Buenos Aires ve turizm deyince akla hemen Maradona’nın çocukluğunun geçtiği Boca mahallesi geliyor. Maradona’nın doğduğu mahalle ve ancak Maradona bu denli meşhur olduktan sonra meşhur olmuş. Çünkü zaten şehrin bir garip gecekondu mahallesiydi, bir de nehrin haliç yaptığı noktalardan birinde kurulmuş olduğu için muhtemelen çok kötü kokuyordu.
Şimdi ise haliç çöplerden temizlenmiş, kötü kokular yok edilmiş, mahallenin her duvarı, her penceresi, her balkonu farklı renge boyanmış. La Boca rengarenk evleri, kafeleri ve dükkanları ile Buenos Aires’in dünyaca en iyi bilinen mahallesi haline gelmiş. Bir de sarı lacivert renkleri olan, mahalli bir takımın ev sahibi, ilginç olarak La Bonbonera arenası yapıldığı zaman henüz takımın renklerine karar verilmemişmiş, limana ilk giren geminin renklerini almaya karar vermişler ve limana İsveç gemisi girmiş.
Bu mahallede pazarlık yaparak döviz bozdurduk. Çünkü karaborsada, gerçekten de devletin verdiği fiyattan daha iyi bir fiyatla Arjantin parası alıyorsunuz.
Mahallenin en meşhur caddesi El Caminino’da, Buenos Aires’e gelen her turist gibi biz de yürüdük. Sokak bizim Sermin’e sorarsan Rus Pazarına benziyordu. Tezgahlarda her türlü incik boncuk satılıyor, sokaklarda tango kıyafeti giymiş yada Maradona’nın taklidini yapan insanlarla resim çektiriliyor. Ancak dikkatli bir gözle bakıldığında, yıkılmakta olan evlerin bahçelerinde bile kıymetli heykeller görmek mümkün. Sonuç olarak La Boca ününü hak eden bir mahalle.
Arjantin’de sağlık ve eğitim hizmetleri bedava. Rehber daha önceki bir gezilerinde, bir misafirinin kolunun kırıldığını ve bir hastaneden sağlık hizmeti aldıklarını anlattı. Gayet memnuniyet verici bir hizmeti gerçekten de bedavaya almışlar. Neredeyse bütün Latin Amerikalı gençler, üniversiteyi Arjantin’de okumak istermiş. Özellikle de hukuk eğitimi oldukça başarılıymış.
Ama elbette, neredeyse bütün Latin Amerika ülkeleri de bize benzer darbelerden, diktatörlüklerden çok çekmiştirler. Bir çok yerde o yıllarda kaybolan insanların isimlerinin yazılı olduğu plaketler gördük. Hatta çocukları o yıllarda kaybolmuş ve haber alınamamış kişilerin anneleri de cumartesi anneleri adı altında her cumartesi Casa Rosa önünde otururlarmış.
Burası tam da iki büyük nehrin birleşip, Gümüş nehrine dönüştüğü noktada, alüvyonlarla oluşmuş bir sürü adacıktan ve su yollarından meydana gelen çok güzel bir delta. İlk gelenler jaguar görüp de kaplan sandıkları için Tigre olarak isimlendirmişler. Tigre şehrinin bir kısmı ana karada yer alıyor, diğer bölgelere ise sadece su yolu ile ulaşılıyor. Bu su labirenti içerisinde gezerken evleri su bastığı için birinci katlarının sadece direklerden meydana geldiğini gördük. İskeleler ise oldukça yüksekti ve kayıklar havada asılıydı. Ambulans olarak helikopter kullanılıyormuş, haftada bir kayık market geziyormuş. Adacıklardaki suları kurutabilmek için çok miktarda okaliptüs ağacı dikmişler. Evlerin aralarında birkaç küçük plaj alanı bile vardı. Su oldukça çamurlu görünmesine rağmen temizmiş, herkes rahatça yüzermiş.
Deltadan döndükten sonra Tantoni kahveye gittik, burası da bütün turistlerin uğradıkları bir yermiş. Neredeyse bütün Latin Amerika şehirlerinde bire bir gördüğüm tarihi çay evi. Demek ki adamlar kolonize olunca en evvel bir katedral kurup güç gösterisi yapmışlar. Bundan sonra hükümet binası kurmuşlar, daha sonra da şehri inşa etmişler. Şehir kurulurken bir yandan akıttıkları oluk oluk kanları düşünmemişler, hemen kendi sosyal yaşantılarını, alışkanlıklarını, lükslerini idame ettirecekleri mekanları da oluşturmuşlar.
Akşam ise La Ventanada isimli tarihi ve çok lüks bir mekana yemek yiyip tango gösterisi seyretmeye gittik. Önce bir saat kadar guruplarla ilgilenip, en basit tango adımlarını öğretiyorlar. Tabii biz zılgıt çelmiş, horon vurmuş insanlar olarak tangodan mı korkacağız diyerek er meydanına çıktık. Er meydanı diyorum çünkü resmen canımızı dişimize takıp, cenk eder gibi dans etmeye gayret ettik.
O gün şehrin sokaklarında birbirlerine takılıp, üst üste düşerek, dudaklarını patlatmış, dizlerini şişirmiş hatunlar bile geri durmayı akıllarına getirmediler. Dışarıdan bakılınca güya aynı adımları atıyoruz, ama dansçıların hareketleri hayal gibi akışkan ve estetik görünürken, bizim bedenlerimiz başka telden çalıyor. Gurubumuzdaki adamlardan biri resmen zeybek yapar gibi oynuyor, o kadar ki bize tango öğretmeye çalışan adam bile tangodan vazgeçip Zeybek oynamaya çalıştı.
Biz böyle tersine dönmüş kaplumbağalar gibi pistte tepinirken, orta yaşın üzerinde bir Avrupalı gurup geldi. Şimdi bu ihtiyarlar bizim hızımızı kesecekler diye düşünürken, yeni gelen kocakarılardan biri oldukça kıvrak çıktı. Kendi dansı becerdiği yetmez gibi bir de partnerini idare etti.
Bu yoğun gayretten sonra artık yemeği hak ettiğimize kanaat ettik. Güzel bir yemek yedikten sonra muhteşem bir tango şovu başladı. Aman tanrım olur iş değil. Yer çekimine karşı hareket ediyorlar. Gösterinin sonuna doğru, yerel bir topluluk çıkıp, Amerika yerlilerinin müziğini çalmaya başladı.
Ben o sırada tuvalete gittim. Dönerken de sahnenin önünden geçerek masaya gidiliyor. Baktım çok kıvrak bir müzik çalıyor, e sahne de boş, başladım oynamaya. Bizim gurup hariç herkes beni de gösterinin bir parçası sanmış.
Benden sonra da ellerinde iki sopa olan garip bir adam sahneye çıktı. Adamın kılığından İspanyadan gelmiş bir korsan olduğunu anlıyorsunuz. Önce sadece topuklarını yere vurarak, kendi müziğini yaparak dans etti. Daha sonra eline aldığı iki sopayı hızla çevire çevire ve yere vura vura müzik yapıp dans etti. Görülmeye değer bir şovdu.
Aslında bütün şov çok güzeldi, dansçı kızlardan biri de Türk imiş. Her şeyin tadı damağımızda kaldı.
Daha sonra otele giderken gecenin kritiğini yaptık. Ellerinde sopa ile dans eden adam için aklıma padişah fıkrası geldi. Hani padişahın birinin çok canı sıkılmış, bana hiç kimsenin yapamadığı bir şey yapan birini bulun, 100 altın vereceğim diyerek memlekete haber salmış. Sonunda bir adam gelmiş, iğneyi metrelerce uzağa koyuyor, ipliği bir atıyor, iğneden geçiriyor. Her seferinde hiç şaşmadan iplik iğnenin deliğinden geçiyor. Padişah çok şaşırmış bunu nasıl yaptığını sorunca adam ben bu iş için 20 yıl çalıştım diye cevap vermiş. Padişah da bu adama gerçekten kimsenin yapamadığı bir işi yaptığı için 100 altın verin, 20 yılını boşa harcadığı için de 100 sopa vurun demiş. O elindeki sopaları çevire çevire müzik yapan adam için ben de aynı şeyi yapmak istiyorum.
Sonra gurubumuz bana döndü, sen tuvalete giderken gayet normal görünüyordun, içeride bir şey mi çektin diyerek benimle çok dalga geçti. Ben ise millete biraz ‘ İnka Horonu’ öğrettim ne olmuş yani diyerek kendimi savundum. Öyle ya bu yaştan sonra bacağımı adamın tepesine kadar kaldırıp tango yapacak değilim.
Harikasın tatlım,Okudukça yeniden ordaymış gibi oldum,Kalemine kuvvet,Sağol❤️
Devamı geliyor