Category Archives: Genel

BAYRAM, BAYRAM GİBİ DEĞİLSE, O HALDE AÇILSIN ANI SANDIKLARI, GELSİN ESKİ KURBANLAR, ZİYARET KÖŞE KAPMACALARI, SÜT HELVASI TARİFLERİ

Kurban bayramı deyince aklıma Pazar’daki büyük evde geçirdiğimiz bayramlar geliyor. O zamanlar kurban evin hemen yanında kesilirdi. Birkaç gün önceden alınan hayvan, kurbana kadar beslenir, o gün usta bir kesici tarafından besmeleyle kesilirdi. Hayvanın başını yukarı kaldırırlar ve tek hamlede canı çıkacak şekilde boğazını keserlerdi. Nedense biz çocuklar da bütün kesim işlemini izleyebiliyorduk.  O küçük yaşımda aklımdan pek çıkmayacak sahneleri görmüş oldum böylece.

Usta kesicinin en iyi becerdiği şeylerden biri de hayvanın derisini kesmeden yüzmekti. Bu işlemi bir kere gören bir daha kolayına unutamaz. Bir başka ustalık göstergesi de iç organları deşmeden bulaştırmadan çıkartmaktı.

Annelerin (anneannem), işkembeyi evin önündeki çeşmeden uzun uzadıya yıkayıp temizlediğini de net bir şekilde hatırlıyorum.

Daha sonraki yıllarda bu kesim işlemi evden uzaklaştırıldı.

Her kurban sabah saatlerinde Teyzecim (MUKE Teyzem) kurban etinin eve varmasını bekler (yanılmıyorsam o gün de oruç tutardı/ zaten her fırsatta oruç tutardı/ bana sorarsanız en az 20 ömürlük oruç tuttu), et gelince de kurban merasimleri başlardı.

Öncelikle o gün mutlaka kavurma yapılır, ev buram buram kavurma kokardı (Ben hala taze pişmiş kavurma yiyemem).

Aynı gün kalan kurban etinin çoğu dağıtılırdı.

Sakatatlar ise dağıtılmaz, eve kalırdı, bizde sadece ciğer ve işkembe yendiği için pek çoğu atılırdı. Uzakta kesim başladıktan sonra eve sakatatlar kasaba kalıyordu.

Kurbanda aile ziyaretleri ilk gün ancak akşama doğru başlayabiliyordu. Bizim aile de oldukça geniş olduğu için, aile büyüklerinin yaşadığı, bizim ev dahil, mutlaka gidilmesi gereken birkaç ev vardı. Bayramlarda her eve, şehirlerde yaşayan gençler de gelmiş olurdu. İlk günler her evden gençlerin bir kısmı gelene hizmet için kalır, diğerleri ziyaret seferlerine çıkardı. İlk gurubun turu tamamlanınca eve döner, hizmet nöbetini devralır, evin kalan gençlerini ziyarete yollardı.

Böylece ilk ziyaret turu tamamlanır, daha sonra orta yaş ekibi sokağa dökülürdü. Bazen bir eve gittiğinizde, o evin, evde bulamadığınız sakinleri aynı anda sizin evde ziyarette olurlardı. Böyle köşe kapmaca yaptığınız insanlarla bile bir şekilde bir yerlerde karşılaşırdınız. Sonuç olarak bu birkaç gün içinde herkesle görüşülmüş, bayramlaşılmış olurdu.

Asıl mesele her evde bayramlık ikramlar idi. Çikolata tutulur, kahve yapılır, yanında mutlaka ev açımı baklava, süt helvası, börek gibi bir tabak daha olurdu. Bazı evlerin özel ikramı vardı, mesela Beylikte hamsili ekmek olurdu, Fazile Teyzede limonata, Gabada ise kurabiye. Yani bir bayramı şeker komasına girmeden atlatmak, şimdiki şartlarda pek mümkün değildi, ama o zamanlar insanlar her evde koca koca baklavaları mideye indirip, hiçbir şey olmadan bayramı geçirebiliyordu. (Aile evlerinin ve mezarlıkların lokasyon isimleri var, belki Sermin’den yardım alıp bu evleri ve ev halklarını da yazarım).

Bizim evde ise annemin ölümünden sonra bu bayram ikramlarından baklava kaldırılmıştı. Sadece kahve çikolata ve süt helvası ikram edilirdi. Bizim evin süt helvası gerçekten çok güzel olurdu, ayni Kızkulesi spesiali de süt helvası diyebilirim.

Süt helvası, benzerini sadece İskoçların yaptığı çok özel bir tatlıdır. Yıllar önce Elazığ’dayken İskoç İngilizce öğretmenimiz bizim geleneksel tatlımız diye bizim süt helvasına çok benzeyen bir tatlı yapmıştı.

Süt helvasının da belki bir gün unutulacağını düşünerek buraya bizim ve İskoç kadının tarifini vereyim.

Bizim tarif oldukça zor bir tarif.

Sadece süt ve eşit miktarda şeker ile yapılıyor. Sütü ve şekeri aynı anda tencereye koyarak karıştırarak kaynatıyorsunuz. O kadar uzun kaynıyor ki miktar yarıya düşüyor. Bundan sonra bir anda kıvam değişiyor. İşte bütün mesele bu anı yakalamak, çünkü daha fazla kaynarsa renk bozuluyor.

Helvanın olduğunu anlamak için bir kaşık dışarı alınıp, test edilir. Bazen de suya dökülerek test edilir.

Kıvam alınca tencerenin içinde tahta kaşıkla karıştıra karıştıra bayağı lokum gibi bir kez daha kıvam aldırılır. Bu karıştırma işlemi helva artık koyulaştığı için daha da zor olur. Karıştırırken bir miktar soğuyan helva artık tepsiye dökülür.

Bir gece bekleyince kare şeklinde kesilir.

Tadı süt reçeli diye satılan şeye benzer, ama çok daha tatlı ve güzeldir.

İskoç kadının yaptığında ise süt ve şeker bir miktar da un ve tereyağı koyularak kaynatılıyor, son anda içine karışık kuru yemiş atılıyordu. Böylece kıvam alması çok daha kolay oluyordu. Diğer aşamalar ise karıştırma kısmı çok daha kısa olacak şekilde aynı idi. Elbette tadı bizim süt helvasından biraz daha farklı ama oldukça benziyordu.

İkramın da bayramlara özel bir ritüeli vardı.

Gümüş bir tepsi üzerinde, iki gümüş şekerlik bulunur, birine  çikolata, diğerine süt helvası doldurulurdu. Gelen misafirler maratona girmiş gibi birkaç evi ziyaret etmiş, bir kaçını da edecek olduklarından çok oturamayacakları bilinirdi. Böylece koltuklara oturur oturmaz, önce bu tepsi dolaştırılır, kahve isteyip istemedikleri sorulurdu.

Bizim evde çikolatanın yüzüne kimse bakmaz, süt helvası ise çabucak biterdi.

Ben de bayramlarda Pazar’a giden ekiptendim. Giderken Trabzon’dan tatlılar, börekler, çikolatalar götürürdüm. Son yıllarda Meydan’da, renk renk, çeşit çeşit meyve pestilleri satılmaya başlamıştı. İnsanların artık günde 10/15 dilim baklava yemekten burunlarından şeker soluduklarını bildiğim için değişiklik olsun diye bu pestillerden götürmeye başladım.

Pestilleri sıra sıra büyücek tepsilere dizip, onu ikram etmeye başladık. Süt helvası kadar rağbet gördü, son birkaç bayramda hep pestil ikram ettik.

Geçen sene ilk defa ben de süt helvası denedim ve tutturdum. Bu yıl Çanakkale’de çok güzel browni yapan bir işletme keşfettim. Ona browni yaptırıp lokum büyüklüğünde kestirdim, tabii sosyal izolasyon devam ediyor, eve gelen giden yok, hepsini biz yedik.

Umarım bundan sonra bayramlar, telefonla değil, eskisi gibi yüz yüze bayramlaşmalı olur.

Süt helvası olmasa da helva helvadır

YÜREĞİM ŞİŞTİ, HER GÜN BİR ORMAN YANGINI, HER GÜN BİR KADIN CİNAYETİ, NE OLUYOR YA HUUUU?

Bu son 2 hafta içinde, yakın çevremde 2 ayrı orman yangınına şahit oldum. Önce, Gelibolu yarımadasında,  neredeyse tüm gün süren bir yangında, toplamda 450 hektar orman alanı yandı. Bu yangın, bizim evin tam karşısında çıktı, güneye ve batıya doğru genişledi. Çaresizlik içerisinde, bütün öğleden sonra dumanların yayılışını, gece olunca alevleri ve bütün bu süreç boyunca yangın helikopterlerinin çalışmasını seyrettik.

Dün ise bize 10 kilometre uzaktaki köyde, 10 hektar alan yandı. Bu kez yangın değil ama yangın uçağının manevra alanı görüş alanımızdaydı. Galiba, Rusya’dan alınmış bir uçakmış, görünüşte normal bir ufak uçağa benziyor, fakat fonksiyonu çok faklı, bir martı gibi denize iniyor, karnını kıyıdaki sığ sulara iyice yaklaştırıp, belki de suyla direk temas ederek içine su alıyor. Hızla denizden kalkıp, suları havada saça saça yangın alanına gidiyor ve bir seferde, birkaç yangın helikopteri kadar suyu alana boşaltabiliyor. Bu uçak ve birkaç tane de yangın helikopteri çalışarak, birkaç saatte yangını söndürmeyi başardılar.

Bu ikinci yangın büyük olasılıkla, tarladaki otların yakılması sonucunda çıktı, çünkü yanan bölgenin çoğu buğday tarlasıydı. Normalde buğdayların önce başakları toplanıyor, sonra sapları hayvanlar için balya haline getiriliyor. En sonunda tarlalar neden yakılıyor pek anlayamadım, çünkü zaten geride çok fazla bir şey kalmıyor. Gerçi burada otlar benim alışık olduğum şekilde çürüyüp toprağa karışmıyor, neredeyse fosilleşip urgan gibi toprakta kalıyor, ama yakmanın mantığını gene de çözemiyorum, çünkü kimse toprağı elle kazmıyor, makineler kullanılıyor, bu durumda bir sonraki mevsimde kalan saplar da toprağa karışır diye düşünüyorum.

Bölgede kızılçam ormanları var. Çam ağaçlarının reçineleri güneşte prizma gibi davranıp kendiliğinden yanabiliyorlar,  üstelik kozalaklar birer el bombası ya da maytap gibi patlayarak yangını aniden çok uzaklara fırlatabiliyor. Gelibolu’daki yangında bu kozalak patlamalarını videoya çekip, gökten yangın bombası atıldı diye yayınlayanlar oldu. O yangın insan eliyle mi çıktı, yoksa kendiliğinden mi bilemiyorum.

Sonuç olarak çam ormanları zaten yangına karşı çok hassas, bir de insan eliyle çıkan yangınlar olmamalı. Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla, kendiliğinden çıkan yangınların ekosistemde çok da büyük bir hasar bırakmıyor, yere düşen kozalaklardan ağaçlar kısa sürede yeniden büyüyor. Yani doğal yangınlar bir çeşit ormanın yenilenme mekanizması gibi de görev yapıyor. İşte bu noktada da yanan orman alanına insan eli değdirmemek, açılan alanda tarım ya da yerleşim yapmamak gerekiyor.

Benden sonra Trabzon’dan, Çanakkale’ye yerleşen bir arkadaşıma, esprili bir slayt gösterisi hazırlamıştım. İlk slayt Trabzon’dan, Çanakkale’ye gelmek 61den 17ye diye başlayıp, her bir slaytta mesela hamsiden, sardalyaya/ Sümeladan Truvaya/ karalahanadan, karalahnaya gelmektir gibi devam ediyordu. O slaytlardan birinde de köknar ormanlarından, meşe/kızılçam ormanlarına gelmektir gibi bir şey yazmıştım. O slayt, ne yazık ki, zihnimde yağmur ormanlarından, yangın ormanlarına gelmektir diye değişti, çünkü her yaz büyük küçük birkaç orman yangını çıkıyor.

Bizim köy bir orman köyü. Yüksekçe bir tepede orman işletmesinin gözetleme yeri var. Duman izliyorlar ve en ufak bir duman görünce hemen helikopter kaldırıyorlar. Bu durumda nasıl oluyor da bu kadar sık yangın çıkıyor, anlayamıyorum.

Bir de bu memlekette nasıl oluyor da bu kadar sık kadın cinayeti işleniyor, bunu da anlayamıyorum.

Bugün gene bir kadın cinayeti haberi aldık. Hemen her gün bir kadın cinayeti işlendiği için artık bu cinayetlerin haber değeri kalmadı. Gene de bazı cinayetler bir şekilde daha çok dikkat çekiyor, bugünkü de onlardan biriydi.

Çok genç ve hayat dolu bir kız öldürüldü. O kızın yaşındaki halimizi düşünüyorum da biz kendine güvenen, tuttuğunu koparan, aklına koyduğunu başaran, kendini ifade etmekten asla çekinmeyen, mağrur bir nesildik. Şimdi, nasıl oldu da ya da ne oldu da, kadınları maktul, erkekleri katil bir nesil meydana geldi? Kadın cinayetleri her nesilde vardı, şimdi sadece daha kolay duyuluyor da olabilir. İyi de, toplumda her konuda değişiklik oluyor, bir tek bu konuda mı işler hiç değişmeyecek?

Aslında geçen hafta çok daha dikkatimi çeken başka bir cinayet haberi vardı. İki kız kardeş, kendi öz abileri tarafından öldürüldü. Bu kızlar yıllar boyunca abilerinin cinsel tacizine maruz kalmışlar, sonunda biri hamile kalıp da işi annelerine söyleyince de öldürülmüşler. Kızın karnındaki çocuğa DNA analizi yapıldı, babası annesinin abisi çıktı. Yani bebeğin dayısı olması gereken adam, babası çıktı. Aslında galiba dünyanın çivisi çıktı.

Kadın öldürmek, içinde ne tür bir duygu barındırıyor, ne tür bir itki ile gerçekleşiyor bilemem, ama çok açıktır ki hayata, geleceğe karşı bir düşmanlıktır. Nedense failleri haklı çıkarmaya yönelik (yok tahrik var, yok açık giyindi, yok tutku, yok öyle böyle) söylemlerin hiç birine itibar etmek mümkün değildir.

Bu yazıları geleceğe bir mektup olarak yazıyorum. Biraz daha gayretle kadınları toptan yok edersek, zaten okuyacak kimse kalmayacak. O zaman mesele yok, biz olmasak zaten gezegen kendi yaralarını sarar. Peki, ya dünyayı ormansız bırakırsak? Gelecek nesiller, bizden, bizi neden ormansız, oksijensiz bıraktınız ve tertemiz bulduğunuz koskoca gezegeni, nasıl bu kadar kirlettiniz diye hesap sormaz mı?

KORONA GÜNLERİNİN PEK DİLE GETİRİLMEYEN BİR YAN ETKİSİ; UYKUSUZLUK

Korona günlerinde bir çok kişi gibi ben de uykusuzluğun dibine vurdum. Zaten uyku düzenim mesleki deformasyon diyebileceğim şekilde çok bozuktur, son birkaç aydan beri iyice tuhaflaştı. Artık uykum bana ait değil, ya beni aldatıyor, başkalarına kaçtı, ya da artık bana hiç sevgisi kalmadı,  kendi otonom iradesine göre şöyle bir uğrayıp kaçıyor. Ve bu işleyiş bedenimin ihtiyaçları ile örtüşmüyor.

Bari bu vefasızla ilgili birkaç anımı sıra gözetmeksizin yazayım. Çünkü uyku düzensizliğinin modern hayatın getirdiği çok yaygın bir durum olduğuna inanıyorum. Bundan bir asır önce insanlar güneş ışığına göre günde 8/12 saat uyurlarmış. Belki bundan 100 yıl sonra bu yazdıklarımı okuyan biri olursa nasıl yani günde 3/4 saat uyuyup, sonra da uyuyamadım mı diyorlarmış diyecekler. Onlar belki de bir saat uyuyacaklar.

Elbette her zaman uyku problemi çekmedim, çocukluk ve gençlikte gayet düzenliydi. Ömrüm boyunca hafta sonları dahil erken yatıp, erken kalktım.  Sabah uykusu başımı ağrıtır, üstelik sabah saatleri günün en verimli ve keyifli zamanıdır.

Mesela Elazığ’da mecburi hizmet yaparken, 3 yıl boyunca, gece 23/24 gibi  yattığım halde her sabah güneş ışığının gözüme vurmasıyla cin gibi uyandım. Sabah 4/5 gibi uykumu tamamen almış olarak yataktan fırlayıp, bütün günlük işlerimi yapar, evle hastane arasındaki birkaç kilometreyi yürür ve saat 8’de odamda olurdum.

Bu durum çok verim artırıcı bir şey gibi görünse de aslında 3 ay sürecek olan ilk ve en ağır insomnia günlerinin ayak sesleriydi. Bu zor zamanımı daha önce yazdığım için tekrarlamayacağım, ama gittiğim psikiyatrist bana yüksek sesle uykuma sövüp bu gece de uyumasam ne olur ki diyerek yatmamı önermişti ve bu öneri gerçekten de işe yaramıştı.

Tanıdığım bir çok kişi gece bir türlü yatamayıp ise, sabah da kalkamıyor. Bu tip insan da sabah saatlerini hiç sevmez, hafta sonu çok geç saatlere kadar uyur.

Fakülteden arkadaşım Semra Uğurgelen, tam da bu ikinci guruptandır.  Bir gün saat 15.30’da arayıp, kahvaltı yapmakta olduğunu öğrenince ne söyleyeceğimi şaşırdım, çünkü ben tam da o sırada geç öğlen/erken akşam yemeği yiyordum.

İkimiz birlikte Rodos adasına gittiğimizde, bu karşıtlığı olanca haşmetiyle yaşadık. Semra’ya sorsan, her akşam daha güneş batmadan henüz sirtaki bile yapmamışken otele döndük, bana sorsan gece yarılarına kadar sokaklarda dolaştık.

Sabahları ise ayrı bir mesele, ben uyanıp, bütün sahili dolaşıp, hatta denize girip, geri dönüp artık Semra’nın uyanmayacağına karar verip kahvaltımı yaptıktan sonra, hanım ‘bu sabah erken kalktım’ diye gözünü ovarak aşağı indi.

Gene bu uykusuzluk dönemlerimden biriydi, o kadar uykusuz kalıyorum ki her gün şikayet halindeydim.  Tam da bu dönemde Gülay Karagüzel ile Hindistan gezisine gittik. Geziye çıktığımız gün, daha uçakta uyumaya başladım, bütün gezi boyunca her gece horul horul uyudum.  Zavallı kızcağız her sabah, hani uyuyamıyordun diyerek beni zorlukla uyandırdı. Bu geziden sonra  uyku problemim olduğuna asla inanmadı.

Uzak geziler bir çok sebeple uyku düzenini bozarlar. Bunlardan en iyi bilineni jetlag etkisidir, bu durum günlük belli bir ritimle salgılanan hormonların ritminin bozulması sonucunda meydana gelir ve normaldir. Ancak gezilerde uykuyu bozan pek çok başka sebep de var. Yol yorgunluğu olur, gündelik hayatından daha farklı hareket düzeni, yeme içme düzeni, hava değişimi gibi sayısız etken var.

Yurt dışında pek çok mesleki kongreye katıldım. Bu kongrelerde akşam yemekleri genellikle çok geç saatlere kadar kayar ve aşırı yemek yenilirdi. Bu yemeklere hiç katılmayarak yani çok geç saatte, çok dolu bir mideyle yatmayarak uykuma saygı göstermeye çalışırdım.

Ancak her zaman kendini koruyamıyorsun.

Asistanlığımda bir hafta sonu nöbetinde, Cumartesi olduğundan eminim, ben gene servis 35’te nöbetçiyim. Gene diyorum çünkü normalde servislerde çalışma süresi kıdemlilik dahil en çok 3 aydır, ben 35’te 6 ay filan çalıştım.

Neyse lafı uzatmayayım, o gün nöbet çok sakin geçiyor, sadece rutin birkaç iş yaptım, neredeyse bütün gün oturdum. Hiç unutmam Elif Dağlı acilde nöbetçi, gece 11 gibi telefon etti, nöbetimin nasıl geçtiğini sordu, çok rahat geçiyor deyince de iyi madem seni  sabahlatacak bir hasta gönderiyorum dedi. Saat 12 olmadan kapıdan içeri solunumu durdu, duracak, bilinci tamamen kapalı bir hasta soktular.

İlk bir iki saat hastayı entübe et, solunum cihazına bağla, hikaye al, muayene et, ilaçları başla derken oldukça yüksek aksiyonla geçti. Sanırım çocuğun göz bebeklerinin durumu nedeniyle zehirlenme düşünüldü. Fosfor ya da barbitürat olabilirdi. Baş asistan öncelikle fosfor düşünerek, 15 dakikada bir atropin enjeksiyonu ve yakın takip önerdi.

Yatağın yanına bir tabure çektim ve sabah kadar çocuğa atropin yaptım. Bir ara fark ettim ki, tıstıstıssss sesiyle başım kalkıp iniyor, meğer başım çocuğun üzerinde uyumuşum. Saate baktığımda son atropinden şu ana kadar 20 dakika geçmişti ve ben hala o 20 dakikanın ne kadarını uykuda geçirdiğimi bilmiyorum, ama eyvah ilacı geciktirdim diye fırlamıştım.

Tam da o anda başasistan (sabah saat 6/7 filan) servise gelip de hastayı sağ, beni ayakta görünce çok sevinip, sen yaşattın hastayı diyerek beni övmüştü. Abi bu çocukta hiçbir değişiklik yok, muhtemelen fosfor zehirlenmesi değil dedim, tamam ben EEG’yi açtırayım da bakalım barbitürat etkisi var mı, sen gene de o saate kadar atropine devam et dedi.

Saat 10’a kadar aynı şekilde devam ettim, tam EEG çekecek kişi geldi, çocuğu solunum cihazında ayırıp göndereceğim, nöbet değişimi zamanı oldu, yeni gelen arkadaşım halimi görünce, sen git çocuğu ben EEG’ye götürürüm dedi. Ambu yaparak EEGye giderken çocuk açılmış, konuşmaya başlamıştı, barbitürat zehirlenmesiydi ve evet beni uyutmama hastasıydı. Böyle geceler sayısız, ama bu aklımda yer etti işte.

KTÜ’de çalışırken her gece icapçı nöbetçiydim, her gece 4/8 kere acilden, servisten aranırdım. Yıllarca hep başasistan gibi çalıştım. Bu telefonlara o kadar alışmıştım ki uykumu kaçırmazlardı, hemen kaldığım yerden devam ederdim.

Benim asıl uykumun düşmanı,  bir ‘kara haberci’ rüyalarım vardı. Gecenin bir vakti, büyük bir sıkıntıyla, aklımda bir hasta ile uyanırdım. Bu hasta gerçekten de  ya o sırada kötüleşmiş olurdu, ya komaya girmiş de acile baş vurmuş olurdu, ya evinde ölmüş olurdu, ya da ertesi gün hastaneye baş vururdu. Bu hastaların hastaneye başvurmadan evvel neden benim rüyama başvurdukları ise bir muamma. Hiç yanılmadım, asla gece beni uyandırıp da kötüleşmeyen ya da ertesi gün gelmeyen bir hasta olmadı.

Bu korona günlerinde köyde olduğum için çok şanslıydım. Günlük rutin yürüyüşümü yaptım, açık havada bahçede çalıştım, aşırı yemedim, olabildiğince kötü haberlerden uzak durmaya çalıştım. Gene de bir türlü uyuyamadım.

Konuştuğum o kadar çok kişi de uykusuzluktan söz etti ki, bu global salgının, global bir uykusuzluk sebebi olduğuna inanmaya başladım.

KARADENİZLİLERLE DALGA GEÇMEK MİLLİ BİR GÖREV MİDİR? SOSYOLOJİK OLARAK BİR EKSİKLİK DUYGUSUNUN DOLAYLI TATMİNİ MİDİR? BİLEN VARSA BANA DA ANLATSIN.

Dünyada ırkçı zorbalığa karşı hassasiyetin bu kadar güçlü bir şekilde ortaya serildiği bir dönemden geçerken, bir yazımda, sırf Laz olduğum için yıllardan beri nasıl zorbalığa uğradığımdan kısaca söz ettim.

Bir söyledim, bin dinledim. Laz olsun, olmasın, Karadenizlilere yapılan zorbalık düşündüğümden de yaygın bir şey. Bir çok akrabam, arkadaşım, özellikle Karadenizli olmayan sosyal çevrelerle ilişkide olanlar, fakülte ya da iş arkadaşları tarafından, yoğun bir şekilde tacize uğruyor. Tacizi yapan, şaka yaptığını düşünerek, kendini şen, girişken, her ortama uyum sağlayan, sağlıklı sosyal ilişkileri olan gırgırı bol bir birey olarak tanımlıyor. Taciz edilen ise çoğu zaman ortamın neşesini bozmamak ve diğer arkadaşların duyarsızlığına tanık olup, iyice sinir olmamak için susmak durumunda kalıyor.

Bu güne kadar, yıllar boyunca bir insanı her gördüğünde, ‘öğleni geçti artık senin aklın ermez’ demenin, hangi zeka düzeyi için şakacılık sayılabileceğini anlamam mümkün olamadı. Şaka yapmak yaratıcılık gerektiren bir eylemdir, klişeleri tekrarlamak papağanların da yapabildiği bir şey.  

Birini görüyorsun, zihninin derinliklerinde bir çağrışım dosyası açılıyor, yıllarca, defalarca, aynı ses tonu, aynı vurgulama, aynı çalımla, aynı kelimeler ağzından dökülüyor, yani tamamen bilgisayar virüsü gibi mekanik bir olay, şuur bile gerektirmiyor.

Şuuru yerinde olsa, seni görmediği süre içinde hastalandığın, bir yakınını kaybettiğin, taşındığın, ya da ne bileyim önemli bir olay yaşadığın gibi normalde uzun süre sonra insanları ilk gördüğün anda, bu ara boyunca onlar hakkında duydukların çağrıştıracak, ama hayır seni zihninde ‘Laz’ isimli bir virüs dosyasına yükledi ya, görüş alanına girdiğin anda bu dosya açılıyor ve ağzından istemsizce ‘Laz Çizuuuuu’ fışkırıyor.

Beynine virüs bulaşmış papağan ne olacak.

Benim asıl anlamadığım şey, nasıl olup da birini görünce hemen, bazılarının aklına, ilk düşünce olarak ‘bu kız Laz’ düşüncesi geliyor? Çünkü benim de oldukça fazla tanıdığım vardır. Pek çok kişinin etnik kökenini, inancını bilirim, ancak biriyle karşılaştığımda aklıma ışık hızıyla etnik kökeni gelmez.

Genellikle etnik kökenle dalga geçmenin sonuçları hoş olmaz, hiçbir şey olmasa bile ortamda bir soğuk rüzgar eser. Ancak nedense, Lazlarla dalga geçince bu bir şaka olarak kabul görür.

Bir toplulukta bu tür bir zorbalığa uğradığımda, masada benden başka hiç kimse rahatsız olmaz. Bu rahatsızlığımı belirtirsem de, ne var bunda kızacak, şaka yapıyor işte diye tepki alırım. Yani ortamda dalga geçilen kişi de, rahatsız olduğunu belirtirsen, ortamın keyfini kaçıran kişi de sen oluyorsun.

Benim en çok karşılaştığım ‘şakaları’ yapan kişileri şu şekilde sıralamak mümkün; bunu belirtmek istedim, çünkü konuştuğum herkes de aynı cümlelerle taciz ediliyormuş. Madem ki papağan benzetmesi yaptım, bari kuş klasifikasyonu yapayım.

  1. Selam cümlesi olarak ‘’uyyy laz çizuuuu, nasilsun bakayiiim’’ diyenler. Bu tipler yukarıda belirttiğim ‘şuursuz, virüs yüklü papağan’lardır, ancak kendilerini ‘sosyal kuş’ olarak tanımlarlar, cinsiyetleri büyük olasılıkla erkektir. Bunlara, ‘Laz çizuuu kadar taş düşsün taş kafana’ demek geliyor içimden.
  2. İkinci tipler ‘sosyetik kuşlar’dır, bunlar çoğunlukla kadın cinsinden olurlar. Kendi şivelerini iyice süzdüre, süzdüre ‘ban bu kızın lazca konuşmasına bıyılıyoroom’ gibi bir cümle kurarlar. Ben Lazca bilmiyorum dersen, kendi şivesini iyice incelterek ‘celiyorum, cidiyorum daa’ dediğinizi iddia ederler.

Kendileri kraliyet ailesinden geldikleri için başkalarıyla dalga geçmesi gayet normaldir. Tabii bir de o sıra revaçta olan televizyon seslendirme şivesiyle konuşmasalar. Bu tipler yıllardır, e yerine a derler (ben yerine ban) son yıllarda ş, ç, s, c harflerini de s/z gibi söylemeye (aşk yerine ask, cilt yerine zilt) başladılar.

Keçi bir gün, çitten atlayan koyunun poposunu görmüş de, kendi poposunun sürekli açıkta olduğunu unutup, koyunla alay etmiş. Bunlara da bu hikaye çok yakışır. Sen de bir karar ver, bu tipleri önce kraliyet ailesine yakıştırdın, şimdi de keçiye benzetiyorsun diye düşündüyseniz, ne olmuş yani keçilerin kraliçesi demek istemiş olmaz mıyım?

  • ‘Geç ötücü sosyal kuşlar’, bunların da çoğunluğu erkek olmakla birlikte cinsiyet ayırımı daha belirsizdir. İlk anda değil, mesela yarım saat sonra saatin öğleni geçmesi ve aklınızın yarıya düşmesiyle ilgili bir espri patlatırlar.

Onunla aynı sınavları kazanmış, aynı okulu okumuş, aynı mesleği yapıyorsundur, dolayısıyla sana aptal demenin aslında kendi aptallığının teyidi olduğunu düşünemezler. Bunlara ‘seninle konuşurken aklımın hepsini kullanmama ne gerek var ki’ demek uygundur.

  • Bir de ‘fıkracılar fırkası’ vardır, erkek ağırlıklı olmakla birlikte cinsiyetsizdirler. Bir kısmı ‘can kuştur’, yeri ve zamanı geldiğinde, gerçek Laz fıkraları anlatır, bunlara hiçbir itirazım yoktur. Bunlardan birine rast gelirsem, üstüne ben de yeni fıkralar ve fıkra gibi yaşanmış olaylar eklerim. Böylece fıkra havuzları genişler, bu yeni espriyi başka ortamlarda da kullanabilirler.

Bu guruptan küçük bir kesim ise ‘anguttur’ , bunlar, sadece ‘Lazlar aptaldır’ demek için aptal bir fıkramsı anlatır. İşte bunlara tahammül etmek sabır gerektiriyor.

Bunları püskürtmek için, gözlerinin içine, duvar gibi bir ifadeyle uzun uzadıya bakmak yetiyor, o gün bir daha yanınıza yaklaşmıyorlar.

  • ‘Kuş beyinliler’, bunları artık ırkçı zorbalar sınıfına sokmak lazım. Çünkü yaptıkları espri değil aşağılamadır. İlk 3 (ve angutlar) kuş tipini susturmadıkça kısa sürede sıra bunlara gelir. Ne de olsa senin şaka kaldırdığın tescillenmiştir.

İşte bu tiplere, her kim olursa olsun, haddini bildirmek lazım. Ancak genellikle yaptıkları esprinin(!) etkisiyle o kadar kamaşmış olurlar ki, sizin sözlerinizden hiç etkilenmezler, sözler bir kulaklarından girip diğerinden çıkar. Ne de olsa iki kulak arasında sözlerin değebileceği büyüklükte bir organ yok, sözünüz boşlukta dolanıp, geri çıkar. Aslında bu tiplere kendi etnik kökenlerini sorduğun zaman duyma özürleri anında kaybolur, sana saldırgan bir cevap verirler. Senin kökeninle alay eden kişilerin, kendi etnik kökeni hakkında ne kadar hassas bir ruha sahip olduklarına şaşırmamak elde değildir.

Bu tiplere cevabı Mevlana’dan vermek lazım.

Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek cevabım var.
Lakin, bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye!

Tabii salt sözden anlamayacaktır, söylerken ‘angut kaçıran’ duvar surat ifadenizi takınmakta ve gözünüzü kırpmadan suratlarına bakmakta fayda vardır.

Gözü korkacaktır, çünkü bütün zorbalar korkaktır.

BEN DENİZİN KIZIYIM, SEN KİMİN ÇOCUĞUSUN?

BU YIL BİZİ CANIMIZDAN BEZDİRDİ, AMA BOLCA İLHAM VERDİ, YENİ FİKİRLER GELİŞTİRDİM, BAZI FİKİRLERİM, PEKİŞTİRDİM, BAZI KARARLAR VERDİM

Ne yıldı ama diye hatırlayacağımız bir yıl geçiriyoruz.

Bu sene neredeyse her gün alışıldık, alışılmadık bir doğal afet haberi aldık. Orman yangınları mı çıkmadı, çekirgeler mi basmadı, çığlar mı düşmedi, depremler mi olmadı, meteorlar mı düşmedi, pandemiler mi çıkmadı. Savaşlar devam ediyor, uçaklar düşüyor, dünyanın çeşitli yerlerinde yanardağlar patlıyor, artık seller, mayıs ayında bahur sıcakları, ardından ceviz büyüklüğünde dolular.  Daha aklıma gelen gelmeyen neler, neler. Üstelik daha yarısına bile gelmedik, şimdi de mini buzul çapının başlayacağı konuşulmaya başladı.

Aylardır, insansız ev sahalarında yaşıyoruz. Bu inziva süreci bolca düşünmeye, yeni ilhamlar edinmeye, kalıplaşmış düşünceleri fark etmeye  fırsat yarattı. 

Daha önce farkında olmadığım bir  ‘şaşırma ölçeğim’ varmış, bu ölçeği artık yeniden ayarlamam gerekiyor.

Beni şaşırtan her olay için ‘bu yaşıma geldim,  her şeyi gördüm, artık beni herhangi bir şey kolayca şaşırtmaz dediğim anda, bunu da duydum ya bir yaşıma daha girdim diyeceğim bir şey oluyor’ derdim.

Hekimlik insanı şaşırtıcı olaylara şahit eder; bir gün hastanızın annesi kendi kızının nişanlısı ile kaçar, bir  gün aynı bebekte tam 3 ayrı genetik hastalık teşhis edersin,  başka bir gün yanına yürüyerek getirilen çocuk,  gözünün önünde birkaç dakika içinde komaya girer, bir başka gün servisinize silahlı bir adam dalıp, çocuğunun yanında kalan eşini vurmaya kalkar.

Yani sık sık bir yaşıma daha girdim dedirtecek bir şeyler olur.

Ama bu yıl işte bu ‘bir yaşıma daha girdim’ ölçeğim değişti.  Geçen hafta, bir gece, gök yüzünde, neredeyse bütün Doğu ve Kuzeydoğu illerimizde gözlenen, bir parlama  yaşandı.  Bir çok kişi bu olayı videoya çekti. Bunun bir meteor olduğu ve muhtemelen Artvin önlerine Karadeniz’e düştüğü anlaşıldı. Normal zamanda olsa günlerce haberlere çıkardı, ben de şahsen göksel olaylara çok ilgiliyim, merak eder, araştırırdım. Bu yıl herkes benim gibi şaşırma katsayısı yükseltmiş olmalı ki, aman canım meteormuş, bu yıl düşmese hatırım kalırdı dedi, meteor arada kaynadı gitti.

Kendimde ve benim gibi pozitif bilim eğitimi almış bir çok arkadaşımda gözlediğim bir başka eğilim ise hepimizin sadık bir şekilde astrolojik yorumları takip etmeye başlaması.

Açık konuşmam gerekirse eskiden astrolojiye hiç inanmazdım, ancak son yıllarda etrafımda inanan çok kişi birikti, söyledikleri zamanla aklıma yatmaya başladı. Emekli olduğumda nasılsa bolca da zamanım var diyerek bu konuda online temel eğitim bile aldım.

Konu ile ilgilendikçe ay döngüsünün üzerimde yarattığı etkiyi açıkça fark etmiştim (mesela dolunay zamanları uykum kaçar). Gene de bu yıl, astrologlar neredeyse bütün olacakları en beklenmedik haliyle tahmin edene kadar göksel olayların, günlük yaşantımız üzerinde  bu denli büyük etkisi olduğuna pek de inanamamıştım.  Şimdi ise, ay düğümleri  hangi burçlarda, tutulma ne zaman, hangi derecede, hangi gezegenler geri harekette, hangileri durağan, hangi gezegen, hangisiyle ne açı yapıyor, bu kalıplar neye işaret eder, hepsini  yakından takipteyim.

Bazı konularda düşüncelerim daha da berraklaştı.  İnsanların, ayaklarını toprağa basabilecekleri, küçük ölçekli yerleşim yerlerinde yaşaması, insan ruhuna çok daha uygun. Bir metropolde uzun dönem yaşamayı zaten hiç düşünmemiştim, ne kadar yerinde bir düşünce şeklim varmış, iyice inandım.

Bir başka iyice pekişen düşüncem ise yönetimler, güç odaklı değil, insan odaklı olmalıdır. Bu kısa ömrümde Sovyetler Birliğinin  yıkıldığını gördüm, bir yandan uzaya füze gönderiyorlar, nükleer bomba yapıyorlardı, diğer yandan insanlar açtı. Bu salgında Amerika Birleşik Devletlerinin iç yüzünü de gördük, dünyaya demokrasi getiriyoruz diye her yere bomba yağdırıyorlar. Salgında hastane koridorları ceset torbalarıyla doldu taştı. Çünkü onların gerçeği de parası yoksa sağlık hizmeti de alamayan, doğru beslenemeyen, barınamayan, her türlü riske açık yaşayan milyonlar.

Bu inziva sürecinde, ABD’de, siyahi bir adamı, diziyle ezerek öldüren bir polis, bir anda bütün dünyada ırkçılık konusunda farkındalığı artırdı. Irkçılık,  kendi etnik aidiyetini yüceltmek adına, diğer etnik gurupları aşağı görmekle ilgili bir şey.  Böylece kendi gurubun dışındaki insanlara yaptığın her zorbalık, kendince haklı oluyor. Hak gasp etmek, işkence etmek, öldürmek normalleşiyor, hatta idealize ediliyor. Yani ırkçılık bir çeşit akıl tutulması ve ruh hastalığıdır. Üstelik bu hastalığa yakalandığını anlamıyorsun bile.

Kendi hayatımdan örnek verecek olursam, ben de sık sık ırkçı zorbalığa maruz kalırım, ancak bu  süreçte,  bu zorbalığa karşı oldukça sessiz  kaldığımı fark ettim.

Bizim sınıf her sene bir araya geliriz. Her toplantıda,  ilk kez buluşmada arkadaşlarımdan en az 7/8’i, beni ‘’’uyyyy laz kizuu, nasilsun bakayiimm’’’ diyerek, sözüm ona esprili, aslında açık bir şekilde alaycı ve küçümseyici bir şekilde selamlar.  İlk anda bu vurguyu yapmayı unutmuş olan 3/5  kişi de mesela ikinci cümlesinde ya şivemle dalga geçer ya da  ‘artık saat on ikiyi geçti, artık aklın ermez’ der. Birlikte olduğumuz birkaç gün içerisinde, başka 8/ 10 kişi daha, seni görünce aklıma geldi deyip, aptallık vurgulayan  bir Laz (!) fıkrası anlatır.

Hatta en son buluşmalarımızdan birinde arkadaşlardan biri,  yemek masasında,  elini bana doğru sallayarak  ‘bu Laz lan, ben bunun yerinde olsam, kafamı kesip atardım’ diye haykırarak, kahkahalar attı.  Ben bu durumdan rahatsız olduğumu söylediğim zaman ise arkadaşlarımdan ‘aman bunda alınacak ne var’ gibi bir tepki aldım. Oysa gurubumuz oldukça hassastır, en ufak bir kırıcı söz söylense hemen uyarılar gelir.

Benimle dalga geçenlere sorsam,  adım kadar eminim ki, ırkçılığa karşıdırlar. Irkçılığa karşı olduğuna gönülden inanır, ama, her gördüğünde  de Laz olduğum için benimle dalga geçer, bunun da ırkçılık olduğunu idrak etmez.

Şimdi bu farkındalıkla bir karar verdim. Bundan sonra artık cılız bir itiraz yok, açıkça, ‘bana bu şekilde davranmaktan sizi men ediyorum, bu yaptığınız ırkçılıktır, ırkçılık bir ruh hastalığı olarak tanımlanır ve insanlığa karşı işlenen en büyük ayıplardan biridir’ diyeceğim.

BİR KAÇ METOT VE KÖY ENSTİTÜLERİ

Salgın dolayısıyla hiç oturmadığımız kadar çok evde oturduk, hiç kalmadığımız kadar uzun süre yalnız kaldık.  Bu süreçte herkes anılarını tazeledi, yazdı, paylaştı. Sosyal medyada, Köy Enstitüleri ile ilgili anılar, dikkat çekecek kadar sık ve son derede etkileyici, sürekli karşıma çıkıp durdu.

Aile tarihime hiç girmemiş bir konu olan ‘Köy Enstitüleri’  hakkında, haddim olmayarak ve büyük bir hayranlıkla, bir kayıt da ben düşmek istedim.

Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile ilkokullara öğretmen yetiştirilmesi amacıyla açılan okullara verilen isimdir ve tamamıyla Türkiye Cumhuriyetine ait özgün bir projedir. Gençliğimde, Trabzon, Beşikdüzü’ndeki, öğretmen okulunun, aslen Köy Enstitüsü olarak kurulmuş olduğunu duymuştum.

Benim annem de bir ilk okul öğretmeniydi, ancak o İstanbul’da okumuştu, ailemizde de köy enstitüsü mezunu kimse olmadığı için, evde konuşulan bir konu değildi, aklım erdiğinde de çoktan kapatılmışlardı,  sadece okuduklarımdan, sağdan soldan duyduklarımdan biliyorum.

Geçen gün, Köy Enstitülerinde okutulan bir nota kitabı gördüm, Köy Enstitüleri hakkında hiç bir şey bilmediğimi, anlayamadığımı fark ettim.

Bu güne kadar okuduğum anılar, romantizm ve özlem dolu güzellemelerdir sanıyordum. Ama aslında cehalete karşı verilen benzersiz bir mücadele,  yarınlar için yapılan büyük bir yatırım, umut dolu bir atılım imiş. Hayatını eğitime adamış bir insan olduğum halde, o enstitülerde okuyan bir gencin birkaç kitabını görene kadar anlayamamışım.

Oysa bu umut dolu serüveni anlatan bir çok anı paylaşılmıştı.

Örneğin; Çok soğuk bir kış günü, enstitüde yakacak yokmuş ve bir türlü bekledikleri yardım  gelmiyormuş, artık çevrede sular donmaya başlamış, bu olumsuz şartların gençler üzerinde oldukça moral yıkıcı  etkisi olmuş, kimse yerinden kalkmak, herhangi bir şey yapmak, ders çalışmak istemiyormuş.

Öğretmenlerinden biri onları karşısına almış ve ‘evet bir sorunumuz var, beklediğimiz yardım gelemiyor, o halde sorunu kendimiz çözmek zorundayız, şimdi bir karar vereceğiz burada miskince bekleyen mi yoksa sorununa çözüm arayan mı olacağız, unutmayalım bize bu imkanları sağlamak için bizden önceki nesil ne zorluklara katlandı, bizim umutsuzluğa hakkımız var mı’ diyerek, inanılmaz bir konuşma yaptıktan sonra onları ormandaki yaşlı ağaçları kesmeye davet etmiş.

Gençlerin hepsi sorunu çözme gurubuna katılıp, heves ve neşe içerisinde, üstelik gün boyu sıkı çalışmaktan üşümek ne kelime, bedenleri alev ateş yanarak, şarkılar türküler eşliğinde, kendi yakacaklarını elde etmişler.

Daha sonra bu sorun tespit etme, çözüm yollarını kendinde arama, ortak çalışmanın, bu dayanışma ruhunun, onlara nasıl iyi geldiğini,  duygu durumlarını yükseltip, kendilerini karamsarlıktan kurtardıklarını çocukları ve torunlarına anlatmışlar.

Bir çok kişi sanki sözleşmiş gibi, birer birer, Köy Enstitülerinde okumuş büyüklerinin karneleri yayınlamaya başladı. Okudukları derslere bakınca insanın etkilenmemesi mümkün değil, tarımdan, sanata, matematikten, gök bilime kadar o denli değişik konularda eğitim aldıklarına şaşırmıştım.

Arkadaşlarımın pek çoğu, benim dikkatimi çekecek kadar sık bir şekilde Köy Enstitülerinden mezun olan anne babalarının anılarını yazdılar ve kapalı gruplarımızda paylaştılar. Bu anılardan anladığım kadarıyla gençler, okulda sadece üstün bir  bilimsel eğitim almamışlar, aynı zamanda günlük hayatlarında kullanacakları  görgü kuralları, konuşma, sofra adabı gibi konularda da incelikle donatılmışlar. Bütün mezunlar, hayatları boyunca Köy Enstitüsü ruhunu gururla içlerinde yaşatmış, gelecek kuşaklara bir çok aktarımda bulunmuşlar.

Bütün bunlardan çok duygulanmış, ancak gene de idrak edememişim. Kitapları görünce gözlerim açıldı.

Geçen gün kuzenim Emre’yle konuşurken, bu karantina günlerinde, günde en az 2 saat bahçede çalışıyorum, sabah serinliğinde çalışsam daha iyi, ama bahçeden sonra ellerimi kullanamıyorum, onun için sabah piyano çalıyorum, akşam da bahçede çalışıyorum dedim. Emre bana ‘Köy Enstitüsü gibi’ demesin mi? Oysa aynı ailede büyüdük, onun da çocukluğunda aile büyüklerinden dinlemişliği yoktur.

Uzun sözün kısası, Köy Enstitülerini, bütün hayatım boyunca, duyduğumdan daha çok şu son 2 ayda duydum diyebilirim.

(Çanakkale’ye yerleştikten birkaç ay sonra, bu yaşımda yeniden çocukluğumdaki gibi piyano dersleri almaya başladım. Gerçi hiç müzik yeteneğim yok ama el becerime ve azmime güveniyorum, elbet bir gün insan içine çıkarabileceğim bir şeyler çalacağım.)

Tam da salgın öncesi yeni bir hocadan (Berkin Işık) ders almaya başlamıştım. Salgın çıkınca epeyce ara vermek zorunda kaldık, ancak  son 1/ 2 haftadan beri de maskeler ve sosyal uzaklık kurallarına uyarak yeniden derslere başladık.

Ben uzun yıllar boyunca hep gençler ve çocuklarla ilgilendiğim için, yaşı benden küçük insanlara hep sen der, yavrum, evlatçığım gibi seslenirim. Daha önceki piyano hocam neredeyse torunum yaşında bir üniversite öğrencisi olduğu için bu dil onu hiç rahatsız etmedi. Şimdiki hocam ise 40 yaş civarında, ona da yavrum diye ağzımdan kaçırınca, hemen kusura bakma ben böyle konuşmaya alışığım, eğer rahatsız oluyorsan söyle dedim. Bana cevap olarak hiç rahatsız olur muyum, ben de sizi babaanneme çok benzetiyorum demesin mi? Kadının resmini gösterdi gerçekten oldukça benziyoruz.

Sonra ben sormadan Berkin’in ağzından, dede ve babaannesinin  Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  mezun olduğu döküldü (Şaşırdım mı? Elbette hayır). Babaannesi piyano, dedesi keman öğretmeniymiş. Babaannesine ait metotlar benim hocamda, dedeye ait ise keman hocası olan kardeşindeymiş.

İşte bana gösterdiği metotlar babaannesi rahmetli Müzeyyen Işık’a ait metotlardı. Gözlerime inanamadım. Bütün bestecilerin, bütün klasik müzik parçaları o metotlarda var. Hocam resmen bir tarih hazinesine sahip.   Şimdi,  o metotları arasan bulamazsın.  Ayrıca bir sonraki sene öğrencilere okutmak için kendi elleriyle hazırladıkları metotlar bile var.

Ben bu kadar ilgilenince  Berkin aile tarihini anlattı. Dedesi Osman Işık da babaannesi Müzeyyen Işık gibi köy enstitüsü mezunu ve her ikisi de uzun yıllar öğretmenlik yapmışlar.

Babaannesinin babası Talat Ersoy ise, Kızılçullu ve Aksu Köy Enstitülerinde öğretmenlik ve müdürlük yapmış. Hatta Aksu’nun kurucu müdürüymüş, enstitünün yeri için toprak ağasıyla yaptığı hukuk mücadelesini kazanmış, ama daha sonra millet vekili olan ağanın düşmanlığını da kazanmış.

Haklarındaki hikayeler inanılır gibi değil, mesela Talat Hoca, bir yıl öğrencilere Hamlet’i oynatmış. Bunda ne var diyeceksiniz ama aynı yılın başında önce bir amfi tiyatro inşa etmişler. Yani bir tiyatro eseri oynamak için öyle sadece, ezber, prova, dekor, kostüm yapmıyorsunuz, tiyatroyu da siz yapıyorsunuz.  Artık bu gençler imkansızlık nedir düşünür mü? Gerçekten de zor benim işim, imkansız biraz zaman alır diye buldukları her işe girişiyorlarmış. Berkin’in dedesi, Alman bestecilere çok hayran olduğu için Almanya’ya gitmiş, bulduğu kaynakların hepsi Almanca ya, hiç bilmediği Almancayı öğrenmeye karar verip kendi kendine mükemmelen öğrenmiş.

Ancak onların kitaplarını görünce gerçekten idrak ettim ki, o enstitülerde hiçbir şey göstermelik değilmiş, her şey çok gerçek ve çok üstün nitelikteymiş.  İlkokulda ders verecek müzik öğretmenleri, konservatuvar mezunu gibi yetişmişler.

Elde yazılmış metot
Berkin, ben ve arkadaki kitaplıkta, tarihi metotlar

KARA BAKLA DIBLESİ

Kara baklanın tam zamanıdır. Karadeniz bölgesi baklayı pek bilmez, ben de Çanakkale’ye taşındıktan sonra bakla ile tanıştım desem yalan olmaz. Buraya gelmeden önce sadece zeytin yağlı taze bakla ve fava yapmayı bilirdim. Bahçede yetiştirmeye başladıktan sonra  tane baklayı çok sevdik. Baklanın fasulye gibi kabuklu halini ise yine sadece zeytin yağlı dere otlu haliyle yapıyordum. Fakat baklanın bu halinin süresi çabuk geçiyor, zeytin yağlı bakla da benim ancak yılda 1 yada 2 kez yediğim bir şey. Fakat öte yandan bahçedeki baklaların çıtır hallerini de kaçırmak istemiyorum.

Aklıma İran gezisinde yediğimiz pilavlar geldi. Bu pilavların pek çoğunda taze, fasulyeli ya da tane halde bakla vardı. Belki de orada bakla mevsimiydi. Bir de Giresun’un en bilindik yemeklerinden biri olan fasulye dıblesi var aklımda.

Neden kara bakla dıblesi olmasın diye düşünüp, bu yemeği uydurdum. Bence çok güzel oldu. Belki biraz renk katmak için içine havuç da rendelenebilir.

İÇİNDEKİLER

1 bardak pirinç

2 adet soğan sapı ( soğanların içinden çıkan ve üzerinden tohum verdikleri kısım) bulunamazsa 1 adet yemeklik doğranmış kuru soğan veya 2 dal yeşil soğan da olabilir.

Yarım kilo taze bakla

Zeytinyağı, tuz

YAPILIŞI

Pirinçler yarım saat kadar sıcak ve tuzlu suda bekletildikten sonra bol su ile nişastası çıkana kadar yıkanır.

Baklalar ve soğanlar yıkanarak 1 cm uzunluğunda doğranır. Tencereye yağ koyulur, önce soğanlar bir miktar kavrulur, daha sonra baklalar eklenir. Tuzu da verilerek, bakla soğan karışımı biraz daha kavrulur. Baklanın ham kokusunun çıkması ve  haşlanması için tencereye bir çay bardağı kadar kaynar su eklenerek kısık ateşte suyunun çekmesi beklenir. Baklalar tamamen sularını çektikten sonra pirinç eklenerek bu karışım, pirinçlerin renkleri saydamlaşana kadar kavrulur.

Bundan sonra 1,5 bardak sıcak su eklenerek, 10 dakika yüksek ateşte 20 dakika kısık ateşte üzeri kapalı bir şekilde pişirilir.

Bundan sonra pilav tahta kaşıkla bir kez karıştırılıp, tencerenin kapağının altına bir kağıt havlu koyularak 10/15 dakika kadar demlenmeye bırakılır.

Bu pilavı yaparken sebzelerin kendi nemleri olduğu için normal pilav yaparken koyulandan daha az su koyulması önemlidir.

Bu haliyle çok lezzetli oldu ama istenirse pilavı renklendirmek için içine havuç rendesi de eklenebilir. Ayrıca servis öncesinde üzerine dereotu kıyılabilir.

Sıcak ya da soğuk olarak yemek mümkün, ancak bence  soğuk çok daha güzel oldu. Eğer sıcak yenecekse tereyağı da eklemek daha güzel olacaktır.

BU BENİM İLK SOSYAL İZOLASYONUM DEĞİL, AMA BU SEFER KÖYDE OLMASAYDIM NE YAPARDIM, BİLMİYORUM.

Biliyorum bir hayli salgın yazısı yazdım ama şu sıralar hayatlarımızda başka ne var ki? Son günlerde salgın biraz hızını kesince, kısıtlamalar da resmi olarak biraz gevşetildi. Gene de ikinci bir dalganın gelmesi beklendiği için evlerde oturmamız öneriliyor. Bu hafta tam 2 aydan beri evlerimizde oturuyoruz.

Aslında benim evden çıkma yasağım yok, ama 2 ayda topu toplamı, 4/5 kere Çanakkale’ye markete, 1 kere Lapseki’ye fide almaya gittim. Bir kere de Sibel babasını çok özleyince, Nasuh Eniştenin, Lapseki’deki mezarını ziyaret ettim, mezar başında görüntülü konuşup, mezarı gösterdim, kısaca kuzenime sanal bir mezar ziyareti yaptırdım.

Gene de şehirde oturanlara göre çok hareketliyim.

Çalışırken, hem bedenim hem de kafam çok yorulurdu, günde 500 kişiye laf anlatmaktan/ anlatamamaktan perişan olurdum. En büyük fantazim, şöyle hiç kimseyle konuşmak zorunda olmadan, geceleri uykum telefonla bölünmeden, öylece yatıp dinlenmekti. Birkaç kere (telefon hariç) hafta sonu hiçbir şey yapmadan sadece tembel tembel yattığım, Cuma gecesi iş dönüşü giydiğim geceliği, Pazartesi sabahı işe gitmek için çıkardığım bile olmuştur.

Bazen ıssı bir adada haftalarca, aylarca yatıp dinlenme hayalleri kurardım. Adada olmasa bile, doksanlı yılların birinde, birikmiş yıllık izinlerimi alıp 2 ay boyunca evde boş boş yatıp, TV’de saçma diziler izleyip, cinayet, casusluk, macera romanları okuduğumuştum. Bir gün, güya günlerdir takip ettiğim diziyi izlerken, Nermin’e, ‘bu Claus denen adam kimdi’ diye sorunca, ‘ne bileyim, senin izlediğin dizi bu değil ki’ diye cevap almıştım. Oysa ben klaus dışında bir fark görememiştim. İki ay sonra yeniden şarj olmuş şekilde iş başı yapmıştım.

Bir kez de neredeyse yarım yıl ‘ön emeklilikte’ evde yattım.

Emekli olmaya aniden karar vermiştim. Bu karar aklıma geldiği andan sonra da bir türlü işe gitmek içimden gelmemişti. Ancak herkes, bana hizmet etmek için çok zamanım olduğunu ve evde çok canımın sıkılacağını söyledi. (Hatta ben, dişim için anestezi altındayken, anestezist arkadaş, bana emekli olmamam için diye telkinde bulunmuş, ben bilincim kapalıyken ‘hayır hayır hayır’ diye inlemişim, sonradan itiraf ettiler.)

Bilincim açıkken kafam bu kadar net değildi, acaba benim için henüz erken mi, canım sıkılır mı gibi düşüncelerim oldu. Emeklilik denemesi için 3 ay rapor ve birikmiş izinlerimi aldım.

Niyetim biraz gezip kafa dağıtmaktı ama hiç evden dışarı çıkamadım. Günde 10/12 saat uyudum. Yataktan kalkıp, salondaki kanepeye yattım, artık yatak zamanı geldi diye düşündüğüm zaman tekrar yatağa geçtim. Alış verişimi de ya telefonla halettim, ya da haftada bir, evin çevresindeki marketlere gidip, hemen geri döndüm. Ancak 5 ay sonra artık yavaş yavaş hayata dönmeye başladım.

Mayıs ayında büyük izne başlamıştım, ilk kez Eylül’de o da, acaba hareket edebilir miyim diye korkarak yeniden yoga merkezine gitmeye başladım. Kendime gelebilmem hareket etmeye başladıktan sonra hızlandı ama birkaç ay daha sürdü.

O zamanlar benim enerjim yoktu, çok yorgundum, dinlenmeye ihtiyacım vardı, evde tembellik yapmak gayet uygundu. Belki bu dönemlerde depresyon geçirdiğimi düşünenler olabilir, ama bence tükenmişlik (eskiden sürmenaj denirdi) demek daha tanımlayıcı olacaktır.  

Bu karantina günleri benim o bitkinlik zamanlarıma denk gelseymiş, iyiymiş, oysa şimdi hiç tembellik yapacak ruh hali içerisinde değilim. Keşke o zamanlar bu kadar içten evden dışarı çıkmamayı istememiş olsaydım, baksanıza gerçek oldu. Şimdi dışarı çıkma yasağım yok, ama çıkınca ne yapacaksın? Her yer kapalı, herkes evinde oturuyor.

Köyde oturduğum için çok şanslıyım. Aslında bu sıcak havalarda köyde yürüyüş yapmaktan hiç hoşlanmam. Geçen yıllarda yılan görmemek için bu mevsimlerde pek orman yürüyüşü yapmazdım, bu sene artık yılan falan vız gelir deyip kendimi ormana attım. Her gün orman yollarına dalıp, keşif gezintileri yapıyorum. Bu bölgede, bizden beş beter, birkaç şehir kaçkını daha, orman içlerinde oldukça izole bir yaşam sürüyorlar. Mesela geçen gün, bu keşif gezilerinden birinde ‘Mehmet Hoca’ ile tanıştık, öğretmen ama ömrü Artvin, Kaz Dağları ve bu köyde geçmiş, modern zaman bilgesi.

Bir başka gün ise köyün gözlerden uzak, orman içindeki mezarlığını bulduk ve oldukça büyük bir Osmanlı mezarlığı olduğunu fark ettik. Buralarda bir de eski Osmanlı yerleşim yeri var, geçtiğimiz aylarda hamamında define aramışlardı, şimdi de orayı bulacağım.

Bu yıl bahçe ile her zamankinden çok ilgileniyorum, hem ırgatlık hem de ağalık yapıyorum. Hiç alışık olmadığım işlerle canım çıkıyor, ama azimle devam ediyorum.

Bu hafta toprak kazıldı, damla sulama serildi ve fideler toprakla buluşturuldu. Mütevazi aromatik bitkiler bahçemde (kendi tabirimle çaylığım) kekikler, ada çayları ve bir çok bitki çiçeklendi. Bu çaylıkta, geçen ay güzelce temizlediğim yabani otlar yeniden boy attı, şimdi ikinci tura başladım. Çaylığım için aromaterapi ile ilgilenen bir arkadaşımdan destek isteyeceğim.

Geçenlerde kuzenimle telefonda konuşurken, sabah evde piyano çalışıyorum, akşam bahçede ot söküyorum deyince ‘köy enstitüsü gibi yaşıyorsunuz’ dedi, benzetme çok hoşuma gitti.

KORONALI, SANAL GÜNLERDE GELDİ ÇATTI HIDRELLEZ, HIDIRELLEZİ NASIL KUTLAYACAĞIM

Kendimizi karantinaya aldığımız, 10 gün sonra 2 ay olacak.  Neyse ki son bir haftadır salgın dalgası sönümlenmeye başladı gibi görünüyor. Ancak bizler hala evdeyiz, mantıkla düşününce sızlanmaya hakkımız yok, yine de insansız günler uzadıkça katlanması daha zorlaşıyor, zaman zaman karamsarlığa düşmemek elden gelmiyor. Bugün, bir de puslu, nemli keyifsiz bir hava var, yani tam depresyon havası, ben de yaptığım hiçbir şeyi hevesle yapmadım, her şeyi baştan savdım. Klasik davranış stilimdir, depresyon tedavisi olarak, bol bol karbonhidrat yedim, hiç pişman değilim. Ancak sadece birkaç saatlik depresyona iznim var, fazlası bana yaramaz.

Hıdrellez kapıya dayandı, üzerime çullanan bu bıkkınlığı atmak için çok güzel bir fırsat. Her sene yaptığım gibi Hıdrellezde bir çok ritüel yapacağım. Hatta bu yıl her zamankinden biraz daha fazla ya da farklı ritüeller yapmaya karar verdim. Mesela bu yıl diğer yıllardan farklı olarak dileklerimi 5 Mayısın ilk saatlerinde yazacağım, kağıdı gül dalına asmak işini her zamanki gibi.

Her yıl gerçekleşmesini istediğim şeyleri bir kağıda yazar, hatta resim çizer, 5 Mayıs akşamından bir gül dalına asarım, çok da sıkıca bağlamam ki rüzgar dileklerimi uçursun. Hıdrellez dileklerimin gerçekleşmeme ihtimali oldukça azdır. Bazen dileğimde hafif kaymalar olur ama gene de gerçekleşir, eğer gerçekleşmeyecek bir şey dilemiş isem, zaten ertesi sabah dilek kağıdımın halinden anlaşılır.

Bir sene, büyük bir kendini beğenmişlikle, gerçekleşeceğinden emin olduğum bir şeyi de yazmıştım. O gece feci bir rüzgar balkondaki saksıyı yerden yere vurmuş, bütün toprağı balkona sermiş, gülü kökünden çıkarıp, balkona fırlatmış fakat buna karşılık kağıdımı uçurmamıştı. O yıl isteğim gerçekleşmedi, büyük bir hezimetti. Yani Hıdrellez dileklerine çok inanırım.

Bu yıl istek kağıdımı (dilekçe) bir gece önceden hazırlama sebebim, 5 Mayıs gününün ilk saatlerinde Merkür’ün, Güneşin tam kalbinde olması. Bu birleşme astrolojik olarak yılda sadece birkaç kez meydana gelir ve 1,2 saat kadar sürer, bu süre içerisinde düşüncelerinize dikkat etmeniz gerekir, çünkü gerçekleşme olasılığı oldukça yüksektir. Ben de bu Hıdrellezde mademki böyle bir tesadüf oldu, fırsatı kaçırmayayım dedim.

Ülkemizde Hıdırellez kutlamaları, en coşkulu Hatay civarında yapılır. bu yörede Hıdırlık denilen ve Hıdırellezde ziyaret edilen su kenarları vardır. Bizim ülkede bulduğumuz her suyun kenarının mesire yeri olmasının bir sebebi var değil mi?

Her yıl mutlaka bir suyun kenarına gitmeye özen gösteririm. Çünkü Anneler (anneannem) her Hıdrellezde bir kayığa biner, 7 dere ağzı geçer ve bir de sanırım şimdi havaalanı inşaatı altında kalan denizin içindeki delikli bir taşın içenden geçerdi.

Trabzon’da iken benim Hıdrellez suyum Yanbolu Irmağıydı, orayı ziyaret ederdim. Eğer Yanbolu’ya gidemeyeceksem, mutlaka Değirmendere’yi ziyaret ederdim. Çanakkale’de ise boğazı ziyaret ediyoruz. Bazen Gelibolu yarımadasına da geçiyoruz.

Bu yıl yapacağım su ziyareti gene boğaz olacak, bu sene öyle uzak yerlere gitmek pek mümkün görünmüyor, evin önündeki ufak dereye gitmek de tuhaf olur. Yakın bir tarihte keşfettiğim, Umurbey sahilindeki ıssız, sulak alanda, boğaz kıyısında yürüyeceğim, nasıl olsa benim sokağa çıkma yasağım yok.

Hıdrellez sabahı, pencereleri açıp, içeriye bolluk, bereket, sağlık davet edeceğiz. Henüz hava tam aydınlanmadan ev halkından kısmetli biri evin kapılarından dışarı çıkıp, eve girecek.

Duygu ile Hıdrellez üzerine instegram sohbeti yapacağız. Bu sohbet için başka ne ritüeller yapılıyor diye araştırırken, cüzdan ve tencerelerin kapaklarını açık bırakıp, bereket davet edenler varmış, çok beğendim ben de yapmaya karar verdim.

Hıdrellez, Hızır ile İlyasın kavuştuğu, dünyaya bereketin geleceğinin habercisi olan gün olarak tanımlanıyor. Hızır ile İlyas’ın 2 ayrı karakter mi, yoksa tek bir insan mı ( varlık mı) olduğu bile net değil.  İlyas, bütün kutsal kitaplarda sözü edilen, her din tarafından kabul gören bir peygamber. Hızır ise, çok daha eski bir öğretiden geldiği belli olan, hiçbir kutsal kitapta adı geçmediği halde bütün semitik dinler tarafından kabul gören bir kült. Sanki kadim batını bilgilerle, semitik dinleri birbirine bağlayan bir köprü gibi.

Şu anda Kuran’da hiç adı geçmediği halde, Müslümanlar arasında Hz. Muhammet ve Hz. Ali’den sonra en çok hürmet edilen şahsiyet Hızır.

Hızır, bir peygamber değil, daha çok bir veli/Salih kişi olarak tanımlanıyor. Buna rağmen bu kadar geniş bir coğrafyada tanınması, herkes tarafından benimsenmiş olması, Hızır inanışının çok daha derin anlamlar taşıdığını düşündürüyor.

Bana sanki tek bir kişiden ziyade her insanın dönüşebileceği bir hal gibi geliyor. Yoksa,  Musa Peygamberle konuşan kişinin, Ahmet Yesevi’ye ders veren kişi ile aynı insan olması nasıl söz konusu olabilir?

Öyle ya herkes yeri gelir, bir başkasının derdine ‘Hızır gibi yetişir’. Hızır inanışını, doğaya yeşillik, insana bolluk, bereket, gönül ferahlığı veren hal olarak da tanımlamak mümkün.

Eskiden insanlar tabiatın kurallarına uygun olarak yaşar, dünyayı ve gök yüzünü çok iyi gözlemlerdi. Bütün varlıkların hava, su ateş ve toprak olmak üzere 4 elementten meydana geldiğine inanılırdı. Semavi dinler öncesindeki inanışlarda kutlanan 4 mevsimdeki, 4 bayram, 4 element ve doğa olayları ile ilişkilidir.

Her ne kadar, yazılı kaynaklarda, Hıdrellez bahar bayramı olarak geçiyorsa da, bundan pek emin değilim. 

Öyle ya ilk bahar bayramı açıkça Nevruz’dur, çünkü tam da ilk baharın başladığı gün kutlanır. Tam olarak gündüz ve gecenin eşitlendiği günde ( ilk bahar ekinoksu) kutlanır. Bu bayramda şenliklerin en önemli özelliği Nevruz ateşidir, bence ateş elementinin bayramı İlkbahar bayramıdır.

İki farklı ilk bahar bayramı olması biraz tuhafıma gidiyor, bence Hıdrellez yazın habercisi olan bir doğa bayramıdır. Hıdrellez, Eta Aquarit gök taşı yağmuru zamanına denk gelir. Bu gök taşı yağmuru dünyanın yörüngesiyle Halley kuyruklu yıldızının yörüngesinin kesiştiği günlerde meydana gelir. Hıdrellez, açıkça su ile ilişkilendirilir. Hatta Hızır denizlerin, İlyas karanın bereket habercisidir diye düşünülür. Hıdırellez, toprağın su ile buluşma, ağaçlara su yürüme zamanıdır diye açıklayanlar da olur. Sonuç olarak Hıdırellez bolluğun, bereketin, tarımın, sıcaklığın başladığı günlerin habercisidir.

Hıdrellezden sonra artık tarım zamanıdır,  aylarca eğlenecek zaman bulmak zor. Ancak hasat yapıldıktan sonra, elde edilen ürünü kutlamak için şenlik yapılır, hasat sonrası ise imeceyle kışa hazırlanılır. Hasat zamanı, pek çok ürün ve bahçeler için genellikle Eylül ayıdır. Açıkça toprakla ilişkili olan bu doğa bayramı, göksel değil, yeryüzünde gerçekleşen bir olayı kutsamak için yapılır ve bu nedenle tarihi net değildir.

Kış bayramı ise daha sonraları önce Mintraizmde Mintranın doğum gününe daha sonra da Noel’e evrilen, Nardugandır. Bu bayram da tam olarak günlerin uzamaya başladığı günde (25 Aralık) kutlanır ve asıl olarak hava (soğuk) elementi ile bağdaşır.

Bu salgın bize, doğanın güçleri karşısında ne kadar savunmasız olduğumuzu ve doğaya saygılı olmanın gerekli olduğunu tekrar hatırlattı. Şehir yaşantısında bu söylediklerim insana saçma gelebilir, ancak köyde yaşayınca bütün bu bilgilerin ne kadar önemli olduğunu yeniden fark ediyorum.

MECBURİ SOSYAL İZOLASYON BİZİM NESLİ BİLE DİJİTAL ÇAĞA GEÇİRDİ, ARTIK ISLAH OLMAYIZ

Bilgisayarlar  ilk çıktığında ben otuzlu yaşlardaydım, bilgisayarların her masaya hatta her kucağa konması, internetin icadı ve yaygınlaşması bir 15-20 yıl daha aldı. Fakültenin amfilerinin alt yapılarının da tamamlanmasıyla, ancak 40’lı yaşlarımda derslerimi bilgisayarda hazırlamaya başladım.

Bizden sonraki nesil çok daha erken yaşlarda sanal dünya ile tanıştı, onların çocukları olan şimdiki bebeler daha doğdukları andan itibaren akıllı telefonlardan müzik dinliyorlar. Bütün haberleşmeler, bankacılık işlemleri, alışveriş internet üzerinden yapılıyor. Hatta evcil hayvanlar için bile dijital oyunlar var.

Doğaldır ki, bizim nesil bu kadar geç yaşta tanıştığı sanal dünyayı bir türlü yeterince verimli kullanamıyor. Hatta biraz da ürküyor.

Ben doçentliğe hazırlanırken bütün kaynaklarımı üniversitenin kütüphanesinden bulmak zorundaydım. Bunun en büyük artısı, tıp dergilerinde basılmış bütün bilgilerin hakemler kurulundan denetlendiğini bilir, literatürden aldığımız bilgilere güvenirdik. Ancak bu olumlu madalyonun diğer yüzünde, kütüphanede, hem de iş saati içerisinde saatlerce literatür tarayıp, tam da bulmayı istediğin sayı dışında binlerce dergiyi karıştırıp, hüsran içerisinde geri dönmek, üstüne işinde bulunmadığım saatlerde biriken işleri yetiştirmek için fazla mesai yapmak vardı.

Şimdi evinde otururken, kucağındaki bilgisayardan, hatta telefonundan bütün dergilere ulaşmak mümkün. Bu durumun olumsuz tarafı ise bir sürü yalan yanlış, denetimsiz bilgiye de bu kolaylıkla ulaşabiliyor olmak.

Evet, sanal ortamda çok kötü ve zararlı şeyler de oluyor,  anladığım kadarıyla, uyuşturucu satabiliyor, fuhuş yapabiliyor, hatta istersen kiralık katil bile bulabiliyorsun. Bu kadar ileri gitmesen bile hiç anlamsız oyunlara takılıp, gerçek dünyadan kopabiliyor, zamanını büyük çoğunluğunu ekran karşısında harcayabiliyorsun. İnternet bağımlılığı artık uyuşturucu bağımlılığı kadar önemsenen bir davranış bozukluğu halini aldı,  tedavisi de hiç kolay değil.

Benim bu dijitalleşmeye başlayan dünyada bir türlü ayak uyduramadığım şey ise dijital kitap okumak. Genç nesil kolayca bilgisayar ekranından kitap okuyor, ama bizim nesil, gözü görse de ekrandan okuyamıyor, okumaya çalışsa da elinde tuttuğu kağıda yazılı kitaptan okuduğu gibi anlayamıyor. En azından ben böyleyim, konuştuğum akranlarımın çoğu da böyle.

Bizim zamanımızda evet, basılı kitap okurduk. Hatta, kitaplarımla aramda tuhaf bir bağlılık vardır, defalarca okumuş olduğum bir kitapta bile asla bir yıpranma, altı çizilmiş satır, yaprak kenarlarında, cildinde bozulma göremezsiniz, gözüm gibi dikkat ederim çünkü. Fakültedeyken, ders kitaplarımı okurken uykuya dalar, sabaha kadar kitabım koynumda uyurdum, gene de hiçbir kitabımı yıpratmadım, hiçbir satırı, kurşun kalemle bile çizmedim. Eğer dikkatimi çekmek istediğim bir bilgi varsa, küçük kağıtlara notlar alır, o notları kitap arasında saklardım. Mutlaka altı çizilmesi gereken bir yerler varsa, kitaptan fotokopi çektirir, fotokopileri çizerdim. Bir başkasının satır altlarını çizdiği kitabı asla okuyup da aklıma sokamazdım. Çünkü dikkatimi çizilen satılar çeler ve diğer bir cümlede yazılan daha önemli bilgiyi gözden kaçırırım diye düşünürdüm. Bu alışkanlığım hala devam ediyor, tekrar okumayacağım kitapları, ikinci el kitapçılara vermek gibi bir huyum vardır, kitabı alan her ne kadar yeni göründüklerine şaşırır.

Benim için sanal dünyadan çekinmek için iki önemli sebepten biri, ekrandan okuduğumu, özellikle de uzun metinleri tam olarak kavrayamamak. İkincisi ise ne zaman internet üzerinden alışveriş yapmaya kalksam ya yanlış ürün aldım, ya da banka kartımın numarasını çaldırıp, bir sürü zarar ettim.

Bütün çekincelerime karşın, gene de sanal dünyayı yaşıtlarıma göre çok daha verimli kullandığımı düşünüyorum.

Birden bire, dünyayı corona virüs pandemisi sardı, bildiğimiz hayat değişti. Aniden evlere kapandık.  Bir çok iş yeri, okullar kapatıldı. Toplu halde sanal dünyanın nimetlerine her zamankinden daha çok muhtaç kaldık.

Okullar derslerini online yapmaya başladılar. Böyle bir şeyin olacağını rüyamda görsem hayra yormazdım, ancak oldu işte.  Aslında birkaç yıl Sağlık Bakanlığının tedavi hizmetleri için 10 yıllık bir plan hazırlamıştık. Ben de sosyal pediatri masasında moderatör idim. O çalıştayda, hastanelerde yatan çocuklar için, tek merkezden yönetilen, online hastane okulu projesi yapmış ve sağlık bakanlığına sunmuştuk. Bu kısıtlı programın bile gerçekleşeceğini hayal sanırken, bir anda bütün ülkede bütün okullardaki eğitim online hale geldi.

Sadece okullar değil, bütün işletmeler de online derse başladı, örnek olarak ben de piyano derslerini online almaya başladım. Ne kadar yoga stüdyosu varsa hemen hepsi online eğitime başladı, ya da evde yapabileceğiniz videolar yaptı. Ben de Trabzon’daki hocalarımın videolarını ile evde yoga yapmaya başladım. Böylece bahçede paraladığım kaslarımı gevşetiyorum.

En çok zorlayan mesele ise eğlence mekanları kapalı, evlerde de buluşamıyoruz. Resmen insansız kaldık. İnsansız yaşam sahası da pek tatsız tuzsuz oldu. Durum böyle olunca sosyal ilişkiler de sanal dünya üzerinden yürümeye başladı. Aynı anda bir çok kişi ile görüntülü konuşabileceğiniz programlar anında yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Herkes kendi evindeyken telefondan kına gecesi yapan bile oldu.

Bir çok kişi, konuk davet ederek seri sohbet programları yapmaya başladı. Geçen gün Trabzon Devlet Tiyatrosu sanatçılarından biri olan Duygu Urhan bana telefon edip instegramda  böyle bir canlı sohbet programı başlattığını söyleyerek beni de davet etti.  Tabii hemen kabul ettim. SİS’li günler (Salgın, İzolasyon veya İlham ve Sanat) isimli bir söyleşi yaptık. Ben Çanakkale’de yatak odamda, o ise İstanbul’da evinde iken karşılıklı konuştuk. Dinleyiciler de istedikleri soruları yazarak sordular. Hem biraz bilimsel olarak bu günkü ve tarihteki salgınlardan, salgınların toplumsal düzeni nasıl değiştirdiğinden söz ettim. Daha sonra da bu izolasyon günlerinin aslında bizi istenmeyen sosyal ilişkilerimizden de kurtardığını, bu sessizliğin ruhumuzu ilhama açtığını, bir çok sanatçının benzer izolasyon günlerinde ürettiği sanat eserlerini , herkesin sanat eseri üretemeyecekleri gerçeğinden yola çıkarak en azından kalplerini iyilik yapma ilhamına açmalarını konuştuk.

Aslında 1saat süreceğini planladığımız sohbet genel istek üzerine 2 saate uzadı.

Belki bu yazdıklarımı yıllar sonra okuyan olur, ve ne kadar basit bir teknoloji kullandığımızı düşünür.  Daha önce bir çok canlı radyo ve TV programı yapmıştım, ancak sosyal medya üzerinden interaktif bir program gerçekten çok ‘yeni’ ve farklı oldu.

Galiba bizim nesil de ister istemez sanal dünyayı daha fazla benimsemek zorunda kalacak.

Show Buttons
Hide Buttons