Category Archives: Genel

YUKARI MEZOPOTAMYA’NIN SAKLADIĞI SIRLAR; ARKEOLOJİK BULGULAR VE GÖBEKLİTEPE’NİN 12BİN YILDAN BERİ DEVAM EDEN ENERJİSİ.

Göbekli Tepe, kazılmaya başlandığı günden itibaren dünyada gerçekten çok büyük ilgi ile karşılandı. Nasıl karşılanmasın, daha düne kadar tarih Sümerlerle başlatılırken, şimdi Sümerlere dünkü çocuk dedirtebilecek bir uygarlığın ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı.

Göbekli Tepe, aslında bu bölgede Çayönü, Nevali Çöri gibi ören yerlerinde ilk işaretleri saptanan, ancak henüz bir isim verilememiş olan muazzam bir uygarlığın çok güçlü bulgularını çok daha belirgin bir şekilde gözler önüne serdi.

Bu yıl da gene Urfa’da, Göbekli tepenin kardeşi denilen KarahanTepe kazıları başladı. Mardin Dargeçit’te eş zamanlı ve Çayönü’nde bulunana benzer, tapınak olduğu düşünülen bir yapı saptandı. Sadece Urfa’da değil yakın çevre illerde de Göbekli Tepedekine benzer T şeklinde stellerin toprak üzerinde bile görüldüğü bir çok ören yeri ise henüz hiç kazılmadı.

Görünen odur ki, yakın bir zamanda insan uygarlığının başlangıcı, aşağı Mezopotamya’dan,  yukarı Mezopotamya bölgesine doğru kaydırılacak.

Umarım, benim ömrüm dahilinde, ortak değerleri olduğu yapı stillerinden belli olan bu uygarlığa dair çok daha fazla bilgiye sahip oluruz. En büyük ümidim ise, bir şekilde ön yazı sistemine sahip olduklarının keşfedilmesidir. Kim bilebilir, belki bir hikaye anlattıkları çok belli olan steller üzerindeki hayvan şekillerinin bile ilkel bir yazı şekli olduğu keşfedilir. Ya da bulgular arttıkça, açıkça yazı öncülü kabul edilebilecek bulgulara rastlanır. Eğer böyle bir buluntu olursa, işte o zaman artık tartışmasız bir şekilde tarih Anadolu topraklarından başlatılacak.

Tabii ben içimden geçen arzuyu dile getiriyorum. Gene de bu bölge ile ilgili teoriler içerisinde ayakları en çok yere basan teori, birkaç on yıl içerisinde bu bölgede özgün bir uygarlığın varlığının daha da belirginleşeceğidir. Yani bölgenin gizemini bilim kurgu değil, gerçek bilim çözecek.

Bir arkeoloji meraklısı olarak, bölgede ortaya çıkan her buluntuya karşı inanılmaz bir heves besliyorum. Göbekli Tepe’ye birkaç kez gittim. Klaus Schmidt’le yani ilk resmi kazı başkanı ile ve Göbekli Tepe’nin bulunduğu tarlanın gerçek sahipleri ile tanışma fırsatım oldu. Bu arada şunu ifade etmem gerek, Göbekli Tepe ile ilgili en mütevazi ve gerçeği en çok yansıtan teori Klaus beyin teorisidir.

Benim aslında bu bölgede çok dikkatimi çeken bir şey daha var. Göbekli Tepe’nin üzerini kapatan tepenin üzerinde tek bir ağaç vardır, bu ağaç günümüzde ve hatta bölgenin arkeolojik önemi anlaşılmadan önce bile dilek ağacı olarak kullanılmaktaydı.

Yani Göbekli Tepe’nin tapınak olduğu, henüz insanoğlunun görünürdeki bilgi dağarcığında yokken, kollektif bilinç demeyi tercih ettiğim bir bilgi ile insanlar o bölgeyi kutsal bellemişti.  Dilek ağacının etrafındaki mezar taşları ise kurban adakları için bir çeşit sunak olarak kullanılmaktaydı. Hatta arazi sahibi olan kişiler buraları tarla olarak kullanırlarken, tarlada çalıştırmaya başladıkları çocuklarına, öncelikle buranın kutsal topraklar olduğunu ve eğer çişleri gelirse, asla tepelere değil, tepenin aşağısına giderek aşağılarda işemelerini tembih ederlermiş.

Bu bilgileri bir araya getirince, 12bin yıllık, şu anda bilinç düzeyinde hakkında hiçbir bilgi kalmamış tapınağın nasıl olup da yöre halkı arasında hala kutsal kabul edildiğini akılla anlamak pek olası değil. Çünkü bu yapıların ortaya çıkması en çok 20 yıllık bir mesele, daha önce bu konuda hiçbir buluntu, bilgi yoktu. Göbekli Tepe örneğinde farklı uygarlıkları ispatlayan, üst üste katmanlar bulunmadı. Yani Tapınak bin yıllarca sahipsiz kaldı, ama gene de modern insanlar o bölgenin kutsal olduğunu biliyorlardı.

Oysa, bir çok arkeolojik sit alanı katmanlar halinde bir çok uygarlığın kalıntılarını taşır. Yani, yeni gelip ülkeyi zapt eden, muhtemelen savaş sırasında mahvettiği şehrin yıkıntıları üzerinde, binalardan kalan inşaat kalıntılarını ve şehrin alt yapıları kullanarak kendi binalarını yapar, böylece yeni şehir eski şehrin bütün lojistik imkanlarını kullanarak daha az çaba sarf ederek kurulur. Mesela eski şehrin limanı, yolları, tarlaları, sağlam binaları, harap binalardan kalan inşaat malzemeleri, su kanalları, sarnıçları ve her türlü imkanı kullanılır. 

Bu durumda da çok dikkatimi çeken bir olgu, eski şehirdeki tapınağın, yeni şehirde de tapınak olarak kullanılmasıdır. Bazen, şehir din savaşları ile ele geçirilmiştir, yeni gelen, eski gelenin dinine karşıdır. Buna rağmen, her nedense eğer tapınak yıkık değilse, ufak değişikliklerle, yeni dine uyarlanır. Yıkılmış ise, kuvvetle muhtemeldir ki yerine yeni dine ait tapınak, hem de eski binadan kalan taşlarla inşa edilir.

Mesela Anadolu’da önce ateş tapınağı olup, üzerine kilise ya da manastır inşa edilmiş, ya da kilise olup da, bir minare ilavesiyle camiye çevrilmiş pek çok örnek vardır.

Mesela Mardin’deki Deyrül Zaferan Manastırında neden ateş tapınağı yıkılmamış, olduğu gibi muhafaza edilmiş. Öyle ya yeni din ateşe tapınmaya tamamen karşı, o küçük binaya da ihtiyaç yok, öyleyse neden muhafaza edildi.

Ya da koskoca Osmanlı’nın yeni Cami binası yapacak parası yok muydu da kiliseleri olduğu gibi muhafaza edip, sadece bir minare ve birkaç yazı ekleyerek camiye dönüştürdü. Hadi diyelim sağlam binaları feda etmek istemediler, ama binayı başka amaçlarla kullanabilirlerdi. Neden kiliseleri mesela bimarhaneye değil de camiye çevirdiler?

Bence burada akıl dahilindeki bilgi ile algılanmayan bir olgu var.

Niyet baloncukları, ya da bilinç köpükleri demeyi uygun bulduğum bir olgu.

Niyet önemlidir. Mesela niyet etmeden namaz kılınmaz, oruç tutulmaz. Önce yapacağın ibadete (eyleme/ çalışmaya) karar vereceksin, sonra da bu kararını dile getireceksin ki yaptığın ibadet, ibadet sayılsın. Yani yapmakta olduğun eyleme farkındalık (şuur, kollektif bilinç, adına ne dersen) katacaksın ve bu farkındalığı kendi bilincinden daha yüce (geniş, ulu) bir alana bildireceksin.

Bence tapınaklarda insanlar niyet ede ede, o mekanda, diğer mekanlardan farklı bir boyut (kollektif bilinç odaları/köpükleri) meydana getiriyorlar. Bu bilinç boyutu, bu enerji alanı, o mekanda var olduğu ve bu farklı enerji de insanlar tarafından sezgisel olarak algılandığı için, tapınak mekanları tapınak olarak kalıyor. Yani eski şehrin sadece su kanalları, köprüleri değil, enerji alanları da yeni şehirde kullanılmaya devam ediyor.

Üstelik Göbekli Tepe örneğinde olduğu gibi tapınak tamamen yeryüzünden kalksa bile o enerji alanı hala fark ediliyor. Göbekli Tepede bugünlerde bir yandan azimli bölge halkı göbekteki ağaca çaput bağlamaya devam ederken, diğer yandan New Age akımı çılgınlığına kapılan insanlar dünyanın öbür ucundan gelip ay dönümlerinde, gün dönümlerinde çeşitli ritüeller uyguluyorlar.

Her iki ritüel cinsinde de modern insanın bildiği ilk atalarının niyet kapsüllerine kendi niyetlerini ekleme çabası var. Kendi farkındalığını, çok daha yüce, köklü, kalabalık bir farkındalık (bilinç, şuur, enerji, niyet) alanına eklemeye, on binlerce yıllık bir enerji zinciri oluşturmaya gayret ediyor.

Çok büyük, çok köklü, çok görkemli bir şeylere şahit olmak, ait olmak yada eklenmek için.

SÜT ANNELİK, SÜT KARDEŞLİĞİ, BAŞKA BİRİNİN ANILARI BENDE NELER CANLANDIRDI

Bizim toplumumuzda süt annelik, süt kardeşliği gibi konular gayet ciddiye alınır. Düşününce bebek mamalarının olmadığı dönemlerde süt anneliğinin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu anlamak çok kolay. Geleneksel olarak bu konu o kadar önemsenmiştir ki, dinimizde aile hukuku ile ilgili konular arasında süt annelik de geçmektedir.

Ben birkaç kez, kadınların kendi bebeği ile cinsiyeti farklı bir bebeğe süt annelik yapmaktan kaçındıklarını ve gerekçe olarak da ya ileride bu çocuklar birbirleri ile evlenmeye kalkarlarsa diye düşündüklerini gözlemledim. Tam karşıt olarak ise mesela iki kardeşin eşleri çocukları kuzen evliliği yapmak zorunda kalmasınlar diye bir birlerinin bebeklerini emzirdiklerini biliyorum. Burada aile büyüklerine söylenen hikaye bebeğin annesi yanında yokken çok acıktığı ve beslemeye mecbur kalındığı şeklinde olur. Bir yanlışlık yapılmasın diye de bu hikaye herkese hemen anlatılır.  İlginç olarak diğer anne de kendi bebeğini emziren kadının bebeğini emzirip süt kardeşliğinin tamamlar.

Çok sevdiğim ve benim gibi anılarını yazmaya meraklı bir hekim abim, kendisinin bir süt kardeşi olduğunu henüz öğrenmiş ve bu hikayeyi paylaşmış. Bu abimizin hikayesinde de her iki annenin karşılıklı olarak bir birinin bebeklerini emzirdikleri anlatılıyor. Ama nedense yıllarca sır olarak saklamışlar. Kim bilir ne sebeple sır olarak saklanmış bu hikaye bilemedim. Belki de süt akrabalığı her aile içerisinde hoş karşılanmayan bir şeydi.  

Bizim aileden ise anneannemizin (Anneler) hemen her sene doğum yaptığını ve sütünün de pek bol olduğunu biliyoruz. Bazen bebekleri öldüğü için, bazen de sadece başka bir annenin sütü yetersiz olduğu için pek çok süt çocuğu vardı, mesela benim annemin de bir süt kardeşi vardı. Üstelik bu süt kardeş genel eğilimin dışında bir erkekti. Demek ki Anneler bu bebekler günün birinde büyür de bir birine gönül düşürür mü acaba gibi bir kaygı taşımıyormuş. Annemin bu süt kardeşinin çocukları ve torunları ile ilişkimiz hala devam ediyor.

Anneler bütün Pazar ahalisinin Sare Hala’sıydı. Kimsenin onu ana diye çağırdığını hatırlamıyorum, ama bir sürü süt çocuğu olduğunu biliyorum.

Biz çocuk hekimleri için anne sütü ne kadar değerlidir, kimse tahmin bile edemez. Bir bebeğin, annesi öldü, ya da sütü yok diye anne sütünden mahrum bırakılmasını engelleyecek bu uygulama bizim için inanılmaz değerlidir.  Bir çok kez, sırf tedavi için anne sütü kullandığımız olmuştur. Ancak dini açıdan toplumsal açıdan önemini bildiğimiz için her annenin sütünü kendi bebeğine vermeye özen gösterirdik. Sağılan her sütü mutlaka anne yanında etiketlerdik. Bir kadının sütünü çok mecbur kalmadıkça ve izin almadan asla kendi bebeği olmayan bir bebeğe vermezdik.

Bu hassasiyetimizin ne kadar yerinde olduğunu anlatan bir hikaye anlatacağım.

Hastaneler, kimsenin aklına gelmeyecek sürprizler barındıran mekanlardır. Yıllar önce bir sabah hastaneye gittiğimde beni acele bir şekilde servise çağırdılar. Kim bilir nasıl bir felaketle karşılaşacağımı düşünerek koştum. Gece nöbetinde asistan arkadaş  nöbet odasında  kimsesiz bir bebek bulmuş. Bu odada daha yarım saat önce yatağın üzerinde uzanıyor olduğu için bu bebeği son yarım saat içerisinde bırakıldığını anlamış. Fakat ilginç olan gecenin bu vaktinde servise giren çıkan birini hiç kimse görmemiş. hastane kapısındaki görevliler de o saatte servis binasına giren kimseyi görmemişler.

Bizim servis ekibi, kadın doğum ekibine sormuş, fakat bebeğin sahibi olabilecek hiç kimseyi bulamamışlar.

Sonuç olarak hastane odamızda terk edilmiş bir bebek vardı. Bu durumda hemen ilgili birimlere haber verilir ve resmi prosedür işlemeye başlar. Görevliler bize, bebeğin sahibi bulunmazsa çocuk esirgeme yuvasına alacaklarını ve nasılsa hastanede olan bu bebeğin işlemleri tamamlanana kadar  birkaç günlük bakımını yapmamızı istediler.

Bebek tamamen sağlıklı olduğu için, hastalık kapar endişesiyle normal servise ve yeni doğan yoğun bakıma almak istemedim. Acil serviste uygun imkanlar vardı, küçük bir yatağa yatırdık ve orada bebeği beslemeye başladık. Ne kadar büyük bir hata yaptığımı çok kısa bir sürede anladım, çünkü hikayeyi duyan, elini kolunu sallayarak bebeği görmeye geliyordu. O kadar ki acil serviste kalabalıktan iş yapamaz hale geldik. Bir de çocuksuz birisi acilin yoğun bir anında bebeği çalar endişesi yaşamaya başladım. Bu kez de kapalı kapılar ardında olması için yeni doğan yoğun bakıma devrettim.

Ancak acilde yattığı o kısa sürede bizim hemşire arkadaşlar bebeciğe pek acımışlardı. Başka sebeplerle gözlem için yatan çocukların annelerinden bu bebeği beslemelerini istemişler. Annelerin neredeyse hepsi bu bebeğe süt vermeyi şiddetle ret etmiş. Sadece genç bir anne, o da kendisi bebeğe acıdığı için süt vermeye kalkışmış, fakat bu kadının da kocası bunu görünce servisin ortasında kıyamet kopartmış. Karısına sen bu piçe nasıl süt verirsin diye bas bas bağırmış, yüzü gözü morarmış, kadının üzerine yürümüş, kadıncağızı kocasının elinden zor zahmet  almışlar.  Adamı bin bir dil döküp yatıştırmışlar. Adam sonunda uykusu gelince karısına Kuran ve ekmek üzerine yemin ettirmiş, eğer bu piçi emzirirsen seni boşarım tehditleri ile evine gitmeye razı olmuş. Bu olayı duyunca bu genç anne ile konuşmak istedim. Kadın da düşününce kocasına hak vermişti, kendi düşüncesizliğine kızıyordu. Ancak bebeğe süt vermesinin neden bu kadar büyük sorun olduğunu bir türlü anlatamadı. Sadece olmaz işte, kim bilir babası kimdi demekle yetindi.

Demek ki, kim bilir babası kim olan bebeğe süt anne olmak doğru değil.

BİR KARADENİZ GEZİSİ DAHA YAPTIM, BU KEZ MENÇUNA ŞELALESİNİ GÖRME FIRSATIM OLDU, EN GÜZEL HAVALARDA GRİP OLDUM.

Ekim ayında KTÜ Pediatri, bu güne kadar bu bölümden uzmanlık almış eski asistanları ve bölümden ayrılmış eski öğretim üyelerini davet ettiği bir mini kongre hazırlamışlardı. Bu kongreye katılmaya ve Trabzon’da kalışımı birkaç gün daha uzatıp, arkadaşlarımı görmeye karar vermiştim. Fakat kongre sırasında ağır bir gribe yakalandığım için hemen hiçbir planımı gerçekleştiremedim.

Neyse ki gitmeden Çanakkale’den bazı arkadaşlarım Karadeniz bölgesini gezmek istedikleri için onlarla 6 günlük bir gezi programı yapıp sonra kongreye katıldım. Bu ön geziyi yapmamış olsam sadece yorgan döşek yatarak geçirdiğim bir hafta olacaktı.

Benden daha iyi tur operatörü bulamazsınız iddiası ile başladığım turu başarı ile bitirdim. Trabzon, Gümüşhane, Rize ve Artvin illerini kapsayan güzel bir gezi yaptık. Şansımıza bizim gezdiğimiz zaman bölgede bütün yıl boyunca üst üste güneş olan tek hafta imiş. Arkadaşlarıma yağmurluklar filan aldırmıştım ama hiç kullanmadık. Hava bize o denli iltimas yaptı ki, mesela Borçka’da biz gitmeden 2 gün önce sel oldu, ben arkadaşları korkarak götürdüğümde ise yerlerde bir damla çamur yoktu, sonbahar bütün güzelliği ile kendini göstermeye başlamıştı.

Bu gezide benim en çok etkilendiğim 3 yer oldu.

Bunlardan ilki Trabzon’daki eski mahallemin yerinde (Pazarkapı) yeller esmesiydi. Gözlerime inanamadım, bütün mahalle ortadan kaldırılmış. Özellikle de 40 merdivenler denilen çarşıdan eser bile kalmamış. Bu beni kaygılandırdı. Çünkü eski şehirler, bu daracık sokakları, eşsiz binaları ile özel ve benzersizdirler. Bence 40 merdiven denilen çarşı eski hali ile bin yıllarca bütün bölge halkının alış veriş ihtiyaçlarını karşıladığı (eski tip AVM), aradığı her şeyi bulabildiği, bütün merdiven/sokağın tek bir mağaza gibi algılandığı, restore edilmesi gereken turizme bile açılabilecek kadar özgün bir yer idi, bakalım şimdi yerine ne koyulacak.

İkinci etkilendiğim yer ise Çal Mağarası idi. Mağaranın mevcut iki galerisini de biraz daha uzatmışlar, böylece daha önce görmediğim yerlerini görme şansım oldu.

Şunu söylemeliyim ki mağaranın dışında yapılan ve uzaydan bile görünebilecek boyutlardaki o perde beton duvarların neden yapıldığını anlayamadım. Bir çökme tehlikesi  filan varsa, Allah aşkına bu kadar sevimsiz duvarlarla mı bu tehlike önlenmelidir? Bu düzenlemeyi yapanlarda, onaylayanlarda hiç mi estetik kaygısı yoktur? Gözleri de görmemekte midir? Eğer bir otopark oluşturma kaygısı yaşandıysa, hiç kimsenin mağaranın önüne kadar arabayla gitme zorunluluğu yoktur. Otopark biraz uzağa inşa edilebilir. Her neyse ben bu duvarları görünce çok gerildim. O görüntüyü gözüme hoş gösterecek herhangi bir bahane düşünemiyorum.

Çal Mağarası, muhteşem bir mağaradır. Her şeyden önce bu mağara aslında bir yeraltı nehrinin, şu anda açık olan kısmında y şeklinde iki kolu olan, kayaların içerisinde oluşturduğu koridorlardan meydana gelmiştir.

Bu koridorlar ilginç bir şekilde kırmızı renklidir ve tavanı yer yer insan eli ile oluşturulmuş kadar düzgün görünür. Yer yer, özellikle sol koridorda, değişik şekillere bürünmüş sarkıt ve dikitler vardır, ancak emin olun bu mağaradan hatırlayacağınız şey bu görüntüler olmuyor.

Yürüme için meydana getirilmiş platform bir yeraltı dereciğinin üzerine kuruludur. Bu derecik nedeniyle yaz kış mağara içerisinde hava serindir. İşte bu mağaradan akılda kalan bu derecik ve dereciğin meydana getirdiği şelaleler, göller oluyor. Geçen sefer gittiğime göre bu sefer çok daha fazla bölgesi geziye açılmıştı. Sol koridor şimdi tepesinden duş gibi sular akan bir ufak mağaracıkta sonlanıyor.

Sağ koridordaki büyükçe şelalenin devamını da açmışlar, şimdilik orada da fazladan ufak bir şelalecik daha ortaya çıkmış.

Mağarayı oluşturan derede daha önce görmediğim kadar çok su vardı. göletler daha önce görmediğim kadar büyüktü. Mağaradan arkadaşlarım da çok etkilendiler, üstelik onları önce Karaca Mağarasına götürmüştüm. Bir gün önce oraya hayran kalmışlardı, ancak Çal Mağarasında çok daha fazla heyecanlandılar.

Üçüncü etkili nokta ise daha önce benimde bir türlü göremediğim Mençuna Şelalesi idi. Asıl planım Borçka Karagölü gördükten sonra Maçahel’deki Maral Şelalesine gitmekti. Fakat o gün geziye gelen arkadaşlardan birini acilen Artvin’den göndermemiz gerekti. Böylece ben Maral Köye gitmek için vaktin geç olduğunu düşündüm. Karagölden sonra geri dönmeye karar verdim, fakat Hopa’da yemek yedikten sonra hala güneşin batmasına 2 saat kalmıştı. Hemen Mençuna şıkkını devreye soktum.

Mençuna Şelalesine, Arhavi’den gidiliyor. Önce Arhavi’den Ortacalar/ Kamilet yönüne doğru içeriye girmeye başlıyorsunuz. Bu yolda en önemli duraklardan biri çifte köprüler. Bu mevkide bir su kavuşumu var, her nasılsa köprüyü her iki çay kavuştuktan sonra değil de, kavuşmadan hemen önce, tam kavuşma notasına kurmaya karar vermişler. Tabii eminim, bunda muhtemelen köprü ayaklarını kuracakları sağlam kayanın olması, yolun bu şekle izin vermesi ya da benzeri bir sebep vardır. Sonuç olarak birbirine 10 metre bile uzakta olmayan iki kemerli köprü ve bu köprülerin hemen yanında 2 adet de yeni köprü var. Yani çifte köprüler iki çift köprü anlamına geliyor.

Eski köprüler Karadeniz Bölgesinde çok sık rastlanan kemerli taş köprüler, bu köprülerin teki bile muhteşem görünür, ikisi birlikte olunca essiz bir güzellik sunuyor.

Bu 2 çift çifte köprüden sonra Mençuna şelalesine gidiş, oldukça zorlu bir yoldan gerçekleşiyor.

Mençuna Şelalesi aslında tümüyle bir doğa harikası olan Kamilet bölgesinde bulunuyor. Bu bölge de HES’lerin tehdidi altında. Yok olmadan önce mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri.

Kamilet bölgesinde Mençuna Şelalesi denilen bir doğa harikası var. şimdilik çok zor gidiliyor. Otomobil yolu bir noktada bitiyor. Suyun karşısına bir asma köprü ile geçiliyor, bundan sonra 1 saatlik tırmanış var. Bu tırmanış için merdivenler yapılmış olduğu için özel herhangi bir teçhizat gerekli değil.

Şelaleye varana kadar pek de çevredeki güzelliğin farkına varılmıyor, o işi dönüş yoluna bırakmak lazım.

Şelale iki kısımdan meydana geliyor, önce aşağıdaki 10 metrelik şelaleyi görüyorsunuz. Daha sonra bir asma köprüyü daha geçip esas şelaleyi karşıdan görüyorsunuz. Simsiyah granit bir duvarın üzerinden bembeyaz çağlayan sular, berrak bir havuza dökülüyor. Bu şelalenin yüksekliği 90 metreyi buluyor ve Türkiye’nin en yüksek şelalelerinden biri olduğu kesin. Yazın bu sularda yüzmek de mümkün oluyormuş, ancak hava kararmaya yüz tuttuğu için geri dönmek zorunda kaldık. Aklımız şelalede kaldı.

Daha önce bu şelaleye gitmeye karar verip de ilk asma köprüden sonra yolu kaybettiğimiz için görememiştim. Bu sefer tam yolun bittiği noktada arkamızdan gelen 3 kişilik bir gurupla yolu bulduk. Bu adamlar meğer jeolog imişler ve onlardan bir neredeyse akrabam çıktı.

Sonuç olarak dönüş yolunda biz biraz daha eğlenmek istedik ancak bu adamcağız bize buraların ayıların doğal yaşam alanı olduğunu ve artık her an karşımıza çıkabileceğini anlatınca onlarla döndük. Gerçekten bu bölgede bütün kara kovanlar ayılardan kurtarmak için yüksek dallara filan koyulmuştu. En sondaki asma köprüden geçerken ayılar karşıya geçmesin diye yapılmış kapıyı da kapatarak geri döndük.

Bütün bu ayı meselesi hala bu bölgedeki yaban hayatının çok sağlam olduğunu göstermesi açısından çok değerlidir. Çok mutlu oldum.

Artvin’in Maçahel bölgesi, Türkiye’nin tek biyosfer alanıdır. Ancak bence Artvin’de daha bir çok yer en azında Milli park ilan edilmelidir.  Kamilet bölgesi de bütünüyle Milli Park olmalıdır.

Artvin halkı da, Doğa sever insanlardan meydana gelmiştir. Doğalarının değerini bilirler. Daha geçen gün ballarını korumak için yüksek korunağa koyan bir balcı ile konuştum. Ayının nasıl olup da balları çalabildiğini merak edip kamera kurmuşlar. Sonunda yavrusunu yukarı fırlatıp, hırsızlığı yavruya yaptırdığını gözlemlemişler. Bunu görünce, madem bu kadar plan kurabiliyor, demek ki bal ayının hakkı diye düşünmüşler. Bunu bana gözleri gülerek, kahkahalar atarak anlattı.

Bu güzel geziden sonra, en son arkadaşı da havaalanına bıraktım ve hastalandım. Eski çalışma arkadaşlarımı görme fırsatı bulduğum kongreye katıldım, ancak genellikle odada yatmak zorunda kaldım. Sonunda eve döndüm ama bir hafta da evde yattım.

çifte köprüler

arkada kara kovan
Çaylık önünde
muhteşem Mençuna
Yağmur Ormanlarında Çıkış yolu

SEVGİLİ FARABİ HASTANESİ,

Bu mektubu sana, meslek hayatının en verimli yıllarını senin için çalışarak geçirmiş bir hekim olarak, derin üzüntüler içerisinde yazıyorum. Duydum ki borç batağındaymışsın ve başın ciddi beladaymış. Trabzon Tabip Odası başkanı, Dr Ebru Sivri çok dokunaklı bir yazı ile Farabi Hastanesine sahip çıkmış.

 Ebru Sivri’nin mesleki ablası sayılırım ve ona duyarlılığı için teşekkür ediyorum. Ondan izin almadan bu yazısını aynen buraya ekledim.

Yanındayız KTÜ Farabi

Sabit bir geliriniz var ve ev geçindirmeye çalışıyorsunuz. Geliriniz hep aynı ama giderleriniz artıyor. Yıllar içinde elektriğe, suya, mutfakta kullandığınız temel tüketim malzemelerine zam geliyor. Çocuklarınız okula gidiyor masrafları artıyor, vergiler artıyor ama sizin geliriniz yine aynı. Evinize misafir geliyor onların masraflarını da karşılıyorsunuz , hatta onlarıda evin kadrosuna almanız isteniyor giderlerini siz karşılıyorsunuz, harçlıklarını siz veriyorsunuz . İçinde oturduğunuz ev zamana yenik düşüyor, tadilat yaptırmanız gerekiyor çatı akıtıyor, musluklar bozuluyor giderler artıyor ama sizin gelir yine aynı. Hadi evinize temizliğe yardımcı gelmiyor diyelim ama ortak kullandığınız alanın temizliğini, güvenliğini sağlayan personel var onun maaşına zam geliyor , bu gider kalemi de yine sizin aile bütçenize yansıyor. Geliriniz sabit ama yıllar içinde giderleriniz ne kadar da artıyor. Gelir gideri karşılamayınca borçlanıyorsunuz, borçtan çıkmak işin siz uğraşa durun giderler hala artıyor. Atalarımızın dediği gibi “Kaşıkla geliyor, kepçeyle gidiyor”. Şimdi sorarım size bu durumda evini geçindiremiyor diye kime kızarsınız. Yıllarca ailenin bu durumunu izleyip müdahale etmeyen, giderlerinin arttığını görüp hatta yeni gider kapıları açıp, gelirini arttırmayanın suçu yok mu.
Ülkemizdeki tüm üniversite hastanelerinin durumu yukarıda izah etmeye çalıştığım gibidir İlimizde de ne yazık ki durum aynıdır. Ama tüm bu gerçeklere rağmen nedense çuvaldızı kendine batırmayanlar suçlayacak kişileri bulmuş, hedef tahtasına oturtmuş KTÜ Farabi Hastanesi yönetimini haksız yere karalamaktadırlar.

Bölgemizdeki A grubu ameliyat dediğimiz büyük ameliyatların % 96 sı Farabi’de yapılıyor. -2018 yılı verisi 3213-
Doğu Karadeniz’de helikopter ambulans ile hasta kabulu yapan tek hastanemiz Farabi.
İlimizde terör çatışmalarında yaralılara hizmet veren hastane yine Farabi
Bölgemizde Cumhurbaşkanı için referans olan tek hastane Farabi
Türkiye’nin en büyük acil servis binasına sahip hastane Farabi
Hasta yükü en fazla olan hastane , hem il içinde diğer hastanelerden gelen , hem de çevre illerden gelen hastaların kabulu yapıyor. -2018 verileri 802.076 poliklinik, 89.112 ameliyat, 137.795 acil hasta-
Sevk zincirinin son halkası, teşhiste veya tedavide hastayı yönlendirdiğimiz veya komplikasyon dediğimiz bir ilacın ya da hastalığın doğuracağı istenmeyen yan etkiler dediğimiz komplilasyon durumlarımda hastayı sevk ettiğimiz bölgemizdeki tek hastane Farabi
Doğu Karadeniz’de organ transplantasyon merkezi olan tek hastane Farabi ( toplamda 100 böbrek, 30 karaciğer nakli yapılmıştır)
Bölgemizde yanık ünitesine sahip tek hastane yine Farabi
Yoğunbakım üniteleri, yan dal branşları, kemoterapi üniteleri ile de hizmet veriyor.
43 Anabilim dalı ve bu anabilim dallarına bağlı olarak kurulmuş 25 bilim dalı ile eğitim, araştırma ve hizmet sunumuna devam ediyor.
Yaklaşık 1400 doktor, 500 tane araştırma görevlisi sayısı ile sıralamada Türkiye’ de ilk 15 üniversitenin içinde.
Bir gece nöbetinde toplam hastane bünyesinde yaklaşık 45 doktor görev alıyor, hiç de azımsanacak bir sayı değil.
URAP verilerine göre Türkiye’nin 2018-2019 yılı en iyi tıp fakülteleri sıralamasında 14. Sıradadır
Şehrimizin tek üniversite hastanesidir.
Dolar inanılmaz bir şekilde artmış , tıbbi sarf malzemelerini döviz üzerinden alıyorsun, gelirin belli giderin artmış, durum böyleyken içine düştüğü mali açmazda yönetimini suçlamak haksızlıktır, üniversite hastanelerini bu duruma getiren sistemin hiç mi suçu yok. Büyük resme bakalım, oturup durumu düzeltmek için neler yapılabilir diye konuşalım, çözüm önerilerini tartışalım, asıl bunları yüksek sesle konuşalım ki sesimizi duyuralım. KTÜ Farabi Hastanesi de ilimiz için marka değeri olan köklü bir eğitim ve bilim yuvasıdır, güçlü bir hastanedir ve bu mücadelede yanındayız KTÜ Farabi.
Ebru Sivri
Trabzon Tabip Odası Başkanı

Formun Üstü


Bir Kasım günü (1989), KTÜ Tıp Fakültesi, Farabi Hastanesinde  çalışmaya başladığımda, henüz 31 yaşına girmiş, mecburi hizmetini yeni bitirmiş genç ve hevesli bir Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanıydım. İşe başladığımda Trabzon’da evim olduğu için üniversitenin lojmanlarında kalmıyordum. Dolayısıyla hastanemiz hakkında neler söylendiğini çok daha kolay duyuyordum. O yıllarda Farabi Hastanesine gelmek isteyen hastalar, oraya gidip de asistanların elinde kalmak, deney tahtası mı olmak istiyorsun diye  uyarılırdı. Açık konuşmak gerekirse bu uyarıyı genellikle Trabzon’da, diğer hastanelerde çalışan hekimler yapardı. Aradan geçen çeyrek asırda Farabi Hastanesinin bölge hekimleri arasında ne kadar itibar kazandığının bir göstergesi Dr Ebru Sivri’nin sözlerinde saklı duruyor.

Ebrunun söylemeyi unuttuğu bir gerçeği de ben dile getireyim. Farabi Hastanesi, bölge hekimlerimizin kendileri ya da en yakınları ciddi sağlık problemlerini çözmek için güvendiği hastanedir. Bu bana göre, bir bölge hastanesinin  en önemli güvenilirlik göstergesidir.

Sevgili, uğruna saçımı süpürge ettiğim, gençlik yıllarımı tükettiğim hastanem, şimdi biraz benim kendi yaşantımda yer eden gelişiminden söz etmek zamanıdır.

Ben sende çalışmaya başladığım ilk yıllarda, sanırım 50/60 öğretim üyesi ya var, ya da yoktu. Sen şimdiki yerinde tek bir bloktan ibaret bir hastaneydin.

Benden önce çalışmaya başlamış olan büyüklerimden, Göğüs Hastanesindeki halini bol bol dinledim. Sadece hastanenin o zamanki halini değil, etrafında otlayan inekleri, damlarından akan kova kova suları da dinledim, ancak o halini ben görmediğim için yazmaya kendimi yetkin görmüyorum.

Ben işe başladığımda dedim ya tek bloktan ibarettin. Planınla ödül kazanmış olduğun söyleniyordu, ama bu ödülün gerçekliğinden, ya da ödülü veren jürinin gerçekçiliğinden her zaman şüphe ettim. Çünkü 11 katlı olmana rağmen asansörün 3 gözdü, yangın merdivenin, hasta bekleme salonların yoktu ve daha bir çok tuhaflığın vardı, yani bana göre hiç de ödül alacak bir mimarin yoktu. Ancak ben işe başladığım andan itibaren sürekli tamirat, tadilat geçirdin, ek binalar yapıldı, sonunda içinde sürekli kaybolunacak bir labirent haline dönüştün.

Mesela ben işe başladığımda koridorlar, tuhaf bir mozaikti, mermer döşendi, bayağı güzel göründü. Asansörler artırıldı. Hatta bu asansörlere yer çıkarmak için bizim geceleri servisin ön tarafında gece gelen acil hastalara baktığımız odamızı feda ettiğimiz için Çocuk Acil açılmıştı. Bu asansörlerin yapılmasına bu nedenle minnettarım.  

Yangın merdivenlerinin yapılması sırasında servisime kıvılcım atlayıp, yangın çıktığını da hatırlatmadan geçemeyeceğim.

Daha sonra yuvarlak ek bina yapıldı. Bu bina bitince hep birlikte oraya taşındık ve eski bina sil baştan elden geçti. Şimdiki yuvarlak binanın zemin katında yıllarca Acil, Acil binası yapıldıktan sonra da yoğun bakımlar  olarak kullanılacak olan bölümde biz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Servislerini taşımıştık. Tam bir yıl o kısımda bütün yaş guruplarını bir arada yatırdığımız, sadece kemoterapi, enfeksiyon ve bebek hastalarımız biraz izole edebildiğimiz bir yıl geçirdik.

Bütün o taşınmalar sırasında neler yaşadığımı daha önceki bir çok yazımda yazmıştım. Şimdi onları  tekrarlamayacağım.

Ancak  biz gerçekten büyük bir fedakarlıkla ve vatan severlikle çalıştık. Öğretim üyesi  ve asistan sayımız arttı elbette, ancak daha önemli olan eğitim ve sağlık hizmeti kalitemiz arttı.

Mesela KTÜ Tıp Fakültesi, Türkiye’de eğitimde akreditasyon alan ilk fakültelerden biridir. Bu güne gelmek için kaç kişinin kaç yıllar boyunca ne kadar emek verdiğini anlatmaya kalksam şimdi sayfalar yetmez. Şu kadarını söylemek yeterlidir sanırım. KTÜ Tıp Fakültesi mezunları, çalışmaya başladıkları her yerde olumlu yönde fark edilirler. Eğer canları ihtisas yapmak isterse kazanamayacakları bir sınav da yoktur. Elbette kişisel farklılıklar olacaktır, ancak KTÜ Tıp Fakültesi mezunu olmak, ya da KTÜ Tıp Fakültesinde ihtisas yapmış olmak bir ayrıcalıktır.

Bunu çok inanarak söylüyorum ve bu başarılı doktorları yetiştirirken senin hastane olarak rolünü bu mektupla hatırlatıyorum.

Hasta hizmetlerini Ebru Sivri hatırlatmış zaten.

Sevgili Farabi Hastanesi, yaptığın hizmetlerle çok önemlisin. Borcun varmış, boş ver, boynunu bükme. Borç yiğidin kamçısıdır. Elbet bu günleri de atlatırsın. Biz senden daha çok hizmet bekliyoruz.

Sevgiyle kal.

Prof Dr Ayşenur Ökten.

Emekli Öğretim Üyesi

KREMALI DOMATES HASADI ÇORBASI

Domates hasadı zamanında istemediğin kadar domates oluyor. Yeterince salça, ve kahvaltılık sos yaptıktan sonra hala bir çok domates var. Ne yapayım derken nefis bir domates çorbası çıktı ortaya.

İÇİNDEKİLER

4 kilo domates

1 paket süt kreması

2 kaşık tarhana

2 kaşık kırmızı mercimek

1,2 diş sarımsak

Tuz, bir kaşık toz şeker, kırmızı toz biber, fesleğen yaprakları.

Üzeri için istenirse taze kaşar rendesi.

YAPILIŞI

Domateslerin yarısı, çekirdekleri çıkartılıp rendelenir. Ben daha kolay olması için domatesleri ikiye bölüp, rondodan geçirdim. Daha sonra kalın bir tel süzgeçten geçirerek, çekirdek ve kabukları attım. Taze domates suyu elde etmiş oldum.

Kalan domatesleri ise kalın dilimler halinde doğrayıp, 200 derece fırında 40 dakika fırınladım. Daha sonra kabuklarını çıkartıp, fırınladığım domatesleri de rondodan geçirdim. Fırınlanmış domatesten domates sosu elde etmiş oldum.

Mercimekleri ve tarhanayı bir tencereye alarak 2 bardak su ile topaklanmayı önlemek için sürekli karıştırarak pişirdim. Mercimekler iyice haşlandıktan sonra tuzunu, baharatlarını, domateslerin ekşiliğini almak için şekeri, dövülmüş sarımsağı, kremayı ve her iki domates sosunu ekleyip kıvamını ve tuzunu kontrol ettim. 

Çorbaya istediğim kıvama gelene kadar kaynar su ekleyip, çiğ domates kokusu geçene kadar pişirdim.

Biz üzerine başka bir şey koyma gereği görmedik, ama istenirse taze fesleğen yaprakları ve kaşar rendesi ile servis edilebilir.

NOT;

Tarhana, Karadeniz ikliminde kurutulamadığı için, pek alışık olduğumuz bir tat değildir. Ben de yıllardan beri tarhanayı çorbaları bağlamak için un niyetine kullanırım. Bu benim en önemli lezzet sırlarımdan biridir. Bunu denerseniz en basit çorbanın bile ne kadar farklı bir lezzete kavuşacağını göreceksiniz.

Mercimeğe gelince sadece sonu kalmış azıcık mercimek vardı, hadi bunu da çorbaya katayım deyince çok güzel bir sonuç aldım. Bundan sonra domates çorbalarına her zaman katacağım.

Resim çekmeyi ihmal ettiğim için rengi benim yaptığım çorbaya en çok benzeyen resmi internetten aldım

MÜZEHHER GÜVENÇ, ESKİ ANILAR, SOL YANIMIZ ÇOCUK KALMIŞ, SAĞ YANIMIZI NE SEN SOR NE BEN SÖYLEYEYİM.

Geçen ay Gülçin Olcay ile Gökçeada’da tatildeyken, Müzehher Güvenç’ten bir telefon geldi.   Bozcaada’ya bir arkadaşının bağında bağ bozumu için gelecekmiş, dönmeden bir kaç gün bende kalmak istiyormuş. Tabii çok sevindim.   

Çok gezene Sivas’ta ‘ayağı yanık it gibi’ derler, Ege’de de ‘göğü kaldıran kuş gibi’ terimi varmış. Bunu genel olarak bana söylerler ama benim hemen bütün arkadaşlarım bu tanıma uyuyor galiba.

Hal böyle olunca benim trafik bazen karışıyor. Gökçeada’dan dönüp,  Gülçin gittiği gün Yavuz Özoran Hoca, oğlu Emre’nin düğünü için Çanakkale’ye gelmişti. Tam düğün bitti, Yavuz hoca gitti, aynı gün Müzehher geldi  (Bu karmaşada bir de sınıf arkadaşımız geldi, ama artık onunla Zafer ilgilendi).

Müzehher ile arkadaşlığım oldukça eskidir, ta asistanlık yıllarıma dayanır. Müzehher aslında Ankara Tıp mezunudur, sadece birkaç aylık oldukça kötü bir Hacettepe macerası vardır. Buna karşılık hayatı garip bir şekilde bir çok sınıf arkadaşımla öyle yada böyle kesişmiştir ve hatta benim sınıf arkadaşlarımdan bazıları ile benden daha yakından görüşür.

Ben Hacettepe’de Pediatri İhtisası yaparken, en yakın arkadaşlarımdan biri olan Ayşen (Coşkun) da Psikiyatride asistandı. Sanırım Müzehher’le onun vasıtası ile tanışmıştım. Müzehher de Psikiyatride asistandı, sanırım 4/5 aylık asistan iken bir gece, tam da Müzonun nöbetinde serviste yangın çıkmıştı. Bu yangını aslında kendini yaralamasın diye duvarları korumalı özel bir odada yatan hastalardan biri çıkarmıştı. Daha sonra birkaç hasta bu duvar izolasyonlarının yanmasıyla ortaya çıkan zehirli dumanı soluyarak ölmüştü.

Ben o gece nöbetçi değildim, ama duyduğuma göre Hacettepe’nin devasa binasının orta yerinde bulunan servise, itfaiye araçları da yaklaşıp müdahale etmekte oldukça yetersiz kalmışlardı.

O gece Müzehher’in çektiği korku ve geçirdiği ölüm tehlikesi bir tarafa, bir de yıllarca mahkemelerde süründü. Tabii olayın bir başka sonucu da hemen psikiyatriden vaz geçmesi ve daha sonra kadın doğum uzmanı olması oldu.

Müzehher, bizim üniversiteden ayrılınca yıllarca görüşmemiştik.  Sonra hiç beklenmedik bir şekilde yeniden bir araya geldik. Ben mecburi hizmetim için Elazığ’a gitmiştim. Daha önce hikayesini defalarca anlattığım bir şekilde kuradan Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi çıkmıştı. Ben pediatride tam bir yıl boyunca yalnız çalıştıktan sonra önce Dr Kenan Kocabay, ondan bir ay sonra Dr Hüseyin Güvenç ve hemen ardından Prof Dr Sırrı Bektaş geldiler.

Biz Hüseyin ile hemen anlaşıp iyi arkadaş olmuştuk.

Hüseyin’in eşi o sırada ihtisas yaptığı için ondan bir yıl sonra geldi. Meğer Hüseyin,  Müzehher ile evliymiş. Böylece bu çiftin, biri eş durumundan değil, her ikisi de ayrı ayrı benim arkadaşım oldular.

Müzehher, devlet hastanesinde çalışıyordu, böylece muayenesi de vardı ve yerel halk ile iletişimi bizden çok daha farklı bir seviyede idi. Muayenesinde orta yaşlı bir yardımcısı vardı. Üç dil bile sekreterim var diye arkadaşlar arasında hava atardı. Kadıncağız gerçekten de Kürtçe ve Zazaca bildiği için Müzoya bir hayli tercümanlık yapmıştı.

O yıllarda, Elazığ’da sosyalleşmek için yapabileceğimiz çok az şey vardı. Biz de sık sık kendi aramızda toplanır, yemek yerdik. Bir gün de Hüseyinlerde toplanacaktık. Müzehher, bana sen erkenden gel, biz hazırlanırken, bir yandan da sohbet ederiz demişti.

Ben de yemek saatinden bayağı önce, işten çıkar çıkmaz gitmiştim. Bir yandan yemek hazırlıyorlardı, her ikisi de mutfakta bir şeyler yapıyorlar fakat benim  yardım etmeme izin vermiyorlardı. Bir sandalye gösterip beni mutfağa oturttular. Meğer biraz önce ufak bir şeyden ötürü tartışmışlar ve her ikisi de olayı kendi bakış açısı ile bana anlatıp, kendi tarafını tutmamı istiyorlar, bir yandan da fırıl,  fırıl dönüp yemek hazırlıyorlar. Ben diyorum ya ikisi de benim arkadaşım. Her ikisini de dinleyip makul bir cevap vermek istiyorum, ama biri bir şey söylüyor, öbürü bir şey söylüyor, bir yandan da bir o yana bir bu yana koşuşup duruyorlar. Bunları dinleyeyim, yüzlerine bakayım derken başım döndü.  Zaten saçma sapan bir şeyden ötürü kavga etmişler, bir ara bulucuya ihtiyaçları yok, bir nefes alıp bir dakika sussalar kavga bitecek. Birden bire ‘’bir dakika, şimdi siz benden hakemlik yapmamı mı bekliyorsunuz’’ diye sordum. İkisi birden evet dediler. Ben de tane tane ‘’siz kesinlikle anlaşamıyorsunuz, en iyisi bir an önce boşanın’’ dedim. İkisi birden o kadar da değil artık diye itiraz ettiler. Ben de ‘’o halde dırdırı kesin, yetti be, güya bir tabak yemek yedireceksiniz, kafamı şişirdiniz’’ dedim.

Bu galiba benim bir karı koca arasındaki ilk ve tek hakemlik deneyimimdir. Neyse ki kesin olarak kavga bitti. Hem de kahkahalarla.

Diyorum ya biz ayrı hastanelerde çalışıyoruz, yani hafta içi gündüzleri pek görüşemiyoruz.  Bir gün Müzehher, kimseye bir şey söylemem koşuluyla sır dolu bir telefon etti. Bir yere gitmesi gerekiyor ancak, tek başına gitmek istemiyor, ben ona eşlik edersem gidecek.

Sonunda baklayı ağzından çıkardı; kuaförde cinsiyet değiştirme ameliyatı olmuş bir kadın ile tanışmış. Bu kadın Elazığ’ın en meşhur falcısı olduğunu söylemiş ve gel senin de falına bakayım deyip adresini ve telefon numarasını vermiş.  

O zamanlar,  kafam hıyardır diyene tuzla biberle koşuyorum hiç böyle bir fırsatı kaçır mıyım. Tabii gittik. Gitmeden önce de Müzehher güya kadını kandırmak için, bakalım doğru biliyor mu diye yüzüğünü filan çıkarttı. Oysa falcı muhtemelen kuaförden Müzoyla ilgili bütün bilgileri almıştır.

Saçları koyu sarıya boyanmış, kocaman bir kadın, üstünde memelerini iyice belli eden dar bir penye, ucuz ve büyük bir kolye, bacağında çiçek desenli bir şalvar,  kocaman ayaklarını altına almış,  divanda oturuyor. Kalın bir erkek sesi ile bize kahvelerimizi nasıl istediğimizi soruyor. Sonra da Müzoya 45 dakika, bana ise  toplamda 10 dakika bile sürmeyen fal bakıyor. Tabii ne de olsa ben piyangodan çıkmıştım. Hakkımda hiçbir şey bilme imkanı yoktu. Tabii söylediği hiçbir şey çıkmadı, ama çıkmasını da beklemiyordum. Zaten söylediklerinden çıkan olduysa bile, ne dediğini hatırlamadığım için falının çıktığını da anlamazdım.

Ama kendisi, yani seksenli yıllarda, Elazığ gibi tutucu bir yerde, transseksüel kimliği açıkça yaşayan  ve tahtında pardon sedirinde düşkün bir kraliçe gibi  oturan bu savaşçı kadın, bayağı  hafızamda yer etmiş.

Müzehher de bu falcı maceramızı hatırlıyor.

Ertesi gün artık yorgunluğumuz geçti ve Müzehher’i, bizim evden 42 kilometre uzaklıkta olan ‘Su ve Vicdan Nöbeti’ne götürdüm.

Bu yıl haziran geldi, aniden hava yaz oldu. Duygusal açıdan ise hiç de yaz halimiz olmadı. Dağlarımızdaki doğa kıyımı bize ne kadar kırılgan olduğumuzu hatırlattı sürekli.

Neyse ki, Kaz Dağlarında yapılması planlanan siyanürlü altın arama işine  ciddi bir direnç gösterildi. Haftalar aylar süren çadırlı ‘’Su ve Vicdan Nöbeti’’ tutulmaya başlandı. Her türlü iletişim aracı ile bu dağlarda yapılan kıyımın boyutları gözler önüne serildi. Fazıl Say tam da ağaç kesiminin yapıldığı bölgede, dağda piyano konseri verdi. Bu konser sayesinde bölgede yapılanlar dünyada da yankı uyandırdı.

Şimdi sözüm ona altın arama işleri biraz geri durmuş gibi görünse de, birkaç ay sonra neler olur, hiç kimse işte bundan emin değil. Böylece nöbet tutanlar kışın da orada olabilmek için hazırlık yapmaya başladılar.

Müzehher ile gittiğimizde, nöbet tutan gençlerle biraz sohbet ettik. Müzo kocaman selfi çubuğunu çıkartıp bir sürü resim çekti. O gün tanıştığımız nöbetçiler bize kesimin olduğu alana kolayca gidebileceğimizi söylemişlerdi. Ancak biz o konuşmayı yaparken, alana giden toprak yola barikat kurulmuştu. Hemen geri dönüp, barikatı haber verdik, onlar da gidip yolu açtılar.

Ertesi gün de gel sana bir sertifika alalım diye onu Babakale’ye götürdüm. Köyün muhtarından, Asya kıtasının en batı noktasına geldiğimize dair sertifika aldık.

Bu ay sonunda planladığım Karadeniz gezisine katılmaya karar verip, uçak biletini alması ise 10 dakika filan sürdü.

Diyorum ya, benim uzun süreli arkadaşlarımın hepsi  yanık ayaklarla gök kaldırma derdinde.

KİRAZLI BALABAN SU VE VİCDAN NÖBETİ
ASYA KITASININ EN BATI NOKTASI

HAYATIMIN ÇEŞİTLİ DÖNEMLERİNDEN DOSTLAR VE ÇANAKKALE’Yİ ÇEVRELEYEN ADALAR; BOZCAADA, GÖKÇEADA, SEMADİREK VE MİDİLLİ

Türkiye’nin 3 tarafı denizlerle çevrili olmasına karşılık, neredeyse parmakla sayılacak kadar az adası vardır. Mevcut adaların da bir çoğu Marmara denizindeki adalar. Çanakkale iline bağlı olan Bozcaada ve Gökçeada büyüklükleri bakımından diğer Ege ve Akdeniz adalarımızı gölgede bırakıyorlar.

Geçen haftaya eski dostlar ve bu adalar damga vurdu.

Geçtiğimiz hafta farklı arkadaşlarla her iki adaya da gittim. Lise çağlarımdan beri tanıdığım arkadaşımız Ayşen Güner birkaç günden beri bizdeydi. Kızı Hülya, annesini almaya geldiğinde Bozcaada’ya gitmek istedi, hep birlikte  günü birlik gittik.

Bozcaada, ana karadan 6 kilometre uzaklıkta, 40 kilometre kare büyüklüğünde bir adadır ve Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesidir. Eski adı Tenedos olan bu adada aslında 2500 kişi yaşıyor, yani kış aylarında oldukça tenha, yazın ise tam bir turizm cenneti oluyor. 

Adaya ulaşım genellikle Geyikli’den kalkan feribotla sağlanıyor. Ancak bu feribota arabanızla binmeye teşebbüs ederseniz, oldukça zor zamanlar geçirebilirsiniz. Çünkü trafiğin yoğun olduğu günlerden birinde adadan ana karaya geçmek için arabamın içinde tam 3 saat feribot kuyruğu beklemiştim. Yani bizim gibi günü birlik gidenler için yaya geçmekte fayda var. Bir de Çanakkale’den karşılıklı deniz otobüsü seferleri varmış, bu daha da iyi bir seçenek olabilir, tek sakıncası ise gidiş ve dönüş için belirli bir saate bağımlı olmak.

Ada, kalesi, soğuk ve berrak denizi, rüzgarı, temiz havası, bağları ve şarapları ile meşhur.

Adaların, özellikle de çevresinde yakın yerleşim yerleri bulunan adaların tarihi korsanlar, çeşitli devletlerin işgalleri ve  deniz savaşları ile yazılır. Bozcaada’nın çevresinde ise dünya tarihinin en ünlü savaşları olan Truva ve Çanakkale savaşları yer almıştır. Tabii ki Bozcaada da bu savaşlarda üs olarak kullanılmış ve daha bir çok savaşta elden ele geçmiştir.

Fatih Sultan Mehmet tarafından,  1455 yılında Gökçeada ile birlikte Osmanlı topraklarına katılmış ve bu tarihten sonra Piri Reis haritalarında ismi Bozcaada olarak yer almıştır.

Çanakkale savaşında Birleşik Krallık ve Fransa tarafından işgal edilen ada, Lozan Antlaşması ile Türkiye topraklarına katılmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinde Gökçeada gibi, Bozcaada da mübadeleden muaf tutulmuştur, ancak daha sonraki yıllarda adadaki Rum nüfus giderek azalmıştır.

Bu günlerde Bozcaada’da yapılacak en güzel şeyler, güzelim plajlarda denize girmek, küçük lokantalarda meze ve balık yemek, rüzgar güllerinin bulunduğu burunda gün batımını seyretmek, Eylül ayında bağbozumu şenliklerine katılmak ve adadaki şarap üreticilerinin birinde şarap tadımı yapmak olarak özetlenebilir.

Aslında bağcılık ve şarapçılık Bozcaada’nın var oluş biçimidir dersek yalan olmaz. Derler ki adaya adını veren Tenes, adada yabani asma bulmuş ve onu bugünkü haline getirmiştir. Bozcaada’nın eski paralarının üzerinde mutlaka üzüm vardır. (Gerçekten, ben de Çanakkale’de, üzüm dahil bir çok meyvenin yabani hallerinin bulunduğuna şahidim.)  Bozcaada’da bir çok ürünün tarımı için yeterli su kaynağı yoktur. Asmanın az su istemesi, ve adanın toprağını ve ikliminin de  bağcılık için oldukça uygun olması, Bozcaada’daki başlıca tarımsal faaliyeti bağcılık olarak kısıtlar.

Bu durum adanın, ekonomik getiri ürünü olarak şarapçılık kültürünü geliştirmesinde başlıca etkendir.

Adaya özgü, şarap yapmaya uygun, 4 farklı çeşit üzüm bulunmaktadır. Kırmızı şarap için Kuntra( karasakız) ve Karalahna üzümleri, beyaz şarap için de Çavuş ve Vasilaki üzümleri adaya özgüdür. Bunların yanı sıra şarap yapmaya uygun diğer üzümler de yetiştirilmektedir.

Adaya gidince şu anda faaliyet gösteren bir şarap üretim merkezine gidip, özellikle adaya özgü şarapları tatmadan dönmemek lazım. Tabii bu benim fikrim.

Eski adı İmroz (rüzgarlı) olan, Gökçeada ise 286 kilometrekare büyüklüğü ile Türkiye’nin en büyük adası, aynı zamanda en batıda bulunan kara parçasıdır.  Suyu kendine yeten, içerisinde adada olduğunuzu unutturacak kadar büyük, oldukça dağlık  bir adadır.

Coğrafyası oldukça renkli olan bu adada, çok güzel plajlar, akarsular, hatta bir şelale bulunmaktadır.  Sualtı dalışları ve rüzgar sörfü yapmak için çok uygun alanları ve çamuru ile ünlü bir tuzla gölü, çok şirin köyleri bulunmaktadır.

Türkiye’nin ilk Cittaslow’larından birisidir ve gerçekten de bu adada zaman yavaş akar. Adaya ulaşım, Gelibolu’daki Kabatepe limanından kalkıp, Kuzu limanına ulaşan feribotlar ile yapılmaktadır.

 Son yıllarda birkaç Türk filmine sahne olana kadar da turistik açıdan pek tercih edilen bir yer olmadı. Şimdilerde ise gerek sörfçüler arasında gerek de çok sıcak olmayan bir bölgede deniz tatili yapmak, kafa dinlemek  isteyenler arasında oldukça turist çekmeye başladı.

Geçen hafta üniversiteden, sevgili arkadaşım Gülçin Olcay ile deniz tatili yapmak üzere Gökçeada’ya gittik. Bol bol sohbet ettik, denizde girdik, deniz ürünleri yiyip, Semadirek adasının manzarası eşliğinde güneşin batışını seyrettik, yöresel ürünlerden aldık. Çok güzel kafa dinleyip, bundan sonra da, fırsat buldukça tekrar gelmeye karar verdik.

Adada otantik halleri ile korunmuş birkaç Rum köyü var, biz bu köylerden birinde kaldık ve diğerlerini de kahve içmek, ya da bir şeyler yemek için ziyaret ettik. Köy meydanlarında Rumca konuşan bir çok insanla karşılaştık. Oysa gitmeden önce adadaki Rum nüfusun çok azaldığını okumuştum.

Bu paradoksun sebebini ise ancak adanın tarihini yerel insanlardan öğrenince anladık. Gökçeada, stratejik adalarda olduğu gibi bir çok savaşta önemli rol oynamış ve bir çok savaşa sahne olmuş. Bu savaşlardan biri de Çanakkale Savaşıdır. Bu savaşta, itilaf devletlerinin Gelibolu cephe komutanı olan Ian Hamilton, karşısındaki gücü küçümsediğinden mi yoksa vizyonsuzluktan mı nedir bilinmez, bu boyutlardaki bir savaşı uzaktan kumanda edebileceğini sanarak,  komuta gemisinin üssü olarak Gökçeada’yı seçmişti. Karada verilen savaşı, bir türlü kafası basmadığı için Anafartalar bölgesinde üçüncü bir çıkartma yapmış, burada müthiş yenilgilere uğradıkları zaman ise ‘ordunun burada neden başarısız olduğunu anlamak mümkün değil’ şeklinde bir rapor yazmıştı.  Sadece bu raporundan bile yürütmekte olduğu savaştan nasıl da bihaber olduğu anlaşılıyor. İtilaf devletleri nihayet  Gelibolu cephesinden geri çekilme kararı verdiğinde, cepheyi boşaltma işini, çok daha gerçekçi bir başka komutan gerçekleştirmişti.

Kurtuluş savaşından sonra nüfus mübadelesi işleminden Gökçeada’da yaşayan Rumlar muaf tutulmuştu. Fakat aynen Bozcaada’da olduğu gibi daha sonraki devirlerde burada yaşayan halkı yıldırma siyaseti güdülmüş, belki de sadece bu sebeple, bu cennet köşesine açık cezaevi yapılmış. Bu ceza evine oldukça tehlikeli suçlular gönderilmiş ve söylenene göre bu suçlular, köylerde yaşayan ahaliyi canından bezdirmişler. Rumlar satabildikleri mallarını çok ucuza ellerinden çıkartmış ve hatta mallar o kadar ucuza satılır olmuş ki, satmaya bile gerek duymayıp, Yunanistan’a göçmüşler. Tabii mübadele edilmedikleri için orada bunlara toprak verilmemiş, bayağı sıkıntı çekmişler. Şu anda ise  bazı insanlar tapulu mallarına geri dönüyorlarmış, genellikle adada  yılda 6 ay yaşayıp, kışın geri dönüyorlarmış. Yunanistan hükümeti, bu insanlara sırf adayı tamamen terk etmesinler diye maaş ödüyormuş. Bizim adada o kadar çok Rum’la karşılaşma sebebimiz de buymuş.

Geçen hafta arkadaşlardan biri gitti, bir diğeri geldi. Son olarak da mecburi hizmet arkadaşım Müzehher Güvenç geldi. Onu da hadi seni Asya kıtasının en batısına götüreyim diyerek Babakale’ye götürdüm. Devasa Midilli adasının siluetini seyrettik diyeceğim ama, ada o kadar yakın ki binalar bile görülüyor. Artık Midilli’ye de gelecek yıl giderim.

Gökçeadadan Semadirek adasının görüntüsü
Bozcaadada Sermin, ben Ayşen ve Hülya
Gülçin ve ben Gökçeadada
Müzehherile ben Babakaleden Midillinin görüntüsü

VE AĞRI DAĞININ DİĞER YÜZÜ; ERMENİSTAN, BİRAZ DA BEYAZ ADAM ÜLKESİ KAFKASYA

Ermenistan’a, Gürcistan üzerinden kara yolu ile girdik. Bütün o yemyeşil dağların arasından, Sevan gölü kenarından geçerek Erivan’a ulaştık. Ermenistan bütün diaspora Ermenilerinin yardımlarına karşılık diğer ülkelere göre oldukça fakir. Şehirler yenilenmemiş, yollar oldukça eski, Sovyetler döneminden kalma askeri ve sivil araçlara rastlamak mümkün.

Yol boyunca bir çok kadim kilise ve manastıra da uğradık. Erivan ise çok daha iyi günler gördüğü belli olan tarihi bir şehir. Bu günkü durumuyla Ağrı Dağını bir de bu yüzden görmek dışında pek bir sevilesi tarafını bulamadım. Gariptir ancak bütün gezi boyunca kaldığımız en iyi otel buradakiydi.

Tabii bu ülkeden hiç memnun kalmamamdaki en büyük etken Dağlık Karabağ meselesiydi. Azerbaycan’da bu bölge çizgili gösteriliyor, ancak Ermenistan’daki haritada tamamen Ermenistan haritasına dahil edilmiş. Bu bölge bütün ülkenin üçte birini meydana getiriyor ama nüfusu şimdi sadece 150/ 200 bin civarındaymış, çünkü ermeniler dışındaki halk yerlerinden edilmiş, yani koskoca alan önce insansızlaştırılmış, sonra kalan birkaç kişi ile referandum yapılmış.

Aslında bütün ülke toplamda 4 milyon, bir milyonu Erivan’da yaşıyor. Zaten bütün dünyada yaşayan Ermenilerin sayısı 8 milyon civarındaymış.

Ermenistan’da özellikle birkaç konu çok dikkatimi çekti bunlardan biri, hani bizim ermeni mutfağı deyince hemen topik aklımıza gelir ya, Ermenistan’da böyle bir yemek yok. Felafel biliyorlar, humus biliyorlar, ancak kesinlikle topik bilmiyorlar.  Türkiye’ye dönüş uçağında tesadüfen yanımıza oturan bir İstanbul ermenisi kadından topik tarifi aldım hemen bugün yaptım, bakalım, daha önce topik yemiş bir arkadaşıma tattıracağım.

İkincisi, konuştuğumuz insanlar Türkiye’den geldiğimizi ve ermeni olmadığımızı öğrenince ‘o halde neden geldiniz’ diye şaşırmalarına rağmen, insanların yaşayış şekilleri, yemekleri, her şey bize çok benziyor. Mesela halk oyunları ‘koçari’ bizim horona oldukça benziyor. Mesela onlar da caddelerde mangal yapıyorlar. Mesela otobüste asılması zorunlu bir tabela vardı,  bu tabelada otobüs içinde yapılmaması gereken şeyler resimlenmiş ve üzerlerine bir çapraz çizgi çekilmişti. Sigara içmeyin, içki içmeyin, yemek yemeyin, çekirdek çitlemeyin, burnunuzu karıştırmayın, hatta yellenmeyin diye yasaklar listesi var, iyi mi? Ancak nedense yellenme resminin üzerinde çapraz çizgi yoktu. Ben de gırgır yapmak için ‘demek yellenmek serbest, arkadaşlar otobüsten inmeden hemen önce ne yapacağımızı biliyoruz değil mi’ diyerek gurubu ateşlemeye çalıştım neyse ki bana uymadılar.

Üçüncüsü ise aman ha, sakın Ermenistan’a yeşil pasaportunuzla gitmeye kalkmayın. Bizim 22 kişilik gurupta 9 tane yeşil pasaport vardı. İki kişi normalde yeşil pasaportlu iken, akıllılık edip normal pasaport almışlar, ben bilmiyordum, ama bu yıl itibarı ile devlet iki her pasaporta, aynı anda sahip olma hakkı tanımış. Normal pasaportlular, kapıda bir miktar para karşılığında makineden vize aldı. Biz ise bir ay önceden evrak göndermiştik, elimizde birer davetiye mektubu vardı.

Önce kapıda pasaport memuru tarafından uzun uzadıya bekletilerek soruşturulduk. Nihayet bekledikleri cevap gelince bizi içeriye aldılar. Sonra da tekrar pasaportlar elimizden alındı, ancak iki gün sonra üzerlerine vize yapıştırılmış şekilde geri geldiler.  Gerçi bizden para almadılar, ama alsalar da yabancı memleketlerde kimliksiz gezme stresi yaşamasak daha iyi değil mi?

Bu pasaport işi resmen sinirimizi bozdu. Daha kapıdan girerken bir saat bekledikten sonra nihayet geçiş izni gelince memur ilk kişiyi çağırdı. Bizim gurupta yaş ortalaması biraz yüksek idi. Kadının biri sağır duymaz uydurur misali, arkadaşının adı seslenince (isimler benziyor) benim diyerek, yanlış pasaportu alıp içeri geçti. O telaş hemen gidip otobüse de kurulmuş. Birkaç kişi daha geçtikten sonra, sıra kadının arkadaşına gelince, memur nihayet başını kaldırıp kadına baktı ve bu pasaport senin değil diyene kadar meseleyi anlayamadık. Zaten normal prosedürde dayanılmaz bir bekleyiş varken, bir de bu çıktı başımıza, diğer kadın tekrar dışarı çıkarıldı. Her iki kadın ve pasaporttan emin olunca tekrar içeri alındılar. Bu arada yanlış pasaportla içeri giren kadın kabahat rehberde, benim ismimi zaten yanlış yazdırmıştı, daha sonra kabahat memurda adımı yanlış okudu, kabahat arkadaşımda isim okununca neden beni çağırıyorlar diye engel olmadı diye sayıklayıp duruyor. Ben de dayanamayıp, yani sizde hiç kabahat yok öyle mi dedim, kadının ağzı açık kaldı, nasıl onun bir kabahati olabilirmiş. Yanlış pasaportu kapıp ben mi içeri daldım, ben mi kabahatliyim diye düşünmedim değil. Hem de bu iki kadın çok geziyorlarmış, kendilerine ‘gezen tavuk’ diyorlardı.

O kapıda o kadar güldük ki, içeriye bizden çok önce giren normal pasaportlu arkadaşlarımız, biz güldüğümüz ve memuru sinirlendirdiğimiz için işler bu kadar uzun sürdü sanmışlar. Oysa memurların nöbet değişimi bile bize denk geldi.

Her neyse o gece Erivan’da gece gezmesine çıktık. Çok güzel bir meydan var, ortadaki havuzda her gece su gösterisi yapıyorlar ve müzik çalıyor. Gerçekten kalabalık oluyor. Bu arada bir arkadaşımız neredeyse bir arabanın altında kalıyordu. O arkadaş da yeşil pasaportlu olduğundan ‘aman sakın dikkat edin biz fukaraların kimliğimiz bile yok, araba çiğnese sizi neyle hastaneye götüreceğiz’ dedim. Toplu gülme krizine tutulduk.

Son bir toplu gülme krizini de yazmadan geçemeyeceğim. Türkiye’ye dönmek için son gün yine Tiflis’e dönmüştük. Otobüsle otele giderken akşam yemek yiyeceğimiz restoranı gösterdiler, aman Tanrım resmen nehrin yamacında, uçurumun tepesinde alttan bileğim kalınlığında çubuklarla tutturulmuş bir balkona gideceğiz. Sermin hemen bu çubuklar bu lokantayı tutar mı diye telaş belirtisi göstermeye başladı. Aslında bütün gurup tedirgin oldu. O kadar ki yerel rehberimiz yerimizi balkondan içeriye aldırdı. Bu arada kenarlarında heykeller olan bir köprüden geçiyorduk, yerel rehber aklımızı lokantadan uzaklaştırmak için bir kadın heykelini gösterip bu kadın buradan intihar etmiş dedi. Bu bilgi doğru değilmiş ama beni kim tutar ‘bunlar her şeyin heykelini dikiyorlar, yarında uçurumdan aşağı bizim resimlerimizi dizecekler’ dedim. Gezi arkadaşlarımızın ‘çocuklarımız gelirse bir karanfil atacak yerleri olur’ diye içleri rahat etti. Böylece bir toplu histeri daha yaşadık, gülmekten çenelerimiz ağırdı.

Aslında bütün bölge çok da rahat değil. Dağlık Karabağ bölgesi nedeniyle Azerbaycan ve Ermenistan arasında hiçbir ilişki yok. Gürcistan da ise halk, ülke  içerisinde oluşturulmuş, özerk cumhuriyetler (bunlardan biri de bize komşu, Batum’un baş kenti olduğu Acaristan) konusunda  ciddi hassasiyetler taşıyor.

Kafkasya gerçekten de Gürcüler, Azeriler, Ermeniler dışında Mengreller, Lazlar, Abhazlar, Çerkezler, Varyahlar, Lezgiler, Dağıstanlılar, çeçenler, İnguşlar, Osetler, Avarlar, Adigeliler, Nogaylar ve adını sayamadığım bir çok halk yaşıyor. Bölgede bir çok dil konuşuluyor. Bu kadar çok etnik köken ve dil olunca bölgenin siyasi açıdan karmaşıklığı ortada.

İngilizcede beyaz ırk demek için kullanılan sözcük ‘ Caucasian‘ Kafkasyalı anlamına geliyor. Yani beyaz adamı Kafkasya kökenli kabul ediyor.

ERİVAN VE AĞRI DAĞI
KASKAD MÜZESİ (Bir diaspora ermenisinin yarım kalmış müzesi)
DİLİCAN VE BEN ALİCAN (yolda güzel bir şehir)

ALLAHUEKBER DAĞLARININ SULARININ YEŞERTTİĞİ KOMŞU; STALİNİN DOĞDUĞU TOPRAKLAR GÜRCİSTAN

Bakü’den Tiflis’e uçakla gittik. Bu arada coğrafya değişti. Gürcistan’da Kura Irmağını suladığı iç kesimle de Karadeniz kıyıları gibi yemyeşil.

Tiflis Kura Irmağını iki yanında kurulmuş, tarihi yapıları çok güzel korunmuş, butik bir şehir. Ortadan geçen ırmak ve tepedeki kale ile hemen herkese bir şekilde Amasya’yı hatırlattı. Tiflis  toplamda 4 milyon olan Gürcistan nüfusunun 1 milyonunu barındırıyor. Buraya da simgeler şehri demek çok mümkün. Çünkü yerel rehberimiz havaalanının hemen dışındaki modern güneşi tutan adam heykelinden, tepedeki kadın heykeline, şehri kuran kralın heykelinden, nehri geçen barış köprüsüne kadar her şeye kentin simgesidir dedi.

Tiflis sıcak su anlamına geliyor, gerçekten de kükürtlü kaplıcaları ile meşhur. Hatta şehrin kuruluş hikayesi de atmacası ile ava çıkan bir kral atmacayı ararken bu sıcak suları bulup, buraya bir şehir kurulmasını istiyor. Bu hikayede atmaca olunca hemen aklıma bizim Karadeniz kültüründe de atmacaya ne kadar önem verildiği geldi. Atmaca ile kaplıcayı (en sevdiğim şeylerden biri) birleştiren bir hikayeden nasıl hoşlanmam ki?

Tabii halkı Hristiyan olunca burada bol bol tarihi kilise ve bol bol heykel vardı. Bir çok tiyatrosu varmış bunlardan biri de kukla tiyatrosuymuş. Bu tiyatronun kurucusu şehrin tarihi kısmında yamuk yumuk bir saat kulesi yaptırmış. Bu saat kulesini üzerinde kocaman bir saatin yanı sıra dünyada bir saat kulesinde bulunan en küçük saat de var. Günde iki kez kukla gösterisi oluyor, bu gösteriyi izleyerek şehir turuna başladık. Şehrin tarihi bölgesinde çok eski kiliselerin yanında, sinagog ve cami de var. Buradaki Cuma camisi sünni ve şiilerin birlikte kullandıkları bir cami imiş.

Stalin, Tiflis’e çok yakın Gori şehrinde doğmuş. Onun doğduğu ev, büyük bir depremden sağlam çıkan birkaç binadan biriymiş. Tabii hayat hikayesini de dinledik. Beni en çok etkileyen iki oğluna da hiçbir şekilde torpil yapmamış olması. Birinci oğlu Almanlara esir düşünce, Almanlar Ruslara esir düşen bir general ile değiş tokuş yapmak istemişler. Stalin askere karşılık general vermem deyince, oğlu da Stalin aleyhine anlaşma yapmayınca eşir kampında öldürülmüş. Diğer oğlu ise tam 12 kez generalliğe terfi hak etiği halde her seferinde rütbeyi vermemiş. Ne düşünmek lazım bilemedim.

Uplistsikhe denilen bir tarihi şehirde dolaştık. Buraya Gürcitanın Hasankeyfi demek çok mümkün. Ancak burada tarihe saygı var. Kraliçe Tamaradan Medeaya, eczaneden, şarap yapımına, tandırdan,  Nobel kardeşlerin mağara evine kadar adım adım gezdirdiler.

Kura nehrinin kollarının birleştiği Miseta şehrinde Gürcü yazının metinlerinin bulunduğu bir kilise gezdik. Gürcüler de Ermeniler de yazıları ile gurur duyuyorlar ve her iki yerel rehber de bize alfabelerinin tarihini anlattı ve harflerin yazılı olduğu bir hediye vermeyi ihmal etmedi.

Gürcü alfabesinde büyük küçük harf ayrımı yok. Yüzyıllar  içerisinde 3 kez revize edilen alfabenin ilki sadece başlıklarda, ikincisi sadece dini metinlerde, en modern ve kolay olan ise günlük yazışmalarda  kullanılıyor. Yerel rehberin söylediğine göre bu alfabe ile Gürcüce, Mengrelce, Lazca, Osetçe, Abhazca ve Avarca gibi diller yazılabiliyormuş.

Sermin’in gezi boyunca midesi delindi, önüne ne geldiyse yedi. Ben de ondan pek geri kalmadım doğrusu. Ancak Gürcistan’daki favori yemeğimiz bence bizim peynirlinin biraz değişiği olan Haçapuri idi.

Halk dansları ise kesinlikle bizim Artvin Kafkas oyunlarına benziyor. Ancak daha fazla kareografi var. Erkek oyunları hemen hemen aynı iken kadın oyunları farklı. Bizim  Kafkas oyunlarında kadınlar kuğu gibi süzülür durur, bunlarda da böyle süzüldüğü oyunlar var, ama bir çok oyunda kadın figürleri de neredeyse erkekler kadar hareketli, sadece havaya sıçrayıp, diz üstü yere konmaca yok.

Gezgin gurubumuz oldukça hoş insanlardan meydana geliyordu. İnanılmaz ama yarıya yakın sayıda erkek vardı, kadınların bir çoğu da gezi boyunca elbise giydi. Daha önceki gezilerde erkek sayısı çok az olurdu. Bir de böyle bir gezide elbise giyen kimseyi görmemiştim.

Rehberimiz ise biyonik adam gibiydi. Adam gayet uzun boylu, bayağı gelişmiş kasları  ve spor giyim zevkine sahip bir delikanlı idi, ne yorulmak biliyordu, ne de sinirlenmek. Bütün yollar boyunca mekanik bir ses tonu ile sürekli bir şeyler anlattı. Guruptan adamın bunca bilgiyi aklında tutamayacağı, bir yerden okuduğu, kulaklıktan dinleyip anlattığı gibi bir çok teori geliştirenler oldu. Bence en doğru teori benimkiydi. Adam biyoniktir dedim, inanmayan sırtına baksın, sırtındaki vidaları söküp, içindeki makineye ve pillerine ulaşabiliriz.

GARİP SAAT KULESİ
STALİNİN MAKAM ODASI
UÇURUMDAKİ LOKANTADA YIKILMADIK AYAKTAYIZ RESMİ, yazısı sonra gelecek

ALEV ÜLKESİNİN RÜZGAR ŞEHRİ, İKİ DEVLET, BİR MİLLET. AZERİ KARDAŞLAR.

Akıllıca bir şey yaptım, gezmeyi istediğim uzak ülkeleri neredeyse bitirdim, bu yaşlarıma ise yakın yerleri bırakmıştım. Bu kez de rotam Bakü, Tiflis ve Erivan idi.

Güzel bir tur buldum, hizmetlerinden pek memnun kaldık. Benzer kültür turizmi yapan şirketlerden en ciddi farkı da İstanbul içinden size özel havaalanı transferi yapmaları.  Sabahın köründe henüz benimseyemediğimiz havaalanına  ‘umarım kuş sürüleri geçmiyordur, rüzgar doğru yönden esiyordur’ dualarıyla vardık.

Benim koltuğum pencere kenarında olduğu için yol boyunca aşağıya bakmaya gayret ettim. Azerbaycan topraklarının açıkça çöl olduğunu gördüm. Dağların tepelerindeki buzullardan süzülen sular nehirler oluşturarak çevresine biraz yeşillik, yerleşim alanları sağladıktan sonra çoğu bu çöl içerisinde bir yerlerde kayboluyor, sadece bir kaçı Hazar Denizine kadar ulaşıyor. Aslında dünyanın en büyük gölü olan bu iç denize ulaşan 11 önemli nehirden 2 tanesi Türkiye topraklarından doğup, Hazar gölüne ulaşıyorlar. Bu nehirlerden en iyi bilinen Aras nehridir. Ancak biz bu gezi boyunca genel olarak Allahuekber dağlarında doğup, Hazara ulaşan Kula nehrinin çevresinde dolaştık.

Hazar Denizinin benim görüş alanım içinde kalan kısmı, koyu renkli bir su ve bu suyu çevreleyen çöl şeklindeydi. Uçak alçaldıkça, denizin içerisindeki petrol sondaj iskelelerini de seçmeye başladım.  Denizin ortasındaki kartal gagası şeklindeki Abşeron yarımadasının üzerinde Bakü şehri kurulmuş. Türk cumhuriyetlerine gidince havaalanından başlayarak tabelaları takip etmek çok keyifli oluyor. Haydar Aliyev havaalanında en dikkatimi çeken tabela ‘money Exchange/ valyuta mübadelesi’ oldu.

Bakü bu toprağı petrole bulanmış bu çöl içerinde yeşillendirilmiş, çok güzel bir şehir. Bütün ülke nüfusunun 1/3, 1/4’ü burada yaşıyormuş, şehrin nüfusu 1,5 milyondan fazla imiş. Kesinlikle Bakü’nün içerisi İstanbul’un içinden çok daha yeşil. Şehir kabaca üç türlü bina yapısına sahip. İçeri şehir denilen bölümde, Sovyet Rusya öncesi tarihlerinden kalma tarihi binalar mevcut. Şehrin diğer kısımları ise bir biri içine geçmiş şekilde Sovyetlerden kalma hantal görünümlü sağlam binalar ve Sovyetlerden sonra yapılmış, güzel görüntülü modern binalardan meydana geliyor. Mesela Haydar Aliyev müzesi, yüzyılın en özgün mimarlarından biri olan İranlı Zaha Halid hanımın çizdiği ve 2 yıl üs üste dünyanın en güzel binası ödülünü alan muhteşem bina. Geniş caddeli, tertemiz bir kent. Kültür hayatının da zengin olduğu anlaşılıyor. Mesela kentte ciddi bir caz müzik kültürü var.

Azerbaycan’ın yakın tarihinde Sovyetler Birliği olmasına karşılık daha eski dönemlerden İran ile ve oradaki Azerilerle önemli bağları olmuş. Türk olmakla övünüyor ve Türkiye’yi çok seviyorlar. Konuşmaları gayet net anlaşılıyor. Sefeviler’le olan tarih birlikleri nedeniyle halkın % 85’i Şii, hatta 7. İmam Rızanın ablası Hüküme hanımın mezarı da Abşeron yarımadasında.

Müslümanlıktan önce bu topraklarda Zerdüştilik de önemliymiş. Zaten başka türlüsü nasıl düşünülebilir ki? Topraklardan o kadar çok petrol ve doğal gaz çıkıyor ki, hiç sönmeyen ateşler elde etmek için insanların bir çaba göstermesi gerekmiyor. Burada da eski ve terk edilmiş bir Zerdüşt mabedi gezdik. Ancak İran’da çok daha soft bir din anlatmışlardı, burada ise dervişlerin nefis terbiyesi için boyunlarına ağır zincirler sardıklarını, közlerin üzerinde yattıklarını öğrendik. Hint fakirinden beter yani.

Azerbaycan isminin nereden geldiğine dair bir takım söylentiler olsa da benim en çok hoşuma giden ‘alev ülkesi’ (azer=od, ateş, Bağcan=koruyucu) anlamına geliyor olması oldu. Bakü de zaten bize de yolculuğumuzun ikinci günü gösterdiği güçlü rüzgarlar dolayısıyla ‘rüzgar şehri’ demekmiş.

Qafqaz (Kafkas) ülkelerinden Azerbaycan mite göre Prometousun çarmıha gerildiği ülkeymiş.

Bakü’nün en büyük şansı ve laneti bu petrol (Azeriler neft diyor) ve doğal gaz rezervleri galiba. Çünkü herkesin gözü buraya dikilmiş, topraklar korkunç görünüyor, bir sürü göçmen var. Tarih boyunca İpek yolunun önemli bir parçası iken, şimdi de Bakü/ Tiflis/ Ceyhan boru hattı dolayısıyla modern dünyanın en önemli ticaret yollarından birinin başlangıcı diye düşünmek zor değil.

Nobel ödülünün kurucusu Nobel kardeşler de bu bölgede yaşayıp, cidden çok zengin olmuşlar. Ben bilmiyordum, ama adamlar petrol ağası imişler.

Paraları Manat hala dünyadaki en değerli ‘valyuta’lardan biri. Son yıllarda petrol fiyatları düştüğü için biraz değer kaybetmiş olmasına rağmen hala dünyadan 5. en değerli para.

Yerel rehberimiz konuşurken, inmek yerine düşmek, yıkılmak yerine düşmek, yüksek yerine hündür kelimeleri kullandı. Tuvaletlerde bebek bezi değişim odaları ‘ana uşaq otağı’ , havaalanlarında yolcu yerine sernişin, müzelerde girmek yasak yazısı yerine ‘keçmek olmaz’, uçak anonslarında hamınlar ve beyler yerine hanumlar ve canumlar gibi hoşlukları yazmasam olmaz.

Gobustan denilen bölgedeki petroglifler, benim için bütün Orta Asya ve Türk dünyasını birbirine bağlayan zincirin ilmeklerinden biri gibi oldu. Hazar denizi zaman zaman kıyılardaki ovaları kaplayacak şekilde genişler ve sonra küçülürmüş. Milyonlarca yıl burada dinozor dahil her türlü hayvan ve zengin bitki örtüsü varmış. Zaten petrogliflerde bir çok hayvan betimlenmiş.

En son 3 milyon yıl önce sular çekilince bu aşırı tuzlu, verimsiz toprak yeryüzüne çıkmış. Tabii bütün bu gelgitler ve suyun meydana getirdiği basınç, bölgenin petrol rezervlerinin de kaynağı aynı zamanda.

Bütün gezi boyunca yemekler bizim yemeklere aşırı derecede benziyordu. Sadece Azerbaycan’da hala kuru yemişlerle pişirilen etler günümüz Türkiye mutfağında artık geri planda kaldılar. Bütün gezide, bütün sofralarda içecek olarak şişe içerisinde hoşaf sunulması ve asla kola filan olmaması çok güzel bir ayrıntıydı.

Güzel bakü
GOBUSTAN
Haydar Aliyev Müzesi
Show Buttons
Hide Buttons