Monthly Archives: Haziran 2020

GÖĞE BAKAN KOCAKARI; TEMMUZ, 2020

Bu gün kullandığımız takvimin ilk şekli Roma imparatorluğu tarafından kullanılmaya başlamıştır. O takvim çok daha gerçekçi ve doğa döngüsüne uygun bir şekilde Mart ayında başlatılmıştır. İlk ay güçlü Mars tanrısına adanmışken daha sonraki aylar üçüncü, sekizinci gibi isimlerle anıldılar. Ocak ve Şubat ayları ise boştu, yani tarihsizdi, herhangi bir iş yapılmazdı.

Temmuz ayının o zamanlardaki ismi Quintilis yani sekizinci idi. Daha sonraları Julius Sezar’ın doğduğu ay olduğu için ayın ismi kendisine ithafen Julius olarak değiştirildi.

Temmuz ismi ise Sümerce çoban tanrısının adı olan Dumuzi den geliyor olabilir. Sami dillerinde ise temmuz kelimesinin dördüncü ay gibi bir anlamı vardır.

Bu genel bilgiden sonra bu yıla bakalım, Temmuz ayının 5’inde Oğlak burcunda bir dolunay gerçekleşecek, bu dolunay aynı zamanda astrolojik açıdan çok önem atfedilen bir  tutulma.  Dolunayların bırakış, terk ediş, sona eriş enerjisi içerdiklerine inanılır, tutulmanın olması bu enerjiyi daha da artırır. Bu tutulma aynı zamanda yengeç/oğlak eksenindeki son tutulma olduğu için önemli.  Bu bitiş enerjisini, yengeç ve oğlak burçlarının simgelediği aile, kökler, vatan, iş, kurumlar, kanun, kurallar, ordu gibi konularda hissedeceğiz. Neyse ki gökyüzü aynı zamanda kuvvetli bir dönüşüm, yeniden yapılanma enerjisi de gösteriyor.

Temmuz ayının büyük bölümü Zilkade ayı, 22’sinden sonra Zilhicce ayına giriyoruz. Hicri takvim, ay döngülerine göre hesaplandığından, her ay yeniaydan sonraki ilk gün başlar.

Ayın 20’sinde Akrep burcunda yeniay gerçekleşecek.

Ayın son günü de Kurban Bayramı başlıyor.

Temmuz ayında bizi oldukça belirgin sıcak dalgaları bekliyor gibi görünüyor. Temmuz 1; Yaprak Fırtınası , 3; Sam Yelleri (Sıcak rüzgarlar), 9 ;  Çark Dönümü Fırtınası, 10 ;  Bevarih rüzgarlarının sonu (Şiddetli sıcak ve  rüzgarların sonu) , 30; Kızıl Erik Fırtınası ve daha bir çok fırtınalı gün kaydedilmiş, ancak her biri sıcaklarla ilgili.

Bu yıl denize gitmek de eskisi gibi rahat olamayacak, bakalım neler yapacağız?

Bu ay bahçelerde pek fazla dikim işlemi yapılmaz, ancak ticari tarım için sonbahardaki taze ürünler için sebze dikimi yapılabilir. Diğer yandan yaz bahçelerinde ürün alınmaya, bir çok meyve de olgunlaşmaya başlar.  Bu ay dikim ayı değil, diktiklerimizi sulama ayıdır.

Bu inziva günlerinde göğe bakan kocakarı toprağa da bakmaya başladığı için toprak haberleri arttı galiba.

ÇANAKKALE’DE BOREAS YERLEŞİK OTURUYOR, KARDEŞİ THOR DA SIK SIK ZİYARETE GELİYOR. ADINI BİLMEDİĞİM ‘ İYİ SAATTE OLSUNLAR’ BİR KIZ KARDEŞ DE VAR SANIRIM.

Çanakkale’nin malum rüzgarı meşhurdur, hakim yön ise kuzeybatıdır yani genellikle poyraz eser. Eskiden bu bölgede esen rüzgara Boreas denilirmiş, bazı etimologlara göre Poyraz ismi de Boreas kelimesinden türemiştir.

Hemen her gün rüzgar estiğine göre anlaşılan Boreas, Çanakkale’de yerleşik oturuyor, sık sık da dışarı çıkıyor.

Bölgemiz antik zamanlarda Troas olarak isimlendirilirdi ve en eski Anadolu halklarından biri olan, Luvilerin yerleşim bölgesiydi. Anadolu halklarından Hurriler, Hattiler, Luviler, Hititlerin her zaman fırtına tanrıları vardı. Teişeba, Teşup, Taru, Tarhun (Tarhunt, Tarhuwanti, Tarhunda) gibi benzer şekilde isimler vermişlerdi. Hititliler bu tanrıyı elinde şimşek ile resmetmişlerdir.

Komşu medeniyetler Sümerlerde tanrı Enlil, iklim olaylarından sorumlu olan ve insanların gürültüsünden kurtulmak için tufanı (evet Nuh tufanı) getiren tanrıydı.

Antik Yunanda en büyük tanrı Zeus, şimşeklerin de tanrısıydı. Zeus’un bu işlevini, İskandinav mitolojisinde en güçlü tanrılardan biri olan Thor üstlenir. Thor da bir elinde şimşek bir elinde çekiç ile resmedilir. Bence, bütün bu tanrılar içerisinde, en çok fırtına yaratan, en kuvvetli fırtınaları gören Thor olmalı.

İşte bu Thor Efendi, sık sık rüzgar atına biner ve kardeşi Boreası ziyaret etmeye Çanakkale’ye gelir. Şaka yapmıyorum, bu kadar çok şimşeği olan bir memleket görmemiştim.

Geçen gün hava iyice kararmış ve yağmurla ağırlaşmış, fakat bir türlü yağamıyordu. Bana göre derhal yağmur yağacaktı, hatta çoktan yağmış olmasını beklerdim. Komşum ise yağacağından çok da emin olamadı, bu köyde iki tane yağmur hırsızı vardır, biri dağdır, biri deniz, yağmuru onlar çeker, bize de arta kalan düşer, bakalım bize yağacak mı dedi.

Bu sözün Çanakkale geneli için söylenen şekli ise, Çanakkale’de iki yağmur hırsızı var, biri Kaz Dağları, diğeri Semadirek Adası imiş. Gerçekten de bütün Biga yarımadasını iki yönden çevreleyen bu iki büyük dağ, iklim üzerinde bir hayli etkili oluyor. Kaz dağlarının kuzeyi ile güneyi iklim açısından tamamen farklı. Gelibolu yarımadası ve arkasındaki Gökçeada ve Semadirek adalarının da ciddi etkisi var.

Gene de Boreas ve Thor kardeşler sık sık buluşup, tepemizde horon tepiyorlar. Bunların adını bilemediğim üçüncü bir kardeşleri daha var. O da deli yağmur tanrısı, genellikle sadece yaz başında gelir, bir gelir, pir gelir, ‘iyi saatte olsunlar’ gibi gelir.

Her yıl mayıs hadi bilemedin haziran başında olan kısa süren deli yağışlar bu yıl haziran sonu geldi. Yani dünkü bulut bizim köye düştü. Düşmek ama ne düşmek. Yağmur damlaları havada kırbaç gibi sağa sola koşturup, çekiç gibi yere çarptılar.

Bahçedeki bütün su arklarını, kum, toprak, yaprak, bahçede kalmış çöpler ve o kadar özenip, yolduğum, kurusunlar diye yere serdiğim otlarla doldurdular. Bütün bu kalabalığı, önlerine katıp, sarnıca giden küçük havuza yığdılar. Su sarnıca gideceğine dışarı, yola doğru taştı. Bu yıl kışın doğru dürüst yağmadığı için sarnıç dolmamıştı. Bu kadar yağmur, bari sarnıca gitsin diye bir gayret, o yağmurun altında gidip minik havuzdan toprakları dışarı attım. Üzerimdeki tropikal yağmurlara göre yapılmış yağmurluğa rağmen iliklerime kadar ıslandım.

Yağmur, 20 dakika sürdü ve ardından güneş açtı. Bu arada bahçedeki damla sulamanın ana borusunun çatladığını ve suyun fışkırarak bahçeye aktığını keşfettik. Bayağı su akmış ki, bahçenin bir bölümü resmen bataklık haline geldi.

Yani sarnıcı doldurmak için yağmur altında o kadar çaba sarf ettim, büyük oranda geri boşaldı. (Bu duruma artık alıştık, her sene bu damla sulama patlamasını yaşıyoruz, bir depo su bahçeye akıyor, bu sayede incirler, 3 yıl önce dikilmiş oldukları halde kocaman oldular.) Yani bahçeyi basan sular ziyan değil, 10 gün filan sulamayacağız hepsi o kadar, arada bir böyle bol su ağaçlara çok iyi geliyor.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, yatak odamın penceresini açık bırakmıştım, neyse ki pencere çarpmasın diye önüne yastık koymuştum, suyun çoğunu kahraman yastık çekmiş.

Şimdi 2 gün daha yağmur olasılığı var. Dünkü yağmurun çoğunu önümüzden akan minik dereye (Kocataş Altı Deresi) kaptırdım, ama bu 2 gün sarnıca akıtmayı umuyorum.

Dün, Bursa’da maalesef ölümlü sel felaketi oldu.

Bütün bunlar, yani, aşırı yağmur, sel, su borusu patlamaları yeni aşkım astroloji gözlüğünden bakılınca, bu günlerde Mars ile Neptünün sert etkileşiminin beklenen sonuçları.

Bu yağmurlardan sonra sellere kapılmayan tarlalar şenlenecek, bereket tanrıça ve tanrıları iş başı yapacaklar.

Buyrun bereket tanrıçası Kibele
Yağmur öncesi bostan
Zeytinler de kendini göstermeye başladı
Yağmur yağınca bütün otlar şenlendi
Vişneler bahçeden
İlk hasat

Yaz gündönümü karşılaması
Yağmur öncesi bulutlar
Hitit fırtına tanrısı elinde şimşek

KARADENİZLİLERLE DALGA GEÇMEK MİLLİ BİR GÖREV MİDİR? SOSYOLOJİK OLARAK BİR EKSİKLİK DUYGUSUNUN DOLAYLI TATMİNİ MİDİR? BİLEN VARSA BANA DA ANLATSIN.

Dünyada ırkçı zorbalığa karşı hassasiyetin bu kadar güçlü bir şekilde ortaya serildiği bir dönemden geçerken, bir yazımda, sırf Laz olduğum için yıllardan beri nasıl zorbalığa uğradığımdan kısaca söz ettim.

Bir söyledim, bin dinledim. Laz olsun, olmasın, Karadenizlilere yapılan zorbalık düşündüğümden de yaygın bir şey. Bir çok akrabam, arkadaşım, özellikle Karadenizli olmayan sosyal çevrelerle ilişkide olanlar, fakülte ya da iş arkadaşları tarafından, yoğun bir şekilde tacize uğruyor. Tacizi yapan, şaka yaptığını düşünerek, kendini şen, girişken, her ortama uyum sağlayan, sağlıklı sosyal ilişkileri olan gırgırı bol bir birey olarak tanımlıyor. Taciz edilen ise çoğu zaman ortamın neşesini bozmamak ve diğer arkadaşların duyarsızlığına tanık olup, iyice sinir olmamak için susmak durumunda kalıyor.

Bu güne kadar, yıllar boyunca bir insanı her gördüğünde, ‘öğleni geçti artık senin aklın ermez’ demenin, hangi zeka düzeyi için şakacılık sayılabileceğini anlamam mümkün olamadı. Şaka yapmak yaratıcılık gerektiren bir eylemdir, klişeleri tekrarlamak papağanların da yapabildiği bir şey.  

Birini görüyorsun, zihninin derinliklerinde bir çağrışım dosyası açılıyor, yıllarca, defalarca, aynı ses tonu, aynı vurgulama, aynı çalımla, aynı kelimeler ağzından dökülüyor, yani tamamen bilgisayar virüsü gibi mekanik bir olay, şuur bile gerektirmiyor.

Şuuru yerinde olsa, seni görmediği süre içinde hastalandığın, bir yakınını kaybettiğin, taşındığın, ya da ne bileyim önemli bir olay yaşadığın gibi normalde uzun süre sonra insanları ilk gördüğün anda, bu ara boyunca onlar hakkında duydukların çağrıştıracak, ama hayır seni zihninde ‘Laz’ isimli bir virüs dosyasına yükledi ya, görüş alanına girdiğin anda bu dosya açılıyor ve ağzından istemsizce ‘Laz Çizuuuuu’ fışkırıyor.

Beynine virüs bulaşmış papağan ne olacak.

Benim asıl anlamadığım şey, nasıl olup da birini görünce hemen, bazılarının aklına, ilk düşünce olarak ‘bu kız Laz’ düşüncesi geliyor? Çünkü benim de oldukça fazla tanıdığım vardır. Pek çok kişinin etnik kökenini, inancını bilirim, ancak biriyle karşılaştığımda aklıma ışık hızıyla etnik kökeni gelmez.

Genellikle etnik kökenle dalga geçmenin sonuçları hoş olmaz, hiçbir şey olmasa bile ortamda bir soğuk rüzgar eser. Ancak nedense, Lazlarla dalga geçince bu bir şaka olarak kabul görür.

Bir toplulukta bu tür bir zorbalığa uğradığımda, masada benden başka hiç kimse rahatsız olmaz. Bu rahatsızlığımı belirtirsem de, ne var bunda kızacak, şaka yapıyor işte diye tepki alırım. Yani ortamda dalga geçilen kişi de, rahatsız olduğunu belirtirsen, ortamın keyfini kaçıran kişi de sen oluyorsun.

Benim en çok karşılaştığım ‘şakaları’ yapan kişileri şu şekilde sıralamak mümkün; bunu belirtmek istedim, çünkü konuştuğum herkes de aynı cümlelerle taciz ediliyormuş. Madem ki papağan benzetmesi yaptım, bari kuş klasifikasyonu yapayım.

  1. Selam cümlesi olarak ‘’uyyy laz çizuuuu, nasilsun bakayiiim’’ diyenler. Bu tipler yukarıda belirttiğim ‘şuursuz, virüs yüklü papağan’lardır, ancak kendilerini ‘sosyal kuş’ olarak tanımlarlar, cinsiyetleri büyük olasılıkla erkektir. Bunlara, ‘Laz çizuuu kadar taş düşsün taş kafana’ demek geliyor içimden.
  2. İkinci tipler ‘sosyetik kuşlar’dır, bunlar çoğunlukla kadın cinsinden olurlar. Kendi şivelerini iyice süzdüre, süzdüre ‘ban bu kızın lazca konuşmasına bıyılıyoroom’ gibi bir cümle kurarlar. Ben Lazca bilmiyorum dersen, kendi şivesini iyice incelterek ‘celiyorum, cidiyorum daa’ dediğinizi iddia ederler.

Kendileri kraliyet ailesinden geldikleri için başkalarıyla dalga geçmesi gayet normaldir. Tabii bir de o sıra revaçta olan televizyon seslendirme şivesiyle konuşmasalar. Bu tipler yıllardır, e yerine a derler (ben yerine ban) son yıllarda ş, ç, s, c harflerini de s/z gibi söylemeye (aşk yerine ask, cilt yerine zilt) başladılar.

Keçi bir gün, çitten atlayan koyunun poposunu görmüş de, kendi poposunun sürekli açıkta olduğunu unutup, koyunla alay etmiş. Bunlara da bu hikaye çok yakışır. Sen de bir karar ver, bu tipleri önce kraliyet ailesine yakıştırdın, şimdi de keçiye benzetiyorsun diye düşündüyseniz, ne olmuş yani keçilerin kraliçesi demek istemiş olmaz mıyım?

  • ‘Geç ötücü sosyal kuşlar’, bunların da çoğunluğu erkek olmakla birlikte cinsiyet ayırımı daha belirsizdir. İlk anda değil, mesela yarım saat sonra saatin öğleni geçmesi ve aklınızın yarıya düşmesiyle ilgili bir espri patlatırlar.

Onunla aynı sınavları kazanmış, aynı okulu okumuş, aynı mesleği yapıyorsundur, dolayısıyla sana aptal demenin aslında kendi aptallığının teyidi olduğunu düşünemezler. Bunlara ‘seninle konuşurken aklımın hepsini kullanmama ne gerek var ki’ demek uygundur.

  • Bir de ‘fıkracılar fırkası’ vardır, erkek ağırlıklı olmakla birlikte cinsiyetsizdirler. Bir kısmı ‘can kuştur’, yeri ve zamanı geldiğinde, gerçek Laz fıkraları anlatır, bunlara hiçbir itirazım yoktur. Bunlardan birine rast gelirsem, üstüne ben de yeni fıkralar ve fıkra gibi yaşanmış olaylar eklerim. Böylece fıkra havuzları genişler, bu yeni espriyi başka ortamlarda da kullanabilirler.

Bu guruptan küçük bir kesim ise ‘anguttur’ , bunlar, sadece ‘Lazlar aptaldır’ demek için aptal bir fıkramsı anlatır. İşte bunlara tahammül etmek sabır gerektiriyor.

Bunları püskürtmek için, gözlerinin içine, duvar gibi bir ifadeyle uzun uzadıya bakmak yetiyor, o gün bir daha yanınıza yaklaşmıyorlar.

  • ‘Kuş beyinliler’, bunları artık ırkçı zorbalar sınıfına sokmak lazım. Çünkü yaptıkları espri değil aşağılamadır. İlk 3 (ve angutlar) kuş tipini susturmadıkça kısa sürede sıra bunlara gelir. Ne de olsa senin şaka kaldırdığın tescillenmiştir.

İşte bu tiplere, her kim olursa olsun, haddini bildirmek lazım. Ancak genellikle yaptıkları esprinin(!) etkisiyle o kadar kamaşmış olurlar ki, sizin sözlerinizden hiç etkilenmezler, sözler bir kulaklarından girip diğerinden çıkar. Ne de olsa iki kulak arasında sözlerin değebileceği büyüklükte bir organ yok, sözünüz boşlukta dolanıp, geri çıkar. Aslında bu tiplere kendi etnik kökenlerini sorduğun zaman duyma özürleri anında kaybolur, sana saldırgan bir cevap verirler. Senin kökeninle alay eden kişilerin, kendi etnik kökeni hakkında ne kadar hassas bir ruha sahip olduklarına şaşırmamak elde değildir.

Bu tiplere cevabı Mevlana’dan vermek lazım.

Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek cevabım var.
Lakin, bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye!

Tabii salt sözden anlamayacaktır, söylerken ‘angut kaçıran’ duvar surat ifadenizi takınmakta ve gözünüzü kırpmadan suratlarına bakmakta fayda vardır.

Gözü korkacaktır, çünkü bütün zorbalar korkaktır.

BEN DENİZİN KIZIYIM, SEN KİMİN ÇOCUĞUSUN?

BU YIL BİZİ CANIMIZDAN BEZDİRDİ, AMA BOLCA İLHAM VERDİ, YENİ FİKİRLER GELİŞTİRDİM, BAZI FİKİRLERİM, PEKİŞTİRDİM, BAZI KARARLAR VERDİM

Ne yıldı ama diye hatırlayacağımız bir yıl geçiriyoruz.

Bu sene neredeyse her gün alışıldık, alışılmadık bir doğal afet haberi aldık. Orman yangınları mı çıkmadı, çekirgeler mi basmadı, çığlar mı düşmedi, depremler mi olmadı, meteorlar mı düşmedi, pandemiler mi çıkmadı. Savaşlar devam ediyor, uçaklar düşüyor, dünyanın çeşitli yerlerinde yanardağlar patlıyor, artık seller, mayıs ayında bahur sıcakları, ardından ceviz büyüklüğünde dolular.  Daha aklıma gelen gelmeyen neler, neler. Üstelik daha yarısına bile gelmedik, şimdi de mini buzul çapının başlayacağı konuşulmaya başladı.

Aylardır, insansız ev sahalarında yaşıyoruz. Bu inziva süreci bolca düşünmeye, yeni ilhamlar edinmeye, kalıplaşmış düşünceleri fark etmeye  fırsat yarattı. 

Daha önce farkında olmadığım bir  ‘şaşırma ölçeğim’ varmış, bu ölçeği artık yeniden ayarlamam gerekiyor.

Beni şaşırtan her olay için ‘bu yaşıma geldim,  her şeyi gördüm, artık beni herhangi bir şey kolayca şaşırtmaz dediğim anda, bunu da duydum ya bir yaşıma daha girdim diyeceğim bir şey oluyor’ derdim.

Hekimlik insanı şaşırtıcı olaylara şahit eder; bir gün hastanızın annesi kendi kızının nişanlısı ile kaçar, bir  gün aynı bebekte tam 3 ayrı genetik hastalık teşhis edersin,  başka bir gün yanına yürüyerek getirilen çocuk,  gözünün önünde birkaç dakika içinde komaya girer, bir başka gün servisinize silahlı bir adam dalıp, çocuğunun yanında kalan eşini vurmaya kalkar.

Yani sık sık bir yaşıma daha girdim dedirtecek bir şeyler olur.

Ama bu yıl işte bu ‘bir yaşıma daha girdim’ ölçeğim değişti.  Geçen hafta, bir gece, gök yüzünde, neredeyse bütün Doğu ve Kuzeydoğu illerimizde gözlenen, bir parlama  yaşandı.  Bir çok kişi bu olayı videoya çekti. Bunun bir meteor olduğu ve muhtemelen Artvin önlerine Karadeniz’e düştüğü anlaşıldı. Normal zamanda olsa günlerce haberlere çıkardı, ben de şahsen göksel olaylara çok ilgiliyim, merak eder, araştırırdım. Bu yıl herkes benim gibi şaşırma katsayısı yükseltmiş olmalı ki, aman canım meteormuş, bu yıl düşmese hatırım kalırdı dedi, meteor arada kaynadı gitti.

Kendimde ve benim gibi pozitif bilim eğitimi almış bir çok arkadaşımda gözlediğim bir başka eğilim ise hepimizin sadık bir şekilde astrolojik yorumları takip etmeye başlaması.

Açık konuşmam gerekirse eskiden astrolojiye hiç inanmazdım, ancak son yıllarda etrafımda inanan çok kişi birikti, söyledikleri zamanla aklıma yatmaya başladı. Emekli olduğumda nasılsa bolca da zamanım var diyerek bu konuda online temel eğitim bile aldım.

Konu ile ilgilendikçe ay döngüsünün üzerimde yarattığı etkiyi açıkça fark etmiştim (mesela dolunay zamanları uykum kaçar). Gene de bu yıl, astrologlar neredeyse bütün olacakları en beklenmedik haliyle tahmin edene kadar göksel olayların, günlük yaşantımız üzerinde  bu denli büyük etkisi olduğuna pek de inanamamıştım.  Şimdi ise, ay düğümleri  hangi burçlarda, tutulma ne zaman, hangi derecede, hangi gezegenler geri harekette, hangileri durağan, hangi gezegen, hangisiyle ne açı yapıyor, bu kalıplar neye işaret eder, hepsini  yakından takipteyim.

Bazı konularda düşüncelerim daha da berraklaştı.  İnsanların, ayaklarını toprağa basabilecekleri, küçük ölçekli yerleşim yerlerinde yaşaması, insan ruhuna çok daha uygun. Bir metropolde uzun dönem yaşamayı zaten hiç düşünmemiştim, ne kadar yerinde bir düşünce şeklim varmış, iyice inandım.

Bir başka iyice pekişen düşüncem ise yönetimler, güç odaklı değil, insan odaklı olmalıdır. Bu kısa ömrümde Sovyetler Birliğinin  yıkıldığını gördüm, bir yandan uzaya füze gönderiyorlar, nükleer bomba yapıyorlardı, diğer yandan insanlar açtı. Bu salgında Amerika Birleşik Devletlerinin iç yüzünü de gördük, dünyaya demokrasi getiriyoruz diye her yere bomba yağdırıyorlar. Salgında hastane koridorları ceset torbalarıyla doldu taştı. Çünkü onların gerçeği de parası yoksa sağlık hizmeti de alamayan, doğru beslenemeyen, barınamayan, her türlü riske açık yaşayan milyonlar.

Bu inziva sürecinde, ABD’de, siyahi bir adamı, diziyle ezerek öldüren bir polis, bir anda bütün dünyada ırkçılık konusunda farkındalığı artırdı. Irkçılık,  kendi etnik aidiyetini yüceltmek adına, diğer etnik gurupları aşağı görmekle ilgili bir şey.  Böylece kendi gurubun dışındaki insanlara yaptığın her zorbalık, kendince haklı oluyor. Hak gasp etmek, işkence etmek, öldürmek normalleşiyor, hatta idealize ediliyor. Yani ırkçılık bir çeşit akıl tutulması ve ruh hastalığıdır. Üstelik bu hastalığa yakalandığını anlamıyorsun bile.

Kendi hayatımdan örnek verecek olursam, ben de sık sık ırkçı zorbalığa maruz kalırım, ancak bu  süreçte,  bu zorbalığa karşı oldukça sessiz  kaldığımı fark ettim.

Bizim sınıf her sene bir araya geliriz. Her toplantıda,  ilk kez buluşmada arkadaşlarımdan en az 7/8’i, beni ‘’’uyyyy laz kizuu, nasilsun bakayiimm’’’ diyerek, sözüm ona esprili, aslında açık bir şekilde alaycı ve küçümseyici bir şekilde selamlar.  İlk anda bu vurguyu yapmayı unutmuş olan 3/5  kişi de mesela ikinci cümlesinde ya şivemle dalga geçer ya da  ‘artık saat on ikiyi geçti, artık aklın ermez’ der. Birlikte olduğumuz birkaç gün içerisinde, başka 8/ 10 kişi daha, seni görünce aklıma geldi deyip, aptallık vurgulayan  bir Laz (!) fıkrası anlatır.

Hatta en son buluşmalarımızdan birinde arkadaşlardan biri,  yemek masasında,  elini bana doğru sallayarak  ‘bu Laz lan, ben bunun yerinde olsam, kafamı kesip atardım’ diye haykırarak, kahkahalar attı.  Ben bu durumdan rahatsız olduğumu söylediğim zaman ise arkadaşlarımdan ‘aman bunda alınacak ne var’ gibi bir tepki aldım. Oysa gurubumuz oldukça hassastır, en ufak bir kırıcı söz söylense hemen uyarılar gelir.

Benimle dalga geçenlere sorsam,  adım kadar eminim ki, ırkçılığa karşıdırlar. Irkçılığa karşı olduğuna gönülden inanır, ama, her gördüğünde  de Laz olduğum için benimle dalga geçer, bunun da ırkçılık olduğunu idrak etmez.

Şimdi bu farkındalıkla bir karar verdim. Bundan sonra artık cılız bir itiraz yok, açıkça, ‘bana bu şekilde davranmaktan sizi men ediyorum, bu yaptığınız ırkçılıktır, ırkçılık bir ruh hastalığı olarak tanımlanır ve insanlığa karşı işlenen en büyük ayıplardan biridir’ diyeceğim.

GÖĞE BAKAN KOCAKARI, 2020 HAZİRAN

Hicri takvime göre 1441 yılının Şevval ayındayız, ayın 22’sinde Zilkade ayına döneceğiz. Hicri takvim, esas olarak ay takvimi olduğu için her yıl Miladi takvime göre aylar farklı günlerde değişir. Rumi takvimin ay isimleri,  Miladi takvime uygundur, sadece  ise ayın 14’ünde değişir, yani şu anda hala Mayıs ayındayız, ayın ikinci yarısında Haziran ayında olacağız, (1436 yılının).

Bu ay gökyüzünde iki önemli tutulma var. İlki 5/6 Haziran dolunayında saat 20.43-00.06 arasında  gerçekleşecek olan parçalı ay tutulmasıdır. Bu tutulma, astrolojik olarak Yay burcunda gerçekleşecek.

İkincisi ise 21 Haziran yeniayında, 03.49-09.34 saatleri arasında gerçekleşecek olan parçalı güneş tutulmasıdır. Bu gün aynı zamanda Haziran gündönümüdür, yani en uzun gündüz, en kısa gecenin olduğu gün. Sonrası artık zifiri yaz mevsimidir.

Bu ayın 9’unda  Satürn, Jüpiter, Plüton, Ay birbirlerine oldukça yakın durumda olacaklar. İzleme şansı olanlar için ilginç bir durumdur. Astrolojik açıdan da bu gün iş ve kariyer açısından oldukça güçlü ve dönüştürücü bir gün olabilir.

Yaz geliyor diye fırtınalar bitmedi, 3 Haziranda 3 günlük şiddetli fırtına, 10 Haziranda Ülker doğumu fırtınası, 22-23 Haziranda gündönümü fırtınası, 27 Haziranda kızıl erik fırtınası gibi rüzgarlı, umarım yağmurlu günler bizi bekliyor.

Astrolojik açıdan, bu aydaki tutulmalar, geçen ay, ay düğümlerini burç değiştirdiği için oldukça önemli ve güçlü tutulmalar.

Bu ay neredeyse bütün gezegenler retro harekette olduğu için işler ve ilişkiler yavaş ilerler ve yeni atılımlara pek uygun zamanlar değildir. Ayrıca Mars ve Neptün bir birine oldukça yakın pozisyonda olduğu için özellikle de suyla ilgili kazalar, sudan sebeplerle kavgalar olabilir. Yani insan ilişkilerine dikkat.

Show Buttons
Hide Buttons