oturuyor. Meğer adamda uçak korkusu varmış, onun için uçağa binmeden önce güzelce içki içmiş, bayram diye yüzünü dinlendirmek için günlerdir sakallarını kesmemiş; en nazik deyimle gözleri benim üzerimden almaya yeter bir durumda diyeyim, siz anlayın.
Biz oturur oturmaz Hikmet hoca hostesi çağırdı. Sarhoş sarhoş, büyük kol hareketleri ile konuşup hostesten viski istedi. Hostes reddedince de ısrar etti. Yavuz hocayı gösterip ‘’bu profesör, dekan’’, beni gösteriyor ‘’bu profesör, ana bilim dalı başkanı’’, kendini gösteriyor ’’ben profesör, dekan’’ diyor. Söylediklerinin hepsi doğru, ama hostes tipimize bakıp, haklı olarak buna inanamadı.
Biraz sonra geldi, içki servisi sadece birinci sınıfta var dedi. Hikmet hoca öyleyse bizi birinci sınıfa al, bu profesör, dekan, bu profesör, Abd başkanı, ben profesör, dekan diye ısrarını sürdürdü. Zavallı kadıncağız defalarca yanımıza gidip gelip, neden bize içki veremeyeceğini izah etti. Bir yandan da, bir vukuat çıkma olasılığına karşılık gözlerini bizden ayırmadı.
Bu arada Yavuz hoca güya beni tanımayacaktı ama bana razı geldi. Bu kez Hikmet hocayı tanımıyor, hostese de görünmek istemiyor. Resmen sağ kolumun altında sipere yattı ve yol boyunca bana, yüksek sesle, Yapı Kredi yayınlarından Yunan efsanelerini okudu.
Bütün yol boyu bir kulağımda sarhoş nutukları bir kulağımda Zeus-Hera hikayeleri Trabzon’a kadar epey zülüm çektim.
Trabzon’a inince hepimiz derin bir oh çektik. En başta da hostes tabii.
Ayy cook guldum Aysenur yuregine kalemine saglik
Gözümden yaş geldi bence mizah yönünuz çok kuvvetli tesadüfen buldum sayfanızı cok güzel