Monthly Archives: Eylül 2020

GÖĞE BAKAN KOCAKARI 2020, EKİM

Bu ayın biri, Hicri takvime göre 1142 yılının, Sefer ayının 14’üne denk geliyor, ayın 18’inde ise Hicri Rebiülevvel ayı başlıyor. Rumi takvime göre ise hala 1436 yılının Eylül ayındayız, Rumi Ekim; ayın 14’ünde başlayacak.

Bu ay içerisinde astrolojik olarak; kişisel gezegenlerden Mars hala, koç burcunda retro harekette, sosyal ve iş gezegenleri denilen Jüpiter ve Satürn düz harekete geçti, jenerasyon gezegenleri olan Uranüs, Neptün ve Pluton ise hala retro hareketteler. Uzun süredir devam etmekte olan Jüpiter, Satürn ve Plüton stelyumu (küme) bu ay da devam edecek. Hatta, 22 Ekim günü bu kümeye, Ay da eklenecek ve gökyüzünde Jüpiter, Satürn, Plüton, Ay birbirlerine çok yakın konumda olacak.

Bu ayın 20-21inde Orioid meteor yağmuru olacak. En iyi Orion takım yıldızının olduğu bölgeden gözlendiği için bu ismi almıştır. Hıdrellez günü gerçekleşen Eta Aquarid meteor yağmuru gibi, yine Dünya ile  Halley Kuyruklu yıldızının yörüngelerinin çakışmasından meydana gelir.

Bu ayın ikisinde Koç burcunda, 31inde ise Boğa burcunda gerçekleşecek 2 dolunay, 16sında Terazi burcunda gerçekleşecek bir yeniay var.

Bilindiği gibi kullandığımız takvim ay döngüsüne göre hazırlanmamıştır. Ayın bir döngüsü ortalama 29,5 gün sürer, oysa kullanmakta olduğumuz takvimde 365 gün vardır. Genel olarak her yıl 12 dolunay, her ay bir dolunay gerçekleşirken, birkaç yılda bir yılda 13 dolunay gerçekleşir, o yıl, bir ayda 2 dolunay meydana gelir. İşte aynı ayın içerisinde meydana gelen bu ikinci dolunay mavi dolunay olarak isimlendirilmiştir. Ayın bu dolunayda mavi renkte olacağını beklemeyin, bu isim 1880lü yıllarda bir volkan patlamasının yarattığı özel bir görüntü sebebiyle  verildi.

Gelelim sonbaharın ilk ayında gerçekleşmesi beklenen fırtınaların isimlerine; bu tarihlerdeki hava değişiklikleri yüzyılların gözlemine dayanmaktadır. Fırtına isimleri ise bu döneme denk gelen doğa olaylarına uygun olarak verilmiştir.

03 Ekim; Kuş Geçimi Fırtınası (Anadolu’daki son kuşların göç dönemi),

04 Ekim; Koç Katımı Fırtınası (Sürüden ayrılan koçların sürüye geri salındığı zaman),

09  Ekim; Yaprak Dökümü Fırtınası (Doğanın yaprak dökerek kışa hazırlanma dönemi),

14 Ekim; Meryemana Fırtınası (Gök gürültülü ve şimşekli,  yağış düşüren fırtınalar),

17  Ekim; Kırlangıç Fırtınası (Kırlangıçların Anadolu’dan göç zamanı),

18 Ekim; Koz Kavuran Fırtınası (Kuzey Ege ve Marmara’nın batısındaki lodos fırtınası),

 21 Ekim; Bağ Bozumu Fırtınası (Bağlardaki üzümlerin toplanma dönemi),

 28  Ekim;  Balık Fırtınası (Balıkların Marmara denizinden Karadeniz’e geçtiği dönem)

Ekim ayında sonbahar kendini iyice belli etmeye başlayacak, günler giderek kısalacak, yapraklar sararacak, hava soğuyacak.

Yine de Ekim, son kış hazırlıklarının da tamamlanacağı çok bereketli bir aydır. Bu ay bazı göstergelere bakarak kışın nasıl geçeceği tahmin edilebilir.  Ayva ve Nar, bol ve güzel olursa kış sert geçer. Kavak ağaçları yapraklarını tepe kısımlardan dökmeye başlarsa kış sert geçer.

Ekim ayı balıklar açısından oldukça bereketli bir aydır. Lüfer, Palamut, Barbunya, Tekir, Sardalye, Levrek bolca bulunur. Bu yıl Palamut şimdiden çok bol, bu da bu yıl Hamsinin az olacağının göstergesi sayılır.

Ekim ayı, yazlık sebze bahçelerinin temizleneceği, toprağın kazılacağı,  meyve ağaçlarının köklerinin havalandırılıp, gübreleneceği bir zamandır. Ay sonundan itibaren yeni meyve fidanları da dikilebilir.

Ispanak, turp, soğan, sarımsak gibi bitkilerin tohumları ekilebilir. Marul, lahana, brokoli, pırasa gibi sebzelerin ise fideleri toprağa aktarılır.

ZİHNİ DİNGİNLEŞTİRMEK, SADECE RUH SAĞLIĞININ DEĞİL, GÜNLÜK HAYATTA ZAMAN YÖNETİMİ VE BAŞARININ DA ÖN KOŞULUDUR.

Doğu felsefesinde insanın sağlıklı olabilmesi için, ruh, beden ve zihin dengede olmalıdır. Bu betimlemedeki zihin kelimesinin anlamı herkese göre bir miktar değişmekle birlikte oldukça belirsizdir. Zihin, akıl ve zeka birbirleriyle çok karışan ve günlük konuşmalarda eş anlamlı kullanılan kelimeler olmasına karşın aralarında anlam farkları vardır.

Akıl; düşünme, anlama, kavrama, olaylar arasında bağlantı kurma, problem çözme, hatırlama yeteneklerinin tümüne birden verilen bir kavramdır. Akıl; eğitim ve deneyimle geliştirilebilir bir şeydir. Akılla ilgili söyleyebileceğim en doğru şey, herkesin sadece kendi aklını beğenmesidir.

Zeka ise gerçekleri kavrama, sonuç çıkarma, değişen durumlara ayak uydurma yeteneğidir. Genel olarak doğuştan gelen bir kapasitedir ve ölçülebilir bir şeydir. Ancak kişinin zekası, hayatın çeşitli mecralarında birbirine denk olmayabilir. Örneğin bir bilgisayar kurdu, sosyal ilişki kurma açışından son derece beceriksiz olabilir. Bu nedenle zeka tanımı sadece analitik zekayı kapsamaz, son dönemlerde sosyal zeka ve ruhsal zeka gibi farklı kavramlar geliştirilmiş ve analitik zeka kavramından bile daha önemli olduğu anlaşılmıştır.

Zihinden kasıt ise kabaca düşünce üretme kapasitesidir. Düşünce gücü olmasa, düşünemesek, insan uygarlığını kuramaz, bilim üretemez, sanat eserleri yapamazdık, gündelik hayatımızı planlayamazdık.

Ancak insan zihninin çok belirgin bir zayıf tarafı da vardır, çünkü zihin sadece bilinçli ve hedefi olan düşünceler üretmez. Arka planda, dur durak bilmeden, bir biriyle ilgisiz, amaçsız, daldan dala atlayan binlerce düşünce kaynaşır. Aslında insan çoğu kez, zihninden geçen düşünceler karmaşasında (kirliliğinde) ne yapacağını bilemez ve yenik düşmüş haldedir.

Üstelik bu tür düşünceler genellikle içinde yaşanılan anla da ilgili olmaz. Zihin sürekli olarak, ya geçmişte başına gelmiş bir haksızlık, söylenmiş bir sözle kurcalanır, ya da gelecekte ne olacağının ihtimalleri ile didiklenir durur.

Genellikle geçmişe dair düşünceler, yoksunluk, kızgınlık ve incinme duyguları taşırken, geleceğe dair düşünceler korku ve kaygı taşır. Hatta, uç seviyelerde, paranoya, takıntı, depresyon, fobi gibi gerçek dışı sanrılar, hastalıklar geliştirir.

Hastalık durumlarında tıbbi yardım almak şartken, gündelik düşünce kirliliğinden kurtulabilmek için kişisel gayret gerekir.

Yani zihin denetlenebilir bir şeydir ve denetlenmesi gereklidir.

Zihni boş düşüncelerden kurtarma yollarından en önemlerinden biri içinde bulunulan ana ve o anda olan şeye odaklanmaktır. Eğer şu anda yaptığın işe tamamen ona odaklanarak yapıyorsan zihin sadece odaklandığın konu ile ilgili düşünce üretiyor.

Eğer yaptığın işe odaklanmazsan, zihin oradan oraya savrulur, bir türlü yaptığın işi bitiremezsin. Bu sürede, yapmak zorunda olduğun işi de, yapmak istediğin işleri de yapamadığın için, işkence içerisinde uzun zamanlar harcamış olursun. Çünkü harcanmış her zaman uzundur. Oysa elindeki işe odaklansan, işini bitirince yapmak istediğin şeye de zamanın kalır.

Gün boyu, sürekli bir takım işlerle boğuşan ancak günün sonunda işlerini yetiştiremeyen bir sürü insan tanıyor olmalısınız. Sorumluluklarım gereğinden fazla, günler nasıl geçiyor anlayamıyorum, bana 24 saat yetmiyor diyen bu kişi siz de olabilirsiniz. Eğer bu sözlerin amacı işinize ne kadar bağlı olduğunuzu anlatmak ve karşınızdakine hava atmaksa, bunlar çok talihsiz seçilmiş sözler. Dünya nasıl olsa, sırf siz işinizi yetiştirin, hatırınız kırılmasın diye daha yavaş dönmeye başlamayacak. Hatta iddia ediyorum, eğer günler 30 saate çıksa bile, siz gene de işinizi bitiremeyeceksiniz.

Eğer işleriniz yetişmiyorsa bence ihtimaller şunlar; a) sevmediğiniz, yapmak istemediğiniz bir iş yapıyorsunuz, b) yeteneklerinizin, eğitiminizin, bilginizin üzerinde bir iş yapıyorsunuz, c) iş tanımınız, görev tanımınız yanlış, üzerinize fazla iş yükü aldınız, kendi göreviniz olmayan işler yapıyorsunuz.

En büyük olasılıkla da; d) zaman yönetimini iyi yapamıyorsunuz. Gündelik iş akışı sırasında yapmanız gerekenleri, alacakları süre açısından, aciliyet açısından ya da önem açısından gereken özende sıralamayı beceremiyorsunuz.

Ancak genel olarak işlerin bitmeme sebebi yeterince odaklanamamaktır.

Kendimden çok net bir örnek vereyim. Yıllar önce bir kongrede ön hipofiz embriyolojisi (anne karnındaki gelişimi anlatan bilim) anlatmam istenmişti. Bu konuyu layığıyla anlatabilmek için önce biraz yüz embriyolojisi okumaya karar verdim. Çünkü yıllardan beri konuya uzağım, terimler, kavramlar bana bir hayli yabancı kalmış. Çok güzel bir kaynak da buldum.

Kaynak 15 sayfa uzunluğundaydı, yani roman olsa en çok yarım saatte okuyabileceğim, iyice özümseyerek çalışmak için ise taş çatlasa 2 saatimi alacak bir metindi. Kongreye kadar yeterince vaktim olduğunu düşündüğüm için çalışma hayatım boyunca hiç düşmediğim bir hataya düştüm, bu metni hastanede fırsat buldukça yavaş yavaş okumaya karar verdim.

Metin çalışma masamın üzerinde, gözümün önünde üç hafta boyunca, anlaşılmaz bir şifre gibi durdu. Çünkü her okumaya kalkışımda daha birinci cümleyi bitiremeden, odaya biri girip bir şey sordu, telefon çaldı, aklım yatan bir hastaya gitti. Tam 3 hafta boyunca azimle okuma gayreti içinde oldum, ama nafile,  tek kelime bile anlayamadım.

Üç hafta sonra kısa süreli bir tatilim vardı, giderken belki okurum diye bu bukleti de yanıma almıştım. İnanılmaz bir şekilde uçaktayken, ilahi bir aydınlanma yaşar gibi, bir saat içerisinde bütün metni okuyup, tamamen kavradım. Uçaktan inerken hostes, bana merakla, o kadar hevesle ne okuduğumu sordu. İkram dağıtmak üzere yanıma geldiğini hiç fark etmemişim. Dalgıç gibi okuduğunuzun içine dalmıştınız dedi. Bu dalgıç gibi dalma sözünü hiç unutamadım.

Sadece odaklanmıştım. Hem de nasıl odaklanmışım ki o bir saatlik süre içerisinde zihnime hiçbir parazit düşünce sızamamış, böylece 3 haftanın yetmediği işi yapmaya 1 saat yetmişti.

Zihin sağlığı için ikinci önemli şey de çok sevdiğin bazı işleri yapmak ve dinlenmek için zaman ayırmaktır. Bağlama çalarak, bezik oynayarak, filim izleyerek, doğada yürüyerek ya da sevdiğin bir şey yaparak geçirilmiş zaman asla boşa geçirilmiş, harcanmış zaman değildir. Sevdiğin işi yaparken hem mutluluk hormonu salgılarsın hem odaklanmak için bilinçli çaba sarf etmen gerekmediği için o süre boyunca zihnin parazit düşünceler üretme hızı düşer. Kendine kaliteli zaman ayırmayı bilen kişiler çalışma hayatında da çok daha başarılı olurlar.

Zihni dinginleştirmek için üçüncü bir yol da kişinin kendi seçimine bağlı olarak, doğada zaman geçirmek, ibadet etmek, meditasyon, yoga, nefes çalışmaları yapmak gibi yollardır.

Sadece ruh sağlığını korumak için değil, modern dünyada iş hayatında başarılı olmak için de dingin bir zihin gerekir.

Ayrıca dingin bir zihin, daha az parazit düşünce üreteceği için, sezgilere, ilhamlara, yaratıcı düşüncelerin, farklı bakış açılarının gelebileceği bir alan açılır.

TERMON, EKŞAŞ, PESTİL VE PEPÇURA

Karadeniz bölgesinde yetişen, Anjelik üzümü olarak da bilinen kokulu bir üzüm cinsi vardır. Bu üzüm çeşidi Karadeniz ve Marmara Bölgelerinde yetişir, ancak en güzel Doğu Karadeniz Bölgesinde olur. Koyu renkli ve çekirdekli bir üzümdür. Isırarak yemeye kalkışınca oldukça ekşi bir iç kısmı olduğundan, kabuğu ısırılıp, emilerek yutulur. Bütün lezzeti, rengi ve kokusu kabuğu ve kabuğuna yakın kısmında bulunur.

Bu üzüm, neredeyse bütün Karadenizliler tarafından, Eylül ayının en sevilen şeylerinden biridir. Mevsimi kısadır. Pekmezinin yapılması oldukça zahmetlidir ve artık pek de yapan kaldığını sanmıyorum. Şarap yapılamayacak kadar tatlı bir cins olduğunu sanıyorum.

Kaynatılıp, süzülerek şıra yapılır ki tadına doyum olmaz.

Hem şırasından hem de pekmezinden yapılan birkaç çeşit tatlı biliyorum. Pekmezden yapılan peltesi süt kaymağı ile yenilir, biz buna pestil deriz. Pekmez biraz sulandırılır, tadına bakılarak içine bir miktar şeker katılabilir. Bir iki kaşık da nişasta eklenerek kıvamlıca bir pelte elde edilir. Soğuyunca üzerine süt kaymağı koyularak yenilir. Kaymak yemek istemeyenler, pestil soğuduktan sonra üzerine biraz muhallebi dökerek de yiyebilirler. Hatta misafirler için iki renkli bir kup gibi hazırlanabilir.

Pepeçura, Rizelilerin yaptığı ve son yıllarda oldukça popüler bir hale gelen bir tatlıdır. Bu tatlı taze üzüm suyundan ya da şıradan yapılır. İçerisine sadece bir miktar nişasta ve kalın mısır unu eklenerek pişirilir. Mor rengi oldukça göz alıcı, güzel kokulu, ekşi bir tatlıdır.

Pazar ve Ardeşen bölgesinde ise termon ve ekşaş denilen birbirine çok benzeyen iki tatlı yapılır. Bu tatlılardan biri taze üzüm suyu ile diğeri ise pekmezle yapılır. Pekmezle de yapılsa üzüm suyu ile de yapılsa malzeme bir miktar sulandırılır. Bir litre sıvı malzemeye 2 kaşık olacak şekilde nişasta eritilir. Tencereye nişastalı sıvı, 2 adet defne yaprağı, bir çay bardağı haşlanmış mısır tanesi, bir çay bardağı haşlanmış yerel koyu renkli barbunya fasulye eklenir. Bütün malzemeler birlikte kıvam alana kadar kaynatılır.

Bizim bahçeye de bu üzümden diktik, ancak henüz çok küçük, meyve vermedi. Köyden bir komşuda bu üzümden olduğunu gördük, sadece yaprağını kullanmak için asmasını saklıyormuş, üzümü ise yemeyi bilmedikleri için atıyorlarmış. Bunu duyunca büyün üzümleri biz aldık.

Sermin taze üzüm şırası yaptı. Ben de, bana göre ekşaş, Sermin’e göre termon yaptım. Taze üzüm suyundan yapılınca ekşi olduğu için bence ekşaş ismi buna yakışıyor.

Bize göre çok nostaljik ve sevilen bir tatlı yaptım. Bir çeşit aşure gibi düşünün. Yalnız bu lezzeti alışık olmayan katiyen sevmez. Hatta Lazların termonu Müslüman yemez onu diye bir tekerleme bile vardır.

MÜSLÜMAN YEMEZ ONİ

BAĞLANTISAL BÜTÜNSELLİK (YAPRAĞA DA ORMANA DA BAKMAK) ÜZERİNE BENİM DE BİR KAÇ SÖZÜM VAR.

Son zamanlarda doğu felsefesinin, batı dünyası üzerine etkileri tartışılmaz, bu farkındalık sonucunda mıdır, bilemem ama, bütünsellik (birlik, tamlık) kavramı hayatımızı her konuda şekillendirmeye başladı. Gündelik hayatımızda Holistik kavramı giderek daha sık karşımıza çıkıyor. Bilimde ise connective integrity (bağlantısal bütünsellik) denilen yeni bir bakış açısı giderek daha yaygınlaşıyor.

Holistik yaklaşım bütünün onu oluşturan parçaların basit bir toplamından daha farklı (niteliksel) bir varlık olduğuna inanan bir görüştür. Mesela bir orman; onu oluşturan tek tek ağaçların, hayvanların, otların toplamından daha farklı (daha yüce, nitelikleri çok daha üstün) bir oluşumdur. Mesela bir insan, sadece yaşayan biyolojik bir varlık olarak bile onu meydana getiren doku ve organların toplamından daha fazlasıdır.

Gündelik hayattan örnek verirsem; bundan birkaç yıl öncesine kadar, kilo vermek için en güvenilir yaklaşım, alınan ve harcanan kalori dengesini değiştiren diyet ve egzersiz programlarıydı.

Şimdi ise bir çok diyetisyen, holistik bir yaklaşımla size kilo verdirmeye gayret ediyor. Çünkü son yıllarda anlaşıldı ki bağırsağımızda bulunan ve miktarı kilo ile ölçülen mikroplar var. Önceden bu mikroplara bağırsak florası derdik ve bedenimizdeki yabancı canlılar olarak düşünürdük. Şimdi ise mikrobiyata diyoruz ve  bedenimizin bir organı olarak düşünüyoruz.

Bütüncül (holistik) yaklaşımla obezitenin büyük oranda mikrobiyata hastalığı olduğu kabul edilerek, kalori sayımı geride bırakıldı. Şimdi artık alınan besinlerle mikrobiyatanın sağlığına kavuşturulmasına çaba gösteriliyor, ve bu yaklaşım işe yarıyor.

Bilim alanında ise bu kavram (connective integrity) ‘bağlantısal bütünsellik’ olarak kullanılıyor. Bu yaklaşımı kısaca tarif edecek olursam önemli olan yapı taşlarının tek tek ne oldukları değildir, bu yapı taşlarının birbirleriyle olan ilişkiler ağından meydana gelen bütünlüktür. Bir bakıma tekil bireylerin kim olduğunu belirleyen çevresi (bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim), içinde bulundukları toplumun değer yargılarıdır.

Bu yaklaşımın bilime çok geniş bir bakış açısı kazandırdığı kesin. Mesela sığırcık kuşlarının bir sürü halinde hareketleri ya da göç etmekte olan bir kuş sürüsü gözlenirse bütün sürünün hareketli bir başka oluşum (tekil bireylerden çok daha farklı) meydana getirdikleri açıkça görülür. Yani tek tek kuşlar farklı bir oluşumdur, bu kuşların meydan getirdikleri sürü farklı bir oluşumdur. Sürü varlığını meydana getiren şey ise bireyler arasındaki etkileşimdir.

Evrende sadece yaşayan organizmalar (bizim bu günkü bilgilerimizle canlı kabul ettiğimiz organizmalar/bu konuda çok daha farklı bir görüş içerisindeyim) değil, her şey karşılıklı bir bağımlılık içerisindedir, çünkü birbiriyle bağlantılıdır. Şeyler yani birimler arasındaki bağlantı, yani iletişim ağı bütünü oluşturur. Bilimde bu ağın matematiksel işleyişini çözmekle (sürekli değişebilecek olan, an için doğru) bilgiye ulaşılır.

Hem felsefi açıdan, hem de bilimsel açıdan insan tek başına bir birey değildir, tek başına milyarlarca hücrenin bütünü de değildir, çevresi bir bütün oluşturur.

Bundan önceki bilimsel yaklaşımda tek tek parçalar incelenir, bir anlam verilmeye çalışılırdı. Şimdi bütüne bakılıyor.

En iyi bildiğim konudan örnek verecek olursam; insülin Pankreasta, görevi çok özelleşmiş bir hücre türünden üretilir. Bu hücreler kan dolaşımındaki glikozu algılayıp, hem hazırda bulundurdukları insülini kana salgılarlar, hem de yeni insülin molekülleri yaparlar, glikoz oranı düşünce de sadece hayatı devam ettirecek miktarda bazal insülin salgılamaya devam ederler. Önce bu hücrelerin görevleri, şekilleri ince detaylarla tanımlandı. Bu hücreler pankreasta Langerhans adacıkları denilen özel birimciklerde bulunurlar.

Bu adacıklar pankreasın endokrin görevlerini yapan bölümdür. İçerisinde sadece insülin salgılayan beta hücreleri bulunmaz, aynı zamanda glukagon salgılayan alfa hücreleri, somatostatin salgılayan delta hücreleri ve PP, G, E gibi farklı hormonlar salgılayan hücreler de vardır. İşte bütün bu hücrelerden eğer biri bozuksa, diğer hücreler de kendi öz görevini layığıyla yerine getiremez, kan şekeri sağlıklı dengelenemez.

Langerhans adacıklarının hücreleri tek tek farklı bir şeydir, birbirleriyle etkileşimlerinin toplamı farklı bir şeydir. Tek tek bakılınca kabaca biri kan şekerinin düşürür, diğeri yükseltir, ancak toplu halde bakınca kan şekeri dengelidir.

Daha da geniş açıdan bakılacak olursa benim Langerhans adacıklarımın fonksiyonları bozulursa şeker hastası olurum, zaman içerisinde, tedavime uymazsam, bütün organ ve sistemlerim bozulur, bir sürü sağlık problemim ortaya çıkar. Ciddi bir hastalık sadece kişiyi bireysel olarak etkilemez, bütün aileyi etkiler, mesela o ailenin sofra düzeni değişir. Bunun sağlık ve bilim boyutu var, maddi ve sosyolojik boyutu var.

Yani benim Langerhans adacıklarımdaki gözle görünmez bir hücrenin senin cebindeki parayla ilgisi var, ne de olsa muhtaç olacağım fazladan sağlık hizmetinin kaynağı vergiler.

Bu örnek, gözle görünmeyen bir hücrenin görevini yapamaması durumunda olay nerelere kadar ulaşıyor, fark etmeyi sağlamak üzerine verildi. Sağlıkla ilgili, her şeyin nasıl birbirini etkilediğine dair bir çok örnek daha verebilirim.

Ayrıntılar (tekil bireyler, yapı taşları, olaylar) önemli, ancak bu ayrıntıların etkileşimlerinin oluşturduğu bütün daha da önemli.

Şimdi artık bilginin aritmetik değil geometrik olarak arttığı bir çağda yaşıyoruz. Eskiden yüzyıllarda üretilen bilim şimdi artık günler içerisinde üretilebiliyor. Bilginin iletilme hızı da birkaç on yıl önce akıl almayacak şekilde arttı. Sonuç artık yapay zekanın konuşulduğu bir devirdeyiz. Gelecek birkaç yıl içerisinde yapay zekanın hayatın bütün alanlarında kullanılacağı bir döneme gireceğiz. Artık tekil olayları düşünme çağını geride bırakıyor gibi görünüyoruz.

Benim inancım bilim gene tekil parçaların en ince ayrıntılarını keşfetmeye devam edecek, yani yaprakları görmeye devam edecek. Diğer yönden ise bütün birimlerin birbirleriyle olan ilişkileri daha dikkatle incelenip, bütüne ulaşılmaya çalışılacak, yani ormanı görmek için gayret edilecek.

Hani meşhur bir fil hikayesi vardır. Gözleri bağlı birkaç kişi fil ile buluşturulmuş, biri kalın bir bacak, biri hortum, biri diş tarif edebilmiş. Oysa bakış açısı genişletilince fili görmek mümkün olur. Aslında bizim beş duyumuz, evreni çok kısıtlı algılıyor,  bilim işte bu beşeri algı sınırlarını genişletmek için var.

Algı sınırları genişledikçe o gün için en doğru bilginin sınırları da genişliyor. İşte bu nedenle bilim sürekli değişen bir şeydir, bu gün için doğru olan şey yarın doğru olmayabilir. Bilimde dogma yoktur, hipotez vardır. Hiçbir şeyi sorgusuz doğru kabul edemeyiz, bu gün doğru kabul ettiğimiz bilginin yarın değişebileceğini kabul etmeliyiz.

GÜNLERCE BOŞ KALINCA AKLIM KELEBEKLERE GİTTİ.

Geçen haftaya kadar denize girilecek kadar güzel havalar varken, birden bire sonbahar geldi. Eylül henüz doğayı sarıya kırmızıya boyamadı ama, çınarların gönlü hazana döndü. Günlerin kısalması da artık iyice belli olmaya başladı.

Geçen hafta sağlam bir rüzgar çarpınca hastalandım, ateşim çıktı, halsizlik oldu. Salgın, hayatlarımızı nasıl da değiştirdi,  basit bir soğuk algınlığı geçirmek bile kriz halini aldı. Derhal, kendimi izolasyona aldım, günün çoğunluğunu odamda geçiriyorum, evde maske takıyorum. Aslında hayatımda ilk kez grip geçirirken, daha ilk günden itibaren dinlendiğim için birkaç günde iyileştim, gene de bir süre daha hane halkından uzak durmayı planlıyorum.

İki gün vaktin çoğu uyuyarak geçti, ama sonrasında odanın içerisinde ne yapacağımı şaşırdım. Kitap, el işi, sosyal medya, hepsi tamam da artık bir yere kadar.

Neyse ki tam da bu günlere denk geldi, online bir aromaterapi dersine katıldım. Aromaterapi dersini Zeynep Cansın Gelişli (bana kendisi hediye etti) verdi. Cansın, ilham veren genç arkadaşlarımdan birisidir. Trabzon’da birlikte yoga hocası olmuştuk, ama yogada ben öğrenciliğe devam ettim, o hocalığı ilerletti. Geçen yıl ani bir kararla eczanesini kapatıp, İstanbul’da doğal ürünler üreten bir firmada çalışmaya başladı. İlk bakışta bir anda, hem de aile sağlık merkezinin tam karşısındaki eczanesini kapatabilmesi çok radikal bir karar gibi görünebilir. Ancak, yaşamı boyunca kendini şu anda yapmaya başladığı iş için hazırlamış olduğu açıkça anlaşılıyor. İnsan sevdiği bir işi yaparken nasıl da içten dışa doğru parıldıyor. Onun adına çok mutlu oldum, dersinden de bir hayli faydalandım.

Tabii elimden telefon düşmedi, bir sürü tanıdığımdan çok çeşitli hastalık ya da yakın temas hikayesi duydum. Anladığım kadarıyla sonunda hepimiz bir gün bu hastalığa yakalanacağız, şu anda sadece bunu geciktirme çabası içerisindeyiz. Aşı ya da etkili bir ilaç tedavisinin ortaya çıkmasını bekliyoruz.

Aşı ve koruyucu hekimlik ilkeleri sayesinde salgın hastalıkların ortadan kalkması ya da hatırı sayılır derecede azalması, aşı yan etkilerin abartılmasına ve oldukça ciddi bir aşı karşıtlığına sebep olmuştu. Şimdi bu aşı karşıtı kitle bir yandan salgına sebep olan virüsün laboratuvarda üretildiğine inanıyor, öte yandan da bu salgını durduracak aşının geliştirilmesini bekliyor.

Ben ise, inandım, iman ettim ki, bu sene doğanın insana haddini bildirme senesi. İnsanoğlunun her şeyin hakimi olduğu, bütün evrenin insan için yaratılmış olduğu sanrısına dur deme senesi.

Bu yıl, bir tek salgın yok ki, her şey son derece sıra dışı, sel, deprem, meteor düşmesi, kum fırtınası yazmakla bitmez.

Bütün bu karmaşa içerisinde gözümden kaçmayan bir olay paylaşmak istedim.

Son yıllarda Doğu Karadeniz bölgesinden başlayıp, batıya doğru hayli ilerleyen bir kelebek istilası var. Bu kelebek, Asya’dan ülkemize doğru girdi ve ülkemizde zararlısı bulunmadığından hızla üredi. Bir türlü çaresi de bulunamadı, sonunda kelebeğin doğal zararlısı da bölgeye yerleşecek ve bir denge oluşacak şeklinde düşünceler gelişti. Çünkü bu kelebek geldiği bölgelerde  böyle büyük zararlar  vermiyormuş, doğa içerisinde dengede yaşıyormuş.

Bu yıl o denli alışılmadık koşullar yaşandı ki, on yıllardan beri Karadeniz bölgesinde her türlü bitkinin canına okuyan bu canavar kelebek bile bu yıl ilk kez zora girdi, kelebeğin zararlısı da artık Türkiye’ye geldi. Bundan sonra kelebek nüfusunun dengeyi bulacağını ve bitkilere, ürünlere bu denli zarar veremeyeceğini umuyorum.

Bölgeye geldikleri zaman kendi nüfuslarını sınırlayacak herhangi bir böcek türü bulunmadığı için yıllarca kendi cennetlerinde yaşadılar, kocaman ağaçları içten içe sömürüp, hayalete çevirdiler. Yıllar içerisinde verdikleri zarar hayal bile edilemez. Bölgede tarım ilacı yaygın olarak kullanılmadığı için ve sadece bu kelebeğe etki edecek ilaç da belli olmadığı için, hep onu dengeleyecek bir türün ülkeye girmesi bekleniyordu.

Bu yaşam öyküsünün içerisinde insan ırkı için alınması gereken dersler yok mu? Çevresinde kendisi ile boy ölçüşecek bir düşman olmadığı için, aşırı çoğalan ve çevresini aşırı talan eden bir tür var. Bu şekilde çoğalmaya devam edebilmesi çok uzun yıllar içerisinde mümkün görünmüyor. Çünkü kendi besin kaynaklarını hızla tüketiyor. Çare olarak ya başka bölgelere göçüp yeni bir yıkım(çevreye)/yaşam(kendi türüne) döngüsü başlatacak, orayı da tüketince bir başka bölgeye atlayacak. Bu seçenek dünya sonlu bir yer olduğuna göre dünya kaynaklarını tüketene kadar sürebilir (eğer yeni bir gezegende koloni yapılmadıysa). İkinci bir seçenek, kendi artıkları ile çevreyi o denli kirletecek ki artık çevreden beslenemeyecek, zehirlenerek, daha fazla üreyemez hale gelecek (bu seçeneği daha ufak bir evren olan mikrobiyoloji laboratuvarlarında her üretme kabında görürsünüz). Üçüncü seçenek ise doğa ana işi ele alıp, kendinden başka bütün türlere zarar veren bu türe zarar veren bir başka türü devreye sokacak. Bundan sonra bu iki tür birbirlerine karşı savaş vererek ve nüfuslarını dengeleyerek, tabiattaki diğer türlerin çoğunun korunacağı yeni bir denge oluşturacak.

Buraya kadar gelince artık akbaba ve sırtlan (leşçilleri) nüfusu yok olursa, ortada kalan leşlerden hastalık bulaşır demeyeceğim. Sürüngenler ve kemirgenler olmasa toprak havalanmaz ve verimli olmaz demeyeceğim. Bunları merak eden başka kaynaklardan okusun.

Benim dikkatim çeken, insanın dünya üzerindeki davranışı ile Karadeniz bölgesindeki kelebeğin davranışının ne kadar örtüştüğü ve tesadüf olduğuna inanmadığım bir şekilde aynı yıl içerisinde bu iki zararlı tür için de nüfus dengeleyici bir başka türün ortaya açıkmış olmasıdır.

Bu salgının dünyaya bakışımızı değiştireceğine dair umutları olanlara ne yazık ki büyük ölçüde katılamıyorum. Bence ölenler ölecek, kalanlar kalacak, bundan bir iki yıl sonra mezarlıkları biraz daha büyümüş bir dünyada kaldığımız noktadan devam edeceğiz. Bence insan türünün sonunu dünya üzerinde bıraktığı çöpler ve bozduğu ekolojik düzen getirecek.

İNZİVA PLANLARIM ARASINDA BEYİN KIVRIMLARIMI KAYBETMEK NİYETİM YOK, KARARIMI BU YÖNDE VERDİM.

Salgın virüsünün resmen Türkiye’ye girdiğinin ilan edilmesi üzerinden 6 ay geçti. Bu süreç içerisinde hastalığın cidden zor geçirildiği ve öldürücü olduğu açıkça ortaya çıktı. Üstelik başlangıçta daha sıkı tutulan önlemler, ekonomik kaygılarla gevşetilince daha da yaygın bir hal aldı. Ancak her nedense hastalık yaygınlaştıkça hastalıktan duyulan korku giderek azaldı. Artık kimse kalabalığa girmekten korkmuyor, maske takmıyor, taksa da uygun şekilde takmıyor, takması için uyaranı da tersliyor. Halkımızın çoğunun kendi gönlü ile her türlü düğün dernek, cenaze, kahvehane, gün toplaşması, tatil mesaisinden vaz geçmediği, kişisel önlemlere inanmadığı açıkça ortaya çıktı.

Ekonomi de bu kadar durgunluğu kaldıramadığına göre yöneticilerin geniş bir sokağa çıkma yasağı koyacaklarına inanmıyorum. Bu durumda artık kişisel korunma ön plana çıktı. Mümkün olduğu kadar insanlardan uzak yaşamaya alışacağız.

Oldukça kritik bir yaşta olduğum ortada. Son dönemlerde Dünya Sağlık Örgütünün hala ‘’genç’’ sınıfına koyduğu, 60-65 yaş aralığındayım. Sokağa çıkması kısıtlanan yaş gurubunda değilim, ama gene de hem kendim hem de ablalarım için oldukça dikkatli olmak zorundayım. Sosyal açıdan bir kelebek sayılmasam da, arkadaşlıklarımdan beslenen bir karakterim var. Birkaç ayda bile bu kadar ıssız hissettiğime göre, salgın bitene kadar arkadaşlarımdan uzak kalmanın uzun dönemde üzerimde yaratacağı tahribatın farkındayım.

Her ne kadar DSÖ, 65 yaş altını genç sınıfına soktuysa da, her zamanki deyimimle yaşanmış yılların etkisi yüzümüzde ve bu kadar belli olduysa iç organlarımızda da kendini göstermiş olmalı. İnsan beyni de giderek gençleşmiyor, aksine giderek durağanlaşıyor, yaşla birlikte ‘becerme, öğrenme, yapabilme’ elastikiyeti de eksiliyor.

Zaman içerisinde, hayatınızda kullanmaya devam ettiğiniz ve işinize yarayan bilgiler çerçevesinde becerilerinizi geliştiriyor ve bir bakıma bu becerilerle hayatınıza bir çerçeve çizmiş oluyorsunuz. Örnek olarak ben bir doktor oldum ve ilgi alanımı, okuma listelerimi, yeni bir şeyler öğrenme çabalarımı bu alana yönlendirdim, becerilerimi tıp uygulamaları konusunda geliştirdim. Bir konuda uzmanlaşmak, merak ve becerilerinizi o konuya sıkıştırmak anlamına da geliyor. Yani bir konuda derinleşmek, aslında derinleşebileceğin farklı konuları gözden çıkarmak anlamına da geliyor.

Benim için tıp dışı konular, mesela mühendislik konuları büyük bir gizem. Şu anda tıpla ilgili bir makale okusam kolayca anlarım, oysa bir mühendislik makalesini okumaya bile kalkışmam. Hadi bu yaştan sonra mühendis olmama gerek yok diyelim, ama bunu örnek olarak verdim. Aslında kolayca başarabileceğim yeni şeyleri de sırf alışık olmadığım için öğrenmeyi ret etme yaşındayım. Bizim beynim de kendi kuşağımın geneli gibi, etkin bir şekilde internet kullanmayı ret ediyor, çok gerekli şeyler dışında kullanamıyorum.

Yaşlılığın tanımı da tam olarak bu işte.

İnsan öğrendiklerini günlük hayatta kullanmaya başladıkça deneyim sahibi oluyor. Deneyimlediğin bir şey tekrar ederken sonuçlarını aşağı yukarı tahmin edebildiğin ve kendini rahat hissettiğin bir alan oluyor. Zaman içerisinde deneyimlerinden bir ‘’konfor alanı’’ edinmiş oluyorsun, yeni şeyler denemek artık sana gereksiz ve belki de korkutucu geliyor.

İşte buyur, durumun buysa yaşın kaç olursa olsun, yaşlandın. Elbette 60 yaşında başına kaskını takıp motosiklete atla demiyorum (canın istiyorsa neden olmasın) ama daha az riskli olup da daha önce denemediğin şeyleri deneyemiyorsan yaşlandın. Örnek olarak, her gün yediğin yemeğin yeni bir baharat katılmış halini kabul edemiyorsan, konfor alanından çıkamıyorsun. Yeni bir insanla  arkadaş olamıyorsan, okuduğun gazeteyi değiştiremiyorsan, yaz tatilinde hep aynı yere gidiyorsan, hep aynı kahvede oturup, hep aynı markete gidiyorsan, evet yaşlandın.

Hep aynı anıları tekrar tekrar hatırlıyor, yerine yenilerini koyamıyorsan, evet yaşlandın.

Beynin ve zihnin konfor alanından çıkmak istemiyor, doğrudur istemez. Bu durumda eğer iradeyi, yani istemli bilinci devreye sokmak gerekli diye düşünüyorum.

Çünkü beyin aynen kas gibi bir organ kullanmadığın yerler küçülüyor. Mesela kol kemikleri kırılırsa, alçıya alınır, birkaç hafta sonra kemik iyileşip, alçıdan çıkınca kaslar kullanılmadığı için hacim kaybeder, o kolun kalınlığı azalmış olur, diğer kolla kıyaslama yapılabildiği için bu durum açıkça görülür. Beyin de aynen böyle işte kullanmadığın kısımları küçülüyor.

İnsan beynini en çok çalıştıran şeyler, diğer insanlarla sosyal ilişkiler, bedensel çalışma ve yeni şeyler öğrenmektir.

Bedensel çalışma oldukça önemli bir nokta çünkü sadece el baş parmak hareketlerini kontrol ve idare etmek için bile oldukça geniş bir beyin alanı kullanılıyor. Yani hareketsiz bir yaşam tarzı, beynin oldukça büyük bir (motor hareket alanı) kısmını gözden çıkartmak anlamına geliyor. Hareketsiz yaşam beden sağlığı üzerinde de çok olumsuz etkiler bırakıyor. Mesela obezite, diyabet, yüksek tansiyon, depresyon, kolesterol yüksekliği, felç, kalp krizi gibi hastalıkların her biri hareketsizlik ve ‘’metabolik sendrom’’ ile ilişkilendirilmiştir. Metabolik sendrom; (öğrencilerime çağımızın seri katili) diye tanımladığım, en çok can alan hastalıklarına zemin hazırlayan bir durumdur.

Hareketsiz yaşam; sadece metabolik sendroma zemin hazırlamıyor, yani sadece beden sağlığımızı bozmuyor, aynı zamanda endorfinleri (vücudun salgıladığı mutluluk hormonları diye tarif edebilirim) azaltarak isteksizlik, bezginlik, can sıkıntısı yani depresyona zemin hazırlayarak ruh sağlığını da bozuyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, beynin bedenin hareketlerini kumanda eden geniş bölgesinin de daha az çalışmasına sebep oluyor. İşte bu nedenle bunamadan korunmak ya da en azından bunamayı ötelemek için düzenli hareket öneriliyor. 

Çok çeşitli nedenlerle insan hayatı uzadı ve uzamaya da devam ediyor. Sonuç olarak yaşlı nüfusun sağlık meseleleri giderek daha çok görünmeye başladı. Benim kendi düşünceme göre her bir bireye kendi beyin sağlığını korumak üzerine daha çok görev düşmeye başladı. Ben çocukken benim şimdiki yaşımdaki kadınların çoğu, çoktan dul kalmışlardı, köşelerine çekilmiş sevdiklerine kavuşacakları günü bekliyorlar olurlardı. Şimdi bizim nesilde hala önümüzde yaşanacak uzun yıllar var gibi duruyor. Herkesin en çok korktuğu şey bizim kültürümüz için, hastalanıp de diğer insanlara yük olmamaktır. O halde kasıtlı olarak bunamamak için özel çaba sarf etmeliyiz.

Yani hareket etmek zorundayız.

Öyle evinin konforu içinde, mutfakta sağa sola devinip iki yemek karıştırmakla, köşedeki kahveye kadar yürüyüp arkadaşlarla tavla çevirmekle hareket yapmak olmaz.

Haftada en az 3 kez, en az 30 dakika olmak koşuluyla orta tempoda yürüyüş yapmak öneriliyor. Ben kendi aklımla bu yürüyüşün net bir şuurla (şimdi farkındalık deniliyor) yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü insan yürürken, eğer çok alışık olduğu bir güzergahı takip ediyorsa, ya da bir yürüyüş cihazında yürüyorsa, zihin, her zamanki çalışmasına devam ediyor.

Benim fikrime göre insan zihni şeytanın çalışma odasıdır, hiç boş bırakmaya gelmez, hemen her türlü melanet zihnin karanlık köşelerinden ortaya çıkıp serbest dolaşıma geçer. Yürüme zamanı yarım kalmış yaşam hesaplarının çözüm zamanı değildir, eğer bir çözüm gelecekse zaten kaliteli bir yürüyüş zamanından sonra sezgisel olarak gelecektir.

Ben yürüyüş yaparken son zamanların moda deyimiyle ‘anda kalmak’ için doğada yürüyüş yapma taraftarıyım. Çünkü toprak zeminde yürürken, bir ağaç köküne, taşa, hayvan dışkısına ya da hayvana basmamak için her adımına dikkat etmek zorundasın. İşte bu kendiliğinden (spontane) dikkat insanı, bir gemiyi suyun üzerinde sabit tutan bir çapa gibi, doğa içerisinde ve yaşadığı anda tutan bir şey.

Eğer bir metropolde yaşıyorsanız, en azından spontan dikkati her an etrafta bulundurabilmek için farklı yollarda yürümek bir çözüm olabilir. Böylece farklı mahalleleri de tanımış olur insan, çünkü içinde yaşarken, aparmanın yanındaki tarihi eserden  habersiz olabiliyoruz, yeni bir yerde böyle ayrıntılar fark edilecektir.

Evde kalmak zorundaysan gene de hareket etmek mümkündür. Yoga, anda ve bedende kalmayı sürekli hatırlatan bir sistem olduğu için önerebileceğim bir hareketlenme şeklidir. Şimdi sanal ortamda hatta sandalye üzerinde yapılabilecek ücretsiz yoga dersleri bulmak mümkün.

Zorunlu sosyal izolasyonun duygusal yoksunluk boyutunu en aza indirmek için, görüntülü konuşmalar ve toplantılar bir parça da olsa işe yarayacaktır diye düşünüyorum.

Yalnız geçen ilk bahar ayları boyunca tahminime göre ben dahil pek çok kişi, geçmiş travmalarının üstesinden gelme gayreti içerisindeydi. Mesela benim ve sınıf arkadaşlarımın çoğu, daha önce düşünmeye pek de fırsat bulamadığımız, gençliğimizi karartan terör olaylarının üstünden geçtik, umarım biraz olsun şifa bulmuşuzdur.

Önümüzdeki sonbahar ve kış ayları salgının daha da büyüyeceği çok açık, bu dönemdeki izolasyondan sağlam kafa ve bedenle çıkmak için çaba sarf etmek gerekecek. Sanırım artık geçmiş yaralarımızın üzerinde durmamız gerekmeyecektir.

Sonuç olarak herkes eğer şimdiye kadar yapmadıysa, aile büyüklerine görüntülü konuşma konusunda bir kurs versin. Bundan sonra artık konken partilerini bile sanal ortamda yapmanın çarelerini arayacağız.

Sanal ortam bize ayrıca uzaktan eğitim fırsatı da sunuyor. Ben kendime 2 farklı konuda eğitim programı buldum. Yani evde oturup kafamı körelteceğime, biraz sıkıntıya katlanıp yeni bir şeyler öğrenmeyi seçtim.

Yani önümüzde sanal ortamı tepe tepe kullanacağım bir dönem var. Vira bismillah diyeyim. 

BU YIL EYLÜL AYI, İNZİVA KIŞINA HAZIRLIK AYI OLDU

Hoşunuza gitmemekle birlikte, savaş üzerinize yazılmıştır. Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bakara suresi /216

Şimdi Eylül ayına girdik. Nedense hep hüzün, hazan gibi kelimelerle tarif edilir, ancak benim kendimce bütün yıl içerisinde en çok sevdiğim aydır. Uzun eğitim ve çalışma hayatım boyunca her zaman yeni bir eğitim yılına başladığımız ay olduğu için benim zihnimdeki takvimde yılın başı, yani başlangıçların ayıdır.

Aylarla ilgili şiir, şarkı gibi eserlerin çoğu Eylül ayı için yazılmıştır, çünkü renklerin çoğaldığı, doğanın uykuya geçme zamanının başladığı gizem dolu bir zaman dilimidir. Bazı yıllar bu araf zamanda yaz mevsimi devam eder, bazı yıllar ise ayaz başlar.

Eylül ayı, aynı zamanda çok çalışmanın ayıdır. Üzerinde yaşadığımız topraklar, insan neslinin toprağı işlemeye başladığı, yerleşik hayata geçtiği kadim topraklardır. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, genlerine işlenmiş bilgelikle bu ayı önlerindeki soğuk kış mevsimine hazırlık yapmakla geçirirler.

Bu ay hasat mevsimidir. Hasat edilen sebzeler kurutulur, salçalar, tarhanalar, bulgurlar, turşular, reçeller yapılır.

Balık avı mevsimi açılır. Balıkçılar için çok daha farklı bir anlamı var, ama benim için artık bol balık yeme zamanıdır.

Köyde yerleştikten sonra, Eylül ayı benim için de kışa hazırlık ayı anlamına gelmeye başladı. Elbette kendi çapımızda.

Bu sene belli ki salgın devam edecek ve sosyal hayattan oldukça uzak kalacağız, hatta muhtemelen işlerimi haftada sadece bir gün şehre gidecek şekilde ayarlayacağım.

Bu düşünceyle evde sıkılmadan, daha uzun zaman geçirmek için kendime yapılacaklar listesi hazırladım. Çünkü pandemi başladığından beri bahçede oldukça uzun zaman geçiriyorum ve bu beni bir hayli oyalayıcı bir uğraş oldu, hadi sonbaharda da birkaç iş yaptım diyelim, ama kışın bahçe işi yok. Hem de günle kısa, geceler ise bitmek bilmiyor. Bu zamanlarda yapılacak kaliteli iş lazım diyerek açık öğrenime başvurdum.

Son yıllarda ikinci üniversite adı altında, üniversite bitirmiş kişilerin sınavsız başlayabildikleri bir usul çıkardılar. Birçok arkadaşım felsefe, sosyoloji, fotoğrafçılık gibi bölümler okudu. Ben de her zaman içimde kalmış arkeoloji merakımdan ötürü kendime müfredatında bol, bol arkeoloji olan bir bölüm buldum, ona başvurdum.

Şimdi 5 yıldan beri emekliyim, daha dingin yaşamayı seçtim ya bu süreçte anladım ki, artık iyice tedavülden kalkmışım, zaman ve teknoloji akıp gitmiş ben ayak uyduramamışım.

Yıllar önce, bir ara gene uzaktan okumak istemiştim. O zamanlar henüz ikinci üniversite diye bir kavram yoktu, yeniden sınava girmiş, oldukça da iyi bir puan almıştım. Trabzon’daki büroya bizzat başvurmuş, kitaplarımı almış, hatta ilk yarıyıl sınavlarını başarıyla vermiştim. Fakat bundan sonra bütün sınav dönemleri benim kongre zamanlarıma denk gelmişti ve sınavlara girememiş, sonuç olarak okuldan atılmıştım. Zaten girdiğim bölümü de hiç sevememiştim.

Şimdi nasıl olsa kongre yok, bu yıl öyle geziye filan da gidebileceğimi sanmıyorum. Üstelik tam da istediğim gibi bir bölüm bulmuşum. Kendimce bu konuda tecrübe sahibiyim ya, işlere başladım. Anadolu Üniversitesinin, Çanakkale’de bir bürosuna gidip kayıt için neler lazım diye sordum, bir problem çıkmadıkça büroya gitmeme gerek yokmuş, bütün işler artık internet üzerinden hallediliyormuş.

Bu sanal başvuru bile ufkumu açtı, mesela vesikalık resmi nasıl sanal bir evrak üzerine yapıştıracağımı öğrendim. Ayrıca bunca yıl, hem en uzun tahsili yapıp, hem de hep Üniversitede çalıştığım halde çağ dışı kaldığım bir yazılım olan YÖKSİS i duydum. Benim üniversite mezuniyetim artık paleolitik çağda kaldığından, öğretim üyesi kimliğim bir yana diplomam bile sisteme kayıtlı değilmiş.

Büronun burada faydası oldu, mezun olduğun okulu arayıp, diplomanızın sisteme girmelerini isteyin dediler. Elbette Hacette öğrenci işlerinin telefonu sürekli meşgul çıktı. Ben de sınıfımızın muhtarı Ayşegül Tokatlı’yı arayıp, ondan rica ettim, anında kaydımı yaptırdı. Teşekkürler muhtarım.

Bu aşamayı da geçtikten sonra, bu kez bir türlü ödemeyi yapamadım. Sonunda kredi kartımın internet alış verişine kapalı olduğundan işlem yapamadığımı anlayıp, kartımı internet alışverişine açtım. Yani bu konuda da çağ atladım, gerçi bizim köye kargo gelmiyor, ama bir arkadaşın adresini vererek, internet alışverişi yapabilirim artık.

Eğitim her yaşta lazım demek ki, sadece başvuru yapabilmek böyle, artık okuyunca halimi düşünemiyorum.

Geçen ay bazı şeyler yaşadım. Bunlar için de birkaç sözüm var.

Başımıza gelen ve kötü olarak nitelediğimiz olaylar, uzun vadede hayırlı olacaktır.

Bir kapı kapanırsa, bu diğer bir kapıyı aramak için bir bakış açısı yaratır. Bir şeyi kaybedersen, geride kalan boşluğu farklı ve tamamen farklı bir şeyle doldurma seçeneği ortaya çıkar.

Yani hayatından gidene gönül rahatlığı ile hoşça kal deyip, gelecek olana yer açmak lazım.

Bu Eylül elimizden geçici süre ile de olsa giden sosyal hayatımızın yerine dolacak hayırların zamanı olsun.

Show Buttons
Hide Buttons