Category Archives: Genel

SOSYAL MEDYANIN YA DA KAYIT TUTMANIN GÜCÜ, BEN DE EPEYCE MOBİNGE UĞRADIM, AMA KİMSEYE SESİMİ DUYURAMADIM

Geçen hafta sosyal medyaya oldukça ses getiren bir video düştü. Bu videoda bir kadın yolcu, havaalanında çalışmakta olan bir kadın görevliye ciyak ciyak bağırarak hakaretler  yağdırıyordu. Yolcu olan belli ki bir sebepten dolmuş, karşısında bulduğu ilk görevliye taşmış. Kim bilir belki de haklıdır. Ancak onu kızdıran her neyse muhtemelen hiç ilgisi olmayan, karşısındaki kadının beden parçalarını da işin içine katan aşağılayıcı ve saldırgan konuşması ile haklı da olsa haksız çıktı. Bu sırada başka bir yolcu olayı videoya çekti. Görevli kadın videoya çekildiğinin de farkında olduğu için terbiyesini bozmamaya çalıştı. Sonuç olarak videoyu gören herkes acaba derdi neydi de kadın bağırmaya başladı diye düşünmedi, herkes hakarete uğrayan havaalanı çalışanının tarafını tuttu. Buna ben de dahilim. Sosyal medyada o kadar büyük bir öfke yarattı ki, hava yolları şirketi, çalışanının tarafını tutmak ve o kadın yolcuyu bir daha uçurmama kararını kamu oyuna bildirmek zorunda kaldı.

Ben işte buna kayıt tutmanın gücü diyorum. Emin olduğum bir şey varsa eğer o kayıt tutulmamış olsaydı ve yolcu kadın, çalışanı şirkete şikayet etmiş olsaydı, şirket kesinlikle müşteri velinimetimizdir mantığı ile yolcuyu haklı bulacaktı.

Nerden bu sonuca vardım derseniz, bu saçları değirmende ağartmadım ya, benim de biraz (35 yıl) çalışma tecrübem var.

Yıllar önce bir gün Adolesan servise yeni tanı almış bir lösemi vakası yattı. Çocuğun hikayesi oldukça üzücüydü, çünkü anne ve babası boşanmıştı.  Babası bir cinayet işlediği için hapisteydi. Tam çocuk hastaneye yattı,  ertesi gün adam hapisten çıktı. Adam yememiş içmemiş soluğu hastanede aldı. Tabii adamcağız böyle bir haberi alınca ne yapsın diye düşünürsünüz değil mi?

Öğlen vizitine gittim. Gözlerime inanamadım. Bütün hemşirelerin gözleri kıpkırmızı, hemşire odasına sığınmışlar. Koridorda bir adam sorumlu hemşireye seni si..rim diye bağırıp duruyor. Kadının suratı karmakarışık, belli ki korku içerisinde ve cevap veremiyor.  Aslında  güvenlik görevlisi de çağırmışlar ama o da kenarda durup olanları seyrediyor, hiç müdahale etmiyor. Ben hemen adamla hemşire arasına girdim ve sen ne diyorsun diye adama bağırdım. Adam hemen beni yeni hedef seçti ve bana da seni de s….rim diye çemkirmeye başladı. Ben adamın hapisten yeni çıkan katil olduğunu hemen anladım. Adamla muhatap olmayı kesip hemen son derece otoriter bir sesle güvenlik görevlisine adamı dışarı çıkarmasını emrettim. Görevli gafletten ayılıp adamı kolundan tutup dışarı çıkardı.

Hemen hemşirelerle konuştum. Adama hiçbir şey yapmadık, servise gelir gelmez çocuğu falan bile sormadı, direk bize bu çocuk ölsün sizi si..ceğim diye küfretmeye başladı. Adam katil olduğu için çok korktuk, cevap bile veremedik, hemen güvenlik çağırdık, onu da gördünüz işte dediler.

Bu hastanın ölüm riski gerçekten de vardı. Şimdi ölürse bu katil gelip de bütün çalışanlara sıradan tecavüz mü edecek yani? Ben normalde kolay kolay herhangi bir hastayı ya da hasta sahibini kimseye şikayet etmedim. Ama bu adamı başhekimliğe haber vermeyi görev bildim. Öyle ya kızcağızlar, gece de tek başlarına nöbet tutuyorlar, Allah korusun ya adam eline silah alıp da gelse. Başhekimliğin haberi olsun ki bu adamı ziyaret saatleri içinde içeri almasınlar diye konuşmak istedim. Başhekimlikte sekreter, şu anda sadece hastane müdürü var dediği için, müdürün odasına doğru yöneldim. Kapı açıktı ve içerideki manzara şuydu. Müdür, biraz önce ben de dahil olmak üzere bir servisin bütün hemşirelerini ve kadın doktorlarını size tecavüz ederim diye tehdit etmiş adamla kanepenin üzerinde diz dize oturmuş, çay içiyor. Bu da yetmez gibi hayran hayran gözlerine bakıyor.

Şikayet etsem de işe yaramayacağını anladım. Müdürden, müşteri haklıdır mantığı ile  çocuğunun hasta olduğunu öğrenip adamın canı yanmış nutku dinlemek istemedim. Şikayetten vaz geçtim, ama o anda beni kessen kanım akmaz. Donakaldım.  Adam hadi deli, peki başhekimlik bizleri korumakla görevli değil mi? Demek bu müdürün yanında bile tehdit edilsek, adamın umurunda olmayacak.

O anda bize küfreden adamdan daha çok müdüre öfkeliyim. Eğer sözümü kesersen seni gebertirim kararlılığı gösteren bir ses tonu ile müdürün gözlerinin içine  bakıp, gözlerimi kıstım ve ‘’ bu adam az önce servisimin hemşirelerini ve beni size tecavüz ederim diye tehdit etti’’ dedim. Müdürün ağzını açmasına fırsat vermeden aynı robotik halimle adama döndüm ve onun da gözlerinin içine bakarak, işaret parmağımı burnuna sallayarak, tane tane ‘ gözümün içine bak, senden korkacak göz mü bu? Eğer bu kızlardan birinin ayağına taş değsin, bak bakalım kim kimi s…kecek’ dedim ve odadan dışarı çıktım.

Yani bizim şirket, çalışanını değil, müşterisini korudu. Ortada sosyal medyada dolanan bir video da yoktu tabii. Eminim o adam bize bir şey yapmış olsaydı. O müdür, ben görevimi yapmadım diye en ufak bir vicdan azabı bile çekmeyecekti. O müdüre sen neden çalışanının yanında olmadın diye kimse bir şey sormayacaktı. Yani olan bize olacaktı.

Tabii sağlık önemli biz adama senin çocuğunu tedavi etmeyiz de diyecek halde değildik.

Neyse ki bu olayda deli deliyi görünce çomağını sakladı. Adam açıkça benden korktu ya da bir şekilde saygıyı hak ettiğimi düşündü. Bir daha gıkı bile çıkmadı.

Çocuk sadece lösemi değildi, aynı zamanda ataksia telanjiektazi hastasıydı. Bu bir genetik hastalıktır ve bu tür hastalıklar, lösemiye yatkınlık yarattıkları gibi, lösemi oldukları zaman tedaviye yanıt vermeleri zordur. Yani hasta zaten oldukça ümitsiz bir hastaydı ve kısa sürede öldü.

O gün bile babası, bize karşı herhangi bir taşkınlık yapmadı, fakat birkaç ay sonra  yeni bir cinayet daha işleyip hapse girdi.

NOTRE DAME YANDI AMA QUAİMADO ÖLMEDİ

Geçtiğimiz hafta Paris’te, Türkiye’de olsa Laz fıkrası sanılabilecek bir olay oldu. Paris’in ve dünyanın en tanınmış tarihi eserlerinden biri, tadilat yapılırken çıkan yangında yanıp tamamen kül oldu. Bu kaza sonrasında binanın tarihinden, Fransız itfaiyesinin çalışma ilkelerine, hemen bütün tanıdıklarımın Paris anılarından, tarihi eserlerin sanal ortamda üç boyutlu canlandırılışına kadar bir çok şey öğrendim.

Bir UNESCO tarafından dünya mirası olarak tescillenmiş tarihi eserin burduk yerde kaybından üzüntü duydum tabii, ama öte taraftan dünyanın her bir yanından bağışlar yapılmaya başlandı, şimdiden binanın aynı şekliyle yenilenmesi düşünülüyor. Hal böyleyse bu yangın da binanın tarihinde eşsiz bir yer tutarak binanın namını daha da artıracaktır.

Kendi ülkemizdeki tarihi eserlere karşı ne denli duyarsız hatta hoyratça davrandığımız ise içler acısı bir durumdur.

Aslında  Notre Dame katedrali cismen tamamen yok olsa bile Victor Hugo’nun, Notre Damın kamburu romanı ile insanlığın ortak bilincinde yaşamaya devam eder. Çünkü bu roman farklı bir hikaye anlatsa da aslında o yıllardaki Paris’in mekanlarını özellikle de Notre Dame kilisesini edebi bir şekilde anlatan bir tapu kaydı gibidir. Bir çok kişi de benim gibi düşünüyor olmalı ki roman, yangından sonra yeniden moda oldu ve yok satmaya başladı.

Kambur Quazimado’nun hikayesi, doğduğu anda annesinden çalınan bir kızın (Esmeralda) yerine koyulan, çok çirkin, hilkat garibesi  bir erkeğin hikayesidir.

Bu bebek değiştirme meselesinde, kadının bebeğinin çalınması esas olaydır ama nedense kambur bebeğin de kendi annesinden çalınıp yabancı  bir kadının eline verilmesindeki trajedi göz ardı edilir.

Quazimado, romanın yazarı Victor Hugo tarafından bile önemsenmemişti, tabii ki analığı tarafından  baş tacı edilmedi. Neredeyse bir hayvan gibi görülen kambur bebek annesi tarafından sırf çirkin diye  kiliseye terk edildi.

Bundan sonrasında, Quazimadon’un, kilisenin rahibinin kanatları altında, aslında gözlerden ve insanların kem gözlerinden uzak  olmayı başarabileceği bir hayatı varken, sırf dış görünüşü ile toplumsal ve organize  bir hoyratlığın kurbanı olması anlatılır. Bir gösteri materyali gibi ortalıkta gezdirilmeye, insanların eziyetine maruz bırakılmaya başlanır. Böyle şehrin sokaklarında gezdirilirken günün birinde, dans eden bir çingene kızı olan Esmeralda’yı görür.

Esmeralda aslında doğumda çalınan esas (!) bebektir. Quazimado insan bile sayılmasa da aslında son derece derin duyguları olan bir gençtir. Ve kıza aşık olur. Şanssızlığa bakın ki kendini büyüten ve ölümüne bağlı olduğu rahip de aynı kıza aşık olur. Bundan sonrası ise akla ziyan entrikalarla geçer. Sonunda Esmeralda öldürülür.

Bu olayda, Quazimado sadece sevdiği kadını kaybetmemiştir, annesi bile onu istememişken, kendini büyüten ve ömür boyu köpek gibi sadakatle bağlı olduğu adamın da katili olur.

Quazimado bundan sonra Esmeralda’nın ölüsüne, aslında hayatına değer katan tek unsur olan kendi coşkun duygularına sarılarak  ölüme yatar. Yıllar sonra iskeletleri bir birine sarılı halde bulunur.  Bu öyle basit bir aşk masalı değildir, bildiği hayatını yok edip, kendini aşk ile bütünleştirme hikayesidir. Neredeyse bir tasavvuf meselidir.

Romanda insana dair her türlü duygu işlenir, sığ duygular, sadakat, aşk, ihtiras, ihanet,  entrika yok yoktur. Mesela, insanoğlunun kendine benzemeyene nasıl organize şekilde, vahşice, bıkmadan usanmadan, duygusal işkence yapabilme, ötekileştirebilme yeteneği vardır.  Mektuba değil, zarfa bakarak kişi hakkında karar verme zafiyeti vardır. Kadını cinsel obje gibi görüp, kemik kavgası yapan koca koca adamlar vardır.  Ömür boyu süren sadakati bir anda ölümcül hale getiren öfke vardır. Pişmanlık ve hayattan vaz geçiş vardır.

Ama romanda var olan sadece insanlar değildir, aynı zamanda dönemin Paris’i, özellikle de Notre Dame katedrali, yani mekanlar da mevcuttur. Sanırım benim gibi bir çok kişinin, beynindeki hafıza merkezinde de kilise ile kambur ayrılamaz şekilde içi içe geçmiş halde depolanmıştır.

Şimdi bina yandı, kambur kaldı yadigar.

Yazı böyle bir şey işte. Su gibi. Su yumuşaktır ama sabırla şekil veremeyeceği kaya olmaz. Yazı da en narin şeyler üzerine yazılıyor, ama kayalardan daha kalıcı.

Hugo olmak mümkün görünmese de yazmaya devam.

CEMRE ÖNCESİ SOĞUKLAR, HEM YIL TOPRAK SUYA DOYDU HEM DE BENİM ÇOCUKLUK ANILARIM CANLANDI.

Geçen kışa inat, bu yıl kış kendini bayağı belli etti.

Soğuklar ta Ekim ayında başladı, yağmurlar, rüzgarlar sonbahar yapraklarını erkenden döktü. Kasım yine soğuk geçti.   Aralık ayında birkaç kez azar azar kar yağdı. Ocak ayına gelince kar bir bastırdı, bir hafta boyunca bizi evde mahsur bıraktı. Köyde son on yılda bu kadar kar yağmadığını  söylüyorlar.  Şubat ayının başında havalar ısındı, artık bahar geldi ay sonunda cemreler de düşecek derken, yeniden havalar soğudu, ay ortasında birkaç kez daha kar yağdı.

Uzun lafın kısası bu yıl kış kışlığını gösterdi; rüzgarlar fırtınaya,  yağmurlar sellere döndü. Yazın tamamen kuruyan dereden şelaleler çağlıyor. Hiç bilmediğimiz sel yataklarından dereler akıyor. Hiçbir vukuat yok dediğimiz günlerde ise sisten göz gözü görmüyor. Zaman zaman Gelibolu yarımadasını, zaman zaman boğazı, zaman zaman da bahçe kapımızı bile göremiyoruz.

Aslında memleketten cemrelerin öncesinde havaların bozmasına hatta kar yağmasına oldukça alışığım. Ben ilk okula giderken her şubat tatilinde Trabzon’da kar yağardı.

Kunduracılar Caddesi üzerinde, o zamanlar çıkmaz sokak olan  Cevdet Akçay sokaktaki bir evde yaşıyorduk. Bu sokak şimdi,  Kunduracılar Caddesi ile Maraş Caddesini birbirine bağlayan, oldukça işlek bir sokaktır.

Bizim ev Kunduracılar Caddesinde şimdiki ihlas mağazasının üzerinde apartmanın birinci katıydı. Çıkmaz sokağın girişindeki diğer bina da Ogün Gümüş mağazasının olduğu iki katlı bina  idi. Sokağın içine kapısı olan bizimki dahil iki bina vardı ve sokak bizim evin kapısından sonra bir duvarla kapalıydı. Bu duvarın arkasında, yani şimdi Zorlu Otelin karşısındaki büyük Çarşı kompleksinin yerinde ise belediyenin  otobüs durağı vardı.

Ben çocukken kent ısısı şimdiki gibi yüksek olmazdı, çünkü evlerimizde kabuk yakılırdı. Yani evlerde kömür, odun bile değil, fındık kabuğu yakılırdı. Hatırlıyorum da önce çıra ya da kağıt  ile soba tutuşturulur, sonra da üzerine kabuk dökülürdü. Bir an büyük bir harla yanar, kısa sürede de sönerdi. Sanırım pek de iyi bir ısınma aracı değildi, çünkü bizim evdeki soba, gaz sobası ile değiştirildiğinde evin iç sıcaklığı bayağı fark etmişti.

Bizim sokak oldukça yoğun mağazaların olduğu bir sokaktı. Kış olunca bütün esnaf bir kaldırımdaki bir teneke içerisinde odun yakar, etrafına kısa bacaklı tabureler yerleştirir, ateşi bacak arasına alacak şekilde oturur, bir yandan sohbet eder, bir yandan da ellerini ateşe tutarak ısınırlardı.

Trabzon’da kışlar pek de sert geçmezdi, bazı yıllar hiç kar yağmaz, bazen de yılda bir kez yağardı. Kar yağdığı zaman genellikle şubat tatilinde olurdum. Bir gün sonra caddedeki karlar eriyip çamurlaşsa da sokağımız  doğru dürüst güneş görmediği ve pek de ayak basılmadığı için kar yağınca uzunca bir müddet kalırdı. Biz de sokakta kardan adam filan yapardık. Hava aşırı soğuk olmadığı halde kent ısısı fazla olmadığından Ogün Gümüşün olduğu evin çatısından kocaman havuç gibi buzların sarktığını gayet net hatırlıyorum.

Her kar yağdığında akşamları mutlaka elektrikler kesilirdi.  Evlerimizde gaz lambaları vardı. Bir yandan sobadan diğer yandan lambadan çıkan gaz kokusundan,  migren krizleri geçirirdim. Bu nedenle kar deyince hala baş ağrısı gelir aklıma.

İlkokul üçüncü sınıftan sonra Dumlupınar ilkokuluna gittim ve oradan mezun oldum. Bizim zamanımızda bütün okullarda çift müfredat uygulanırdı. Bir gurup öğrenci sabahta öğlene kadar, diğer gurup da öğleden sonra ders görürdü. Böylece öğrenciler sabahçı ve öğlenci olurdu. Dumlupınar ilkokulundaki ilk yılımda yani ilkokul üçte, öğlenciydim.

Okula gitmek için evden çıkıp 20 metre sonra Dedeoğlu Sokağa girer ve kiliseden bozma caminin önünden geçerek 5 dakikada okula varırdım. Hem okulumuz, hem de karşısındaki bakkal (Mahmut Amcanın bakkalı)  eski bir taş binalardı.

Okulun girişinde, güzel bir avlu ve sol tarafta içinde derslikler olan bir ek bina daha vardı. Asıl okul binasının arka tarafında ise her teneffüste deli gibi dışarı fışkırıp, çizik taş, köşe kapmaca gibi oyunlar oynadığımız büyükçe bir bahçe vardı.

Benim öğlenci olduğum yıl, Ramazan da yılın en kısa günlerine denk gelmişti. Zaten Trabzon’da kış günlerinde akşam dört buçuk oldu mu karanlık bastırır. O yıl da  iftar sofrası ben okuldan eve döndüğümde kurulmuş olurdu. Eve vardıktan çok kısa bir süre sonra da oruç açılırdı. O yıl ben de oruç tutmaya hevesliydim. Daha 8 yaşına yeni girdiğim için ( okula erken gittim) bana çocuk orucu tuttururlardı. Yani sabah kahvaltı yapıyorsun, öğlene kadar hiçbir şey yemiyorsun, öğlen yemeği ile akşam yemeği arasında da hiçbir şey yiyip içmiyorsun. Böylece çocuk orucu tutuyorsun.

Ramazan ayında  pidelerin üzerine yumurtanın sadece sarısı sürülür. Böylece bol miktarda yumurta beyazı ziyan olmasın diye beze yapılır. Çocukluğumda, Ramazan ayının en belirgin özelliklerinden biri de seyyar arabalarda satılan bezelerdi. Ben de hiç yumurta sevmem, buna rağmen çocukken bu bezelere bayılırdım. Sanırım annem şekerli beze yiyip de iştahımız kapanmasın diye beze yememizi pek de istemezdi.

Bir gün ben gene çocuk orucu tutmuşum,  akşam okuldan eve dönüyorum, eve 20 metre kala tam Dedeoğlu Sokağın, Kunduracılar caddesi ile kesişme noktasında bir bezeci gördüm. Derhal bir beze alıp annem görmesin diye, eve gitmeden hızlıca yedim. Tam yememi bitirdim ki o gün oruç(!) tuttuğumu ve istemeden de olsa orucumu bozduğumu düşünerek dertlere düştüm. Öyle ya nasıl 61 gün kefaret ödeyecektim. Oysa tuttuğum oruç bile değildi. Çocuk aklı işte.

O zamanların Kunduracılar Caddesinin bir özelliği de Caddenin sonunda şimdi bir otelin olduğu bölgede, eski hali restore edilerek çarşı yapılmış olan bir  ‘’EV’’ vardı. O zamanlar at arabaları da yaygın olarak kullanılırdı, gündüz mağazalara mal taşınırdı, akşamları ise bu evin müşterileri at arabasıyla bizim evin önünden geçerek bu meşhur eve giderlerdi.

Gündüzleri tam karşımızda bulunan ‘Güçlücan’ isimli bir plak dükkanı, gün boyunca bağırta çağırta, yeni çıkan şarkıları döne döne çaldırır,  kulağımızı, beynimizi deşerdi.

Gece olunca da bu özel evin müşterileri evin önünden faytonlarla geçerken sarhoş kafalarıyla şarkı türkü söyler şamata yaparlardı.

Sanırım birkaç yıl sonra bu ‘EV’ oradan taşındı ama düşününce bayağı şenlikli bir yerde oturuyormuşuz. Şimdi olsa böyle bir yerde oturmaya korkar insan, o zamanlar hiçbir endişe taşımazdık. Çünkü mahallemiz kavramı vardı. Mesela ben liseye giderken, ruhsal dengesi bozuk bir arkadaş beni takip etmeye başlamıştı. Bu gariban bizim sokaktaki çaycı Haydar abiden güzel bir dayak yemiş ve arkamdan gelmekten ancak o şekilde vaz geçmişti. Haydar abiye beni kurtar dediğimi falan da hatırlamıyorum. İşte böyle bir mahalle ruhu vardı.

İnsan hafızası ne kadar tuhaf, bir kar yağdı, benim akıl nereden nereye uçtu.

EGELİ OLDUK BE YA; İLK GÜNLERDEKİ DEVE ŞAŞKINLIĞIM ŞİMDİ BİR ANLAM KAZANDI

Buraya taşınalı neredeyse 2 yıl dolmak üzere, başlangıçta bizi şaşkınlığa uğratan pastoral yaşam, artık gittikçe daha alışıldık hale geliyor. Köyümüze ulaşmak için diğer köyün içinden geçmemiz gerekiyor.  Bu köyde bir çok kez bir keçi ya da koyun sürüsü ile karşılaşır ve arabayı durdurup yol vermek zorunda kalırız.

Continue reading… →

EVDE ZORUNLU KAR TATİLİ, ELEKTRİK DİREKLERİ, GÜNEŞ TUTULMASI, PİNK FLOYD, SARIKAMIŞ, ZİGANA’DA DİABET KAMPI, İSMAİL TÜRÜT. ORTAYA KARIŞIK BİR KIŞ MASALI.

 

Bu yılın ilk haftası gerçekten ilginç gökyüzü olayları ile dolu geçiyor. Mesela 3 ocak günü; günberi yani dünyanın yörüngesi üzerinde güneşe en yakın olduğu gün idi. Altı  ocak günü ise dünyanın bazı yerlerinden görünecek tam güneş tutulması gerçekleşti. Biz tutulmayı görmedik ama güneş tutulmaları yeniay günlerinde olduğuna göre gök yüzünün en karanlık olduğu günlerden biriydi.

Continue reading… →

İNSANLAR KAÇA AYRILIR?HAYAT KOLAYLAŞTIRICI BİLGİLER

Pek çok konuda insanların ikiye ayrıldığını gözlemliyorum.

Örneğin ‘ baykuş’ türünde  insanlar  vardır, bu kişiler bir türlü yatağa giremezler. Müzik dinleyerek, içerek, eğlenerek, televizyon izleyerek, ders çalışarak, internette gezinerek sabahlara kadar otururlar, sonra da sabah bir türlü uyanamazlar. Bu gurubun gece normal bir saatte yatıp da sabah uyanamayan bir alt tipi de vardır. Bu tiplerin sabahları gözlerinin açılıp da akıllarının başlarına gelmesi zaman alır. Sabah kahvelerini içip, kendileri konuşmaya başlamadan bunlardan uzak durmakta  fayda vardır.  

Continue reading… →

İNSAN KULAĞINA TÜP TAKTIRIRKEN HAMİLE KALIR MI?

Ben oldukça alerjik bir insanım,  bütün çocukluğum, gençliğim burnum tıkalı, başım kazan gibi, elimde sümüklü mendil ile geçmiştir. Otuzlu yaşlarımın başında alerjik nezle halim, artık kulağıma da zarar vermeye başladı. Kulaklarım su doldu, o sıralar dağ bayır geziyorum, her hafta sonu dağa çıkıyorum, dönüş sırasında kulağım tıkanıyor ve derhal orta kulak iltihabına çeviriyor. Çok sancı çekiyorum, uyuyamıyorum, benim tempomla çalışmak ne mümkün. O sıralar hoca da asla izin vermez ki dinleneyim. Ben de kulak iltihabı oldukça rapor alıyorum. Sonunda Rektör benim yalan rapor aldığımı düşünerek performans paramı ödemedi. Öyle ya koca kadın her ay çocuk gibi kulak iltihabı mı geçirirmiş. O haldeyim yani.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons