Tıp Fakültesindeki, son senemdi. Bu yıl hastanede asistan abla ve abilerimizin denetiminde bir hekim gibi çalışırdık. O yıldaki en unutulmaz anılarımın büyük kısmı pediatride servis 35’te geçirdiğim aydandır.
O ay, sanki başımıza gelecekler öngörülmüş gibi, bizim servise 4 son sınıf öğrencisi birden görevlendirilmişti. Aslında bu kadar çok son sınıf öğrencisi (normal yeni doğan odasında da görevlendirilmek üzere) sadece prematüre serisine verilirdi. Diğer servislerde ise genellikle en çok 2 öğrenci olurdu.
Kıdemlimiz rahmetli Uğur Dilmen, çömez asistanlarımız, Fatmanur Şeniz ve İlhan Tezcan’dı. O ay her iki asistanımız da, biri ameliyat olduğu diğeri ise hepatite yakalandığı için rapor aldılar. Böylece bütün servis kıdemli ile biz öğrencilere kaldı.
Konsültan hocamız ise Faik Sarıalioğlu idi. Faik abi zaten oldukça titiz bir adamdır, o ay onun da ilk konsültanlığı imiş, başasistanlıktan gelen alışkanlıkla, en ufak problemlerle bile bizzat ilgileniyor, sürekli başımızda bulunuyordu.
Şansımıza o ay başımıza gelmedik iş kalmamıştı. Bunlardan en tuhafı da sırf tanı koymak için bir çocuğa perikardiektomi yaptırmıştık. Ameliyathanede çocuğun perikardı kayboldu. Olay henüz İlhan hepatit olmadan meydana gelmişti. Uğur’la İlhan bütün gün ameliyathanede perikardı arayıp, sonunda bir yerlerde bulmuşlardı. Bu yorgunluğun üzerine de İlhan fenalaşıp, bir gün sonra sararmaya başlamıştı.
Bu hastanın adı bizim bildiğimiz kadarı ile Aşır idi (meğer gerçek adı bambaşka bir şeymiş, sırf kuzeninin sigortasından faydalansın diye bu ismi söylemişler, 5 yaşındaki çocuk da bu sırrı bir yıl boyunca hepimizden saklamış) bir türlü tanı koyulamayan bu çocuk hayatta asla unutamayacağım bir hastadır. Yıllar sonra İlhan immünolog oldu ve bir karşılaşmamızda, çok yeni tanımlanmış bir hastalığın Aşır’ın bütün bulgularını açıkladığını düşündüğünü söyledi. Ben hala hangi hastalık olduğunu bilmiyorum.
O ay hiç unutamadığım hastalardan biri de minik bir kız bebekti. Zavallı çocuk doğuştan böbrek hastasıydı ve doğduğundan beri, o kadar çok steroid almıştı ki, steroidin bütün yan etkilerini taşıyordu. Garibim, yaşına göre pek küçük kalmıştı, kemikleri, kan damarları pek zayıftı, vücudu aşırı derecede yağlı idi. Sanırım 2/2,5 yaşlarındaydı, ama 6 aylık bir bebek büyüklüğünde, suratı ay gibi, bacakları boğum boğum yağ bağlamış, cilt altında sürekli morlukları olan, kemik ağrısından hareket edemediği için sürekli mutsuz bir şekilde sırt üstü yatan bir kızdı.
Bebeğin artık pek de ömrü kalmamıştı. Ancak ne biz ne de ailesi bebeğin artık ölmekte olduğunu kabullenmiyor, garibana sürekli bir şeyler yapıyorduk.
Bir hafta sonu Faik Abi benim nöbetimde gelip, bebeğin solunumunu hiç beğenmemişti. Akciğer filmi çektirince hem mediasten ( kalbin de içinde bulunduğu göğüs boşluğu) içinde, hem akciğer zarlarında, cilt altında bol miktarda hava olduğunu gördük. Muhtemelen steroide bağlı doku zayıflığı olmuş ve bebek öksürürken ciğerinden çevre dokulara hava kaçağı olmuştu. Faik abi bu durumu bir türlü kabullenemedi.
Hemen Aytekin Besim hocaya telefon açıp fikrini almak istedi. Hoca da elbette filmi görmeden bir şey söylemek istemedi. Faik abi başhekimlikten araç çıkarttı. Hafta sonu gecenin onunda beni elimde filimle Aytekin hocanın Çankaya civarlarında olan evine gönderdi. Ben kocaman hastane arabasıyla havalı havalı, elimde filim, hocanın evine vardım. Aytekin hocam ise, bir kız öğrencisinin evine kadar geldiğini görünce pek mahcup oldu. Keşke ben hastaneye gelseydim diye vahlandı, bana çay ikram ettiler, filmi okuduktan sonra da illa seni geriye ben götüreyim diye ısrar etti.
O gün hem nöbet sırasında yaşadığım maceradan, hem de Aytekin hocamdan gördüğüm ilgiden pek memnun bir şekilde geri döndüm. Faik abi beni serviste bekliyordu. O sıralar 12 eylül daha yılını bile doldurmamıştı, gece 12de başlayan bir sokağa çıkma yasağı vardı. Sanırım o gece Faik abi evine ucu ucuna yetişmiştir.
Asıl unutamadığım bu çocuğun dedesi de ilginç çok bir kişilikti. Konuşurken bizim yüzümüze bakmayan, sakallı bir dedeydi. Bu adam aynı zamanda bizim Şinasi Özsoylu hocamızın sınıf arkadaşıydı. Branşı ise nöropsikiyatri idi. Eskiden böyle bir branş varmış ama, artık nöroloji ve psikiyatri birbirinden tamamen ayrı iki dal. Nöropsikiyatrist olan, bu adamcağızdan başka birini daha bilmiyorum. Adam hem doktor olduğu, hem de Şinasi hocanın arkadaşı olduğu için çok sık servise gelirdi. Hiç beklenmedik anlarda, biz geldiğinin hiç farkına varmadan, aniden karşımıza çıkardı.
Biz günaşırı nöbetteyiz. Asıl asistanlarımız yorgan döşek yattıkları için, serviste reçetelere imza atma yetkisi olan birisi olsun diye her gün başka bir servisten asistan geliyor. Bu durumda elbette biz öğrenciler, servisi bu geçici asistanlardan iyi biliyoruz. Yani demem o ki, gece olup da nöbet başladı mı, kıdemli de evine gidince, servisin sorumlusu ben oluyorum.
Akşam vizitinden sonraki işleri bitirdikten sonra sekreter odasına dosyalara günlük gelişmeleri yazmak için otururdum. Ben tam oturup dosyaları önüme çektiğimde dedemiz de aniden belirir, gelip karşımdaki sandalyeye otururdu. Başını duvara doğru çevirir, sakalını sıvazlaya sıvazlaya, benden torunu ile ilgili günlük bilgi talep ederdi.
Uzun uzadıya, gözlerini kaçıra kaçıra benimle konuştuktan sonra saat 23,30 oldu mu eline servis telefonunu alır. Şinasi hocanın odasını çevirir (tabii Şinasi hoca o saatte hala odasında okuyor olurdu) ‘’alo Şinasi, ben Emin, çocuğun durumunda değişiklikler var, senin görmeni istiyorum’’ derdi.
Bu telefondan 5/6 dakika sonra 35’in uzun koridorunun ucunda Şinasi hocanın silüeti belirirdi. Hocam gece yarısı doktor önlüğü üzerinde, papyon kravatı boynunda, kendine özgü yürüyüşü ile servise dalar, zavallı bebeğin başında bizi ahiret sorgusuna çekerdi. Artık yorgunluktan bitik bir halde olduğumdan gözüm saatte olur, hocanın bir an önce gitmesi için dua ederdim. Birkaç kez de artık 10 dakika sonra sokağa çıkma yasağı başlayacak diye hocayı ikaz etme cüretinde bulunmuştum.
O zamanki korkum, hoca sokağa çıkma yasağını kaçırır da hastanede kalmaya karar verirse sabaha kadar sürecek bir Şinasi hoca vizitinden sağ çıkmama olasılığımdı.
Neyse ki Şinasi hoca daha koridorun ucunda göründüğü anda Emin dedenin telaşı geçerdi. Emin dedeyi gece yarısından sonra da hastanede sık sık gördüğüm için adamcağızın gerçekten de hastanede bir yerde yattığından kuşkulanırdım. Neyse ki Şinasi hocanın vizitinden sonra benimle konuşmaya çalışmazdı.
Kadriye Öncü de diğer gecenin nöbetçisiydi. İkimiz aramızda ‘Şinasi, ben Emin, durum kel, acele gel’ diye bir şifre oluşturmuştuk. Anlaşılmasın diye ‘ben Emin durum kel’ diye kısaltmıştık.
Bu adamı unutamamamın asıl sebebi ise, biz geldiğini hiç fark etmeden aniden karşımızda belirmesiydi.
Şimdi yazarken, hocalarımın üstün özelliklerinin yeniden farkına hatırlıyorum. Onlardan eğitim almak bir ayrıcalıktı.
Ancak her çocuk ilk ve en önemli eğitimini aile içerisinde alır. Ben her ne kadar pozitif bilim okumakta isem de, anneannemin (anneler) peri hikayeleri ile büyümüştüm.
Annelere göre periler hiç belli etmeden insanların arasına karışabilirdi. Perileri ayırt ettiren iki özellikten bir aniden karşınızda belirmeleriydi. Eğer birinin peri olduğundan kuşkulanırsanız ayaklarına bakmak yeterliydi, çünkü perilerin ayakları ters olurdu.
Ben de annelerin rahle-i tedrisinden geçmiş bir torun olarak Emin dede aniden karşımda belirince çaktırmadan ayaklarına bakardım. O yorgunluk ve uykusuzlukta eğer gerçek üstü bir karşılaşma yaşıyorsam bunu kaçırmak istemezdim.
Harikasin Aysenur cok guldum..OZELLIKLE de “sabaha kadar suren Sinasi Hoca viziti “bolumune..
AYŞENUR ÇOK AKICI VE GÜZEL ÜSLUBUNLA BİZLERİ YILLAR ÖNCESİNE GÖTÜRÜYORSUN…EMEĞİNE SAĞLIK.
“BAKİ KALAN BU KUBBEDE HOŞ BİR SADA İMİŞ…”
çok teşekkür ederim. Emin dedenin soyadını bilmiyorum ancak çok etkilendiğim bir insandır.
adı geçen dede emin’in,dr emin acar olduğunu tahmin ediyorum.