Category Archives: Genel

DENİZE GİRDİĞİMİZ, PİKNİK YAPTIĞIMIZ YERLER VAR, ACABA ONLARIN BAŞINA NELER GELECEK DİYE ENDİŞE EDİYORUM

Çanakkale’ye ilk taşındığımız yıl, kendimize denize girmek için uygun bir yer arayışına çıktık. Bizim köyün hizasında, boğaz kıyısında bir sürü villalar filan var ancak kıyılar kurumuş eski bataklıklardan meydana geliyor, şimdi ise çok dar bir sahil ve deniz içinde bol miktarda yosun bulunuyor, sonuç olarak denize girmek için pek de tercih edebileceğimiz yerler değil.

Kısa zamanda Çanakkale Boğazının iç kesimlerinin  denize girmek için pek uygun olmadığını anladık. Boğazın sadece Marmara ve Ege Denizlerine yakın bölgeleri güzel, koylar ve kıyılar kumsal ve deniz daha temiz görünüyor.

Çanakkale’nin dört bir yanı denizle çevrili olduğu için, bir çok seçenek var. En güzel koylar, kıyılar adalarda ve Biga Yarımadasında, Kumkale ile Babakale arasında, Gelibolu yarımadasında ise Saroz körfezinde bulunuyor.

Çanakkale hem yerli hem de yabancı turist alan bir ildir.

Hem yerli hem de yabancı (çoğunlukla ANZAC torunları) turistler,  Gelibolu yarımadasındaki savaş alanlarını gezmek için gelirler. İkinci  olarak dünyanın her yerinden turistler, nadiren de Türkler, Truva, Asos gibi çok bilinen ören yerlerini gezer. Son olarak da deniz/ yaz turizmi için gelenler ise en çok Edremit körfezi, Bozcaada ve son yıllarda Gökçeada’yı tercih eder. Bunların neredeyse  tamamı Türklerden oluşur, yabancılar henüz yoğun olarak bu kıyıları mesken tutmadılar.

Yani benim denize girmek için ideal bulduğum alanlar henüz ciddi bir turist akınına uğramamıştır. Bir çok koy ve plaj ise ulaşım zorluğu ve tesis eksikliği nedeniyle sadece yöre sakinleri ve kampçıların gözdesidir.

Geçen ay İstanbul dönüşü, hazır Gelibolu yarımadasındayken, Saroz körfezindeki adı Çanakkale’nin en güzel plajlarından biri olarak geçen koylardan birine uğramak istedim. Oldukça zor bir yoldan (aklımda sürekli acaba uçuruma düşersem arabamda paraşüt sistemi var mı gibi saçma düşünceler geçirerek) koya vardığımızda ortalıkta kampçılardan başka pek kimse yoktu. Ancak biz hazır buraya kadar gelmişken, ve de deniz o kadar davetkar iken, dayanamayıp, üstümüzdeki kıyafetlerle denize atlamıştık.

Çok güzel  koyları var, ama feribota binip karşıya geçmek özellikle yaz aylarında bir hayli maceralı olduğu için, bizim için Saroz seçeneği ikinci planda kalıyor.

Biz bu yaz Biga yarımadasında,  adını vermeyeceğim bir koy keşfettik, çok beğendik. Maalesef bu yaz oraya da  bir tesis yapılmaya başlandı. Tesis yapıldıktan sonra bütün koylar insan akımına uğruyor,  az insanlı halden çok insanlı hale geçince ne temizliğinden ne de güzelliğinden bir şey kalıyor.

Bu adılazımdeğil koy, Çanakkale’nin güzel kıyıların bütün özelliklerini taşıyor, güzel bir meşe ormanı denize kadar ilerliyor, hatta denizin yığdığı kumulların üzerinde bile meşe ağaçları çıkmış. Kıyı ise Maldivleri aratmayan bembeyaz bir kumsaldan meydana geliyor. Yüzlerce metre uzunluğundaki  kumsal metrelerce en ufak bir taş parçası bile olmadan denizin içerisinde de ilerliyor. Metrelerce deniz derinleşmiyor. Bu sığ bölgenin genişliği her dalgada değişiyor, bazen 10 metre bazen 100 metre deniz suyu boyunuza gelmeden denizde yürümek mümkün. Bu sığ bölge diz değil de bel hizasında olduğu için bizim gibi denize girince hemen kulaç atmak isteyen Karadeniz kızlarını da tatmin ediyor.

Bu cennetten çıkma ismilazımdeğil koy, bizim eve araba ile bir saatlik mesafede olduğu halde bu yıl iki kez gittik (Sanırım her yıl birkaç kez gideriz).  İlk gidişimizde Ayşen Güner (dördüncü mimi) de vardı.

Ayşen, bizim Sermin’in fakülteden arkadaşıdır, uzun yıllar boyunca öğretmenlik yaptıktan sonra emekli oldu.

Şimdilerde İstanbul’da kızı ile yaşıyor, sık sık bize gelir, hatta bir yurt dışına filan gittiğimizde Nermin ona emanettir, yani ev halkından biridir.

Bizim Sermin’in hane içinde lakabı mimidir (küçükken galiba çocuklardan biri ismini söyleyememiş). Bu evin inşaatını, Sermin’in, memleketten tanıdığı Serdar Şamlıoğlu yaptı. Serdar’ın en küçük çocuğu Kaan biraz geç konuştu, şimdi 3 yaşında hala bir çok harfi söyleyemiyor. Ancak alıştıktan sonra ne dediğini anlıyorsunuz. Çocuk da konuşmasında bir anlaşılma zorluğu olduğunun farkında. Böylece mümkün olan en tasarruflu şekilde konuşuyor, kendini yormuyor. Mesela benim ismimi söyleyebiliyor, ama sanırım Nermin ve Sermin isimlerini mimi olarak toparlayınca beni de mimilere kattı,  bizim bütün ev halkına mimiler diyor. Geçenlerde, mimiler kaç tane diye sorunca da 4 dedi ve bir şekilde dördüncünün Ayşen olduğunu da anlattı, yani Ayşen dördüncü mimi olarak tescillidir.

Geçen biz İsviçre’ye gideceğimiz zaman gelmişti. Birkaç gün birlikte zamanımız vardı. Ben ilkokuldan beri pikniğe gitmemiştim, adılazımdeğil koyunu da bir arkadaşımdan duymuştum, hadi yarın oraya piknik yapmaya gidelim deyince hemen kabul gördüm. Bayağı hazırlandık, yalancı dolmalar, börekler, köfteler yaptık. Hasır yer örtüsü, katlanır koltuklar alıp kendimizi koya attık. O zaman koyda hemen hemen hiç kimse yoktu, arabamızı bir ağacın altına çekip, yer masamızı kurduk, afiyetle yemek yiyip, denize girdik. O zaman yanıma el işi bile getirmiştim. O kadar memnun kaldık ki bir sonraki sefer için planlar kurduk. Hatta Sermin, içinde soyunmak için bir çadır bile aldı.

Geçen ay ise Serdar (bizim evin müteahhidi) bize ailesiyle birlikte hem tatil hem de ufak tefek tamirat işleri için gelmişti. Bir sefer de onlarla gittik. Bu kez bir hayli kalabalık olmasına karşılık çok beğendiler. Bize mutlaka bir kömür semaveri gerektiğini düşündüler, seneye gelirken yoldan alıp getireceklermiş. Yani her gören bayılıyor bu adıgereksiz cennete. Şimdi yüksek sesle adını söylersem yarın üzerine termik santral mi kurulur, ağaçları kesilip altın mı aranır yoksa beş yıldız otel mi bilemem.

Maalesef daha harap edilecek çok cennet var.

PİKNİK YAPTIĞIMIZ KOY
KIYAFETLERLE DENİZE ATLADIĞIMIZ KOY
BİR BAŞKA KIYI
RÜZGAR KUM VE BEN

KAZ DAĞLARI DEĞİL KİRAZLI İMİŞ, BİR KORKU FİLMİNDE YAŞIYOR GİBİYİZ.

Bu günlerde Çanakkale Kaz Dağları, Türkiye gündemine oturmuş durumda. Çünkü Kanadalı bir firma Çanakkale Çan yolu üzerindeki Kirazlı/Balaban mevkiinde altın çıkartmak için 200000’e yakın ağaç kesti.

Siyasilerden biri çıkıp, Kaz Dağlarında değil, Kirazlıda altın aranıyor demesin mi? Kirazlı olunca sorun değil yani. İyi de aynı dağın denize bakan yüzü Kaz Dağıdır da, karaya bakan yüzü Ördek Dağı mıdır? Bu ne garip sözdür?

Kirazlı/Balaban mevkii de Kaz Dağları ekosisteminin bir parçasıdır, üstelik  Çanakkale ilinin merkez ilçesinin suyunu sağlayan Atikhisar barajından sadece 10 kilometre uzaktadır.

Bu dağlar, bu ağaçlar, oksijen kaynakları, efsaneler, Sarı Kız hakkında pek çok şey yazıldı. Yazılmayan tek şeyi de ben yazayım. Kirazlı köyü, şifalı suları ile meşhurdur. Balaban mevkii de suyu ve çeşmesi ile meşhurdur, tam da burada 1934 yılında Atatürk, İran şahı ile oturup kahve içmiştir. Halk arasında Atatürk’ün kahve içtiği yer diye de anılır.

Herkes altının siyanür kullanılarak aranacağını, siyanürün çevreye verdiği zararları biliyor. Sadece altın aranacak kuyuda, ve çevresindeki kısıtlı alanda değil, suya, toprağa, havaya karışarak, daha da geniş bir alanda etkili olacağını da biliyor.

Kanada neden kendi topraklarında bu işi yapmıyor? Ülkesinin toprakları  bizimkinin kaç katı, hem de nüfusu bazı yerlerde yok denecek kadar az. Neden kendi topraklarında altın aramıyor? Çünkü kendi ülkesine zarar vermek istemiyor.

Neden Kanada’nın bizim topraklarımızda altın aramasına izin veriliyor?

Korku filmi gibi değil mi, insan gerçek olduğuna inanamıyor. Daha altın aranmadı. Sonuçlar şimdiden belli olmaya başladı.

Binlerce ağaç katledildi, çıplak kalan dağ kan ağlıyor.

Dünya küresinde büyük bir yara açıldı, dağ kanıyor, ortaya çıkan toprak kıpkırmızı.

İnsanlık var olduğu günden beri, bu dağların, bu toprakların her bir santiminin üzerine destanlar yazıldı. Bu destanlara konu olan kahramanlar kan ağlıyor.

Karşı kıyılarda yatan şehitler kan ağlıyor.

Biz üzerinde yaşayan vicdan sahibi insanlar kan ağlıyoruz.

Ağaçlar acımasızca katledildi. Ağaçların her biri ayrı ayrı bir candı.  Bizim nefesimizle kirlettiğimiz havayı nefesleriyle paklıyorlardı. Ama bacakları yoktu, pis nefesli cellatlarının ellerinden kaçamadılar.

Bütün çalılar, otlar, dikenler, onca endemik tür, hiç birinin bacakları yoktu. Kaçamadılar. Hiçbiri bu alanda yok artık.

Geride toprak  çırılçıplak  kaldı. Görseniz nasıl da kıpkırmızı, kanıyor, açıkça kan ağlıyor.

Bütün hayvanlar, karacalar, domuzlar, sincaplar, yılanlar, kuşlar, kirpiler, tavşanlar, sansarlar, çakallar, solucanlar, böcekler, kelebekler,   hepsi evlerinden oldular. Büyükler, şaşkın şaşkın otoyolda koşuyorlar, ufak olanların kimse farkında değil henüz.

Her bir orman ayrı bir ekositemdir, bir can çorbasıdır, bütünde canlı bir organizmadır. İklimiyle, rüzgarıyla, yağmuruyla, toprağının bileşeniyle,  hayvanıyla, otuyla, çöpüyle, börtü böceğiyle eşsizdir. Nasıl ki bunca insanın tamamen birebir eşi olan ikinci bir insan yoksa, tamamen birbirinin eşi iki orman da yoktur.

Yani dünyada kalan her bir orman parçası eşsizdir.

Şu anda dünyanın eşsiz ormanlarının bir parçası talan edildi.

Toprak çıplak kaldı. Toprak canlıdır. Bilir misiniz? Toprak canlıdır. İnanmayan mikroskop altında baksın. Toprak canlıdır.

Şimdi çıplak kaldı. Sıcak havalarda yanacak, soğukta üşüyecek, günler geçtikçe içindeki can çekilecek, cansız kalacak.

TOPRAK ÖLECEK. AĞAÇLAR ZATEN ÖLDÜ. ŞİMDİ EVSİZ KALAN HAYVANLAR, KUŞLAR DA ÖLECEK.

SİYANÜRLE ZEHİRLENEN ÇEVRE ÖLECEK.

PEKİ ATİKHİSAR SUYUNU İÇEN ÇANAKKALE HALKINA NE OLACAK?

Günlerdir, insanlar çadırlarda SU ve VİCDAN nöbeti tutuyor. Bu gün büyük katılımlı bir eylem yapılacak.

Sadece Kaz Dağları değil, bu günlerde Salda Gölü, Munzur Dağı gibi eşsiz doğa harikaları için de bir sürü kötü haberler çıkıyor. Neye üzüleceğimizi şaşırdık.

Bakalım Kaz Dağlarını kurtarabilecek miyiz? Bakalım Kirazlının/Balabanın yarasını sarabilecek miyiz?

İnsanlar direndikçe içimde güzel bir umut yeşeriyor.

Bu katliamı durdursak ve hep birlikte Balaban’a kızılçamlarını, meşelerini, çınarlarını geri versek.

Ne güzel olur.

Hayvanlar, çiçekler, otlar yeniden yerleşir, dağ yarasını sarar.

Ne güzel olur.

Temiz vicdanlarla, temiz sular içip, temiz hava solusak.

Ne güzel olur.

NE GÜZEL OLUR DEĞİL Mİ?

KADIN ŞOFÖR MÜ ASLA BÖYLE BİR ŞEY OLAMAZ, TRAFİK POLİSİ BİLE İÇİNE SİNDİREMEZ, ERKEKLERE KARŞI KALKIŞMA OLARAK GÖRÜRDÜ.

Türk erkeklerinin, kadınların araba kullanmalarıyla ilgili çözülmesi zor ön yargıları vardır. Kesinlikle kadından şoför olmaz, beceremez  diye düşünülür, aslında trafik canavarlarının çoğu erkekler arasından çıkar ama bu gerçek göz ardı edilir.

Ya artık yaşlandım, artık direksiyonda oturmaya hak kazandım, ya da yıllar içerisinde fikirler değişti, gençliğimde araba sahibi olmak, ya da araba kullanmak yüzünden çok azar işitmişliğim vardır.

Eskiden araba lastikleri daha farklı imal edilirdi, şimdiki lastiklerde lastik yarılsa bile sönmüyor ama eski lastiklere bir çivi batsa hemen lastik sönerdi. Benim ilk arabamın sağ arka lastiği hafta geçmez ki sönerdi. Her hafta gidip lastik yamalatmaktan bütün lastikçilerle tanışmıştım. Sonunda işinin ehli bir ustaya rast geldim,  adam lastikteki çivi parçasını bulup çıkartı da rahata kavuştum.

Bu tecrübe sırasında anladım ki erkeklerin kadınların araba kullanmasını istemedikleri kadar  istemedikleri bir şey varsa o da kadınların lastik değiştirmesiydi. Patlayan lastiği değiştirmek de erkek işiydi, bu işi kadına bırakmak  erkekliğe sığmıyordu. Lastiğimin söndüğü her sefer, daha ben ne olduğunu anlamadan, yardım bile istememe fırsat kalmadan, tanımadığım bir adam gelip lastiğimi değiştirdi.

Hatta bir seferinde hastaneden çıktığımda lastiğimim sönük olduğunu gördüm, yakında bir taksi durağı vardı.  Durağın şoförlerinden biri yanıma koşup, ‘hay Allah araba sizin miydi doktor hanım’ diyerek lastiğimi şişirmiş, sonra da bana çok yakındaki bir lastik tamircisine gitmemi önermişti. Ben de adama yardımlarından ötürü bir sürü dua edip, lastikçiye gittiğimde lastiğin tamamen sağlam olduğunu, kasten söndürülmüş olduğunu anlamıştım. Sonradan duraktaki şoförlerle konuşunca lastiğimi şişiren adamın, sırf park yerimi beğenmediği için, lastiğimin havasını bizzat kendisinin indirmiş olduğunu, daha sonra da benim kadın olduğumu görünce utanıp lastiğimi değiştirdiğini öğrenmiştim.

Eskiden trafik sigortalarını bizzat bankaya gidip yatırmak gerekiyordu. Bir gün bankada trafik sigortamı ödüyorum, banka memuru olan adam jip sahibi olmama o kadar içerledi  ‘’ Özenip alıyorsunuz, ama bakalım bu arabanın hakkını veriyor musun?’’ diyerek beni nasıl azarladı anlatmam.

Neden böyle söylediğini sordum. Bana evden işe gelip gitmek için jipe ne gerek var dedi. Ben ise, o araba ile Kaçkar Dağı senin, Nemrut, Erciyes Dağı benim dolaşmıştım. Adama o araba ile gittiğim bazı yaylaları saydım, hakkını vermiş miyim diye sordum. Hiç inanmadı ama homurdanarak işlemlerimi yaptı.  Son olarak ‘’ne yalan söyleyeyim kadınları direksiyon başında görünce cinlerim  tepeme çıkıyor’’ diye makbuzu önüme attı.

Hadi bu adam neyse, ama trafik polis olup da kadınların araç kullanmasını içine sindirememiş kaç memurla karşılaştım bilemezsiniz.

Elazığ’da mecburi hizmet yaparken, bazen canım çok sıkılırdı. Hem yeni aldığım arabayla biraz pratik yapmak, hem de biraz su özlemimi gidermek için, haftada en az bir sefer Hazar gölüne giderdim. Ben hiç DR plakalı araba kullanmadım, ama galiba o arabamda tıp amblemi vardı, ayni arabam ben bir doktorun arabasıyım diye bağırıyordu.

Yolda bir noktada trafik kontrolü vardı. Genellikle aynı polisler birkaç hafta aynı yerde görev yapıyorlardı. Ben de gelip geçerken elimle bir selam işareti yapardım. Bir gün biri beni durdurdu. Tabii o zaman oldukça acemiyim, acaba nerede hata yaptım diye suçlu suçlu durdum.  Tuhaf bir şekilde diğer polisler utanarak biraz uzaklaştılar, ama duyma mesafesinde bekliyorlar.

Ama ben bir hata yapmamıştım. Polis beni birkaç kez göle giderken fark etmiş, kafasından bir doktorun karısı olduğumu, göle birileriyle buluşmaya gittiğimi düşünmüş. Bir de kendi şansını denemeye karar vermiş.  

Camdan benimle konuşuyor ama, adamın vücut dilinden, bakışlarından rahatsız olduğum için camı tam açmıyorum. Sırnaşarak ‘ Seni sıkça görüyorum ama doktor beyi göremedim hiç, acaba her gün böyle süslenip püslenip adamın arabasıyla nereye gidiyorsun, biraz da birlikte sohbet edelim, bir çayımızı iç, biz de doktor beye buralarda gezdiğini söylemeyelim’ demesin mi?

Adama bet bir sesle ‘ Doktor bey benim, araba benim’ dedim. Başka bir şey söylemem gerek kalmadı. Bu cevap adamı mahvetti. Nasıl yani sen doktor musun, araba senin mi diye geveledi. Bana inanamayışın ve hayal kırıklığının resmini yapabilir misin  diye sorsalar, becerebilsem, adamın o andaki suratını çizerim. O derece yani.

Diğer polisler gerginliklerini üzerlerinden atıp, gülmeye başladılar. Ben ilk anda çok sinirlenmiştim, ama sonradan adamın suratı defalarca gözümün önüne geldi, her seferinde gülmekten karnım ağrıdı.

Trabzon’a ilk gittiğim yıllarda bir gün, arabayla evimin olduğu daracık sokağa giriyorum, bir trafik polisi tam sokağın ortasında trafiği engelleyecek şekilde dikiliyor. Bana bakıp, ellerini beline koydu, olduğu yerden kıpırdamıyor.

Ben de sokakta tamirat filan var herhalde onun için beni sokmuyor diye düşünüp, camı açıp ne olduğunu sordum. Adam yüzüme bakıp yoğun bir tiksinti ve ağır bir Trabzon aksanı ile ‘’Babalarınız, gocalarınız aldınıza bi araba çekiy, siz de goltuğa gurulup, gendınızı şoför sanaysınız’’ diye çemkirmesin mi?

Benim de tepemin tası  attı ve adama ‘Bana bak,  her şeyden önce bu  arabayı kendi kazandığım parayla aldım. İkincisi iki elim, iki gözüm, iki ayağım, bir de beynim var, bunlar arabayı kullanmama yetmez mi’ diye sordum.

Yüzüme bakmaya devam etti. Bir de trafik polisi olacaksın, bak yol ortasında durup trafiği engelliyorsun, kenara çekil dedim. Gözleri fal taşı gibi açık bana bakıp ‘ Arabayi  ellan/ ayaklan mi gullanıysın’ diye sormaz mı? Artık dayanamayıp ben de ‘Heee, tabida, ellan, ayaklan gullanıyrım, sen nelan gullanıysın ki?’ dedim.

Adam hemen kenara çekilip bana yol verdi.

Bir başka gün de, bir başka trafik polisi Trabzon’da Tabakhane köprüsünün Uzun Sokak çıkışında pusuda beklerken, ben  caminin arkasındaki sokaktan köprüye doğru çıkıp, Uzun sokak yönüne ilerledim. Trafik polisini görmüştüm ve hiçbir kuralı ihlal etmedim, ama polis nedense sinirlendi, arabasından plakamı  ve durmamı anons ederek peşime takıldı. Ancak öyle bir konvoyun içindeyim ki durmam mümkün değil, mecburen ilerliyorum. Polis de arkamdaki araçta resmen tamponuma yapışmış, bangır bangır kenara çekmemi istiyor. Ama Tabakhane yokuşunda kenar yok ki çekileyim.

Neyse ki, tam sağlık ocağının önündeyken trafik  tamamen durduğu için arabamdan inip polisin yanına gittim ve  ne olduğunu sordum. Bana ne cevap verse beğenirsiniz? ‘’Arabaya kurulmuşsun, bir de saçınla oynuyorsun, dünya umurunda değil’’. Gerçekten benim saçımla oynama gibi bir tikim vardır. Nasıl yani ben saçımla oynuyorum diye mi bağıra çağıra peşime düştün?

Adama ben hiçbir kuralı çiğnemedim, ama çiğnediysem ceza yaz, neden avaz avaz peşime düştün. Ama adamın derdi o değil saçınla oynuyorsun dünyayı gözün görmüyor diye sayıklıyor. Yok, ben seni gayet güzel görüyorum, anlamadığım saçımla oynuyorsam sana ne, saçla oynamak trafik kurallarına aykırı mı dedim. O sıra trafik açılmıştı, arabama binip gittim. Arkamdan gık etmedi.

İki yıl sonra kırmızı jipimi alırken bu arabayı da belli bir miktar paraya saydırdım. Araba satıcısı, bu eski arabamın işlemlerini yaptırmak için trafik şubeye gitti. İşe bak ki bu polise denk gelmiş, artık adamı ne kadar sinir ettiysem, ne plakamı ne de beni unutmuş, en çok da, nedense ‘hak ettiysem ceza yaz’ demem dokunmuş. İşlemleri yaptığı süre boyunca satıcıya söylenip durmuş.

DARENDE MACERASI, KUDRET HAVUZU, SULTAN SUYU HARASI, KANYONLAR, ZEYNEL ABİDİN TÜRBESİ, SONUNDA NEREDEYSE HASTANELİK OLDUK

Tam da Çanakkale’ye taşındığım günlerdi. Trabzon’dayken tanıdığım Malatyalı bir arkadaşım yaz tatili için gittiği memleketinden resimler paylaşmıştı. Ben de Malatya’yı iyi bildiğimi sanıyordum, ama paylaşmış olduğu resimlerden biri çok dikkatimi çekmişti. Neresi olduğunu sorduğumda da Darende, Kudret havuzu diye cevap almıştım. O günden itibaren buraya gitmek benim için şart oldu.

Bizim Sermin gezmeyi sever, ama nereye gitmek istediğini düşünmek istemez, onun gezmekten kastı, benim gittiğim yere onu da götürmemdir. Ben de bir kez olsun sen beni bir yere götür,  bu Darende işini sen ayarla demiştim, ben de Brezilya işini ayarlayayım dedim. Böyle sözleşmiştik ama Brezilya’ya gitmemizin üzerinden 1,5 yıl geçti,  Darende’ye gitmeyi başarmamız ise 2 yıl sürdü.

Her neyse sonunda bu ay gitmek kısmetmiş. Çanakkale’den hava yoluyla bir yere gitmek oldukça sıkıntılı. Çok erken bir saatte Ankara’ya uçup, daha sonra özellikle doğudaki iller için uzun saatler Esen Boğa havalimanında bekliyorsun. Dönüş ise genellikle daha az beklemeli olmasına karşılık, çok geç saatte eve varıyorsun. Her iki durumda da o gece uykusuz kalıyorsun.

Pazartesi günü sabahın dördünde evden çıkıp, akşam saatlerinde salimen ama yorgunluktan perişan şekilde Malatya’ya vardık. Sermin’in Çaykur bayisi olan arkadaşı, bir çalışanını üç günlüğüne bize eşlik etmesi için tahsis etmişti, bu kızcağız bizi havalanında karşıladı ve sonra hep onunla gezdik.

Asıl amacımız Darende’ye gitmekti, ama havuz sadece Çarşamba günleri kadınlar içindi. Biz de ancak Pazartesi gününe bilet bulmuştuk. Böylece Salı günü Malatya’da daha önceden görmediğim Levent Kanyonuna gitmek istedim.

Kanyon bu bölgede benzerleri sıkça görülen, çok güzel kaya oluşumları gösteriyor. Muhtemelen erezyon sonucu oluşmuş bir kanyon, çünkü içinde sadece kuru bir çay ya da sel yatağı görünüyordu. Bu kanyona bir seyir terası ve kafeterya yapılmış olduğu için son yıllarda bayağı turist çekmeye başlamış. Biz de cam terasın üzerine çıkmaya cesaret edemeden bir kahve içip, oradan ayrıldık.

Buradan yolumuz çok da değiştirmeden Sultansuyu harasına uğradık ve Sermin’le ben ata bindik. Daha önce ata binerken çok zorlanmıştım, burada ise bir merdivenli platformdan atın üzerine çıkıyorsun. Böylece hayvana rahatça binebildim, çok da keyif aldım. Atın adı Pakize’ydi. Pakize’ciğime beni büyük bir fedakarlıkla taşıdığı ve üzerinden atmadığı için şükranlarımı sunuyorum.

Yıllar önce, arkadaşım Ayşehan bizi bu haraya götürmüştü. O zaman çok daha fazla at görmüş ve resimlerini çekmiştim. Hatta bu resimlerden birini yağlı boya tablo haline getirmiştim. Bu tablo şimdi Trabzon tabip odasının duvarında asılıyor.

Burası çok güzel bir alan, içinde özürlü çocuklara hidroterapi yapılan ve çocuklarla atların  etkileşim bulunduğu bir çeşit terapi merkezi varmış. Tabii bu merkezi gezmedik, ama biz oradayken bir ana okulunun pikniğine denk geldik. Ufacık çocukların da ata bindirildiklerine şahit olduk. Eğlenceliydi.

Geri dönüşte Ayşehan’ın bizi defalarca götürmüş olduğu ve çeşitli outlet dükkanlarından oluşan (geniş bir alış veriş merkezi demeyeyim de artık alış veriş mahallesi diyeyim) bir bölgeye de uğradık, normalde bizim evin alış veriş bakanı Sermin’dir, ancak her nasılsa ben 2 elbise alırken, o sadece bakındı ve hiçbir şey almadan dışarı çıktı. Sadece bu olay bile başımıza ters bir şeylerin geleceğine dair bir işaret olmalıydı, ama o anda bir anlam veremedim.

Derken bize eşlik eden Deniz, bölgede bir de Zeynel Abidin türbesi olduğunu söylemişti, orayı da ziyaret etmeye karar verdik. Burası Anadolu’da bulunan  3 Zeynel Abidin türbesinden biri. Asıl türbe Karakaya baraj gölünün suları altında kaldığı için şimdi bulunduğu yere taşınmış. Biz oradayken, bir  kurban lokmasına denk geldik. Kurban eti ile pişirilmiş bulgur pilavından bize de ikram ettiler.

Daha sonra eski Malatya denilen bölgede Sermin’in arkadaşının kayınpederinin bahçesine giderek, kayısı ve erik yedik. Bütün bunlar yetmezmiş gibi de akşam yemeğinde tabelasında ‘sadece karınları değil nefisleri de doyuran kasap’ yazan bir yerde et yedik. Biz de karnımızı ve nefsimizi sıkıca doyurduk.

Ertesi gün soluğu Darende’de aldık. Burada Tohma çayı, çok güzel bir kanyondan akarak, bütün kasabaya inanılmaz bir mesire alanı oluşturuyor. Somuncu Baba türbesi ve külliyesi de bu kanyonun içerisinde. Türbenin önünde ise Urfa’nın balıklı gölünün minyatürü var. Bu havuzdaki balıkları da yemiyorlar. Burayı hızlıca gezip, kanyonda biraz zaman geçirdik, çay içip, gözleme yedik. Asıl buraya gelme sebebimiz olan Kudret havuzuna girdik.

Tohma çayı oldukça bol akan ve garip bir metalik rengi olan güzel bir çay. Bu çay, Darende’de güzel bir kanyonun içerisinden akıyor. Kanyonun duvarlarından bazıları parmak kalınlığında, bazıları kol kalınlığında, bazıları da tek başına dere sayılabilecek boyutlarda göze suları çıkıp asıl dereye katılıyor. Bu güzel kanyonun bir yerinde kanyonu boylamasına bir tretuarla ayırıp, bir bölümüne havuzları  yapmışlar. Bütün kompleks, derinlikleri giderek artan ardışık 3 havuzdan oluşuyor. Havuzların bir tarafı kanyonun kaya duvarı, diğer tarafı ise insan eliyle yapılmış tretuardan oluşuyor. Hemen yanında ise hızla akan çay var.

Havuzların en derin olanında, duvardaki bir mağaradan gerçekten oldukça bol suyu olan bir göze fışkırıyor. Buraya birkaç metre girmek mümkün, biraz daha içerisini de görüyorsunuz, ama sadece belli bir noktaya kadar girebiliyorsunuz. Çünkü mağara bayağı daralıyor. Bu noktada su hızla akarak size doğal bir jakuzi keyfi yaşatıyor. İçeriye güvercinler yuva yapmış. Hayvanlar daha içeriye giremeyeceğinizden o kadar emin ki, başınızın sadece birkaç santim uzağında güvenle oturuyorlar.

Havuzların suyu bu kaynaktan sağlanıyor, içine hiçbir kimyasal katılmıyor, çünkü sürekli bir şekilde gelen su Tohma çayına akıtılıyor. Havuzun suyu sürekli 22 santigrat derece imiş, ilk anda soğuk gibi gelse de bir kez girince asla bir daha üşümüyorsunuz.

Bu kadar kalabalık olmasaydı, daha çok zevk alırdım. Sadece Çarşamba günleri kadınlar giriyor. Hafta sonlarında mahşeri kalabalık oluyormuş.

İçeriye girerken resim çekilmemesi için resmen havaalanındaki gibi arandık ve telefonlarımızı elimizden aldılar. Ne yazık ki içeride bone takmayan çok kişi vardı. İçeride bikinili, mayolu, haşemalı, taytlı, hatta sadece peştemallı bir çok kişi vardı. Güya iç çamaşırı ile girmek yasaktı, ama Sermin’in deyimiyle çıplak girmek yasak değildi ya! Peştamal altından, epey frikik gördük, telefon yanımda olsaydı da resim çekmek istemezdim.

Ancak gittiğime değdi diye düşünüyorum, gerçekten çok güzeldi.

Perşembe günü de geri döndük. Uçağımız akşam saatinde olduğu için biraz şehirde eğlendik. Ama sabahtan beri işler ters gitti. Sabah saatlerinde benim tansiyonum düştü, saatlerce gözümün akı karası birbirine karışık dolandım, ancak uzunca bir süre yatarak kendime gelebildim.

Sermin ise havaalanında hastalandı. Meğer sabah saatlerinde ishal olmuş, ama biraz uzanınca kendine geldiği için bana söylememiş. Ama her nedense bol buzlu vişne içeceğini de afiyetle içmişti. Bekleme salonuna girdiğimiz andan itibaren keyfi kaçtı. Birkaç kez tuvalete gitti. Baktım ki yüzü gözü solmaya başladı, bu sıcakta uçağa kadar yürümesin diye personelden tekerlekli sandalye istedim. Ben de yanında gittim. Bunca yıldır, binlerce kez uçağa bindim, ilk kez yan taraftaki acil kapısından, tuhaf bir asansör ile uçağa bindim. Bu sefer de Sermin üşümeye başladı. Yanımızda sadece birer adet sıcakça tutabilecek giysi vardı, ikisini de giymesine rağmen tırnakları morarıncaya kadar üşüdü. Bir bardak sıcak çay alıp eline verdim, elinde tutunca elleri ısındı, bu sefer de terlemeye başladı. Biraz olsun kendine geldi.

Sonunda Esen Boğa havalanına gidebildik. Birkaç saat beklememiz gerekiyordu. Bu arada havaalanı aciline haber verdim, gelip bizi aldılar, Sermin’ serum takıldı. Aslında ben de hiç iyi durumda değildim. Bir sedyede Sermin, bir sedyede ben yatarak birkaç saat geçirdik. Neyse Sermin’in dehidratasyonu düzeldi, bayağı kendine geldi.

Bu maceralı yolculuğun Çanakkale ayağı normal geçti. Eve sabaha karşı 2 gibi düşebildik. Sermin bütün gece tuvalette idi, ama genel durumu gayet düzgün. Artık ne dokunduysa bilemedik.

Umarım ben de benzer bir şey çıkartmam çünkü 2 gün sonra kendi arabamla Fethiye’ye yoga kampına gideceğim.

Levent Kanyonu
Sultan suyu Harası
Pakizeyle Sermin
Levent kanyonu köprülü duvar
Kudret havuzu ve Tohma çayı/kanyonu
Tohma kanyonu Darende
Tohma mesire
Somuncu baba türbesi balıkları
Zeyne Abidin türbesi

KUZENLERLE AİLE ZAMANI

Birkaç ay önce ana tarafımdan kuzenlerimle bir ‘’family time’’ yapmaya karar vermiştik. Sermin, ben, teyzemin kızı Sibel Özgür, onun kızı Nil, birkaç günlüğüne yıllardan beri İsviçre’nin Lozan şehrinde yaşayan dayımın oğlu Emre Telatar’ı ziyarete gittik.

Bizim Nermin uçağa binmez, onu evde yalnız bırakmamak için,  Sermin’in kadim arkadaşı Ayşen Güner, İstanbul’dan geldi. O köyde kalırken biz önce  İstanbul’a gittik, Sibel’le Nil ile havaalanında buluştuk. (Böylece ben de yeni havaalanını görmüş oldum. Güzel ve modern bir alan, ancak  yürüme mesafeleri gerçekten uzun.) Sonra da Lozan’a en yakın havaalanı olan Cenevre havaalanına uçtuk.

Cenevre havaalanı hem İsviçre’nin hem de Fransa’nın havaalanı. Hatta Fransa’dan gelen yolcu, Fransız topraklarından çıkmadan havaalanına ulaşabilsin diye iki ülke arasında birkaç kilometrekare toprak değiş tokuşu olmuş. Aslında buna neden gerek gördüler anlamadım, çünkü Fransa’ya geçerken sınırda hiç durmadık, dönüşte ise sadece gümrük vergisi olan malları beyan etmek için birkaç dakika durduk. Ülkeler arası iyi komşuluk ilişkileri ne kadar önemli değil mi? Aradaki tek fark Fransa’da yuro, İsviçre’de İsviçre frangı para birimi kullanmamız oldu.

Emre bize güzel bir gezi programı  hazırlamıştı. İsviçre’de Lozan, Lutry,  Montrö ve Gruyer şehirlerini gezdik. İki günlüğüne Fransa’ya, dünyanın en önemli şarap üretim merkezlerinden biri olan Burgendy vadisine  gittik.

Geziden iz bırakan birkaç not yazmak istedim. İsviçre yüz ölçümü oldukça küçük bir ülke, dağları (Alpler) ile meşhur ve denize kıyısı yok, ama hem Ron, hem de Ren nehirlerinin başlangıç havzaları bu ülkede ve bir çok büyük göl var.

Mesela  Leman gölü;  kıyısında oya gibi Cenevre, Lozan, Montrö gibi şehirler, çevresinde hala karlarla kaplı dağlarla gerçekten güzel manzaralar sunuyor, ancak beni en çok etkileyen 400 metrelik derinliği oldu,  göldeki su rezervinin ne kadar büyük olduğunu hayal  edemedim. Gölde hala eski usul gemilerle yolculuk yapılıyor. Her artık yılda, yani şubat ayının 29 gün olduğu yıllarda gölün suyu barajlar sayesinde bir metre kadar düşürülüp, kıyıdaki yosunlardan temizleniyormuş. Önümüzdeki yıl şubat ayı 29 çekiyor, yani gölü en çok yosun tutmuş hali ile görmüş olduk, gene de tertemizdi. Lozan ile Montö arasına  İsviçre Rivyerası deniliyormuş, gerçekten de denize giren insanlar gördük.

Lozan ve Montrö şehirlerinde Lozan ve Montrö antlaşmalarının yapıldığı mekanları, Lozan’da olimpiyat müzesini ve daha bir çok yeri gezdik. Gerçekten görülmeye değer mahalleler, bahçeli evler, bağlar, tarlalar, muhteşem lokantalar, olağanüstü müzeler, tertemiz sokaklar, kısaca medeniyet var.

Ancak genel olarak tabii klasik Avrupa havası soluyorsunuz. Daha önce ülkemiz için anlamı çok büyük olan antlaşmaların yapıldığı mekanları görmüş olduğum için, bu gezide beni en çok etkileyen yer;  orta çağdan beri hiç değiştirilmeden saklanmış olan ve gravyer peynirlerinin adını aldığı Gruyer şehri ve kalesi oldu. Burası tam anlamı ile Heidi masalının geçtiği yerler, köşeden Heidi ve Peter çıksa hiç şaşırmazdım. Hayal gibi bir yerdi. Burada da peynir föndü yiyerek, bol kalori almayı ihmal etmedik, Allaha şükür. Bir de gravyer peynirlerinin neden marketlerde dilimler halinde satıldığını anlamış oldum. Çünkü peynir tekerleri gerçekten  araba lastiği boyutlarında, belli ki market vitrinlerine sığmıyor.

Fransa’da Burgendy vadisinde üzüm bağlarını, şarap üreticilerini gezdik. Bütün vadi, ormanlar, bağlar, kasabalar o kadar güzel, o kadar bakımlı ki. Burada şarap üreticisi olan bir çok aile yaşıyor.  Her biri tarihi binaları korumuşlar, bazılarının mahzenleri 15. yüzyıldan kalma, ve tamamen o zamanlardaki keşişlerin yaptıkları şekliyle korunmuş.

Hatta bağları çevreleyen duvarlar bile aynen korunmuş. İnsan kıyas yapmadan edemiyor. Bir tane bile diğerinin aynısı olan ev yok, her biri kendi karakterini yansıtıyor, bizdeki siteler gibi deprem konutlarına benzer şekilde tek tip değil.

Bu gezide anladım ki şarap işi uzmanlık işi, sadece şarap üretmek değil, şarabı tatmak ve içmek de ustalık istiyor.

Bir de Michelin yıldızı olan lokantalarda yemek öyle her baba yiğidin harcı değil. Benim damak zevkim değişik tatlara alışıktır, çok güzel yedim ama Sibel mesela bir kebap yese daha memnun kalırdı.

Fransa gezisinde bana en ilginç gelen şeylerden biri de şarap bağlarının önlerine dikilmiş güllerdi. Bunlar öyle güzel görünsün diye değilmiş. Güller koktukları için bitki bitleri önce onlara gelirmiş, bunu fark eden çiftçiler de hemen üzümler için önlem alırmış. Yani güller üzümlere ‘bitki biti bekçisi’ olarak dikilmiş.

Hem Fransa’da hem de İsviçre’de hem tarım hem de hayvancılık gayet bereketli bir şekilde devam ediyor, insanlar bu tür mesleklerden gayet güzel kazanıyorlar. Bizim gibi köyleri tamamen boş bırakmamışlar. Hep kıyas yapıyorum. Benim  ülkemde, yaşadığım köydeki insanların geçim şartları ile buradakileri kıyaslıyorum. Bizim köy, üstelik de Türkiye geneline göre çok şanslı bir konumda olmasına rağmen, yaşam koşullarını buradaki köylerle hiçbir şekilde kıyaslayamıyorum.

Gene de, tuhaftır, insanlar son yüzyılda şehirlere göçtüler, ancak son birkaç yıldır, köyü özler oldular. Bunun çok ilginç bir örneğini yaşadım.  İsviçre’de  şehirde yaşarken, çimlerinizin doğal yollarla biçilmesini isterseniz, bahçenizin boyutlarına göre koyun kiralıyorsunuz. Koyunlar bahçenizin otlarını yiyorlar. Yani hem koyunları doyuruyorsunuz hem de üzerine para ödüyorsunuz. Katılarak güldük, çünkü koyunu satın alsanız daha ucuza geliyormuş.

Emre’nin arkadaşları ve ailesiyle de zaman geçirdik elbette. Ancak en akılda kalıcı ‘aile zamanını’, en son gün Emre’nin evinin havuzunda yaşadık. Emre’nin evi Lozan şehrine çok yakın bir yerleşim yerinde, sadece güzel evlerden oluşan bir mahallede bulunuyor. Ev; Akdeniz tipi, hacienda denilen, aslında daha sıcak iklimlere uygun bir ev, güzel bir bahçesi ve bu tip evlerin çoğunda olduğu gibi bir  havuzu var. 

Bu seyahat sırasında müstakil bir havuzun ne kadar çok işi olduğunu da bizzat yaşayarak anlamış olduk. Havuz tam tekmil, her şeyi düşünülerek yapılmış, su sürekli devridaim yapıyor. Bahçe meyilli olduğu için 1,5/2 metrelik bir yükseklikten, aşağıdaki daha küçük bir havuza dökülerek havalanıyor, sonra tekrar ana havuza dönüyor. Suyun klor seviyesini, pH derecesini ölçerek, içine gerekli maddeleri katıyorsunuz. Havuzun içerisinde bir de derhal sebastian adını yapıştırdığım, temizleme robotu var.

Gerektiği zaman suyun üzerini örten, gerektiği zaman kendi üzerinde kıvrılıp, havuzun altına saklanan, elektrikli bir panjur sistemi var.

Emre son günde bu panjur sistemini bize gösterince üzerinde bir hayli yosun birikmiş olduğunu gördük ve  temizlemeye kalkıştık.  Hadi bakalım panjuru havuzun üzerinde yüzdürdük, üstünü suyla yıkadık. Tabii bu arada saatlerdir temizleyip durduğumuz havuzun içine bir sürü yosun girdi. Her şeyi yeniden temizlemek gerekti.

Bu arada Emre’nin aklına panjurun alt tarafının ne durumda olduğuna bakmak gibi parlak bir fikir geldi. Bu durumda ne yaparsın? Tabii ki suyun üzerinde yüzen panjuru kaldırır, altına bakarsın. Emre de öyle yaptı.

Fakat tabii bu arada havuzun içindeki su sürekli havuzun bir kenarından aşağıya şelale gibi akıyor, yani su hareketli, suyun üzerindeki panjurun bir kısmını kaldırınca, suyun kaldırma kuvveti ile yüzeyde kalan panjurun ağırlığı arttı tabii, bir de su aşağıya doğru akıyor. Uzun lafın kısası koca panjur, cırt diye elinden kurtulup, bütün ağırlığı ile aşağıdaki havuzun üzerine düştü. Anam, anam, meğer gavur ölüsü kadar ağır bir nesneymiş. Panjur, bütün haşmetiyle, aşağıdaki üzeri telle kapalı havuzun ve bahçenin çimlerinin üzerine yayılınca, onu sararak asıl havuzun altındaki yuvasına yerleştiren elektrikli motorun gücü bir milim bile yerinden kıpırdatmaya yetmedi. Biz kendimiz çekip yukarı çıkaralım dedik,  bu uğurda birkaç parmak da feda ettik ama ne mümkün, ne mümkün yerinden kıpırdatmak. Sonunda panjuru parçalara ayırarak, yukarı çıkarıp, bin bir güçlükle yerine yerleştirdik.

Üstümüz, başımız sırılsıklam oldu, Emre’nin parmağı pansuman gerektirdi, resmen pert olduk, ama çok da eğlendik.

O gece Türkiye’ye döndük. Gece İstanbul’da kalıp, ertesi gün Çanakkale’ye döndük.

Yaz aylarında trafik çok yoğun ve feribot sırasında beklemek de oldukça bezdirici olduğu için pek Gelibolu tarafına geçmek istemiyorum. Hazır bu taraftayken çok methiyesini duyduğum,  Kömür Limanında bir mola vermek istedim.

Neden bu kadar güzel bir plajın bu kadar az uğranılan bir yer olduğunu yolda hemen anladım. Cennet gibi bir coğrafya ama yolun son birkaç kilometresi bir taraf uçurum, yol ise keçi yolu gibi.  Son günlerde sosyal medyada çok paylaşılan bir fıkra var. Adam paraşüt alacak, malın garantisini soruyor, satıcı paraşüt açılmazsa geri getirirsiniz diyor. Bu fıkrayı dinleyen kişinin de içi çok rahat ediyor. Yolun son kısmında hep bu fıkra aklımdaydı, paraşütümüz acaba açılacak mı diye pek merak ettim. Neyse ki bu yola değdi. Cennet gibi bir koya vardık. Yanımızda mayo yoktu nasıl olsa bu yola kimse cesaret edemez, ıssızdır, biz de kıyafetlerimizle denize gireriz diye düşünmüştük, ama en az 20 tane filan çadır, denize giren onlarca kişi vardı. Gene de karizmayı çizdirme pahasına, üstümüz, başımızla denize daldık. Aman aman deniz muhteşem, tertemiz, tam istediğim ısıda, su aygırı gibi denize daldım ki, ne dalış, böyle keyif krallarda yok.

LEMAN GÖLÜ
BOL YEMEK
KÖMÜR LİMANI

İŞ YERİNDE ZÜLME UĞRAMAK DİZİSİ 3; DEKANIN ODASINDA AZAR, İFTİRA VE DİRENİŞ

Daha önceki yazılarımda doçentlik kadromun verilmesi ile ilgili başımdan geçen garip olayları anlatmıştım.

O yıl hemen her ay kendimle ilgili bir dedikodu da duyuyordum. Bu dedikodulara göre çok aktif ve cidden seviyesiz bir özel hayatım olmalıydı. Gerçekten de ağza kolayca alınacak şeyler değildi. Bu dedikoduların ilkini duyduğumda günlerce kendime gelememiştim. Dozu giderek artan daha sonrakileri duyduğumda artık gülüp geçmeye başlamıştım.

Ama kesin olan bir şey vardı ki kaynağını kestirebildiğim ve dedikoduyu yayanı net olarak bildiğim bu dedikodular, sistematik bir kötülüğün sonucuydu. Beni mesleki yetersizlik gibi bir şeyle suçlayamadıklarından, belden aşağı vurup, küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Çünkü bu dedikodulardan herhangi birine inanan herhangi bir kişinin bana zerre kadar saygısı kalmazdı. Bundan eminim.

O zamanlar dekan olan adamın bir kirli işler arşivi vardı. Hemen herkese ait bir dosya tutar, mesela paragöz bir hocanın hastadan para aldığına dair bir delil, zampara bir adamın gönül işlerine ilişkin bir delil ya da benzeri şeyleri elinde bulundurur,  sonra da bunlarla kişileri tehdit ederdi.

Bu arada şunu da belirtmekte fayda var. Çoğu zaman da elinde en kalın hata dosyası olan kişiye bir konuda yetki verir, mesela cerrahi bilimler başkanı yapar, sonra da o adamı tetikçi gibi kullanırdı. O kişinin ipi artık elinde olduğu için kendini ufak tefek işler için yormazdı.

Dekan bey, benim için de dosya oluşturmaya gayret etti.

İşe  geç geliyor diyemiyorlardı, herkesten evvel ben hastanede oluyordum. Hastalara zarar veriyor diyemiyorlardı, hastalarım benden çok memnundu, hatta öğretim üyelerinin çocuklarının da doktoru olmuştum.

Belki ders anlatması yetersizdir diye düşündüler, hatta bir gün, bir dönem dersime aniden dekanın tetikçisi olduğunu bildiğim bir hoca girdi ve arka sıraya oturdu. Güya benim dersimi izlemeye gelmiş. Halbuki,  KTÜ’de hiç böyle bir gelenek yoktur, üstelik bu hoca bizim bölümün hocası bile değildi. Ben hiç bozuntuya vermeden, hocam hoş geldiniz diyerek derse kaldığım yerden devam ettim. Sonra ders bitince ‘öğrenmenin yaşı yok’ diye dalgamı da geçerek hocaya teşekkür ettim. Bu hoca benim için dersi kötü anlattı diyememiş, aksine güzel anlattı demek zorunda kalmıştı.

Birkaç kez bazı hastalar bana elden para vermek için çok ısrar ettiler, hatta biri masamın üzerine para attı. Kapıdan çıkmadan adamı yakalayıp, parayı geri verdim. Dışarı kadar adamla birlikte çıkıp koridorda elden para almıyorum diye bağırdım. Kapımda bekleyen birkaç takım elbiseli adam hemen uzaklaştı. Yani adamı yakalayıp parayı cebine tıkıştırmasam polis baskını yiyecektim.

Özel muayene olmak isteyenlerin sekreterliğe resmen makbuz karşılığı para ödemeleri gerekiyordu, bu paranın bir kısmı hastaneye gidiyordu ve vergisi ödeniyordu. Oysa doktor elden para alırsa bütün para kendinin oluyordu, bu aynı zamanda suç teşkil ettiği için, hasta kapıdan çıkar çıkmaz polis baskını yiyen birkaç hoca olmuştu.

 Hal böyle olunca eğer sana çok kızmışlarsa karakolluk oluyordun, yok seni manüple edebileceklerini düşünürlerse dekanın odasına çağrılıp önce kirli dosyan yüzüne vuruluyor, sonra da bir şekilde seninle anlaşılıyordu. Bana baskın da yapamadılar.

Benim için  bir türlü dosya oluşturamıyordu. Böylece tetikçilerinden bir karı kocayı hakkımda dedikodu üretmekle görevlendirdi.

Neyse şimdi tekrar hatırlatayım, doçentlik kadromun gazeteye ilanından sonra bir yıl geçti, bütün arkadaşlarıma kadroları verildi. Bir tek bana sebepsizce verilmiyordu. Ertesi yıl doçent olanların kadro ilanları verilmişti, artık onların doçentlik kadrolarının verileceği üniversite kurulu yapılacaktı. O hafta benim de avukat aracılığı ile verdiğim dilekçeye cevap vermeleri gerekiyordu. Eğer cevap vermezlerse üniversiteyi mahkemeye verip, kadromu ancak ondan sonra alacaktım. Kaybedecekleri kesin olan böyle bir mahkemeyi göze alamayacakları için o hafta yapılacak kurulda benim kadromu da vermeleri gerekiyordu.

Cuma günü kurul yapılacaktı, sanırım Çarşamba günü dekan beni odasına çağırdı. Sonradan anladığım kadarı ile çaresiz kalmıştı, mecburen doçentlik kadrom verilecekti. Bana kadro verilince dekanın karizması çizilecek ya hiç olmazsa odama geldi ağladı, ben de dayanamadım verdim kadrosunu diyebilmek istiyor, beni illa ki ağlatacak, ona karar vermiş.

Hiç unutmuyorum, bir öğlen dersinden sonra odasına gittim. Beni kollarını kavuşturmuş, gardını almış bir şekilde ayakta karşıladı. Sen kadro istiyorsun ama Hacettepe’de baş asistanlarla diye söze başladı. Bu dedikoduyu duymuştum, adama sözünü tamamlatmadım, evet kadromu istiyorum, sizden oğlunuzu istemiyorum dedim.

Sonra da ne mutlu bana ki sen çalışmıyorsun, hastaların senden memnun değil, öğrenciler senden memnun değil, ders anlatamıyorsun diyemediğiniz için hakkımda böyle dedikodu yapıyorsunuz. Eğer bu söylediklerini yaptıysam size laf düşmez bu hezeyanları kendinize saklayın. Bir de dindar geçiniyorsunuz, gıybet yapmanın ne kadar kötü bir günah olduğunu benden duymak ağırınıza gitmeyecek mi dedim.

Erkek olsan seni yumruklardım mı demedi, ben seni istesem ağlatırım mı demedi. Sinirinden titriyor artık, ben de karşısında öküz gibi durdum, hiç sesimi yükseltmeden her sözüne cevap verdim. Verdiğim cevapların hiç biri yenir yutulur cinsten değildi. Ancak hiç biri de kafamdan uydurduğum şeyler değildi, hepsi de gerçekti. Mesela seni yumruklarım diyor, biliyorum bu odada yediğin dayağı, ama o dayağı hak etmiştin deyip neden hak ettiğini anlatıyorum. İşin tuhaf tarafı bu olayda bana hak veriyor. Seni ağlatırım diyor, sen kendi haline ağla, bana duyduğun sinirden ahiretini yaktın, kul hakkı ile gideceksin diyorum. Gözleri yerinden çıkıyor, benden korkuyor. Daha bir sürü tuhaf konuşma geçiyor aramızda. Sonunda galiba, bir saat kadar çata çat kavga edip, odadan çıkıyorum. Çıkarken de kadroyu onun değil rektörün ‘’mecburen’’ vereceğini söylüyorum. Çıkarken de kapıyı çarpıyorum, geri dönüp gülerek rüzgar çarptı diyorum. Böyle seviyesiz bir kavgayı ne daha önce yaptım ne de daha sonra, ama bence çok gerekliydi. Valla bir yıldır şişen yüreğimin yangını söndü.

O Cuma günü kadrom verildi. Daha önceki yıl kadrosu ilan edilmeyip de yeni edilen arkadaşlar ve o yıl doçent olan arkadaşlarla birlikte kadroya geçtim yani tam bir yıl maaşımı hak ettiğimden daha eksik aldım.

O günden sonra artık bir daha hakkımda bu tür bir dedikodu konuşan olmadı.

Dekan da odadan çıkıp, bu kız aslında çok akıllı ve yiğit bir kız  ama onu ana bilim dalı başkanı kandırıyor demiş. Artık ne demekse birlikte İngiliz siyaseti yapıyormuşuz.  

Aradan yıllar geçti, ben muayenehane açtığım zaman eski dekana bir çok hasta gönderdim. Bütün bu hastalara benim hekimliğimi öve, öve bitiremedi.

Yani sonuçta ne sicilime devlet düşmanı yazan dekanla  ne de bana bilim hırsızı diyen kendi ana bilim dalımdaki öğretim üyesiyle küskün kaldım.

Onlardan nefret de etmiyorum, çünkü onları o kadar önemli bulmuyorum.

Bu yazıları yazma sebebim, beni erken emekli olmakla adeta suçlayan arkadaşlarıma kızılcık şerbeti  kusmadığımı anlatmak.

İŞ YERİNDE ZÜLME UĞRAMAK DİZİSİ 2, SİCİL NASIL BOZULUR?

Üniversitelerde biraz da göstermelik olarak rektörlük seçimleri yapılırdı. Rektörler, öğretim üyelerinin oyları ile seçilirdi. Göstermelik diyorum, çünkü sen kimi seçersen seç, rektörün kim olacağına YÖK ve cumhurbaşkanı karar verirdi. Eskiden genellikle en fazla oy  alan aday rektör olurdu, ama sonraları bu eğilim değişti, seçim iyice boşa çıktı ve sonunda sanırım kaldırıldı.

Seçimlerin kaldırıldığı doğruysa iyi olmuş, çünkü son haliyle seçimler, aylarca devam eden bir karmaşa yaratıyor, bir çok öğretim üyesinin mesaisi sadece önümüzdeki seçim haline geliyordu. Bu aylarda, daha önceleri yüzüne bakmayan seçildikten sonra da bakmayacak olan adaylar odalarımızı tek tek dolaşır, bizlerden oy istiyordu.

Sanırım en az 6 adayın oy alması gerekiyordu ve en fazla oyu alan 6 aday YÖK’e liste olarak gönderilirdi. Genellikle 2 bilemedin 3 gerçek aday olurdu, en güçlü hisseden aday seçim boşa gitmesin diye en yakın arkadaşlarından üçünün kendi kendine oy vermesini sağlardı.

Bir aday iki kez üst üste rektör olabildiği için genel olarak bütün rektörlük süresince açmadığı kadroları, ikinci seçimin tam öncesinde açar, onlarca, yüzlerce yardımcı doçent ataması yapar ve bu yeni yardımcı doçentlerin oyları ile yeniden rektör olurdu. Zaten ilk seçimi de daha önceki rektörün himayesinde yine aynı yöntemle kazanmış olurdu.

Bu seçim kampanyaları hiçbir zaman bir adayın ben üniversiteye şu hizmetleri vereceğim diye net ve belirli hedef belirlemiş olduklarını görmedim. Genel olarak kampanyalarını üniversiteyi ileri bir düzeye çıkartmak gibi belirsiz bir hedef söylemi ve muhalif bir adaysa mevcut yönetimi kötülemek üzerine yürütürlerdi. Gizli toplantılarda bir takım guruplar arasında planlar kurulur, sözler verilir, anlaşmalar yapılırdı. İşin komik tarafı da sözüm ona gizli olan bu anlaşmalar, o konuşma sırasında orada olan birileri tarafından mutlaka açık edilirdi. Hangi aday rektör olursa, kimin rektör yardımcısı, kimin hangi fakültenin dekanı olacağı bilinirdi. Bazen de aynı pozisyon için birden çok kişiye söz verilmiş olurdu.

Bu, sözüm ona  gizli anlaşmaları sadece üniversite değil bütün şehir halkı da öğrenirdi. Bütün esnaf, Trabzonspor yöneticileri, bürokratlar, meslek odaları, yerel basın haftalar, aylar boyunca bu seçimlere kilitlenirdi. Ben çalışma saatlerinde sürekli işimle ilgili olduğum için bu dedikoduları çoğu kez apartman komşularımdan, mahalle bakkalımdan filan duyar, daha sonra iş arkadaşlarımdan doğru olduklarını teyit ederdim. Yani bu seçimler bayağı bir olay olurdu, ilgili, ilgisiz pek çok kişiyi aylarca meşgul ederdi.

Bazı seçim kampanyaları daha da çirkin olurdu. Mesela bir rektörlük seçim öncesinde bana bir zarf içerisinde sicilimin fotokopisini gönderdiler. Sanırım bunu gönderen mevcut rektörün ikinci kez seçilmesini istemeyen muhalif adaydı (seçimi eski rektör tekrar kazandı). Burada fakültemizin dekanı benim hakkımda ‘’üniter devlet düşmanı’’ diye yazmış ve kötü puan vermiş. Daha sonra da rektör sicilime orta puan vererek güya bir düzetme yapmış.

Bunu görünce aklım başımdan gitti, ne demek devlet düşmanı? Ne demek? Bu nasıl bir karalamadır. Eğer elinde bir delil varsa, ortaya çıkart beni üniversiteden at, eğer delilin yoksa bu ne cürettir?

Ben hayatım boyunca hiç bir zaman devlerin geleceği üzerine söz sahibi olmak isteyen bir guruba üye olmadım, herhangi bir yasa dışı şeyle asla meşgul olmadım. Bir devlet memuru olarak alın terimle ve üstün bir gayretle çalışıyorum. Bence bir vatan (devlet) işini iyi yapan insanların emeği ile gönençle yaşar. Bu açıdan bakılınca en büyük vatan sever benim gibi düşünüp, yaşayanlardır.

Ne üniter devlet düşmanı ifadesini ne de orta derecedeki sicili kabul etmek istemiyorum. Orta sivil demek kötü sicil verilse işten atılmam gerek demek. Yuh artık. Bu kadar öz veriyle çalışırken nasıl orta puanlı sicilim olur. Çünkü iyi ve pek iyi dereceler de var,  deliye döndüm, öyle ya daha temizlikçiler gelmeden hastaneyi ben açıyorum, günde 8/10 saat, tuvalete bile gitmeden çalışıyorum. Daha ne yapabilirim? Bu hastaneden ben orta puan alıyorsam kim iyi ya da pek iyi puan alacak çok merak ettim. Tek yapmadığım yöneticilere yalakalık yapmak. Onu da yapmam, yapamam.

Böylece sinir içerisinde bana bu sicili veren amirleri mahkemeye vermek istedim. Birkaç gün sakinleşeyim sonra karar vereyim diye düşündüm. Çünkü o dönemlerde Trabzon adliyesi resmen bizim üniversiteye çalışıyordu. Hastanede kimi sorsanız o gün mahkemede oluyordu. Ben de aynı duruma düşmekten biraz utanıyordum. Öyle ya çalıştığın kurumu mahkemeye vereceksin, bana biraz rezillik gibi geliyordu.

Ben bu duygular içerisindeyken, aradan birkaç gün bile geçmeden, benimki de dahil,  bir kaç sicil fotokopisi bütün öğretim üyelerine gönderildi. Bu durumda mahkemeye vermesem, artık herkes de hakkımda yazılan bu suçlamayı kabul ettiğimi düşünecekti. Ayrıca bu kadar ağır suçlama sadece benim için yazılmıştı.

Bir avukat tuttum ve avukat  ‘sicilin düzeltilmesi’ için mahkeme açtı. Mahkeme açtığım duyulunca, dekanın akrabası olan bir öğretim üyesi benimle bu konuda konuşmak istedi. Beni bir kuytuya çekip, sesine ve beden diline ‘bak sana  bir iyilik yapıyorum, başının daha büyük belaya girmesini önlemek istiyorum’ edası vererek,  dekan beyin kulağının uzun olduğunu, eğer bu konuda elinde bir delil olmasa öyle bir şey yazmayacağını, bu mahkemeden zararlı çıkacağımı söyleyerek beni korkutmaya çalıştı.

Ben de bunu bekliyordum. Bütün söylediklerimi ileteceğini bildiğim için çenemi açtım. Eğer elinde bir delil varsa derhal ortaya çıkartsın ve beni üniversiteden ihraç ettirsin, eğer bunu yapmasa kendisi görevini ihmal ediyor ve asıl devlet düşmanlığını yapıyor.  Ama biliyorum ki elinde delil melil olamaz sadece iftira atıyor, bir de ben dindarım diye geçiniyor, en büyük günahlardan bir gıybettir, hakkımda gıybet yaptı, kitabımızda yönettiğin kişilere karşı adil ol diye kaç tane ayet var, bu emirlere de karşı geldi, bakalım benim kul hakkımla öbür dünyaya nasıl gidecek.  Şimdi gidip bu sözlerimi iletin, ben mahkemeden vaz geçmiyorum, ya hakkımdaki devlet düşmanlığımla ilgili belgeleri ortaya çıkarsın, ya da kara kara ahiretini düşünsün dedim.

İşin tuhaf olanı ben bu mahkemeyi kaybettim. Hakim, avukata bu sicil zaten rektör tarafından düzeltilmiş ( oysa ben orta derece sicilin düzeltilmiş olduğunu kabul etmiyorum), eğer sicilden bu cümle çıkartılsın diye mahkeme açsaydınız kazanacaktınız demiş.

Yani bir beceriksiz avukat yüzünden mahkemeyi kaybettim ve üniversiteye 25 kuruş pul parası ödedim.

Çok kötü bir duyguydu.

Aradan yıllar geçtikten sonra, eski dekanımız, beni herkes mahkemeye verdi ve mahkemeyi kazandı. Bir tek sen haklı idin, bir tek sen mahkemeyi kaybettin dedi. Hiç acımadım. Yüzümde bir sırtlan sırıtmasıyla, gözünün içine bakarak tane tane ‘’ben sizi Allaha havale ettim’’ dedim.

Benim bu dik başlı hallerim, bu adamı bir şekilde korkuturdu. Ne zaman kendisine böyle saygısız bir cevap verdiysem, belki de anladığı dil bu olduğu için, arkasından herkese beni överdi. Bu sefer de bu kız aslında çok vatansever bir kız demişti.

Bu hocamızın emeklilik töreninde de bulundum.  Uzun yıllar dekanlık yaparken etrafında kalabalıktan geçilmezdi. Törenine giden çok az öğretim üyesinden biriydim, herkesi o kadar yıldırmış ki gelenlerin çoğu da gerçekten artık gittiğinden emin olmak için geldiler sanırım.

İŞ YERİNDE ZÜLME UĞRAMAK NASIL OLUYOR? BURADA DOÇENT OLDUKTAN SONRA BAŞIMA GELENLERİN ÇOK KISA BİR ÖZETİ VAR.

Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), kurulmadan önce doçentlik sınavları üniversiteler tarafından yapılırdı. Bu sınavdan önce adaylar bir tez yapar, sınavda tez savunması yapar, sözlü sınava girer ve hatta bütün fakülteye açık, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin girdiği, bir  amfi dersi bile anlatırlardı.

Bizim zamanımızda ise üniversitede doçent olabilmek için, YÖK’ün açtığı doçentlik sınavına girmek gerekiyordu.

Bu sınava girmek için her şeyden evvel, şartları sağladığını belirten, üniversite mezuniyet belgeni, İngilizce sınavından geçtiğine dair belgeni  o güne kadar verdiğin tezleri, anlattığın dersleri, katıldığın kongreleri falan içeren bir öz geçmiş  ve konunla ilgili yayınlarını içeren bir dosya hazırlanır ve  YÖK’e baş vurulurdu.  Jüri ve sınav tarihi YÖK tarafından belirlenir ve adaya bildirilirdi. Benim sınava girdiğim yıllarda biri eylül diğeri mayıs ayında olmak üzere 2 kez sınav yapılırdı.

Adaylar ; 8 dosya hazırlardı ve  5 asil, 3 yedek üyeye dosyalarını sınav tarihinden 2 ay önce gönderirdi.  

Dosyan jüri üyelerine en az 2 ay önceden gitmiş olduğu için her biri dosyanı incelemiş oluyordu. Sınav günü jüri üyeleri önce dosyan hakkında konuşup bir karara varıyorlardı. Eğer dosyanın yeterli olduğuna karar verirlerse adayı sözlü sınava alıyorlardı. Aynı gün sınava, cerrahi branşlardan giren arkadaşlara bir ameliyat yaptırılır,  Dahili branşlardan sınava girenlere ise gerçek bir hasta verilip onun tartışmasını yaptırıp, daha sonra sözlü sınava devam edilirdi.

Şimdi işler biraz daha farklı, dosya için önceden rapor hazırlanıyor ve aday sözlü sınava dosyadan başarılı ise çağrılıyor. Ameliyat işi ise tamamen kalktı.

Sonuç olarak ben doçent olduğum zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nde doçent olup, üniversitelerde öğretim üyesi olarak çalışabileceğine karar veren tek makam YÖK idi.

Sen bu sınavı kazandıktan sonra üniversitende eğer varsa senin için bir kadro açılır ve gazeteye ilan verilirdi. Sen de bu kadroya başvururdun, birkaç ay  içerisinde kadrolu doçent olurdun. Eğer üniversitede kadro yoksa sen gene de resmen doçent olurdun, ama özlük hakları olarak yardımcı doçentlik kadrosundaki haklara sahip olurdun. Bu da maaşında biraz fark yaratırdı, hepsi bu. Genel olarak en eski üniversitelerde yeni doçentlerin bir ya da 2 yıl kadro beklemeleri gerekirdi. Bizimki gibi üniversitelerde ise sınav ayının ertesi ay hemen herkes için kadro ilan edilirdi.

Ben doçent olduğum yıl (ki doçent oluşum da maceralıdır, bunu da belki başka bir yazının konusu yapabilirim) ekim ayında, o yıl doçent olan bir çok arkadaşımla birlikte benim için de kadro ilanı çıktı.

O yıl doçent olan bir iki arkadaşım için sebepsiz  bir şekilde kadro ilan edilmemişti. Sanırım, bu kişiler, o andaki yönetime oy vermediği düşünülen arkadaşlardı.

Bir yıl önce bir  rektörlük seçimi yapılmıştı,  bu seçimde en hafif tabirle kirli bir kampanya yürütülmüştü.  Bu seçim kampanyası sırasında, mevcut  yönetimin kendilerine karşı olduğunu düşündükleri kişilerin sicillerini akıl ermez karalamalar ile bozdukları ortaya çıkmıştı. Bu da ayrı bir yazının konusu olacak, ama sicili karalanan kişilerden birisi de bendim.

İşte bu nedenle benim için kadro ilanı çıkmasına şaşırmıştım. Ama sanırım yanlışlıkla benim kadrom ilan edilmişti, çünkü ben hariç kadrosu ilan edilen herkesin başvurusu onaylandı ve birkaç ay içerisinde kadroya geçirildiler.  Bana gelince aradan aylar geçtiği halde bir türlü kadromu alamadım.

Aradan bir yıl geçip de bir sonraki yıl yeni doçent olan arkadaşlara kadrolar açılınca artık üniversiteyi mahkemeye vermek istedim. Fakat mahkeme açılamıyormuş, bunun için önce bir dilekçe yazıp bana neden bu kadroyu vermiyorsunuz diye sormam lazımmış. İki ay içerisinde cevap alamazsam o zaman mahkeme açma hakkım doğuyormuş.

Ben de aynen böyle yaptım.

Biraz da kadro ilanından sonra yapılması gereken işlemlerden bahsedeyim. Üniversite, gazeteye ilan verilince, aynen doçentlik sınavına başvurur gibi yeniden dosya hazırlıyorsun, bu sefer YÖK’ün doçentlik sınavını geçtiğine dair belgeyi ekliyor ve rektörlüğe baş vuru yapıyorsun. Bundan sonra da kendi üniversiten yeni bir jüri ayarlıyor ( bu kez 3 kişilik) dosyan yeniden inceleniyor, tekrar raporlar yazılıyor ve kadroya ataman yapılıyor.

Çok açık konuşayım. Ben kendim jüri olduğum durumlarda sınava girecek olan adayların dosyalarını satır satır okuyarak, gerçekten bu kişi üniversite öğrencisi yetiştirecek kapasitede mi diye ölçüp biçerek, rasyonel karar verdim. Ancak kadro ataması için önüme gelen dosyalar için daha genel bir inceleme yaptım. Çünkü  bu aday Türkiye Cumhuriyetinin her yerinde doçentlik yapabilecek kapasitede oldukları yetkili organ olan YÖK tarafından tescillenmiş bir bilim insanıdır. Madem ki bu aday zaten doçenttir, üstelik kadrosu da vardır, o halde bana da sadece bunu tasdik etmek düşer. Bu durumda dosyayı ret etmek, sadece o adayın özlük haklarını ihlal etmek olur. Bu da bana yakışmaz.

Benim durumumda ise işler bambaşka yürüdü. Daha sonraları bütün raporlar bizzat dekan tarafından bana okutturulduğu için biliyorum.

Yönetim bana yanlışlıkla kadro ilanı verdi ya hemen pişman oldu. Bu kısma ben pek akıl erdiremedim, sadece kulaktan dolma bilgilerle bir fikir yürütebiliyorum. Galiba bana doçentlik kadrosu ilan edilirken, pediatriye bir de ana bilim dalımızın hiç haberinin olmadığı bir yardımcı doçentlik kadrosu ilan edilmiş. Bunu fark eden o zamanki ana bilim dalı başkanımız, rektörü etkileyerek bu kadronun ilan edilmemesini sağlamış. Yani gazeteye ilan çıkana kadar fakültemizin dekanı pediatriye hem bir doçent hem de bir yardımcı doçent kadrosu açılıyor sanıyormuş. Bu yardımcı doçent kadrosuna gelecek olan kişi de dekanın istediği bir kişi imiş. Bu arkadaşın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Gerçekten böyle katakulliler oldu mu onu da bilmiyorum. Ama bu tür olaylar bizim fakülte ve üniversite için olağan sayılır, o nedenle doğruluk payı olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu olaylar inanılır gibi değil, değil mi?

Sonuç olarak, dekanlığımız beni bertaraf etmek için,  dosyamı ret edecek bir jüri oluşturup,  kadroyu bana vermemeyi planlamışlar. Bu düşünce ile biri Hacettepe’den huysuzluğu ile nam salmış bir hoca, diğeri Kayseri’den bizim yönetime ters düşmeyeceklerini düşündükleri bir hoca, sonuncu da kendi ana bilim dalımızda, dekanın akrabası olan bir hoca ile jüriyi oluşturmuşlar. Jüriye bu dosyayı ret edin diye baskı yapmışlar.

Sonuç olarak benim dosyam gayet yeterli bir dosya idi. Hacettepe’deki hocam, benim hakkımda son derece olumlu bir rapor yazmış, hatta yazdıklarından açıkça bu kız sizin fakültenize fazla gelir, hazır böyle birini buldunuz, biraz aklınız varsa elinizden kaçırmayın dediği anlaşılıyor.

Her şey bittikten sonra, hocamla başka bir sebeple karşılaştığımda yazdıklarından ötürü teşekkür etmiştim. Karşılık olarak ben seni de bu kişileri de tanıyorum, hiç seni onlara yem eder miyim diyerek, o zamanki dekanımız ve özellikle de bizim ana bilim dalı öğretim üyesi olan diğer jüri üyesiyle ilgili öyle hikayeler anlattı ki ağzım açık kaldı. Bana bu anlatılanların doğru olduğunu başka kişiler de benzer şekillerde anlatmış olduğu için bilgilerin doğruluğuna inanıyorum ama kendim şahit olmadığım için buraya yazmayı uygun bulmuyorum. Bilimsel olarak beni değerlendirebilecek kapasitesi olduğuna da inanmıyorum.

Kayseri’deki hocaya gelince o bir taraftan arkadaş baskısı, öbür taraftan elinde YÖK’ten onaylanmış güzel bir dosya var. Nasıl bir rapor vereceğini bilememiş, ne evet ne de hayır yazmış. Daha sonra kendi arkadaşları arasında, lakabı ‘HAVET’ olarak kalmıştı. Sonradan bu hocadan ne dediğinin anlaşıldığı bir rapor yaz diye  tekrar rapor istemişler. Garip olan şu ki bu hoca bizim pediatrik endokrin camiasından olduğu için tam da bu cevabı yazması gereken günlerde bir kongrede karşılaştık. Sanırım Londra’daydık, çünkü bir metroda bir yerden bir yere giderken adama ‘sizin yerinizde olmak istemezdim, ne de olsa bundan sonra da hep benim yüzüme bakmak zorunda kalacaksınız’ demiştim. O konuşma sırasında metrodan dışarı atlayabilse kaçıp giderdi, ama kaçamadı, yüzü kızardı, sonra da dönüp raporunu olumlu gönderdi.

Son jüri üyesi de kendi çalışma arkadaşım idi. Onun raporu ise olumsuzdu. Ben bu öğretim üyesinin, doçentlik dosyasını da bildiğim için, benim dosyama olumsuz rapor vermesine sadece gülebilirim. Ama bir nokta var ki bunu ben affetsem Allah affetmez. Daha önceki bir yazımda terör bölgesinde bin bir  çeşit macera ile iyot taraması yaptığım bir çalışmadan söz etmiştim (bu çalışmayı yaparken başıma gelenleri merak eden Arıcak yazısını okusun). Bu tarama, ben mecburi hizmetten ayrıldıktan sonra yazıya dökülmüştü, çalışmada benim çok emeğim olduğu için, adımı yazmışlardı. Ben de onca macera ile yaptığım o çalışmaya önem vermiş ve dosyama eklemiştim. Bu çalışma için sırf orada olmadığım zamanda yazıldı diye, bu yazıda emeği yoktur, bilimsel hırsızlıktır diye yazmıştı. İşte bunu Allah’a  havale ediyorum.

Bütün bunları anlattıktan sonra, hani bir dilekçe yazmıştım ya. Üniversitenin bana 2 ay içerisinde cevap vermesi gerekiyordu. Son güne kadar cevap vermediler. Sanırım bizim ilan verdiğimiz boş bir kadromuz ve şu anda bu pozisyonun bütün şartlarını yerine getiren  kendi kadrolu yardımcı doçentimiz de var ama sırf keyfimiz öyle istediği için kadro vermekten vaz geçtik demek kolay bir şey değildi. Bu arada dosyama jüriden olumsuz rapor çıkartamadılar, benim de çok şükür bir açığım yok ki oradan tuttursunlar. Yani benim üniversiteyi mahkemeye vermemi göze alamayacaklar, ama beni mümkün olan en uzun süre kıvrandırmak istiyorlar, tabii bu arada mümkünse benden biraz ödün  kopartsalar tadından yenmez.

Artık 2 ayın dolmasına bir haftadan daha az süre var, yani bu hafta da cevap alamaz isem, pazartesi günü artık üniversiteyi mahkemeye verme hakkım doğuyordu. O hafta sonu Cuma günü de rektörlükte kadroların verilmesini de içeren kurul toplanacaktı. Sonuç olarak o kurulda benim kararımı da çıkartacaklar, bundan emindim.

O hafta ya Çarşamba günüydü galiba, dekan beni makamına çağırdı. Hayırdır inşallah deyip gittim.

Kapıdan içeri girdim, dekan beni oturtmamak için, kollarını göğüs hizasında  kavuşturmuş, masasının önüne yaslanmış, ayakta beni bekliyor. O gün niyeti beni ağlatmak ve ne yapayım geldi ağladı dayanamadım kadroyu verdirdim demekti. Ama bütün iftiralara başım dik durdum. O gün o odada konuşulanlar, o iftiralar tek kelime ile iğrençti. Bir gün muhtemelen, aklıma kelimesi kelimesine kazınmış o konuşmayı da yazarım. Şimdi yüreğim kaldırmıyor.

Ama zalimin karşısında boyun eğince o kendini daha güçlü sanıyor. Diklenince korkuyor bunu o gün net bir şekilde anladım.  

BİR ANTEP/URFA DÜĞÜNÜ; YENİ ADETLER, YENİDEN KEŞFEDİLEN ADETLERLE DÜĞÜNLER BİTMEZ OLDU.

Gaziantep’e bazen bir kongre, bazen de bir güney doğu gezisinin parçası olarak defalarca gitmiştim. Hatta bir sınıf gezimiz de orada yapıldı, fakat gideceğim gün yataktan çıkamayacak kadar ağır derecede grip olmuştum.

Daha önceki gezilerde Zeugma antik şehrini, Yesemek açık hava heykel müzesini ve arkeoloji müzesini gezmiştim, ama sınıf gezisine gidemediğim için müzelerin son halini görememiştim. Zeugma’dan çıkan mozaiklerle yapılan ve dünyanın en büyük mozaik müzesi olan müzeyi gezmeyi çok istiyordum.

Geçen hafta, çok sevdiğim asistanlarımdan biri olan Fulya’nın düğünü olduğunu duyunca fırsat bu fırsat deyip,   Gaziantep’e      gittim. Tabii şehrin tarihi sokaklarını, mozaik ve arkeoloji müzelerini gezdim. Büyük bir sevinçle; son yıllarda ülkemizde yapılan müzelerin, içinde sergilenen eşsiz tarihi zenginliklere yaraşan modern müzeler olduğunu fark ediyorum.

Şehrin klasik çarşıları ise geze geze bitmek bilmiyor. Antep fıstığı, baklava, menengeç kahvesi gibi yöresel ürünlerden hediyeler alırken, mutlaka beyran çorbası, kebap ya da katmer yeme, Tahmis kahvecisinde kahve içme molaları vermek gerekiyor.  Ben evde terlik olarak giyilmek üzere bir sürü yemeni (bir tür çarık) aldım. Yemeniler, klasik modellerin yanı sıra bir çok modern şekilde de yapılıyor. Sokakta giyecek olanlar için ince bir topuk da ekliyorlar. Eski adetlerin yaşatıldığını görmek her zaman hoşuma gider.

Bizim gençliğimizde unutulan bazı adetlerin son yıllarda yeniden hatırlandığını fark ediyorum. Özellikle de düğünlerde bu eski adetler bizim zamanımıza göre çok daha sık uygulanıyor. Örnek olarak kendi sınıf arkadaşlarımın düğünlerini ve gençliğimde katıldığım diğer düğünlerde hatırlıyorum. Belediye memurunun kıydığı bir nikah olurdu. Bu nikah bazen farklı bir zaman ve mekanda, bazen de düğünde yapılırdı. Gelinlerin pek çoğu nikaha gelinliği ile katılırdı, ayrı bir nikah elbisesi olan çok nadir gelin olurdu. Bazen, özellikle de geç yaşta evlenenler ya da ikinci evliliğini yapanlar için, evlilik sadece bu nikah ile tamamlanırdı. Ancak ilk kez evlenen çiftler nikahtan sonra kesesine göre ya bir düğün ya da bir düğün yemeği yapardı.

Düğünler köy düğünü ise oldukça şenlikli geçerdi. Mesela Yıldızlı’da bir dut ağacının altına serili bir bezin üzerinde çeşitli ikramlardan yediğimizi ve yara döke oynadığımızı çok net hatırlıyorum, oysa o düğünden ne gelini ne de damadı hatırladığımı söyleyemem. Bu düğünlerin ritüelleri yörelere göre değişirdi. Bizim yörede düğünlerin en önemli özelliği atma türkü atılmasıydı (benim anneannem Pazar’daki her düğüne atma türkü söylemeyi çok iyi becerdiği ve herkesin bütün açıklarını da bilip, bu türkülerde dillendirdiği için, düğünlerin vaz geçilmezi idi). Düğünlerde ayrıca  kemençe, tulum gibi mahalli çalgılar eşliğinde horon oynanırdı. Karadeniz bölgesinde bol bol da kurşun sıkılırdı. Bu kötü alışkanlık bazen düğün evini yas  evine çevirirdi. Çünkü bizim köylerin hemen hepsi yamaçlarda kuruludur. Havaya ateş ediyorum diye düğün konvoyunun henüz yolun yukarılarında kalan son kısmına ateş etmek çok olasıdır. Bir Akçaabat düğününde gelinin babasının bu şekilde öldüğünü net olarak hatırlıyorum.

Şehir düğünleri ise düğün salonlarında ya da bir otelin salonunda yapılırdı. Oldukça eğlenceli geçen düğünlerde klasik olarak müzik, önce vals (gelin marşı diyebileceğim komparsita) ile başlar, daha sonra batı müziğine, horon ya da halaya, son olarak da göbek havasına dönerdi. Düğünden çıkan herkes kurtlarını dökmüş olurdu.

Bu düğünlerde ikramlar da herkesin kesesine göre olurdu. Genellikle kuru pasta ve meşrubat ikram edilir, ancak zenginler yemekli düğün yapardı.  Şehir düğünleri de ya düğün salonlarında yada otellerde yapılırdı.

Elbette hemen herkes bir de evinde imam nikahı kıyardı. Mehir olarak da bir lira belirlenirdi, çünkü benim tanıdığım kızlar okumuş, meslek sahibi kızlardı, yani boşansalar bile koca parasına muhtaç değillerdi.

Ben şehirde büyüdüm, çocukluğumda ve gençliğimdeki düğünlerde kına gecesi yapıldığını hiç hatırlamıyorum.

Son yıllarda şehir düğünlerinde de kına gecesi yapılmaya başlandı. Düğünden bir gün önce kadınlar arasında yapılan bir eğlencedir. Gelin kırmızı kaftan giyer ve kırmızı duvak takar. Ortaya oturtulur. Türküler eşliğinde gelinin ve diğer kadınların ellerine kına yakılır. Kına gecelerinde de bol bol oyun oynanır.

Şimdi kına gecesi için hazır kitler satılıyor. Minik paketler halinde kınalar, kırmızı mendiller süslü bir tepsi içerisinde satılıyor. Kına gecesi gelinin giyeceği gayet şatafatlı kaftanlar ve başlıklar da satılıyor. Öyle ki bu gece birkaç kadın bunlardan giyse ortalık Osmanlı sarayına döner.

Bizim bölgede kına geceleri kadınlar arasında yapılır. Antep’te ise bir müddet kadınlar eğleniyor, ardından damat ve arkadaşları kınayı basıyorlar. Bundan sonra ellere kına yakma töreni başlıyor. Çok eğlenceli bir adet.

Bu düğüne ben de kına gecesine bir kaftan ile katıldım. Eski adetleri yaşatmak çok güzel bir şey.

Düğün de otelde yapıldı, ancak damat Urfalı olduğu için sıra gecesi gibi, davullar vardı, her şey gayet eğlenceli oldu.

Son yıllarda, hem damadın şehrinde hem de gelinin şehrinde olmak üzere 2 düğün yapan bir çok kişi  biliyorum.

Hatta bir arkadaşım oğluna hem köy düğünü hem de şehir düğünü yapmıştı. Bu düğünde mevlüdlü bir imam nikahı yapıldı, kına gecesi yapıldı, köy düğünü yapıldı. Sonra kokteyl ve yemekli bir nikah yapıldı, ertesi gün otelde düğün yapıldı. Bitmedi bir de kızın memleketinde düğün yapıldı. Yani bu çocuklar 10 gün boyunca evlene evlene bitiremediler.

Ben geleneklerden yanayım. Yani bekarlığa veda partisi yapılacağına kına gecesi yapılsın tabii, ama sanki diğer seremoniler yeniden sadeleşse daha güzel olacak.

SOSYAL MEDYANIN YA DA KAYIT TUTMANIN GÜCÜ, BEN DE EPEYCE MOBİNGE UĞRADIM, AMA KİMSEYE SESİMİ DUYURAMADIM

Geçen hafta sosyal medyaya oldukça ses getiren bir video düştü. Bu videoda bir kadın yolcu, havaalanında çalışmakta olan bir kadın görevliye ciyak ciyak bağırarak hakaretler  yağdırıyordu. Yolcu olan belli ki bir sebepten dolmuş, karşısında bulduğu ilk görevliye taşmış. Kim bilir belki de haklıdır. Ancak onu kızdıran her neyse muhtemelen hiç ilgisi olmayan, karşısındaki kadının beden parçalarını da işin içine katan aşağılayıcı ve saldırgan konuşması ile haklı da olsa haksız çıktı. Bu sırada başka bir yolcu olayı videoya çekti. Görevli kadın videoya çekildiğinin de farkında olduğu için terbiyesini bozmamaya çalıştı. Sonuç olarak videoyu gören herkes acaba derdi neydi de kadın bağırmaya başladı diye düşünmedi, herkes hakarete uğrayan havaalanı çalışanının tarafını tuttu. Buna ben de dahilim. Sosyal medyada o kadar büyük bir öfke yarattı ki, hava yolları şirketi, çalışanının tarafını tutmak ve o kadın yolcuyu bir daha uçurmama kararını kamu oyuna bildirmek zorunda kaldı.

Ben işte buna kayıt tutmanın gücü diyorum. Emin olduğum bir şey varsa eğer o kayıt tutulmamış olsaydı ve yolcu kadın, çalışanı şirkete şikayet etmiş olsaydı, şirket kesinlikle müşteri velinimetimizdir mantığı ile yolcuyu haklı bulacaktı.

Nerden bu sonuca vardım derseniz, bu saçları değirmende ağartmadım ya, benim de biraz (35 yıl) çalışma tecrübem var.

Yıllar önce bir gün Adolesan servise yeni tanı almış bir lösemi vakası yattı. Çocuğun hikayesi oldukça üzücüydü, çünkü anne ve babası boşanmıştı.  Babası bir cinayet işlediği için hapisteydi. Tam çocuk hastaneye yattı,  ertesi gün adam hapisten çıktı. Adam yememiş içmemiş soluğu hastanede aldı. Tabii adamcağız böyle bir haberi alınca ne yapsın diye düşünürsünüz değil mi?

Öğlen vizitine gittim. Gözlerime inanamadım. Bütün hemşirelerin gözleri kıpkırmızı, hemşire odasına sığınmışlar. Koridorda bir adam sorumlu hemşireye seni si..rim diye bağırıp duruyor. Kadının suratı karmakarışık, belli ki korku içerisinde ve cevap veremiyor.  Aslında  güvenlik görevlisi de çağırmışlar ama o da kenarda durup olanları seyrediyor, hiç müdahale etmiyor. Ben hemen adamla hemşire arasına girdim ve sen ne diyorsun diye adama bağırdım. Adam hemen beni yeni hedef seçti ve bana da seni de s….rim diye çemkirmeye başladı. Ben adamın hapisten yeni çıkan katil olduğunu hemen anladım. Adamla muhatap olmayı kesip hemen son derece otoriter bir sesle güvenlik görevlisine adamı dışarı çıkarmasını emrettim. Görevli gafletten ayılıp adamı kolundan tutup dışarı çıkardı.

Hemen hemşirelerle konuştum. Adama hiçbir şey yapmadık, servise gelir gelmez çocuğu falan bile sormadı, direk bize bu çocuk ölsün sizi si..ceğim diye küfretmeye başladı. Adam katil olduğu için çok korktuk, cevap bile veremedik, hemen güvenlik çağırdık, onu da gördünüz işte dediler.

Bu hastanın ölüm riski gerçekten de vardı. Şimdi ölürse bu katil gelip de bütün çalışanlara sıradan tecavüz mü edecek yani? Ben normalde kolay kolay herhangi bir hastayı ya da hasta sahibini kimseye şikayet etmedim. Ama bu adamı başhekimliğe haber vermeyi görev bildim. Öyle ya kızcağızlar, gece de tek başlarına nöbet tutuyorlar, Allah korusun ya adam eline silah alıp da gelse. Başhekimliğin haberi olsun ki bu adamı ziyaret saatleri içinde içeri almasınlar diye konuşmak istedim. Başhekimlikte sekreter, şu anda sadece hastane müdürü var dediği için, müdürün odasına doğru yöneldim. Kapı açıktı ve içerideki manzara şuydu. Müdür, biraz önce ben de dahil olmak üzere bir servisin bütün hemşirelerini ve kadın doktorlarını size tecavüz ederim diye tehdit etmiş adamla kanepenin üzerinde diz dize oturmuş, çay içiyor. Bu da yetmez gibi hayran hayran gözlerine bakıyor.

Şikayet etsem de işe yaramayacağını anladım. Müdürden, müşteri haklıdır mantığı ile  çocuğunun hasta olduğunu öğrenip adamın canı yanmış nutku dinlemek istemedim. Şikayetten vaz geçtim, ama o anda beni kessen kanım akmaz. Donakaldım.  Adam hadi deli, peki başhekimlik bizleri korumakla görevli değil mi? Demek bu müdürün yanında bile tehdit edilsek, adamın umurunda olmayacak.

O anda bize küfreden adamdan daha çok müdüre öfkeliyim. Eğer sözümü kesersen seni gebertirim kararlılığı gösteren bir ses tonu ile müdürün gözlerinin içine  bakıp, gözlerimi kıstım ve ‘’ bu adam az önce servisimin hemşirelerini ve beni size tecavüz ederim diye tehdit etti’’ dedim. Müdürün ağzını açmasına fırsat vermeden aynı robotik halimle adama döndüm ve onun da gözlerinin içine bakarak, işaret parmağımı burnuna sallayarak, tane tane ‘ gözümün içine bak, senden korkacak göz mü bu? Eğer bu kızlardan birinin ayağına taş değsin, bak bakalım kim kimi s…kecek’ dedim ve odadan dışarı çıktım.

Yani bizim şirket, çalışanını değil, müşterisini korudu. Ortada sosyal medyada dolanan bir video da yoktu tabii. Eminim o adam bize bir şey yapmış olsaydı. O müdür, ben görevimi yapmadım diye en ufak bir vicdan azabı bile çekmeyecekti. O müdüre sen neden çalışanının yanında olmadın diye kimse bir şey sormayacaktı. Yani olan bize olacaktı.

Tabii sağlık önemli biz adama senin çocuğunu tedavi etmeyiz de diyecek halde değildik.

Neyse ki bu olayda deli deliyi görünce çomağını sakladı. Adam açıkça benden korktu ya da bir şekilde saygıyı hak ettiğimi düşündü. Bir daha gıkı bile çıkmadı.

Çocuk sadece lösemi değildi, aynı zamanda ataksia telanjiektazi hastasıydı. Bu bir genetik hastalıktır ve bu tür hastalıklar, lösemiye yatkınlık yarattıkları gibi, lösemi oldukları zaman tedaviye yanıt vermeleri zordur. Yani hasta zaten oldukça ümitsiz bir hastaydı ve kısa sürede öldü.

O gün bile babası, bize karşı herhangi bir taşkınlık yapmadı, fakat birkaç ay sonra  yeni bir cinayet daha işleyip hapse girdi.

Show Buttons
Hide Buttons