Daily Archives: 5 Ağustos 2020

MERAK KONUSU OLAN KURU M’CUMU, TRABZON’DAKİ EVLERİN İSİMLERİ VE BAYRAM ROTASINDA BÜYÜK AİLENİN ÖZEL İSİMLİ EVLER GELENEĞİ 2

Aslında ismi olan evler bizim aile geleneğiymiş, bunu geçen yazılarımda fark ettim. Pazar’daki aile evlerinin de hemen  hepsinin ya bulundukları mevkiden ya da içinde yaşayan insanlardan gelen isimleri vardı.

Dedemin babasının yani Hasan Ağanın evi, çarşının biraz üzerinde ‘Büyük Ev’ denilen tarihi taş binaydı. Bu ev, Pazar çarşısına biraz yüksekten bakan, Çitat (Aktepe) köyünün yolu üzerinde, siyah taştan yapılmış, oldukça görkemli bir binaydı. Evin bu 3 katlı, ancak oldukça harabe halini ben biliyorum. Sonradan çok ortaklı olan bu evin yerine apartmanlar yapılıp herkese hissesi karşılığında daire verildi.

Hasan Ağa, her odasına bir oğlunu ve ailesini yerleştirdiği bu evde yaşamış. Dedemin babası olan Hasan Ağa, gerçek bir derebeyi, sözü kanun yerine geçiyor. Hasan Ağa bir gün, gece bir rüya görmüş, sabah kalkınca da orijinali 5 katlı olan evin üstteki 2 katını yıktırmış.

Aslında galiba bu büyük evden önce o bölgede bir başka ev daha varmış ve yandıktan sonra büyük ev yapılmış. Bu evin geride kalan ‘ongure’sini İsmail Amca, Mualla Teyzeme vermiş. Çünkü teyzem, Muş’ta yaptığı mecburi hizmetini bitirip, hakim olarak çalışmak üzere geri dönmüş, İsmail Amca da kitaplık yapması için yıllardan beri öylece duran koca kalası teyzeme vermiş. Bu kalasın teyzeme verildiğini duyan kuzenleri gidip kalası 5 eşit parçaya bölmüşler iki parçayı alıp ve üç parçasını teyzeme bırakmışlar. Teyzem de tahta yetmediği için dolabın alt kısmını bu tarihi tahtadan, üst kısmını ise uygun başka bir tahtadan bir kitaplık yaptırmış. Bu kitaplık daha sonra yıllarca Pazar’daki evde balkonda mutfak kileri olarak kullanıldı. Şimdi tamir ve restore edilmiş haliyle bizim evde duruyor.

Tekrar ‘Büyük Ev’ dönecek olursak, benim anneannem (Anneler, Sare Hala) de ilk gelin olduğu zamanlarda, diğer gelinlerle birlikte bu evde yaşamış. Her odada başka bir gelin yaşayınca her biri, işleri bir başkası yapsın diye bekler, işler ortada kalırmış. Anneler bir seferinde şöyle bir olay anlatmıştı; mesela bir hayvan kesilir, bir odada çengele asılırmış, tabii bundan sonra etin parçalanma ve pişirilme işleri var, bayağı iş yani. O gelin öteki yapsın, bu gelin beriki yapsın diye diye bekler, eti çengelde çürüttükleri olurmuş. Anlaşılan bu klan halinde kalabalık yaşam  artık çekilmez olunca, Hasan Ağa oğullarının evlerini ayırmış, topraklarının her birine bir oğlunu yerleştirmiş.

Benim dedeme düşen mülk Pazar’ın girişindeki denizin içerisindeki bir kayanın üzerindeki ‘kız kulesinin’ çok yakınındaki topraklardı. Bu kule Karadeniz sahili boyunca devam eden, Cenevizlilere ait bir gözetleme sisteminin bir parçası olan bir yapıdır, ancak ‘Kız Kulesi’ olarak bilinir.

Dedeme ait bu arsadaki evi de ‘Kız Kulesi’ diye anıldı. Gerçi benim hayal meyal hatırladığım ilk ev yıkılıp yanına şimdiki ev yapıldı, ama adı hep aynı kaldı. Son senelerde yapılan tadilatlarla iyice büyütüldüğü ve Sermin’in de o zamanlar içinde yaşadığı bu eve sanal ortamda tarihi aile evine atıfta bulunarak ‘Büyük Ev’ ismini takması sonucunda, ismi değişti, Kız Kulesi, Büyük ev olarak anılmaya başlandı.

Benim çok az hatırladığım ilk evin yerinde şimdi 2 apartman yükseliyor. Bu eski evin avlusunun sahildeki çakıl taşlarından yapılmış bir mozaikle kaplı, mutfak zeminin toprak, çengeline sürekli kazan asılan bir ocak olduğunu hatırlıyorum. Gene  oturma odasının divanla çevrili olduğunu, arka odalardan birinin gene tavandan asılan sepetler içinde yiyecek saklandığını, üst kattaki odaların duvarlarına gömülü yıkanma yerleri olduğunu ve her nedense üst katın bazı noktalarında zeminin sallandığını da hatırlıyorum. Aslında bu evden o kadar küçükken ayrılmışım ki, bu kadar çok şeyi hatırlamam şaşırdılar.

Akraba evlerini ise Mualla Teyzemin bayram ziyareti rotasına göre yazayım.

Mahsar Beyin Evi (daha önce Azize Hanım? ) diye bilinen ev ilk ziyaret durağıydı, çünkü Pazar’ın batı çıkışında, gidilecek diğer evlerin ters yönündeydi. Kız Kulesinin hemen yanındaydı, şimdi üst o evin yerinde tünel var, evi üst yola yakın bir yerde yenilediler.

Buradan sonra Musa, Şermin, Yılmaz Telatarlar ve çocuklarının evi olan  Gaba’ya gidilirdi. Bu ev de (geçen yazıda kurabiye yediğimiz diye yazmıştım, Pazar’ın doğu çıkışındaki evdir. Şimdi hala eski haline en yakın duran ev olabilir.

Bu evden sonra ya da önce Annelerin genç kızlık evi olan Bulep’e uğranırdı. Bu evde bizim çocukluğumuzda büyük teyze ve yeğenleri yaşardı. Büyük teyze dediğim, Annelerin kız kardeşi,  Tahsin Bekir Balta ile nikahlı olup da hiç birlikte yaşamamış olan Mürüvvet Teyzedir.

Bu evden İsmail Amcanın, Çarşının üzerinde, Çitat yolunun başlangıcındaki evine gidilirdi.  Beylik; Asiye Halanın hamsili ekmeklerini, salatalık eşliğinde yediğimiz ev.

Buradan çarşıdaki akraba evlerine inilir, Halit Ağanın evine ( su börekleriyle meşhur), Ziya Basanın, Macit Amcaların evlerine gidilir. Dönüş yolunda da tabii eğer Gabadan önce gitmediyse Fazile Teyzenin evine uğrayıp limonata içip dönülürdü.

İkinci gün ise Zeynep Halanın, Ardeşen’deki evine gidilirdi. Bu ev de, bu güne kadar, orijinal haline göre bir duvarla ortadan ikiye bölünmüş olması haricinde aslına oldukça yakın bir şekilde muhafaza edilebildi.

Telatar, Balta, Basa akrabalardan yazım için yeni anılar ve revizyon istiyorum.

Eski evden getirdiğimiz orada hurdaya atılmış bir sefertası
Büyük ev
Büyük ev harabeye dönmüştü

iç görüntü
Kız kulesinin bahçeden görüntüsü
Kısmi restorasyon,
son hali

MERAK KONUSU OLAN KURU M’CUMU, TRABZON’DAKİ EVLERİN İSİMLERİ VE BAYRAM ROTASINDA BÜYÜK AİLENİN ÖZEL İSİMLİ EVLER GELENEĞİ 1

Karadeniz’den çıkıp da dünyanın tropikal bölgeleri hariç, her neresine gidersen git kendini ‘sudan çıkmış balık’ gibi hissetmemek elde değil. Sudan çıkmış balık betimlemesini asla ‘darb-ı mesel, özlü söz, atasözü’  (kendini garip, acemi, yalnız hissetmek) anlamıyla kullanmadım. Karadeniz bölgesinde hava o denli nemlidir ki, bir çok gün neredeyse solungaçlarınızdan nefes alırsınız, bölge dışında karaya çıkmış gibi olursunuz.

Yağmurlar, her yıl tekrarlayan seller, heyelanlar zaten biliniyor, ancak yağmayan/havada asılı kalan sular da çok önemlidir. Havadaki nem oranı % 90’nın üzerine çıkan bir bölgede yaşamayan kimse ‘ıslak havada’ yaşamanın ne demek olduğunu tarifle anlayamaz.

Çanakkale’de de bayağı nem olmasına karşın, bir Karadeniz kızı olarak hava bana oldukça kuru geldi. Mesela deniz kenarında yemek yiyorsun, tuz, tuzluktan kolayca akıyor, Karadeniz’de böyle bir şey mümkün değildir, tuzlukların içinde, nemi alsın diye yarıya kadar pirinç bulunur, gene de tuz akmaz.

İşte bu tuzluktan kolayca akan tuz benim o kadar dikkatimi çekti ki, yaşadığım evin adını ‘Kuru Tuz’ koymaya karar verdim ( İsim koyarak eve bir kişilik atfetmek, emekli hayatıma bir romans kazanmak istedim).

Bizim kızların da bu isim çok hoşuna gitti. Fakat bu ismin de bazı sakıncaları var, çünkü bol parası var anlamına gelen ‘tuzu kuru’ sözüyle karışıyor. Ayrıca, bu evde hiç evlenmemiş ve yaşları kemale ermiş 3 kız kardeş olarak yaşayacağız, ‘kız kurusu’ terimini de kolayca çağrıştırıyor. İsmin anlamı ise çok hoşumuza gitmişti, vaz geçmek istemedik. Kuru ve tuz kelimelerinin Lazcasını öğrendik, sonunda duyuluşu en güzel olan okunuşu ‘kurucumu’ yazılışı ‘kuru m’cumu’ da karar kıldık. Yani yarısı Türkçe yarısı Lazca bir isim.

Daha sonra bahçe kapısının yanındaki dik duvarı yaptırınca,  kocaman bir tabelaya KURU M’CUMU yazdırıp, tabelayı yoldan geçenlerinde de görebileceği şekilde, duvar tepesindeki badem ağacının altına diktim. Şu anda duvarda çıkan yabani sumak ağaçları tabelamı kapattılar, ancak sonbaharda yazıyı tekrar ortaya çıkartacak şekilde budama yapacağım.

Gerçi şimdi isim düşünsem, ‘Boreas Vadisi’ gibi bir isim koyardım, ama bölgedeki herkesin merakını çeken bu isim eve çok yakıştı diye düşünüyorum.

Neden eve bir isim vermeye bu kadar önemsediğimi ise geçen yazımı yazarken anladım. Çünkü ben neredeyse bütün hayatımı bir ismi/lakabı olan evlerde geçirmiştim.

Trabzon’da doğduğum ve çocukluğumun büyük bölümünü geçirdiğim Kunduracılar Caddesindeki apartmanın özel bir ismi yoktu, ama yazları yaşadığımız evin adı ‘Yıldızlı’ idi, oysa o evler ‘doktor evleri’ olarak bilinirdi. Tuhaf olan şudur ki Yıldızlıda diğer evde geçirdiğimiz zamanın belki yüzde beşi kadar zaman geçirmişizdir, ancak çocukluktan kalan anıların büyük çoğunluğu ismi olan evde geçmiştir.

Yıldızlı aslında evin içerisinde bulunduğu/ ya da komşu köyün adıydı, ama ev gerçekten yıldızlıydı. Şimdi şehrin içerisinde kalan bu bölgede, çocukluğumda hemen hemen hiç yapay ışık yoktu, geceleri bütün samanyolu ve takımyıldızlar gözlerimizin önüne serilirdi. Sürekli denize girip, bol bol derine daldığımız için sık sık kulağım ağrır, gece uyuyamaz, balkonda kapkaranlık ve uçsuz bucaksız denizi ve gökyüzünü seyrederdim. İlk yıllarda yüzüm denize dönükken sağ tarafta Trabzon, sol tarafta Akçaabat’ın ışıkları görünürdü (sonradan kapandı), gene de benim görüşümdeki göğü aydınlatmıyorlardı. Önümde uçsuz bucaksız Karadeniz manzarası olunca gökyüzünün seyrine doyum olmuyordu.

Trabzon’da Kunduracılar Caddesindeki evden sonra en uzun süre yaşadığım ev de ‘Güneş Hanım Apartmanı’ olarak bilinirdi, oysa apartmanın ismi yoktu, sırf teyzemin evi olduğu için herkes bu ismi takmıştı. Adres söylemez, sadece Güneş Hanım Apartmanı derdik herkes anlardı. Hatta sonradan bir ‘Güneş Apartmanı’ yapıldı, postacılar bir müddet, oraya gelen mektupları bizim eve taşıdı durdular.

Güneş Teyzem (Güneş Dobrucalı), Trabzon’da, Güneş Hanım ya da Hakime Hanım olarak tanınır ve sanırım son 50 yılda adını duymamış çok az insan vardır. Ben daha bebek iken Nasuh Eniştemle evlenmişler, uzun yıllar boyunca bizim apartmanın en üst katında oturdular. Ben Sibel’in olmasa da Ahmet’in doğumunu hatırlıyorum. Teyzemin çocukları da çoğu zaman bizim evde olurlardı, sonuç olarak ev çocuk yuvası gibiydi.

Teyzem ve eniştem çok uzun yıllar Trabzon’da hakim olarak çalıştılar.  Teyzemin mesleki anılarının bazıları fıkra gibidir.  

Bir gün orta yaşın üzerinde bir köylü kadını ruhsatsız tabanca taşıdığı için duruşmaya çıkartmışlar. Tabanca taşımak bölgede o denli normal karşılanan bir şeydir ki anlatamam. O zamanlar bölgede bol bol silahlı çatışma olur, bir kasabadan vurgun geldi mi, peşi gelirdi, bir günün içerisinde aynı ailelerde birkaç ölü, onlarca yaralı olması sıradan olaylardı.

Şimdi bile yaylaya çıkan herkes, tabancasına sarılıp birkaç şarjör kurşun sıkar. Trabzonspor maç kazanınsın, çevreden gelen silah seslerinden savaş çıktı sanırsınız.

Teyzem de kimseye kurşun atmamış bu kadını biraz azarlayıp, bir daha silah taşımaması için iyice korkutup, salıvermeyi düşünmüş. Kadın karşısında ayakta duruyor, teyzem ise kürsüsünden kadına ‘yaşından başından utanmıyor musun, silah taşımak da neyin nesi, hem de ruhsatsız’ anlamında söyleniyor. Konuşmayı iyice anlasın ve korksun, bir daha silah taşımasın diye uzatıyor. Kadın teyzemi uzun uzadıya, başı önde sessizce dinliyor, inkar edecek hali de yok, çünkü silah üzerinde yakalanmış. Neyse dinlemiş,  dinlemiş, sonunda teyzem ‘bu yaşta bir kadının silahla ne işi var’ gibi bir laf daha edince dayanamamış ve başını kaldırıp ‘ne yani çiplak mi dolanacaktum’ deyivermiş. Silah olmayınca kendini çıplak hissediyor demek ki. Teyzem kadının karşısında gülmemek için kısa kesip, ‘çıplak’ kalan kadını salıvermiş.

Boztepe’deki eve geçtiğim zaman, oraya da ‘Güverte’ ismini takmıştım. Çünkü evin salonu ve ön balkonu Karadeniz manzarasına ve karayele açıktı. Rüzgarlı günlerde denizin ez azılı halini yukarıdan da olsa evin içinde hissederek seyrederdim. Balkonun demirlerini de küpeşteye benzeterek, bir gemide yaşadığımı ve fırtınada evin denizde batabileceğini hayal ederdim. Çok fırtınalı günlerde, bir müddet denizi seyreder sonra, arkadaki çalışma odasında otururdum. 

Güverte ismi bu küçük ve şirin evime çok yakışmıştı.

Güverteden Kuru cumuya taşınırken
Eski eşyaları da getirdik
Manzara burada da şahane
Komşular daha da afili
Sadece eski sandıklar değil, eski hobileri de taşıdık
Show Buttons
Hide Buttons