Asıl adı Ahmet Muhiddin Piri imiş, ailesi Karaman’dan İstanbul’a, sonra da Gelibolu’ya göçmüş. Nasıl bir uzaylı aile iseler, bir nesilde denize alıştıkları yetmemiş gibi, amcası Kemal Reis bayağı ünlü bir denizci (bildiğin korsan) olmuş.
Bizim Ahmet Muhiddin de amcasının rahle-i tedrisinden geçerek genç yaşında Akdeniz’de korsanlık yapmaya başlamış. Sonunda bir şekilde korsanlıktan bıkıp, padişah huzuruna çıkıp, Osmanlı donanmasına katılmış. Osmanlı sancağı altında bir çok deniz savaşında kaptanlık yapmış.
Ama o öyle bildiğimiz korsanlardan değilmiş. Elinde kalem kağıt, gördüğü, yaşadığı her şeyi kayıt altına alıyormuş. Şu anda bile okumaya, hele de yazmaya ne kadar hevessiz bir toplum olduğumuzu göz önüne alırsak, adamın o vahşi mücadelelerle dolu hayatında, sürekli yazıp, çizmesi, ciddi ciddi haritalar yapması aykırılığın, uzaylılığın göstergesi değil de ne?
Üstün bir disiplin, araştırıcılık, kayıt tutma hevesi olan bu olağandışı adam, sonunda Kitab-ı Bahriye isimli şaheser yaratmış.
Bu öyle bir kitap ki; o zamanki dünyada denizciler için ilk klavuz kitap olma özelliği taşıyor. Önceleri Akdeniz ile kısıtlı çalışmaları, daha sonra dünya haritaları ile devam ediyor.
İşte bundan sonra işler daha da ilginçleşiyor, çünkü Akdeniz ne de olsa bildiği, gezdiği, gördüğü yerler. Hadi onların haritalarını çizmesini gene akıl alıyor. Ama bu adam Akdeniz’den dışarı adım atmamışken, nasıl oldu da, o kadar gerçeğe yakın dünya haritaları çizebildi?
Bilindiği gibi bu dünya haritaları, o sıralarda henüz keşfedilmiş olan Amerika kıtasını, hatta kutupları bile içermektedir. Üstelik de Cristof Colomb’un bile bilmediği ayrıntılara sahiptir.
Piri Reis’in çizdiği haritalara kaynak olabilecek, öncü haritalar hiçbir zaman bulunamamış olduğu için, bu haritalar bugün bile büyük bir gizem içermektedir.
İşte ortaçağda, elinde doğru düzgün referanslar olmadan, bunca ayrıntılı çizilmiş bu haritalar ona modern zamanların uzaylısı unvanını kazandırdı. ‘’Tanrıların Arabaları’’ kitabı ile başlayıp onlarca kitap yazarak dünyanın uzaylı işgaline uğramış olduğunu iddia eden Eric Von Daniken, Piri Reis’in de o uzaylılardan biri olduğunu kabul eder. Eric’e göre, Piri Reis eğer uzaydan gözlem yapmasaydı, bu haritaları çizemezdi, öyleyse uzaylıydı. Eh, Eric Von Daniken’in, dünya genelinde o kadar çok inananı olunca, Piri dedemizin adı da ‘uzaylı ata’ya çıktı tabii.
İlginçtir, bu olağan dışı adam, yaptığı bütün hizmetlere karşılık, bir katakulli sonucunda Kanuni Sultan Süleyman’ın gözünden düşürtülüp, hem de 81 yaşında bir ihtiyar iken boynu vurduruluyor. Bu da yetmez gibi bütün mal varlığına devlet tarafından el koyuluyor. İnsaf yani 81 yaşındaki adamı sefere gönderiyorsun ve bir de yaptıklarını beğenmiyorsun. Emeklilik diye bir şey yok mu be?
Ah Kanuni ah, bu kaçıncı kellen? Trabzonlu hemşerim, neden kıydın Çanakkaleli hemşerime diyeceğim demesine de, öz oğullarına acımayan adam sorulacak soru değil. Neme lazım.
Bu Piri Reis söylemi nereden mi çıktı?
Her gün köyden Çanakkale’ye inerken Piri Reis caddesinden geçiyoruz, şehrin çeşitli yerlerinde minik minik Piri Reis Müzeleri görüyoruz, geçenlerde bunlardan birini gezdim. Piri Dedeyi bir kez daha sevip, hayran kaldım. Gelibolu’da doğmuş ya, yeni şehrimden, hemşerim de sayılır.
Gelibolu deyince, zaman zaman, bir kafa karışıklığı yaşandığını fark ettim. Çünkü; Gelibolu hem Çanakkale boğazının, Avrupa tarafını meydana getiren yarımadanın ismi, hem de bu yarımada üzerinde bulunan iki kasabadan birinin ismi. Çanakkale savaşları, aslında Eceabat kasabasının topraklarında geçmiş, ama dünyada Gelibolu (Gallipoli) savaşı olarak biliniyor.
Gelibolu kasabası, Gelibolu yarımadasının kuzeyinde, Marmara denizinin daralıp, Çanakkale boğazına dönüştüğü noktada yer alıyor. Osmanlı döneminden kalma bir çok esere de ev sahipliği yapıyor. Küçük kalesi ve kaleye kadar uzanan eski tersane havuzu gerçekten çok güzel. Şimdi bu havuz çevresinde bir çok balık restoranı yer alıyor.
Sermin’in kadim dostu, Ayşen Güner bu hafta bizdeydi. Bir gün kuyruk beklememek için arabamızı Lapseki’de bırakıp, feribota yaya binip karşıya geçtik, bir taksiye bulup, Gelibolu’nun belli başlı yerlerini dolaştık, sonra eski limanda balık yiyip eve döndük. Gidip gelirken feribotta güzelce deniz havası aldık. Bir kaç saatte birkaç günlük tatil yapmış gibi geri döndük.
Gelibolu kasabasının bence en cazip yeri, şu andaki feribot iskelesinin hemen yanındaki eski tersanenin havuzu ve bu havuza bitişik, minicik kalesi. Etrafındaki bütün modern şehirleşmeye karşın, kasabanın eski halini hayal etmenizi çok kolaylaştırıyor.
En çok sevdiğim ikinci yer ise Mevlevihane binası. İlginç merdivenleri ile bir kez görseniz unutmayacağınız simge binalardan biri. Mevlevihane halen aktif, ancak işletmesi belediyeye değil, kaymakamlığa bağlıymış ve Bursa’dan idare ediliyormuş. İşletmesi bir hayli karmaşık ve anlaşılan siyasi.
Kudüm, bendir, ney gibi unutulmaya yüz tutmuş müzik aletleri ve Sema kursları, ayda bir gece de Sema gösterisi var. Geç saatte bittiği için feribot sırası beklemekten korkup, henüz herhangi birine katılmadım, ancak yeni usulümüzle, boğazı arabasız geçip, taksi kullanarak gitmek aklıma yattı. Hiç olmazsa Aralık ayındaki gösteriye ve duaya gitmek istiyorum. Geçen yıl Şeb-i Aruz için Konya’ya gitmiştik, bu yıl neden Gelibolu olmasın?
Boğaz köprüsü Gelibolu kasabasının biraz güneyinden geçecek ve bizim evden de görünecek. Feribotla boğazı geçmeye çalışan ve çoğunlukla sıra beklerken içi şişen birisi olarak, köprünün gerçekten lazım olduğunu itiraf etmek zorundayım. Benim korkum birden bire bu bölgeye aşırı nüfus yüklenip, güzelim Çanakkale doğasının bozulması.
Umarım Gelibolu kasabası şimdiki hali ile korunabilir, çünkü gerçekten tarihi bir yer ( köprünün diğer ayağındaki Lapseki’de doğa hariç pek de korunacak bir şey kalmamış).
Gelibolu kasabası, ayrıca , 1980’li yıllarda askeri darbe sonrasında bütün siyasilerin hapis yattığı Hamza Koy ile yakın tarihin de önemli bir tanığı. Şimdi Hamzakoy, herkesin denize girdiği, kıyısında oteller, restoranlar olan bir tatil alanı.
Kasabanın, Ege denizi tarafındaki bakir koyları ise tek kelime ile muhteşem. Bu koylardan birinde oldukça münzevi bir hayat yaşayan bir arkadaşım var. Geçen yıl onun evine misafir olmuştuk. Bizden birkaç gün sonra, arazisinin yanından geçen minicik bir dere taşmış, annesini evden AFAT ekibi zor kurtarmıştı.
Sadece bu kadar da değil, Türkiye’nin en belalı fay hatlarından biri de Gelibolu topraklarından geçiyor. Bu fayın faaliyetiyle, zamanla yarımada ana karadan kopup, ada haline gelecekmiş. Yani Gelibolu yarımadası göründüğü gibi değil, oldukça belalı bir coğrafyası var.
Yani sevgili uzaylı dede, sözüm ona senin izini sürmek için Gelibolu’ya gittik, ama orada müzene bile girmedik, gezip tozduk, balık yedik döndük. Kusur ettik affola. Bir sonraki gidişimde soluğu müzende alacağım, söz.