Monthly Archives: Ekim 2020

ZOR ZAMANLAR, ÜSTÜNE BİR DE BAŞ ROLDE URANÜSLE MAVİ BİR BOĞA DOLUNAYI, DNA’LARIMIZDAKİ ŞAMAN ORTAYA ÇIKTI

Bu yıl, artık şaşırmayı unuttuğumuz, her korkutucu olayı ‘ bu yıl, bu da olmasaydı şaşardım zaten’ diye göğüslediğimiz bir yıl oldu. Sanırım ileride, insanlık tarihi içerisinde, bizim yaşadığımız bu kısıtlı zaman diliminin en çok anılacak yılı bu yıl olacak, en azından tıp tarihi açısından böyle olacağını iyi biliyorum.

Çünkü bu salgın ve nasıl devam edeceği ve sonlanacağı konusu henüz meçhul, bu ve büyük olasılıkla gelecek yıldan salgın bilimi açısından alınacak bir sürü ders olacak.

Salgın başladığı günden itibaren, insanlık tarihine damga vurmuş diğer salgınlar dikkat çekti. Ancak bu deneyimlediğimiz salgın, önceki veba salgınlarına bir çok açıdan hiç benzemeyen bir salgındır. Damlacık yolu ile bulaşan bu boyutlarda salgının tek örneği, 100 yıl önce birinci dünya savaşında ortaya çıkan salgındır. Çünkü o zaman dünya savaşı dolayısıyla, daha önce örneği görülmemiş şekilde, kıtalar arası insan taşımacılığı ve ordu düzeni içerisinde toplu yaşam koşulları mevcuttu.

Dünya bu tarihten önce bu kadar sıkışık yaşamıyor, bu kadar uzaklara bu kadar yoğun insan dolaşımı olmuyordu, dolayısıyla damlacık yolu ile bulaşan bir viral salgının bu kadar hızla dünyayı dolaşması mümkün değildi.

Şimdi de hem çok kalabalık bir insan nüfusu var, hem de çok işlek bir insan dolaşımı var. Aslında bu yaşam şeklimizle, insanoğlu olarak, bulaştırıcılığı fazla, ölüm oranı düşük, damlacıkla bulaşan bir virüsün pandemi yapması için tam da uygun bir matriks oluşturuyoruz.

Bundan sonra da insan nüfusu en azından yakın gelecekte, azalma eğilimi göstermeyecek, şehirlerde toplu halde yaşamaya giderek daha da kalabalıklaşarak devam edeceğiz ve dünyayı giderek daha da bir birine yaklaştıran seyahat, ticaret alışkanlıklarımız da azalmayacak.

Sonuç olarak bir sonraki damlacık (hava yoluyla bulaş) pandemisi çok daha uygun bir ortamda, çok daha kolayca yayılacak. Çünkü virüslerin yaşam döngüsü böyle, onlar yaşamlarının devamlılığını sağlamak için, sürekli değişiyor( mutasyon).

İnsanoğlu evrim süreci içerisinde, en güçlü en dayanıklı tür olduğu için değil,  çevre koşullarına en iyi adaptasyon gösteren ve çevreyi kendi lehine (kısıtlı da olsa) değiştirebilen bir canlı olduğu için bu gün besin zincirinin tepesinde bulunuyor. Sonuç olarak bu salgın, gözlem yapıp bilimsel veriler ışığında gelecekteki salgınlar için başa çıkma modellerine ilham verecek.

Evet bu yıl işimiz sadece salgın olsaydı, belki de bu yılın uğursuz bir yıl olduğunu düşünmeyecektik, ama yıl boyunca meteor düşmesi dahil, her türlü doğal afetler de bir türlü hız kesmedi.

Dün, bizim de evde otururken ciddi derecede hissettiğimiz İzmir depremi oldu. Aslında bugün gerçekleşecek olan mavi dolunay, boğa burcunda, Uranüs etkisinde ve ülke astroloji haritasının çok stratejik bir noktasında olduğu için, astrologlar 31 ekim tarihi civarından kasım ortasına kadar deprem riskinin arttığını bildirmişlerdi. O nedenle, zaten bütün yıl boyunca ülkede neredeyse bütün fay hatları da aktif olduğundan deprem şaşırtmadı.

Beni asıl şaşırtan astrolojinin bu kadar iyi işlemesi oluyor. Çünkü bütün ömrüm boyunca, ‘burcun ne’ muhabbetlerine, kız tavlama taktiği ya da İngilizlerin ‘bugün yağmur yağıyor’ demesi kadar iletişim kurmak için boşluk doldurma sözleri olarak bakmıştım. Ancak son yıllarda yakın sosyal çevremde de astroloji ile ilgilenen bir çok kişi birikti, hatta eğer konuya bu kadar yabancı kalırsam giderek konuşmalardan bir şey anlamamaya başlayacağım diye korktum. Emekli olduğum yıl online bir eğitim bile aldım. Ancak o zaman bile pek de aklım yatmamıştı ama şimdi ne yalan söyleyeyim bu yıl en çok takip ettiğim kişiler astrologlar oldu.

Astroloji, gökyüzüne, yeryüzünden bakan ve gök cisimlerinin konumlarının daha önceki deneyimleri göz önüne alarak bizi nasıl etkileyeceğini tahmin etmeye dayalı bir yöntem.

İçinden geçtiğimiz zaman dilimi bize besin zincirinin tepesindeki konumumuza rağmen doğa karşısında ne kadar naif olduğumuzu kafamıza vura vura öğretiyor. Hal böyle olunca da doğa gözlemine dayalı ve ona zarar vermeyen her yöntem kabulüm. Hatta, günler geçip yaşım ilerledikçe, giderek  içimdeki şaman kendini daha fazla ortaya çıkarıyor. Bu dolunay anında biz de kendimizce bir toprak ritüeli yapacağız.

Tasavvufta, kuantum fiziğinde ve daha bir çok öğretide insanın ilahi gerçeğe ulaşabilmesi için kendi içine bakması gerektiği öğütlenir. Çünkü hem felsefi, hem de bilimsel olarak aslında bütün varlıklar gibi biz de evrenin materyalinin (fiziksel boyutta, enerjitik boyutta) bir parçasının yoğuşmuş (paketlenmiş) bir parçacığıyız. Bizi oluşturan her bir atom tanesi bizi çevreleyen ortamla sürekli değişim halindedir. Yani birkaç ay içerisinde şu anda içimizde var olan her bir atom değişmiş olacak.

Bu bağlamdan bakınca içimize bakmak gerçekten de ilahi hakikate ulaşabilmenin bir yöntemi gibi duruyor. Ancak insan duyum ve algıları bunu fark edebilecek düzeyde değil.

Galiba ilahi gerçeğin (bütün varoluş) sırrına ermek için içe bakmak kadar dışarı, bizi çevreleyen her şeye bakmak daha da  önemli. Çünkü en azından bu durumda 5 duyumuzu işin içine sokabiliyoruz.

Bu kadar laf kalabalığını yapmaktan kastım, bu dolunayda yapacağım gibi doğaya adanmış ritüellerin göründüğünden daha derin anlamlar taşıdığını anlatabilmek. Aslında doğanın bir parçası olduğumuz bilgisi DNA’larımızda mevcut. Atalarımızın her bir doğa olayı için başka bir tanrı düşünmeleri hiç de anlamsız değil. Modern insanlar olarak sadece her şeyin, her varlığın, tek şey, tek varlık olduğunu anladık. Hepsi bu. Yani mesela suya, toprağa, gökyüzüne yaptığımız bir niyet (ritüel) bütün evrene yaptığımız bir niyettir.

YABAN OTLU, NOHUTLU TEPSİ KÖFTESİ

Isırgan otu, halk arasında sağlık kaynağı olarak bilinen otlardan birisidir. Anneler (anneannem) her yıl nisan ayında ısırganların taze zamanlarında her yemeğin içine ısırgan karıştırır ve bu uygulamanın bütün yıl boyunca hastalıklardan özellikle de kanserden koruyacağına inanırdı.

Trabzon’da yemyeşil görünüşlü, mısır unlu ısırgan lapası yapılır. Her yıl mutlaka en az birkaç kez bu yemek şifa niyetine yenilir.

Ege bölgesinde ise haşlanarak, basit bir sosla yapılan salatası meşhurdur.

Bence ısırgan otunun tadı oldukça farklıdır, sadece ısırgandan yapılan yemeği hiç sevemedim.

Şimdi bahçemde bol miktarda taptaze ısırgan çıktı, ben de bunlardan bir deneme yemeği yapmaya karar verdim. Bu yemeği yaparken de tepside yapılan içli köfteden ilham aldım.

Bahçeye ısırgan toplama niyetiyle çıksam da yeni çıkmış şevketi bostan, kuş otu ve yabani semizotlarını görünce dayanamadım. Hepsinden birkaç dal topladım ve yemeğimde bu harmanı kullandım. Ne de olsa artık Egeliyim, keçinin yediği her otu yemem lazım.

Köftenin içi için yabani otları bol suyla yıkadıktan sonra, bir süre de beyaz sirkeli suda beklettim.

Teflon bir tavada küçük boy bir adet soğan, küçük parçalar halinde doğradığım havuçları biraz yumuşayana kadar soteledim. Daha sonra yeşillikleri de içine attım. Yeşillikler sotelenince iç malzeme gözüme oldukça az göründü. İç harcımın artması ve daha da renkli görünmesi için bir avuç haşlanmış nohut ekledim ( köftenin lezzetini çok daha üst seviyeye taşıdı).

Ben iç harcına sadece bir miktar tuz koydum, ancak acı biber ve muskat da çok güzel olur diye düşünüyorum.

İç malzemenin suyu iyice azalana kadar soteledikten sonra soğumaya bıraktım. Koyu yeşil, sarı, turuncu gök kuşağı gibi bir içerik.  Elbette eldeki malzemelerle farklılaşabilir.

Bu aşamanın en zor kısmı elbette ellerinizi haşlamadan ısırganları toplamak ve yıkamak olduğu için bu aşamalarda mutlaka kalınca bir eldiven kullanılmalıdır. Piştikten sonra ise kesinlikle o yakıcı özellikleri kalmıyor.

Köftenin dış kısmı için bir bardak köftelik bulgurun üzerine bir bardak kaynar su döküp, üzerini kapatarak bulgurun şişmesini bekledim. Şişen bulgurlara yarım bardak un, 2 kaşık biber salçası ve tuz ekleyerek yoğurdum. Köftenin hamuru da hazırlanmış oldu. Bu hamur içerisine de isteyenler köfteye yakıştırdıkları her türlü baharatı ekleyebilirler.

Hamuruma uygun bir tepsiye pişirme kağıdı serdim. Kağıdın üzerine bir kaşık domates püresi sürdüm.

Hamurun yarısını tepsiye koyarak üzerini bastırarak düzleştirdim. İyice soğumuş iç malzemeyi üzerine elimden geldiğince eşit kalınlıkta yaydım, üzerini de hamurun kalan yarısı ile kapatıp, elimle bastırarak düzleştirdim.

Yemeğe hiç yağ koymadığım için bu aşamada üzerine bir kaşık kadar tereyağını küçük parçalar halinde ekledim.

180 derece fırında 30 dakika kadar pişirdim.

Bence çok güzel bir görüntüsü olan çok hoş bir yemek oldu.

Evde kalan sebzeleri ve hatta az kalmış yemekleri tazelemek için de çok akıllıca bir şekil bulduğumu fark ettim.

GÖĞE BAKAN KOCAKARI, KASIM 2020

Sonbahar renklerinin tavan yaptığı, kış aylarının ayak seslerinin iyice yakından duyulduğu bir aya giriyoruz.

Hicri takvime göre hala Rebiülevvel ayında olacağız, 15 Kasım günü Akrep burcunda gerçekleşecek olan yeniaydan sonra, 16 Kasım günü, Rebiülahir ayına gireceğiz.

Bu ayın 30’unda ise dolunay günü, aynı zamanda bu yılın son ay tutulması meydana gelecek. Bu yıl ay düğümleri ikizler/yay eksenine geçti, dolayısıyla bu tutulma ikizler burcunda gerçekleşecek.

Kışın ayak sesleri iyice yaklaşacak diye boşuna söylemedim, yüzyıllardan beri Anadolu’da bu ay içerisinde de oldukça çok fırtına tarif edilmiş. Özel isim verilmiş bazı iklim olayları; 2 Kasım’da son kalan göçebe kuşların da göçme tarihi olan bu günlerde ‘Kuş geçimi’ fırtınası , 7 Kasım civarında Kasım fırtınası, 11/12 Kasım ise lodos fırtınası, mevsimsiz sıcaklar, pastırma yazı, 17 Kasım ‘Koç katımı’ fırtınası ve 28 Kasımda da özel bir isim verilmemiş ancak olması beklenen bir fırtına daha var.

Bu ay bağ ve bahçelerde yapılacak işler de az değil. Kışlık sebzeler ( bakla, bezelye, ıspanak, sarımsak vb) için ekim, zeytinler için toplanma zamanıdır. Bu ay toprak derince kazılıp önümüzdeki yaz ekimi için havalanmaya da bırakılabilir.

Kasım ayı balık açısından oldukça bereketli bir aydır, uskumru, lüfer, hamsi, barbun, mercan, levrek, torik gibi balıklar bulunur.

Orhun kitabelerinde çok bilindik bir mısra vardır; üze kök tenri, asra yağız yer kılındukta, ikin ara kişi ogli kılınmış. Yani yukarıda gök yüzü, aşağıda kara toprak yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış.

Gökte, yerde ve denizlerde olacaklardan sonra bu ay biraz da ‘kişiogli’ için yazmak istedim. Yaz aylarında biraz nefes aldırmış olan salgın sonbaharda olanca gücüyle yeniden bastırdı. Kış aylarında da böyle yüksek bulaş devam edecek gibi görünüyor.

Bu yıl tanıdığım pek çok emekli, yazlık sitelerindeki evlerine bir soba aldılar ve kışı da yazlıklarında geçirmeye karar verdiler. Çalışmak zorunda olmayan bu insanların bu kışı büyük şehirde geçirmeme kararlarını çok yerinde buluyorum. Geçen ilkbahar aylarında özellikle de bu yaş gurubuna sokağa çıkma kısıtlaması koyulmuştu, bu kış da benzer kısıtlamalar gelmesi çok mümkün. Bir apartman dairesinde oturmak bu yaştaki insanlar için çok ciddi hareketsizlik ve bu hareketsizliğin getirdiği sağlık sorunlarına sebep oldu. Yazlıklarında kalmaya karar veren bu nesil, nasıl olsa sobalı günlerin nasıl bir şey olduğunu biliyor, biraz soba nostaljisi yaparlar, belki biraz zorluk da çekerler ama  hem kalabalıktan uzak kalarak salgın hastalığa yakalanma risklerini azaltmış, hem de açık havada zaman geçirme  ve yürüme imkanı sayesinde ruh ve beden sağlıklarını korumuş olurlar.

Hepimiz bu sosyal izolasyondan bunaldık, ancak yapacak en iyi şey, telefon trafiğini artırıp, salgın sonrası için hayal kurmak gibi görünüyor.

DAMLA KENDİNİ TAMAMLAYINCA DAMLAR. KAN AYAĞIMLA, BU BLOGA ANILARIMI YAZARAK DAMLIYORUM

Özdemir Asaf hayranıyım. Daha doğrusu şiir yazabilen insanların hayranıyım. Şairler, insan türünün genelinden daha üstün ifade yeteneğine sahiptir, düz yazıyla 400 sayfada yazamayacağın bir düşünceyi işte böyle 4 kelimede yazarlar.

Oysa toplum genelinde, büyük çoğunluk birkaç yüz kelime ile konuşuyor, hatta son yıllarda konuşmuyor bile ‘aynen’ deyip geçiyor. Kalemle yazarken, üst satırda yazılmış bir kelimeyi alt satırda tekrar yazmamak için ‘denden’ işareti kullanırdık. İşte bu aynen kelimesi de anladığım kadarıyla sadece aynı fikirdeyim anlamında kullanılmıyor, bazen denden yerine geçiyor, bazen de sırf konuşmaya dahilim anlamında kullanılıyor, bazı kullanım alanları ise benim açımdan meçhul.

İstatistik dersinde ilk öğretilen şeylerden birisi çan eğrisidir. Bir değişkenin dağılımı bazen daha dik, bazen daha yayvan ters çevrilmiş bir çan şekline benzer. O değişkenin toplumda dağılımı büyük ölçüde ortalamaya ve birbirine yakın değerlerdedir, ancak çok küçük bir kısım çan eğrisinin üst ve alt ucunda bulunurlar.

Örnek verecek olursam,  bebekler eğer normal vaktinde doğmuşlarsa üç kilo civarında doğarlar, sınırı 2800/3200 gram yaparsak bebeklerin en a %50si, sınırı 2000/4000 gram yaparsak neredeyse %90ı bu sınırlar içerisinde kalır. Normal vaktinde doğduğu halde mesela 1800 gram ya da 5500 gram doğan bebek sayısı ise çok azdır, işte bu bebekler çan eğrisinin iki aşırı ucunda bulunan aykırı (!) bebeklerdir.

Kendini ifade etmek yeteneği de toplumda böyle çan eğrisi oluşturur. Aslında ‘kendini ifade etmek’ terimini yanlış kullandım, çünkü topluma seslenen çok önemli bir hatip bile sıra kendini ifade etmeye gelince duygusal ya da mental olarak kısıtlı olabilir. İfade yeteneği demek daha doğru olacak. Herhangi bir olayı, duyguyu, düşünceyi anlatırken şairler çan eğrisinin yüksek tarafından taşan aykırı insanlardır. İşte bu sebepten, büyük çoğunluğu aynen, aynen diyerek konuşmayan toplumlarda dahi, sadece kendi nesillerine değil, gelecek kuşaklara da seslenirler.

Özdemir Asaf ise tek cümlelik şiirler yazabilen, kendi kafamda çok farklı bir yere koyduğum bir şairdir. ‘Damla kendini tamamlayınca damlar’ yazabilen bir şair.

Bütün bu laf kalabalığını yapma sebebim şu; bu salgın gölgesinde geçen aylarda, sosyal mesafe kurallarına uyabilmek adına, arkadaşlarımla zaman geçirmeyi oldukça kısıtladım, seyahat etmeyi ise neredeyse sıfırladım. Bu durumda da haliyle canım sıkılıyor. Canım sıkılıyor dediğim herkes bana bir kitap yazmamı öneriyor. İşte bu isteğe toplu cevap veriyorum; damla kendini tamamlayınca damlar, ben herhangi bir konuda, bir kitap damlatacak kadar biriktiğimi hissetmiyorum. Öyle iki satır yazabilince, kitap da yazılabileceği kanaatinde değilim.

Bu bloğu yazarak kendimce damlama sebebim ise her zaman belirttiğim gibi, bir sivil tarih oluşturma sorumluluğu hissetmem. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Eğer yazmazsak, gelecek kuşaklar, bizim bu çağda, bu ülkede,bu şartlarda yaşadığımızı hiçbir zaman bilemeyebilir.

Ben kendim, bir kişi olarak insanlık tarihinde hiç de önemli değilim, ancak Türkiye Cumhuriyetinin daha ilk 100 yılında yaşamış bir kadın olarak kişisel tarihimin, bu toplumun sivil tarihinin bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Burada damlayarak, biz bu şekilde var olduk demek istiyorum.

Bundan sanırım 30 yıl kadar önce İngiltere’de bulunduğum sırada bana hep kuşku ile yaklaştılar, kendi ülkemde de bu şekilde başım açık, pantolonla gezip gezmediğimi sordular. Onların hayalindeki Türkiye, 1990lı yılların başında bile, kafaları sarıklı, ayakları çarıklı adamlar ve haremlerde nargile içip raks eden cariyelerden meydana gelmiş bir toplumdu.

Umreye gittiğim zaman, orada Endonezyalı bir kadınla tanışmıştım. Kadın kendi ülkesinde bir profesör idi, daha önce en az 20 kere kutsal topraklarda bulunmuş, neredeyse bütün tatillerini orada geçiren bir kadındı. Benim de profesör olmama ve İngilizce konuşabilmeme çok şaşırdı, hayretler içerisinde gerçekten Türk olup olmadığımı defalarca sordu. Çünkü maalesef ki onun daha önce tanıdığı kadın Türk hacıların eğitim seviyeleri son derece düşüktü. Onun kafasındaki Türkiye imajı da 30 yıl önce İngiltere’deki insanlardan pek farklı değildi.

Bunlara sinirlenmek yerine gerçeği kabullenmek lazım ve ne yazık ki gerçek şu ki, ben ve benim gibi yaşayabilen kadınlar çan eğrisinin uçlarında kalıyoruz. Bu toplumda hala kadınların büyük çoğunluğu, bir bireyden ziyade önce baba evinin, sonra koca evinin bir parçası (hatta malı) kabul ediliyor. Sonra da kadına karşı şiddetten, kadın cinayetlerinden söz edip şaşırıyoruz.

İşte bu ortamda bir kadın olarak cumhuriyetin kazanımlarını kayıt altına alma ihtiyacı duyduğum için yazıyorum.

Çalışırken hastalarıma, öğrencilerime karşı damlaya damlaya yağmur oldum, biriktirene göl oldum, emekliyken yaşam şeklimi gelecek kuşaklara damlatabilmek için bu bloğu yazıyorum.

Kitap yazmak çok daha farklı bir şey.

Bilmeyenler için not; ‘kan ayaklı’ demek Karadeniz bölgesinde yaygın olarak kullanımıyla ‘kadın’ demektir. Belki fazla koşturmaktan ayaklarına kan oturması gereken kişi anlamında ya da belki ‘gizemli’ aylık hormonal düzen ile kadın olmayı bağdaştırmak için kullanılmaktadır.

ESKİ ASİSTANIM DOÇENT OLMUŞ, BAKALIM ACABA NASIL HOCALARIN HOCASI OLUNUR, YA DA OLUNMAZ ?

Geçen gün eski asistanlarımdan biri daha arayıp doçent olduğunu haber verdi. Ona, ilk bilimsel yazılarını ben yazdırmışım, akademisyen olma isteğini benim sayemde edinmiş, tabii bunu duymak beni onurlandırdı.

Onun akademik hayatında başarılı olacağından eminim, ancak  madem bu konuda bana öykündü, o halde ardından gelen gençlerin (tabii ki çalışan, üreten, araştıran gençlerin)  yolunu tıkayan değil, açan bir hoca olmasını öğütledim.

Ne yazık ki, çalışma hayatım boyunca ‘ben profesörlüğe yükseltilmeden, sen doçentlik sınavına giremezsin’ koşuluyla yardımcı doçent alan ya da ‘bizim yan dal ihtisasımız yok, şimdi size yan dal yaptırsak başımıza hoca kesilirsiniz’ diyerek, yardımcı doçentlerin yan dal ihtisası yapmasını engelleyen, hiç ihtiyaçları olmadığı halde, bölümden çıkan her yayında, kendi emeği olmasa da ilk isim yazılmak isteyen hocalara sıkça rastladım. Üniversitede bir gruplaşma olduğunda, kendi kanadında yer alır düşüncesiyle, kendi politik inanışına yakındır, ya da kendi kasabasının çocuğudur diye yetersiz, yeteneksiz, dar kafalı insanları üniversiteye dolduranları ise daha farklı bir gözle irdelemek lazım.

Sanırsın ki bu kürsüler babalarının malıdır, ardından gelenler akademik açıdan daha başarılı olursa taht elinden gidecek. Oysa tek tek kişiler değil, kurumlar/ üniversiteler önemlidir. Sonuç olarak ister kimse benden daha üstün olmasın düşüncesiyle olsun, ister politik olarak bana yakın dursun düşüncesiyle olsun, kapasitesi kısıtlı gençleri tercih etmek, ya da gençlerin heves ve çalışma alanlarını kısıtlamak, üniversitenin yerinde saymasına neden olur. Oysa üniversitelerden bilimsel atılımlar, toplumda fikir öncülükleri, yenilikler beklenir, doğal olan budur. Üniversiteleri yerinde sayan ülkeler yerinde sayar.

Bence kendinden sonra gel gençlerin yolunu tıkayan hoca, kendine güveni olmayan hocadır. Kürsümdeki gençler neden benim gölgemde kalsınlar, neden beni takip etsinler ki, önümde koşsalar ve bu sayede kürsüyü, dolayısıyla beni de daha ileri çekseler daha iyi olmaz mı? Böylece kurum genç enerjiyle, giderek daha ileri bir noktaya taşınır. Ben de onların başarısından hocaları olarak nasiplenir, keyif alır, ‘bu yayın benim öğrencimin çalışması’ diye hava bile atarım. 

İhtisas yapmakta olan genç doktorlardan bazıları, eğitim ortamından etkilenir ve akademisyen olmaya heveslenir. Bence özellikle üniversite hastanelerinde ihtisas yapmakta olan doktorlara sadece uzman olma yolunda değil, akademisyen olma yolunda da formasyon vermeye gayret etmek gerekir.

Ben kendim, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanı olup, mecburi hizmet için kura çektim ve hiç niyetim olmadığı halde yeni kurulmakta olan Fırat Üniversitesinde akademisyen olmak zorunda kaldım. Bu kuranın ayrıntılarını daha önce defalarca yazdım. Kısmet neyse onu yaşıyor insan.

İhtisas sınavına girerken artık okumaktan, ders çalışmaktan, sınavlara girmekten usandım, okuma yazmayı bile unutacağım, şampuan etiketi bile okumayacağım diyordum. Şimdi gerçekten market alışverişi yaparken hiç etiket okumam, ama o günden beri girdiğim sınavların sayısını unuttum. Şu anda bile açık öğretim ikinci üniversite okuyorum.

Ben hiç düşünmediğim halde bir kura çekerek akademik hayata adım attım. Eğer Hacettepe Üniversitesinde bu kadar kapsamlı bir eğitim almamış olsaydım, asla çocuk ana bilim dalında tek öğretim üyesi olarak o ilk yıl yaptığım çalışmaları yapamazdım.

İşte, iş hayatımın o ilk yılında okulumun bana verdiği akademik formasyon o kadar hayat kurtarıcı oldu ki, ben de bu formasyonu kendi öğrencilerime vermek istedim.

İş hayatımın hemen tamamında, fakülte eğitim kurullarında, akreditasyon çalışmalarında seve seve görev aldım ve canla başla çalıştım. Mezuniyet öncesi dersliklerde hangi dersler anlatılacağı ve saatleri zaten bellidir. Anlatılacak dersin içeriği ve verilecek bilgileri güncel tutmak ise, sadece tıp eğitiminin olmazsa olmaz bir gereği değil, aynı zamanda hocanın kendine ve öğrencilerine gösterdiği saygının göstergesidir. Öyle ders notu bir kere hazırlanıp, yıllar boyunca tekrar, tekrar anlatılamaz, çünkü verdiğiniz bilgiler eski kalır.

Genel olarak ders içerikleri ve saatleri konusunda amfi dersleri şanslıdır. Asıl mesele çocuklar stajlara geldiğinde başlar, burada da genellikle dersliklerde işlenen dersler daha düzenli giderken, hasta başı pratiklerde ipe un serilir. Hocanın, hasta yükü oldukça ağır olduğu için, vizit, hasta bakımı, ya da ameliyat gibi hasta işlerini yapar, ya pratiğe gitmez, ya öğrencileri bir asistana devreder ve öğrenciler çoğu pratik saatlerini kantinlerde geçirir. Tabii hasta yükü çok ağır, ancak öğrencileri mesela vizite katmak, asistanla hasta konsülte ederken, intörne de neden bunu böyle yapacağını anlatmak da, programsız olsa da oldukça etkin ve öğrencinin ufkunu açan bir eğitim yöntemidir. 

Asistan eğitimi ise daha da çok gümbürtüye giden bir şeydir. Çünkü genel olarak asistandan hasta işi yaparken öğrenmesi beklenir, oysa o da hala eğitim sürecindedir.

Ben kendi hayatımdan aldığım örnekten yola çıkarak hem genel pediatri eğitim programını, hem de endokrin yandal eğitim programını hiç aksatmadan sıkı sıkıya takip ettim. (Aslında son yıllarda artık ihtisas eğitimlerinin de mezuniyet öncesi tıp eğitimi gibi, ülke genelinde standardize edilme gayretleri var.)

Ben, Ana bilim dalı başkanı olunca, kürsünün eğitim düzeyini ileri taşımak amacıyla ilk iş, bütün ana yandal kürsülerini resmi olarak kurup, öğretim üyelerinin yan dal ihtisaslarını resmi olarak tamamlamasını sağladım. Tabii bu iş yazdığım kadar kolay olmadı, 6 yıl boyunca o zamanlar yandala henüz sınavla girilmediği için önce yanına adam göndereceğim hocayı ayarlamak için bin bir dil döktüm, sonra da yandala gönderdiğim herkesin işi yükünü kendim üstlendim. Bu arada Dr. Nilgün Kurucu’ya özel bir teşekkürüm var, çünkü hematolog arkadaşımızın işini o yüklendi, bunun dışında başka hiç kimseden tek kuruşluk yardım görmedim. Şimdi ise, KTÜ Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı ana bilim dalının hemen bütün yandal bilim dalları mevcut. Her türlü hastanın derdine daha üst düzeyde çare olunabiliyor, öğrencilere daha çağdaş yöntemler gösterilebiliyor. Demek ki o sıralarda gençlerin yolunu açmam ve o kadar sıkıntıya girmeme değmiş. Şu anda, görevimi yerine getirdim diye gönlüm rahat.

Ana bilim dalı başkanı olunca sadece öğretim üyelerinin eğitimlerine yüklenmedim. Asistanlarımız zaten oldukça yeterli bir eğitim programı uyguluyorduk, ben de kendi dönemimde onların en az bir genel pediatri kongresine bildirili bir şekilde gitmesini ve bir de yayın yapmasını şart koşmuştum. Hepsi kongreye bildiri ile gitmeyi sevdiler, ancak yazı yazmayı pek azı sevdi. Yazı yazmayı sevenlerin çoğu da akademisyen oldu, şimdi pek çok üniversitede öğrencim var. Hocaların hocasıyım.

Zaten benim dönemimden önce de asistanları kendi eğitim süreçlerinin aktif birer katılımcısı olmak zorunda bırakıyorduk. Hepsi en az birkaç kez vaka sunumu yapmak, makale ve konu anlatmak zorundaydılar. Yani bir sunum yapmanın, bir topluluğa bir konuyu enikonu anlatmanın bütün inceliklerini öğreniyorlardı. Böylece aslında onları sadece bir pediatri servis ve polikliniğinin sorumluğunu üstlenecek şekilde yetiştirmiyorduk, aynı zamanda birer eğitimci olabilecek donanımı da kazandırmaya çalışıyorduk. Böylece asistanlarımız, gittikleri başka üniversitelerde de ders anlatma konusundaki becerileriyle hocalarının gözlerini doldurmayı başardılar.

Birlikte çalıştığınız insanların yolunu açın, önlerinde engel olmayın. Başarıyı sizin desteğinizle kazansınlar, size rağmen değil. Ancak desteklediğiniz kişiden de he durumda size boyun eğmesini beklemeyin, çünkü aslında kişiye değil kurumun geleceğine yatırım yaptınız.

Doktor olmanın hele ki, akademisyen bir doktor olmanın bence en önemli kamplikasyonu da bir türlü emekli olamamaktır.

Galiba en iyi yaptığım şeylerden biri de vakitlice emekli olmak oldu. Dün sınıf arkadaşlarımızdan birini daha kaybettik, çok üzüldüm. Demek ki henüz sağlığın yerindeyken, birkaç yıl da kendin için yaşamak üzere emekli olmayı bilmek lazım.

Şimdi emekli bir hocaların hocası, bir ikinci üniversite öğrencisi, kendi çapında bir çiftçiyim.

Show Buttons
Hide Buttons