Category Archives: Genel

ÇOK ZOR ZAMANLARDAN GEÇİYORUZ, YAPILACAK EN DOĞRU ŞEY AKLINA MUKAYYET OLMAK

Bu günlerde gerçekten insanlık tarihi adına oldukça karanlık günlerden geçiyoruz. Bir yanda Rusya Ukrayna savaşı devam ederken, aniden İsrail, Filistin savaşı başladı. Bu son savaşta hem Filistinlilerin siyasi gurupları, hem de resmi İsrail ordusu hiçbir kural tanımadan devam ediyorlar. Aslında ilk saldırı Hamas’tan geldi, ancak İsrail’in karşılık vermek şekli asla bir devletin verdiği karşılığa benzemiyor. Hiç birimizin aklı savaş sırasında da olsa resmi bir devletin (uluslararası hukuka bağlı resmi bir devletin), bir hastaneyi bombalayabileceğini almadı. Batı ülkelerinin ve Müslüman ülkelerin çoğu ise bu durumu kınamadılar bile. Hadi Müslüman devletleri daha iyi anlıyorum, belki de bir din savaşının başlamasını istemedikleri için tepkisizler, ama insaf yani, bir kınama olsun, yeter barış istiyoruz diyen güçlü bir bildirge olsun yapılmaz, korkudan mı susuyorlar, yoksa başka bir nedenleri mi var bilmiyorum.

Batı ülkelerine gelince, o ‘’medeni’’ ülkeler, Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale cephesinde sargı yerleri bombalayan ülkeler değil mi?

O savaş sonunda siyasi sınırları bile masa başında şekillenmiş ‘Orta Doğu’nun başı bir türlü beladan kurtulamıyor. Geri dönüp bakınca Osmanlı İmparatorluğu bu topraklarda huzuru nasıl sağlamıştı, sonra neler yaşandı da bu denli karmaşa ortaya döküldü. Anlamak hiç de zor değil, bütün sebep petrol. Allah insana aklının yettiğince sorumluluk yüklesin, aklı olmayana, geleceği göremeyene dünya malı zenginlik bile nasip etmesin, inşallah.

Evet; bölgeyi karıştıranlar var, (ama hani ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ diye bir laf vardır), sen de aklını kullan, karışma be kardeşim. Savaş nedir yahu?

 Şimdi bir türlü aklım almıyor, ta Habil ile Kabil’den başlayan bu akrabalar savaşı nasıl gerçekten sona erer. İnsanlar bu kadar kamplara ayrıştıktan sonra nasıl birbirlerini affeder, nasıl sulh olur, aslında tek bir cevabı var; petrol bitsin, sulh olur. Dışarıdan müdahale olmayınca çok da uzun olmayan bir süre içinde, bölgedeki her gurup, her ülke birbirini affeder.

Birçok kişi ‘affetmek unutmaktır’ diye, diğerleri de ‘affetmek başkalarını bağışlamaktır’ diye düşünür.

Bence affetmek unutmak değildir, çünkü unutulabilir olan zaten hatırlanmaya değer bir şey, dolayısıyla affedilmesi gereken bir şey olamaz. Affetmek başkalarının kusurlarını bağışlamak hiç değildir, çünkü bağışlama kelimesi ilk duyumda yüce gönüllülük sanılsa da, derininde kibir saklar, onun içindir ki bağışlamak Allah’a mahsustur denir. Ben kimim ki, birini bağışlayayım. Schiller ‘affetmek ve unutmak iyi insanların intikamıdır’ der. Bu fikre de katılamıyorum. Affetmek, başkalarından yüklendiğin acıyı terk etmektir, artık intikam ihtiyacı da kalmamıştır, salıver gitsin. Nasılsa hayat onun da içinden geçecek, bu geçiş sürecinde senin aklına getiremeyeceğin kadar çok zorlukla boğuşacak, kendini intikam planları yaparak yormaya gerek yok.

Bu gibi zorlu süreçlerde en doğrusu kendi canının kıymetini bilip, yapabileceğin kişisel herhangi bir şeyin kimseye faydası olmayacağının farkına varıp, akıl ve ruh sağlığını korumaya çalışmak.

Biz de ne zalim zamanda dünyaya teşrif eylemişiz, 65 yaşındayım, daha bir oh demek mümkün olmadı.

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; EKİM 2023

Hicri takvime göre 1445 yılındayız, Rebiülevvel ayındayız, ayın 16’ında Rebiülahir ayına gireceğiz.

Bu ay Halley kuyruklu yıldızının dünya yörüngesinden ikinci geçişinin yıldız yağmurunu gözlemleyeceğiz, avcı takımyıldızı bölgesinde görüldüğü için orionid yıldız yağmuru denilir ve en iyi ekim ayının 20/22’si civarında gözlemlenebilir. Aybaşında Jüpiter çok iyi gözlenecek ve neredeyse dolunay halindeki aya çok yakın konumlanacak.

On dört Ekimde güneş tutulmasının eşlik ettiği bir yeniay, 28 Ekimde ise parçalı ay tutulmasının eşlik ettiği bir dolunay gerçekleşecek. Tutulmalar terazi/boğa aksında olacaklar.

Astrolojik olarak pluton düz harekete dönüyor, diğer bütün büyük ( generasyon gezegenleri) gezegenler ters harekete devam ediyorlar. Anlaşılan gene pek de yüz güldürmeyecek bir ay olacak.

Geleneksel olarak ayın 3’ünde  Kuş Geçimi, 4’ünde Koç, 9’unda Yaprak Dökümü, 14’ünde  Meryemana, 17’sinde  Kırlangıç, 18’inde Koz Kavuran, 21’inde Bağ Bozumu ve 28’inde  Balık Fırtınaları beklenir, ancak bu yıl tek dileğimiz afetsiz yağmur yağmasıdır.

Ekim ayı balık açısından oldukça zengin bir aydır. Barbunya, çipura, kılıç, levrek, lüfer, tekir, sardalya, palamut, orfoz, traça çok lezzetlidir. Palamutun en lezzetli zamanıdır.

Bahçelerde kış hazırlıkları yapılır, kurumuş dallar budanır, toprak havalandırılır, bazı kış sebzeleri dikilir, birçok bölgede ay sonunda zeytin hasadı başlar.

Ekim ayının en önemli günü elbette ülkemizin doğum anı sayılan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramıdır. Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında olmuştur. İlelebet payidar kalması her birimizin asli görevidir. Bu sene Atatürk’ün Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla söylediği ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarının bir tarihçesi olan NUTUK yeniden okunmalıdır diye düşünüyorum.

TARİHTEN GÜÇLÜ KADIN ÖRNEKLERİ; KLEOPATRA ve OSMANLI SULTANLARI HİÇ DE BİZİM FİLENİN SULTANLARI GİBİ DEĞİLDİ

Kleopatra’nın adını bilmeyen yoktur, tarihteki en güçlü kadın figürlerinden biridir, güçlü Mısır ülkesini yöneten son firavundur. Onun ölümünden sonra binyıllar boyunca süren ve o zamanki dünyanın en zengin ülkesi olan Mısır’ın egemenliği resmen Roma İmparatorluğuna geçmiştir. Onun, sadece Mısır’da değil, o çağda dünyanın merkezi konumunda olan Akdeniz’i saran bütün ülkelerde etkisi o denli güçlü ve unutulmaz oldu ki, bu günün dünyasında bile onun adı bir marka oluşturmaktadır. Mesela sırf burada yüzdüğü iddia edilerek bizim Akdeniz koylarından kaçının adı Kleopatra plajı olarak isimlendirilmiştir, sayan var mı?Halen modern dünyada tiyatro eserlerinde, filmlerde, dizilerde onun hayatı konu edilir ve bu konu eskimez. Bütün bu eserlerin senaristine bağlı olarak değişen ağırlıklarda, Kleopatra’nın cinselliği, seyahatleri, entrikaları, siyaset yapma şekli de konu edilir.

Şimdi, bu kadar güçlü bir kadın figür olarak sunulan Kleopatra’nın  bir de benim bulunduğum noktadan nasıl göründüğüne bakalım.  Kleopatra,  bütün o saray entrikaları içinden sağ salim çıkmayı başarmış, çok akıllı ve elindeki gücü kimselere kaptırmamak için her şeyi yapabilecek çok acımasız bir kadın olarak gözüme çarpıyor.  Çok entrikacı, çok zalim (kardeşlerini öldürmekten çekinmedi), aşırı hırslı (sırf o zamanın 2 büyük gücü Roma İmparatorluğu ve Mısır İmparatorluğuna ortak varis yapmak için Sezar’dan çocuk yaptı), çok seksi, çok zengin, çaresiz kalınca kendi hayatına son verecek kadar da gözü kara bir kadın. Bir sosyolog kadar siyaset bilimine, bir psikolog kadar insan ruhunun zayıflıklarına ve herhangi bir adamı cennetten kovduracak kadar da bütün karanlık kadınlık sırlarına hâkim bir kadın.

Gerçekçi bir taraftan bakılınca, bu görkemli kadının, aslında tuhaf geleneklerin (her 2 erkek kardeşi ile evlenmek zorunda kaldı)  ve erkek egemen bir dünyada sözünü geçirememenin ama aynı zamanda hükmetmek zorunda olmanın, bütün çelişkisini, çaresizliğini yaşayarak, trajik bir hayat sürdüğünü anlıyorsunuz. Bir kadın olarak sözünün geçmeyeceğini bildiği için hiçbir zaman kendisi köze elini değdirmemiş, hep bir maşa olarak erkekleri kullanmış; Mısır tahtına oturabilmek için kardeşleriyle evlenmiş, siyasi gücü elinde tutabilmek için Roma İmparatoru Sezar’la ve güçlü komutanı Markus Antonius’la ilişki yaşamış (bütün çocukları Romalılardan).

Yani güçlü mü yoksa sadece kurnaz ve entrikacı mı tartışılır, çoğu zaman parasını (bolca rüşvet dağıtıyor) yada  erkekler üzerinde cinselliğini kullanıyor ve bu erkeklerin gücünü kullanıyor. Önce babası, sonra kardeşleri ve Romalı sevgilileri olmasa geriye hiçbir şey kalmıyor (bunu bilecek kadar aklı var, bana sorarsanız Antonius öldürülünce aşkından intihar etmedi).

Osmanlı sarayında da bu türden, insanları yönlendirmeyi iyi bilen ve gizlice neredeyse bütün ülkeyi yöneten sultan örnekleri var. Bütün bu güçlü kadınların ortak noktası hepsinin gücünü, hayatındaki siyaseten güçlü konumdaki erkeklerden alıyor olması. Mahidevran, Hürrem örneğinde olduğu gibi gücü elinde tutan erkeği elinde tutan kadın oluyor. Hayatından güçlü erkek figürü çıkınca kadında da hiçbir şey kalmıyor, padişahın annesi bile olsan, oğlun ölünce öyle dımdızlak ortada kalıyorsun.

Bir de gerçekten güçlü kadın örnekleri var dünyada mesela Cahide Sonku, Afife Jale  ya da Rosalind Elise Franklin gibi kadınlar. Bu kadınlar sadece kendi güçlerini kullanarak sanatta ya da bilimde öncülük yapmış kadınlar. Ama bu durumda da erkek egemen toplumun gelenekleri, kurumları ve toplumsal hiyerarşisi nedeniyle dışlanmış ve değerleri anlaşılamamış. Cahide Sonku, Afife Jale Türk sanatçıları olduğu için pek çok kişi isimlerini bilecektir, bir de hayatlarını okuyun, sadece kendi tutku ve yeteneklerinin peşinden gitmek istedikleri için başlarına gelmeyen kalmamış. Sonrası ‘nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatın tadını’, ama ya Afife’nin hayatını zehirleyenler?

Rosalind Elise Franklin adını ise ilk kez duymuş olabilirsiniz. DNA molekülünü ilk tanımlayan bilim adamları Watson ve Crick adlarını ise herkes duymuştur. Oysa bu iki bilim adamından önce Franklin DNA molekülünün resmini çekmişti. Şimdi çok net söylüyorum, eğer erkek olsaydı şu anda Nobel ödülü sahibiydi, ama kadındı, bilim dünyasında herhangi bir yeri olamazdı;  netice olarak şimdi adını bilen çok az kişi var.

Franklin o zamanların bağnaz Avrupa’sında değil de yeni kurulmuş Atatürk Türkiye’sinde aynı şeyi yapmış olsaydı, bu gün bütün dünya adını biliyor olurdu. Çünkü modern dünyada ilk defa kadınları insan kabul eden, savaş pilotluğu bile yapabileceklerini örneği vererek gösteren lider oydu.

Şimdi bu ülkede de dünyada da kadınların yeri hâlâ çok çelişkili, bir yanda gerçek gücünün farkında olarak, çalışan, üreten, kendine güvenen kadınlar, diğer yanda taciz edilen, dayak yiyen, öldürülen kadınlar. Zaten bütün sene deprem, yangın, ekonomik kriz, kuraklık derken çok sıkıntılı geçiyor, bu sene ile ilgili hatırlanmaya değer tek güzel şey kadın milli voleybol takımının kazandığı başarılar olabilir. Gerçekten de başarıdan başarıya koşarak bize gerçekten büyük mutluluk yaşattılar, içimiz açıldı. Filenin sultanları lakabı altında cumhuriyetin özgür ruhlu, güçlü kadınları olarak takdir edildiler. Gerçi onlardan nefret eden de çok, ama normaldir, çünkü mutluluğa karşı olan çok insan var bu ülkede.

Bu kadınlar hakkında pek çok şey konuşuldu, ama ben bir örnek üzerinden öz güven hakkında birkaç kelime etmek istiyorum. Ebrar, bu yaz inanılmaz bir öz güven gösterdi.  Çünkü kendisi de dünyanın hatırı sayılı oyuncularından biri olduğu halde onun pozisyonuna, atletik gücü daha üstün olan bir başka oyuncu getirildi, kendi pozisyonu ise değiştirildi. Sıradan bir kişilik bu durumda yeni geleni iter, kuyusunu kazar, en azından aralarında ego savaşları çıkartırdı. Oysa hiç de beklenen olmadı, bütün takım yeni geleni kucakladı ve inanılmaz bir takım oyununa imza attılar.

Hatta geçen gün Ebrar’ın artık ligde de sırf milli takımdaki pozisyonuna iyice adapte olabilmek için, bu yeni pozisyonda çalışabileceğini (şimdi değil, Ruslarla eski pozisyon için imza atmış) söylediği bir röportaja denk geldim. Buradan anladığım bu kız kendi değerinin o kadar farkında ki, tek rakibi dünkü kendisi, kimseyi kıskanmak aklına bile gelmiyor.

Bütün meslek hayatım boyunca kendinden sonra gelenlerin kendi önüne geçmemeleri için ellerinden geleni ardına koymayan nice meslektaş tanıdım. Oysa gençlerin, yeni gelenlerin senin önünde koşması gerekmez mi? Eğer bir hoca olarak kendine güvenmiyorsan senden sonra geleni budamaya çalışırsın, doçentliğini geciktirirsin, aletini almazsın, yayınını engellersin. Kendine güvenirsen kendi yetiştirdiğin çocuğu, ya da yeni gelen başarılı kişiyi kıskanmaz, onunla iş birliğine girersin ve bu sinerjiden çok daha iyi işler çıkar.

Güç işte böyle bir şey; kimsenin ardına saklanmadan, kimseyi ezmeden, kendi emeğin ve donanımına güvenir ve kazanırsın; belki Kleopatra olmazsın, ama kendin olursun. Eminim çok daha iyidir.

BOZCAADA’DA KLASİK KEMENÇE KAMPI, TRABZON’DAN ARKADAŞLAR, TÜRKİYE’NİN HER YERİNDEN, HER YAŞTAN, HER MESLEKTEN ÖĞRENCİLER, BİR GARİP SABAH ÇİĞİ MESELESİ, KOMANDO SİVRİSİNEKLER

Bozcaada’da benim de katıldığım ikinci klasik kemençe kampı yapıldı. Klasik kemençe hocası Filiz Kaya Işık, benim piyano öğretmenin Berkin Işık’ın eşi, hal böyle olunca tabii kamptan benim de haberim oluyor. Geçen yıl ilk kampı Sivrice koyunda bir otelde yapmışlardı ve ben de 1 günlüğüne gidip, son konser öncesinde guruba denizin üzerindeki bir platformda uzun, uzun meditasyon yaptırmıştım. Bu yıl ise ben de bütün süre boyunca adada olacağım için her sabah kısa bir yoga çalışması ile gurubu güne hazırlama ve konser öncesinde de meditasyon olarak planlama yaptık.

Bu kampa Türkiye’nin her yerinden öğrenciler katılıyor, klasik kemençe çok yaygın bir çalgı olmadığından, heveslisi az fakat tutkulu oluyor. Trabzon’dan iki arkadaşım maddi durumlarından ötürü kampa katılamayan 2 öğrenciye sponsör oldular, bu arkadaşlarımdan biri kampa da katıldı

Ayrıca adaya tesadüfen Trabzon’lu başka bir tanıdığım daha geldi (sonradan Mehmet’in bebeklik doktoru olduğumu fark ettik, demek ki çocuğun bana gösterdiği ilgi ve saygının bir nedeni varmış). Mehmet sağ olsun hem adadaki motorize kuvvet olarak bana şoförlük yaptı, her yere birlikte gittik, denize girdik, hem de kendisi de iyi bir müzisyen olduğu için bütün konserlere katıldı. Çocuk zaten kafa dinlemek için tatile gelmişti, ileride Çanakkale’ye yerleşmeyi düşünüyormuş, galiba bölgeyi tanıma turlarına çıkıyor. Kampta kendi gibi birkaç müzisyenle de tanıştı, gelirse arkadaşlıkları devam eder.

Klasik kemençe bizim bildiğimiz kemençe değil, gerçekten çok içli olan sesi, onu Türk Sanat Müziği (TSM)’nin olmazsa olmaz çalgısı haline getiriyor. Karadeniz kemençesinden şekli de, yayı da, tutuşu da, çalışı da, sesi de çok farklı. Osmanlı kemençesi ya da İstanbul kemençesi de deniliyor. Eskiden 2 telli olan bu çalgı şimdilerde 3 telli ya da 4 telli olabiliyor. Sacayak gibi bir kısmı var, burayı göğüs kafesine dayayarak, 4 telli olanda yayı hareket ettirirken, 3 telli olanlarda kemençenin kendini çevirerek çalıyorlar. Bütün bu maceradan aklımda kalan en önemli şeylerden biri yayın telleri hayvan bağırsağından yapıldığı için aletin akordu, açık havada sıkça bozuluyor, tekrar, tekrar akort edilmesi gerekiyor.

Gelen öğrencilerden bazılarını Çanakkale’den ya yoga derslerinden, ya Berkin’lerin evinden, ya da geçen seneki kamptan zaten tanıyordum. Tanıdığım, tanımadığım bütün öğrenciler, yaşları yirmilerin başı ve atmışlar arasında değişmesine karşın gayet güzel anlaştı.

Genel olarak program şöyleydi; kahvaltı ile akşam yemeği arasında Filiz Hoca her bir öğrencisine teker teker kişisel ders veriyor, zaman zaman da soru cevap şeklinde sohbetler ediyordu. Bu kamp boyunca fikrim, Filiz’in gerçekten çok iyi bir öğretmen olduğu yönünde iyice pekişti. Bu kampların sebebi ise çok daha hoşuma gitti, çünkü pek çok öğrencisine online ders veriyor, onlarla yüz yüze ders yapmayı önemsiyor. Bu arada derslerin tek kişi ile yapılma sebebi, öğrencilerinin çok farklı seviyelerde olması. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onları bir de kursun sonunda bir konser vermeye hazırlıyor, bu konserde ortak çalacakları parçalara hazırlamak için toplu dersler de yapıyorlar. Gün boyu çalışıp duruyorlar, geceleri de çeşitli konserler oluyor.

İşte bu yoğun program arasında ben de onları her sabah fiziksel olarak güne hazırlayacak, baş boyun ve kol kaslarını güçlendirecek, omurgalarını esnetecek kısa bir yoga pratiği, konser öncesinde de zihinsel olarak dinginleştirecek, sahne korkularını alacak kısa bir meditasyon yaptıracaktım.

Sözüm ona sabah çimlerin üzerinde yoga yaptıracaktım,  ama her sabah kalktığımızda çimenlik alanı sular seller altında bulduk. Görevliler gece/gündüz arasında sıcaklık farkı çok fazla olduğundan sabahları çiğ olduğuna, çimlerin böyle ıslandığına neredeyse yemin ettiler, tabii bu arada her sabah çimenlere su fışkırtan fırıldakları görmemiz onların yeminlerini bozmadı. Peki, bu nasıl eğitimli çiğmiş ki otelin hemen dışındaki otlar sapsarı ve tahta gibi kupkuru iken sadece otelin çimen ekili yerlerini ıslatıyormuş, işte bu muammayı çözmek her babayiğidin harcı değil tabii.

Mecburen havuzun etrafındaki beton zeminde yoga yaptık, bize otelden yoga matımız var demişlerdi ama matlar kâğıt kadar inceydi. Artık gurubun ne kadar ihtiyacı varsa soğuk beton zemindeki yogadan bile keyif aldılar, bitmesini istemediler. Gitmeden önce bahçemden kuruttuğum lavantaları da kullandığım göz yastıkları dikmiştim, herkese birer göz yastığı hediye ettim, bu da çok makbule geçti.

Benim günlerim, sabah yogası ve kahvaltıdan sonra, öğrenciler hocaları ile kişisel çalışmalar yaparken, arkadaşımla yürüyerek kasabaya inmek, Bozcaada reçelleri, kekikleri almak, biraz kahvelerde oturup sohbet etmek ya da bir plaja gidip denize girmek şeklinde geçti. Bu işlerden arta kalan zamanlarda da arkadaşımla sürekli tavla oynadık ve neredeyse her seferinde yenildim.

Akşamları çeşitli konserlerle geçti. İlk gece Berkin ve Filiz’in daha önce onları birlikte çok dinlediğim için, benim çok alışık olduğum ( klasik kemençe, gitar ve her ikisinin sesleri) dinletileri vardı. Onların ortak dinletileri TSM ağırlıklı olmuyor, dizi müziği, pop ne ararsan var, kolay dinlenen, çok organik bir şey.

İkinci geceyi Bozcaada’ya giden herkesin yapmazsa adaya gitti sayılmayacağı aktivitelere ayırdık. Evet, sahra sofrasında ev yapımı şarap içerek, yalıyarın üzerinde Limni adasına karşı güneşi batırdık. Sonra limandaki bir lokantada neredeyse denizin içinde akşam yemeği yedik, gençler bizden sonra da bir barda geceyi sürdürdüler, biz rahatına düşkünler gece yarısı yataktaydık.

Üçüncü gece İzmir konservatuvarında son sınıf öğrencisi bir çocuğun Türk sanat müziği konseri vardı, umarım arabeske yönelmez de onu TRT’de dinleriz.

Dördüncü gece kampa katılan öğrencilerin konseriydi. Önce ortak hazırladıkları parçaları çaldılar, bu kadar kısa zamanda bu kadar farklı seviyedeki öğrencilere aynı anda konser vermeye hazırlamak hayli iş, ama şaşıran olunca susup guruba katılabilecekleri yerden katılıp devam ettiler, hiç de kakafoni olmadı, bence çok başarılıydılar. Bundan sonra da tek, tek bir hoca eşliğinde, ya da ikişerli guruplar halinde çalıp söylediler. Gençlerin bu eski geleneklere sahip çıkmaları beni çok umutlandırdı. Hatta bir öğrenciden (kendisi Anadolu Üniversitesi konservatuvar son sınıf öğrencisi olduğu için) tasavvuf müziği söylemesini rica etmiştim. Beni kırmayıp bir değil tam iki parça seslendirdi, çok duygulandım.

Bu arada eski model şarkıların neredeyse hepsinin güftesini bildiğimi söylerken abartmıyormuşum, bilmediğim eserler ya çok yeni olanlar ya da 15inci yüzyıl besteleri filan idi.

Son gün öğlen feribotuna yetişecek gibi bir program vardı; sertifika törenleri, hediyelerin dağıtılması ve veda konuşmalarına ayrılmıştı. Tam da adadan ayrılmadan önce öğlen saatinde, ÇÖMÜ’den 2 öğretim üyesinden kendilerinin düzenledikleri ve bir bağlama bir klasik gitarla seslendirdikleri türküler dinledik, bu konser gerçekten çok güzeldi. Bu sırada oldukça güçlü bir rüzgâr vardı, hocaların notalarını sürekli sağa sola savurdu, ama onlar hiç bozmadan devam ettiler. Böyle güzel bir konser olunca feribota koşturarak yetişebildik, geride kalanların ayrılmaları basbayağı salya sümük ağlamalı olmuş.

Bütün kamp boyunca en sıkı çalışanlardan biri de resimleri çeken ve komşu köyden olduğunu öğrendiğim bir genç kızdı. Onun çabası da inkâr edilemez, dönüş yolunda ekipmanını görünce kızcağıza acımadım desem yalan, üstelik feribottan iner inmez hemen başka bir çekim için Asos’a koşturdu.

Bu gezide sadece yoga eğitmeni olduğumu hatırlamadım, kişisel başka kazançlarım da oldu. Mesela nihayet ne zamandır merak ettiğim kapari bitkisini tanıdım, minik yuvarlaklar henüz çiçeklerin açmamış haliymiş, kapari karpuzları ise tohuma kaçmış hali. Bu kadar narin ve sadece yer örtücü gibi görünen bitkinin nasıl olup da erezyon önleyici olduğunu anlamak zor. Asla merak etmediğim, sivrisineklerin büyük beyaz köpek balığı kadar keskin dişleri olduğunu hatırladım. Bu hatırlayıştan kazancım birkaç gün süren kaşıntılar ve yara kabukları oldu, bu nasıl kazanç diye sormayın yara izi her zaman havalı durur. Bozcaada’da denize kutuplardan buzlu sular karıştığına iyice ikna oldum ama bu yaz doğru dürüst denize girememiştim, çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşımın beden termostatı bozulmuş vallahi saatlerce buz gibi suda kaldı, çıkınca da hiç üşüme belirtisi göstermedi.

Son olarak da hayatımda ilk kez ben dinlendim, başkaları çalıştı, gerçekten çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşım bütün zaman boyunca hastalarının aileleri, asistanlar ile telefondaydı, eski zamanlarımı hatırladım. Bu arada ‘hiç yalan söylemeden nasıl yalan söylenir’ konulu çalışma yaptı desem yeridir, her konuştuğuna ‘ben il dışında bir toplantıdayım, şu gün döneceğim’ dedi, elbette herkes onun mesleki bir toplantıda olduğunu düşündü. İşte bu nedenle adını vermekten imtina ettim. Çünkü onun da bir kaçamak yapmaya ihtiyacı vardı.

Bu kampta ben de emekli bile olsan zaman zaman olağan hayatından uzaklaşmanın, tatil yapmanın ne kadar gerekli olduğuna iyice inandım, iman ettim.

BU YAZI GÜÇLÜ, ÇALIŞKAN, ÖZ GÜVENLİ VE BAŞARILI KADINLARA GELSİN

Geçtiğimiz hafta sonu KTÜ’den misafirlerim vardı, 2 eski asistanım beni ziyarete geldiler, birlikte kısa bir kültür gezisi yaptık. Kızlara kısa süre önce geçirdiğimi orman yangının alanının bir kısmını gösterdim. Truva müzesine gidip, batı Anadolu tarihi, Luviler, ozanlık geleneği, Truva çevresindeki coğrafya değişiklikleri ve kentin arkeoloji bilimi açısından önemi gibi konularda kısa bilgiler tartışarak, müzeyi birlikte gezdik. Ertesi gün ise Gelibolu savaş müzesine gittik, çok etkileyici hazırlanmış sinevizyon gösterisini izledik, daha sonra ANZAK cephesi, Conk Bayırı, Bigalı köyü, Anafartalar bölgesini gezdik. Çok kısa bir Gelibolu turundan sonra, Gelibolu’da yöresel yemekler de yapan tarihi peynir helvacısına gittik.

Elbette bütün bu müddet boyunca durmaksızın eski günleri konuştuk. Kızların her ikisi de pediatri uzmanlığı ile yetinmeyip, biri çocuk acil, diğeri de çocuk kardioloji yan dalı yaptılar. Şimdi her ikisi de eğitim kurumlarında çalışıyor ve öğrenci yetiştiriyorlar. Kızlarımı bu şekilde başarılı görmek benim için inanılmaz bir mutluluk. Akademisyenliğe isteyerek girmedim, mecburi hizmette üniversite kurası çekince, hayatın bana açtığı yolda devam ettim. Akademisyen olduğum için bütün mobinglere ve zorluklara rağmen hiç pişmanlık duymadım, hatta hep söylediğim gibi kendimi önce öğretmen, sonra doktor gibi hissettim. Şimdi içimdeki duygulara bakınca elbette ki 30-40 sene önce tedavi ettiğim hastaların bile aradan geçen zamana karşın beni aramaları ve onların başarılı hayatları da beni çok mutlu ediyor, ama eski öğrencilerimin başarılarını duyunca resmen mest oluyorum. Galiba zaten bir hekim olarak hasta tedavi etmek asli görevimdi, tedavi yapmış olmak ‘atla deve’ değil. Oysa eskiden öğrencim olan meslektaşlarımın bana üzerlerinde ‘parmak izim’ olduğunu söylemeleri kadar tatmin edici bir şey daha bilmiyorum. Bu dünyada öğretmenlik kadar güzel bir meslek daha var mı acaba?

Yetişmelerinde benim de katkım olan bu genç ve başarılı kadınları görmek elbette ülkemizin geleceği açısından beni aşırı mutlu ediyor.

Üstüne üstlük hafta sonu kadın milli voleybol takımız Avrupa şampiyonu oldu. Zaten uzun zamandan beri dünyanın en güçlü takımları arasındaydılar, finale kadar gelip, son anda kupayı kaybediyorlardı. Son bir ayın içinde hem milletler liginde hem de Avrupa liginde şampiyon oldular.

Gerçi bu şampiyonlukta artık vatandaşımız olan Kübalı atletin katkısı çok büyük, ama bizim takım o olmadan da zaten çok güçlü, hırslı ve azimliydi. Helal olsun bütün başarılı kadınlara. Cumhuriyetin yüzüncü yılına çok yakışıyorlar.

Bu arada Melissa Vargas ile ilgili fikrimi paylaşmadan geçemeyeceğim, bu kız insan olamaz. Bütün kızların boyundan, gücünden, esnekliğinden, savaşma azminden, sıçrama yüksekliğinden, sanki insan ırkı daha üstün bir şekle doğru evriliyor gibi hissediyorum. Ama Vargas ve bedeni tamamen ayrı bir mevzu, kız bir metre sıçrayıp, topa vurmak için kolunu gererken göğüs kafesi neredeyse burgu gibi dönüyor, bedeni havada sanal ortamda çizilmiş bir sanat eseri gibi görünüyor. O nasıl esnek bir omurgadır, üstelik sakatlık geçirip ameliyat olmuş bir omurga bu, acaba ameliyatta omurlarının yerine vida mı taktılar?

BU GÜNLÜĞÜ NEDEN TUTUYORUM, DERDİM NE? ÜZÜMÜN YOLCULUĞU, GELİBOLU, HAYAT NASIL DEVAM EDİYOR?

Bu günlüğü neden tutuyorum sorusunun cevabını hatırlamaya karar verdim, çünkü son dönemlerde acaba artık yazmasam mı diye düşünmeye başlamıştım. Ancak bu yazıları yazmaya, üstelik böyle uzun uzadıya yazmaya başlamamın bir sebebi vardı; İsrail’e gittikten sonra yazmaya karar verdim. Filistinliler çok önemli bir halktır, şu anda kullandığımız yazı, yani sesin simgelerinden meydana gelen harf alfabesini bulan halktır. Şu anda yeryüzünde yazılan hemen hemen bütün alfabelerin onların yazısından esinlenerek bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Şu anda sadece uzak Asya ülkelerinde heceleri simgeleyen yazı modelleri kullanılıyor ki, bunun öğrenmenin ne kadar zor olduğunu söylemeye gerek yok.

Bu tarihsel gerçeğe karşılık ne yazık ki Filistinli  Müslüman halk iki büyük hata yapmış, birincisi pek yazılı kayıt bırakmamış, ikincisi de nasıl olsa toprağı alıp gidecek halleri yok diye dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudilere (sürgündeydiler) toprak satmışlar. Buna karşılık Yahudiler ise, (evet onlar da bölgenin halkı) tam karşıtı iki eylem yapmış; birincisi bir gün mutlaka geri döneceklerine inanmış ve bu uğurda çalışıp durmuşlar, ikincisi ise yazmışlar. Hem de her koşulda yazmışlar, dur durak bilmeden yazmışlar; mesela gizli dini guruplar yazmışlar;  Kumran mağaralarında saklamışlar, mesela ikinci dünya savaşında başına gelenleri yazmışlar (Anne Frank), duvar sıvasının içine saklamışlar. İşte bu yazılar sayesinde kendilerine bu ülkede hak iddia edebildiler. Toprağını satan ve kendisi hakkında kayıt tutmayan ise mezar yazıtlarını bile kaybetti.

Ben de söz uçar yazı kalır mantığıyla, sivil tarih oluşturmak için kendi şahitliklerimi yazıyorum. Bence tarih savaşı kazananlara bırakılamayacak kadar çok yönlüdür. Böyle düşünerek yazmaya başladığımı hatırlayınca, devam kararı aldım.

Bu içinden geçtiğimiz yıllar gelecekte iklim krizi ile (belki de iklim krizinin başladığı yıllar olarak) anılacak gibi duruyor, bu yıl bütün dünyada hava şartlarının iyice çivisi çıktı. Bu yıl bölgemizdeki kuraklığın tek sonucu bitmek bilmeyen yangınlardan ibaret değil, yaz mahsulü de çok az oldu. Ay çiçeği tarlalarında ürün hemen tamamen kavruldu gitti, muhtemelen %30 verim verecekmiş, ayçiçekleri normalin beşte biri büyüklüğünde bile değil, pek çoğunun da içi boş görünüyor. Tarlaları görmek insanın içini acıtıyor.  

Geçen hafta sonu Eceabat’a Suvla şarap fabrikalarını ve bağlarını görmeye gittik, yarımadada da ay çiçeği tarlaları içler acısıydı.

Bu güne kadar birçok şarap imalathanesi ve bağını gezmiş ve çeşitli bilgiler almıştım, parça parça yazılarımda vardır. Bu gezide yeni öğrendiğim ve hoşuma giden bazı şeyleri anlatmaya çalışacağım.

Şu anda bağ bozumu başlamıştı ve şarap yapımının ilk aşamaları yani üzümlerin kırılması aşamasındaydı. Hem fabrikadaki ‘wine maker’ler hem de bağdan sorumlu ziraat mühendislerinin işlerini ne kadar büyük bir tutku ile yaptıklarına şahit olmak çok güzeldi. İşini aşkla (heves, adanmışlık, sevgi) ile yapan herkes gibi bu gençlere de hayran kaldım. Bir kez daha şarap yapımının ne kadar incelikli bir iş olduğunu anladım, ancak ilk defa bir bağın bakımını bu kadar ayrıntılı olarak dinledim. Şu kadarını söyleyeyim her ikisi de gerçek uzmanlık ve ağır çalışma gerektiriyor. Gelibolu yarımadasında hem yerel üreticilerin, hem de çok yaygın markaların bağları var, anlaşılan şaraplık üzüm için oldukça uygun bir alan. Gezdiğimiz bağ tamamen organik yöntemlerle üretim yapan bir bağdı, hiç kimyasal kullanılmıyor. Mühendis  zararlılarla  mücadele yöntemlerini anlattı, bunlardan bana en ilginç gelen zararlı bir sineğin üremesini, dolayısıyla zarar vermesini önlemek için yaptıkları şeydi. Herkes bilir hayvanlar çiftleşme dönemlerinde feromon denilen bir koku salarak birbirlerini bulurlar. Bağın her sırasına dişi sinek kokusu asıyorlarmış, zavallı (vallahi hallerine acımadım desem yalan) erkek sinek de koş oraya uç buraya bir türlü dişi ile denkleşemiyor, denk gelse de yorgunluktan çiftleşemiyormuş, çok akıllıca değil mi? Ancak bu sene havalar o kadar sıcak gitti ki, astıkları ipliklerdeki kokular çabuk uçmuş, yakın zaman önce sinekler üremeye başlamışlar, neyse ki fazla hasar veremeden üzüm hasadı başladı. Bana ilginç gelen bir başka bilgi de bazı üzümlerin üzerinde buğu gibi bir tabaka olur ya, işte o tabaka doğal maya imiş, bazı butik işletmeler hiç ticari maya kullanmadan sırf bu maya ile şarap yapıyorlarmış, elbette elle yapılan üretim çok kısıtlı oluyormuş.

Bu gezi bizim Zafer’in hastalarının ona hediyesiydi. Ben hastalarımdan bir hediye aldığımda soran olursa ‘iyi doktor fonundan’, asistan ve öğrencilerimden aldıklarıma ise ‘iyi hoca fonundan’ aldım derdim. Yani hafta sonunda Zaferin iyi doktor fonundan ben de yararlandım demek yanlış olmaz.

 Zaferin bir de çiftçi, yerel satıcı hastası varmış, onun tezgâhına da uğradık, adamcağız, kavanozlar dolusu salçalar, torba dolusu meyve, kocaman bir kavun verdi, ben de 2 kilo biber almıştım, Zafer üstüne bir de, 2 şişe şarap aldı, yani elimiz kolumuz hayli doluydu.

Sözüm ona geçen hafta sonu yaşadığımız feribot krizini yaşamamak için arabalarımızı bırakıp karşıya yaya olarak geçmiştik (yarımadada bizi bir araçla gezdirdiler). Fakat daha ilginç bir feribot krizi yaşadık,  tam  feribot limandan uzaklaşırken limana getirildik. Biz de oradaki pastanede oturup çay içtik, gevezelik ettik. Karşımızda çok kısa bir etek giymiş bir kadın, aşırı frikik vererek oturuyordu.  Ben;  el alemin .ötüne bakılmaz, insanın işi ters gider muhabbeti yaptım, hatta sandalyemi çevirdim.  Nihayet feribot geldiğinde ellerimiz kollarımız dopdolu içeri girip oturduk, herkes kendi aracıyla gelmiş, iskeleye yakın bir yerlerde park etmiştik. Zafer, eşi Perihan ve ben ellerimizde bunca yükle nasıl araçlarımıza kadar gideceğiz planı yaptık. Derken boğazın ortasında Zafer benim çantam nerede diye sordu. Meğer pastanede beklerken sandalyenin arkasına asmış ve orada unutmuş, neyse ki bulup sağlama almışlar. Bu bilgiyi alınca Zaferle ‘kesin sen kadının .ötüne baktın ki işin ters gitti’ diye iyi dalga geçtim. Sonuç Zafer çantasını almak için aynı feribotla geri döndü, biz 2 kadın, 3 kişi olarak nasıl yapacağımızı düşündüğümüz taşıma operasyonunu başarıyla gerçekleştirdik. 

Yavuz hocama layık yaşıyorum, onun sürekli kullandığı ‘nereye gittik de rezil olmadık ki’ lafını hiç yere düşürmüyorum.

Ha son günlerde en çok yaptığım şeylerden biri de yangın alanlarını gezmek, bu arada çok ağırıma giden bir başka bilgiyi daha paylaşmak istiyorum, yanan bölgelerin yakınlarındaki orman bölgelerine avcılar gelmiş, alışık oldukları orman parçasından kaçmayı başaran hayvanları acemi oldukları saklanamayacakları alanlarda öldürmeye çalışıyorlarmış. Belki bilmeyen olabilir, vahşi hayvanların da sokak hayvanları gibi bütün ayrıntılarını bildiği,  kendi alanları vardır, bu güvenli alanlarının dışına çıkmamayı tercih ederler. Belki de her sonbahar mevsiminde yapılan domuz avı sürecidir bilemiyorum.

 Eğer bu duyduğum av meselesi doğru ise ve kendi alanını terk etmek zorunda kalan hayvanları avlıyorlarsa artık ne diyeyim, insan ırkı bu gezegenden yok olalım topluca.

Kırmızı ip feromon

Üzüm kırma tezgahı
Şampanya şişesinde olgunlaşıyor
Zafer, Perihan, ben, Wine maker Dilara
Bağlardan sorumlu ziraat mühendisi, şaraplar arkada yıllanıyor

YANGIN SİLSİLESİ, HERŞEY KOMPLO DA KOMPLO, HERKESLE BİRLİKTE YÜRÜMEK OLASI DEĞİL, BOŞA HARCAYACAK ENERJİM YOK

Bütün ülke 22-23 ağustos 2023 tarihlerini Çanakkale yangını olarak hatırlayacak ama aslında 16 Temmuz gününden beri geçtiğimiz 4-5 haftayı orman yangını serisi içerisinde geçirdik. Bütün yıl yağmur/ kar yağmamıştı, hem toprak çok kuraktı, hem hava çok sıcaktı, hem de rüzgâr çok şiddetliydi, yani orman yangını için bütün şartlar maksimum derecede mevcuttu.

Önce 16 Temmuzda bizim köyün arkasındaki kızılçam ormanı/tarım alanı karışımı alanda başladı. Ben, balya makinesinden kıvılcım atladı diye düşündüm, ama o gün orada çalışan makine yokmuş. Resmi olarak yüksek gerilim hattına takılıp yanan bir kuşun yangını çıkartmış olabileceği açıklandı. Bence yangının bölgede yığılı gübre yığınlarından birinin uygun koşullar nedeniyle yanmaya başlaması, yere atılmış bir cam parçasından ya da çam reçinesinden çıkmış olması çok daha mümkün.

Bu alan içinden geçen sadece tarlalar arası yollar bir de İğdelik mahallesine (8/10 ev) giden birkaç yıl önce asfalt dökülen bir yol var. İnanarak yazıyorum bu yangın kasıtlı olarak çıkartılmadı, çünkü bu bölge oldukça ıssız, içinde tek tük ev, ahır, tarla olan, kimsenin gidip mangal bile yapmadığı bir alandır. Köylümüzün yangın sırasına nasıl canla başla çalıştığını görünce onları düşünceyle bile töhmet altında bırakmak çok zalimce geliyor, üstelik bütün zararı gören de biziz. Dışardan birileri yaktıysa, onu bilemem, ancak valilik ormanlara girişi yasaklamıştı, zaten bizim köy tercih edilen bir piknik alanı değil.

Köyümüzün kuzey doğu kısmından başlayan yangın büyük bir hızla köyün evlerine ulaştı ve bütün kuzey kısmını sardı, daha yarım saat geçmeden güneye de kıvrılarak köyümüzü tamamen ablukaya aldı. Bütün gece, kilometreler boyunca güneye doğru yayıldı, ancak sabaha karşı biraz kontrol altına alınabildi. Ertesi gün bütün bölge yeniden harlandı, etrafa doğru yangının sınırları daha da genişledi, özellikle de bizim İğdelik bölgesinde ve Çan yolu üzerindeki köyler bölgesinde yanan çok alan oldu. Bu ilk büyük yangın 2 günde kontrol altına alındı. Orman yangının kontrol altına alınması yangının bittiği anlamına gelmediğini anlamak gerekir. İçten içe tüten bir alanın çevresi kazılarak sınırlandırılması, yayılmanın engellenmesi, kontrol altına alınması kabul ediliyor.

Orman yangını yayılması ise akıl alır gibi değil, alevler sadece rüzgârla savrulmuyor, kozalaklar patlayıp fişek gibi gidiyor, yanan kuşlar, hayvanlar can havliyle kaçarken yeni yerler yakıyor, daha da ilginci, yangın bölgesinden çevreye (hem de yüzlerce metre uzaklara) kucak dolusu yanan parçalar (yangın bombaları) saçılıyor, bunlardan birini bile söndürmek ciddi mesele. Bu kocaman parçaların nasıl oraya uçtuğunu görmeden idrak etmek zor.

Yangın kontrol altına alındı deyince bir sabır imtihanı başlıyor. Ormancılar, itfaiye ekipleri, köylüler günlerce nöbet tutuyorlar. Benim ‘köylü bilgeliği’ dediğim birçok kadim bilgiye doğuştan sahip olan komşum (köyün atalık tohum bankası) bu büyüklükte bir yangında ağaç köklerinin ısıyı tutacağını ve haftalar boyunca yangınlar çıkabileceğini daha ilk günden söyledi.

Bu ilk yangından sonra çok da uzak olmayan bir köyde bu kez kasıtlı bir yangın çıkartıldı, bu yangın çok zor bir alanda olmasına karşılık kısa sürede söndürüldü, failler de hemen yakalandı.

Bütün olumsuz koşullar devam ettiği için ilk hafta boyunca hemen her gün birçok noktadan ufak ufak parlamalar oldu, daha sonra bu parlamaların sıklığı azalsa da bütün ay devam etti. Büyük yangından 2 hafta sonra yangının ilk başladığı noktaya bir kilometre kadar yakın (ama yanan alanın dışında) gençleştirilmiş bir koru daha tutuştu (köye mesafe kuzey doğudan 2,5 km kadar). Üstelik gece vakti yani insan faaliyetinin olmadığı ve üzerinden elektrik teli filan geçmeyen bir alandı. Bu yangın bile eğer tek başına olsaydı 100 hektardan daha büyük bir yangın olduğu için haber değeri taşıyabilecek bir yangındı ama elbette büyük yangının devamı olarak değerlendirildi. Bundan bir hafta kadar sonra köyün bu sefer 2 km batısında daha önce yanan bir alan tekrar tutuştu, daha önce yarı yanan ağaçlar kömür oldu, yanmayanlar ise bu yeni yangında yandı.

Derken 22 ağustosta, tam da yangının en son ulaştığı bölgede, daha önceki yangında yanan bölgenin hemen dışında kalan bir yerden aniden bu büyük yangın başladı. Yangının başladığı Damyeri, bizim İğdelik gibi hiçbir yere çıkmayan bir yolun çevresindeki 7-8 evden ibaret bir mahalledir. Bu tip mahalleler özellikle gitmeyeceksen yolunu bulamadığın, yanlışlıkla gidersen arabanı çevirecek yer bulamadığın, artık sadece birkaç yaşlı insanın yaşadığı bir yer.

Önce yok salça yapılırken ateş atladı, yok anız yakıldı, yok yoldan geçen araba izmarit attı dendi, video ortaya çıkınca yakında bir elektrik direği olduğundan kıvılcım atladı dendi. Ben bu yangının da önceki yangının devamı niteliğinde olduğunu düşünüyorum.  Bu sefer rüzgâr daha da kuvvetliydi, yangın kısa sürede, daha önceki yangının büyük bir gayretle sınırlandırıldığı Sarıçay vadisini çok kısa sürede aştı. Ondan sonra da olanlar oldu, ilk yangının 2-3 katı kadar büyük bir alan daha yandı. Üstelik bu kez yangın şehir merkezine çok tehlikeli bir şekilde yaklaştı, bu kez köylerde bazı evlerin yanmasını engellemek de mümkün olmadı.

Yangında can kaybı yok deniliyor ama kim bilir kaç ağaç tamamen kül oldu, kaç vahşi hayvan, kaç evcil hayvan öldü, kaç dönüm hububat, meyve tarlası yandı şimdilik bilmiyoruz. Yanan bölge şehre çok yakın olduğu için mesela şehir çöplüğü çok ciddi yanma tehlikesi geçirdi, eğer sülfür balonu delinseydi maazallah çok daha büyük felaket olacaktı. Bu ikinci büyük yangında ise haberleşme kuleleri, radar tepesi, askeriye, hastane, üniversite kampüsü tehlike atlattı. En çok hasar gören köylerden birinde bir uzay gözlem istasyonu vardı, o da tamamen yanmış. Bir aydan beri yanan köyler şehir merkezine çok yakın köyler, en uzaktakilerden biri bizimki, biz de iskeleye yani şehrin göbeğine sadece 16 kilometre uzaktayız.

Gariptir, kendimizin çok ciddi tehlike altında olduğumuz, köyde mahsur kaldığımız ilk gece çok sakindim, ama son yangında hem şehirde oturan evlerine yangın oldukça yaklaşan arkadaşlarımı ve yangında boşaltılan köylerden birinde oturan ve gece boyunca haber alamadığım başka bir arkadaşımı düşünerek çok tedirgin oldum.

Bu yangın sırasında Yunanistan Dedeağaç bölgesinde de yangın vardı, Gelibolu yarımadasının üzerinde atom bombası bulutu gibi bulut görüyorduk, oradaki yangının bizimkinin en az 10 katı büyüklüğünde olduğunu sanıyorum.

Bu yangın her zamanki insan aczini gözümüze soktu, ama öte yandan insanoğlunun dayanışma sırasında nasıl büyük bir güç olduğunu da göstermiş oldu.

Bu süreç boyunca insan davranışlarından, kendi hayatımdaki bazı ilişkilerime de ister istemez sıkça dikkatim çekildi. Çok net anlıyorum ki, insanları birbirine yakınlaştıran, ortak mekân / zaman paydaşlığı değil, duygudaşlık yani zamane terimiyle enerji paydaşlığı. Bu süreçte hem eski dostlarımdan hem de burada edindiğim yeni arkadaşlardan o kadar güzel manevi destek aldım, samimi ilgilerini hissettim ki anlatmak mümkün değil.

Bu kadar çok iyi insan varlığının hayatımda olması çok büyük bir ayrıcalık. Tabii etrafımdaki bütün insanlar için benzer duygular içerisinde değilim.

İnsan, hayat yolunu yürürken önüne birçok yol ayırımı çıkıyor, her birey kendi yaşam hafızasında depoladığı bilgilerden bazılarını seçerek adımını önüne çıkan hangi yöne doğru atacağına karar veriyor. Bazı insanlar benzer adımları atmaya vermeye devam ettiği için yıllar boyunca ayrı kalmış bile olsalar, yeniden karşılaştıklarında kaldıkları yerden devam edebiliyorlar, çünkü olaylara bakış açıları ve olaylar karşısında verdikleri tepki, duygular benzeşmeye devam ediyor. Oysa bazen aynı yolda yürüdüğün, fiziki olarak yanında bulunan bir insan varlığı ile gün geliyor yolunun tamamen farklılaştığını anlıyorsun. Bir seçimi, bir adımı farklı yönde atmış oluyor, daha sonra atılan her bir minik adım, iki kişiyi birbirinden tamamen uzaklaştırmış olabiliyor. Sonra bir bakıyorsun aranızda uçurumlar var.

Bazen insanlar bu uçurumu fark ettiklerinde kapatmak için mücadele eder, en bilindik örnek evliliği kurtarmaya çalışmaktır, aslında tamamen enerji israfı ama gene de çocuklar için vs denilip mazur görülebilir. Eğer yanından uzaklaşan insan varlığı bir arkadaş ise birlikte yürüdüğün yollar için kısa bir teşekkür edip, gönülden uzaklaştırmak en doğrusu bence, yoksa insan kendi yüreğini intikam alma hissi ile berbat edebilir. Çünkü genellikle artık farklı kulvarda yürüdüğünüzü ‘bunu bana nasıl yapar’ hissi ile fark ediyorsun. Kurt kışı geçirirmiş, ama yediği ayazı unutmazmış diye bir atasözü vardır. Bu gibi bir durumu ‘kazık yemek’ olarak değerlendirirsen, kin tutmak lazım, intikam almaya çalışmak lazım ya da ne bileyim en azından arkadaşı bir şekilde hizaya getirmek lazım. Vallahi hiç boşuna zahmet çekemem.

Çok eski bir arkadaşım birkaç yıldan beri, haz etmediğim bir guruba dâhil olup beni de kendi gibi düşünmeye zorlayan birisi oldu. Hiçbir şekilde kendinden farklı bir düşünceyi dinlemeye bile katlanamıyor.  Bu yangında bana illa ki, yangını birinin kasıtlı çıkardığını, çıkartan kişinin asılıp/ kesilmeyi /damgalanmayı/ teşhir edilmeyi hak ettiğini söyletmek istiyor.  Yok, beni ikna etmeye çalışmıyor, resmen kafamı balta ile yarıp bu ‘gerçeği’ içine sokmaya çalışıyor. Üstelik bu durum ilk kez yaşanmıyor, yanan benim, bir de beni dinlemeye çalışsana, hayır illa beni kendi hizasına sokacak.

Tamam, her şeyin doğrusunu sen bilirsin, artık bana müsaade, kaç yıllık arkadaşım artık benim arkadaşım değil, ama o henüz bunun farkında bile değil.

Bu yazıyı ayın 25inde yazdım ve yayınladıktan sonra ilk yangın alanının bir başka köşesinde yeni bir parlama daha oldu, şimdi balkondan helikoptere seyrediyoruz. Bu çok komplike bir yangın fırtınası.

 KÖY ŞENLİKLERİ, FESTİVALLER, HAYIRLAR, İLK YAĞMUR DUASI

Burada hayatın akışı Karadeniz’den çok farklı, insanlar toplumsal yaşamdan çok keyif alıyorlar. Bizde köylerde en yakın komşuna haber vermek için silaha sarılırsın, çünkü evlerin arasındaki mesafe bağırarak sesini duyuramayacağın kadar uzaktır. Benim bildiğim kadarıyla, düğün, cenaze gibi evrensel toplu hareket gerektiren olaylar dışında toplum olarak yapılan tek şenlik, yayla şenlikleridir, hepsi bu kadar. Burada ise evler birbirine çok yakın, sosyal hayat da öyle.

Bazı köylerde mesela ramazan ayında hiçbir iftar tek başına yapılmıyor, mutlaka toplu halde birisinin verdiği ortak yemek yeniliyor.

Köylerde en büyük toplumsal olay ‘hayır yemekleri’, hangi köyde bir hayır varsa, neredeyse bütün şehir o köyde toplanıyor, uzun uzadıya dualar, gazeller okunuyor, toplu yemek yeniliyor. Köyün delikanlıları derhal organize olup, köpük tabaklar içerisinde yemek dağıtımı yapıyorlar. Asla geride yemek bırakılmıyor, eğer artan yemek olursa tabaklara doldurulup evlere götürülüyor. Anladığım kadarı ile tavuklu nohutlu pilav hayır yemeklerinin olmazsa olmazı. Yemeği verenin gücüne göre yanında meşrubat, ayran,  lokma ya da başka bir tatlı oluyor. Bu yemeklere genellikle normal kıyafetlerle gidiliyor, oysa düğünlere (sünnet, evlilik) kadınlar çok daha süslü geliyorlar, düğünde hayır yemeğinden farklı olarak dua ve mevlit değil, müzik, halk oyunları filan oluyor. Bu tür organizasyonlar için her köyün bilinen bir alanı var, kötü havalarda çadır kuruluyor, ama zannedersem her köyün bu işler için plastik sandalye, masa stokları var.

Davetler çok zaman camiden anons ediliyor, kapı dolaşması, ya da kulaktan kulağa yapılıyor, davetiye olsa bile köyün adı yeterli, ayrıca yer belirtilmesine gerek yok, herkes hangi alana gideceğini biliyor. Müzik gurupları ise çoğu Roman gurubu, gayet kaliteli müzik yapıyorlar.  Bu organizasyonlar gayet eğlenceli oluyor.Deve güreşleri de benzer şekilde, çok daha büyük topluluğun katılımı ile gerçekleşiyor. Farklı olarak çok daha fazla seyyar satıcı geliyor, ayaküstü yemek yenecek arabalar, parıltılı, pullu kumaşlar, tarım aletleri satılıyor, bazen meyve sebze, ev yapımı ürün tezgâhları da oluyor.

Bir de festivaller oluyor. Mesela bu yıl 60. Troya festivali yapıldı. Bu festival sanırım şehirde gerçekleşen en kapsamlı festival, 3-4 gün sürüyor, konserler, tiyatro oyunları, söyleşiler, sergiler oluyor. Bu etkinliklerin çoğu açık havada yapılıyor, herkesin rejisör koltuğu ve katlanır masası var, bir anda park yeri oturma alanına dönüşüyor. Zaten herkesin sahilde bu koltuklarda saatlerce oturup sohbet etme alışkanlığı var.

Hemen her kasabada kiraz festivali, caz festivali, yağlı güreş gibi toplu etkinlikler yapılıyor. Sadece kasabalar da değil köylerde de festival yapılmaya başlandı. Geçen ay 3 ayrı köy şenliğine katıldım.

Bizim köyde orman yangınından sonra, zaten muharrem ayı idi, köyde ortak bir aşure hayırı yapmaya karar vermişler. Ortak hayır olunca herkesten para toplanıyor, minimum kaç TL verileceği belirleniyor, katılmak istersen daha az veremezsin ama tabii daha çok vermek istersen veriyorsun. Hayır yemeği köyde pişirilmiyor, bu işi yapan kurum ya da insanlar var. Herkes istediği kişiye haber veriyor, ne kadar çok kişi katılırsa o kadar makbul oluyor. Bizim köyde bu işin zamanı genellikle akşam namazı ile gece namazı arası, bu sırada dualar okunuyor, yemekler yeniliyor. Aşure hayırında benim de misafirlerim vardı; Gamze’nin anne babası Çanakkale’de olduğu için onlara bir değişiklik olur diye çağırdım. Tabii gene köy arabalarla doldu taştı, ( bu tür yemeklerde İstanbul, İzmir, Ankara plakalı araba bolluğu da olur, park yeri sorun olmaz çünkü sırf bu günlerde ev bahçeleri de açılır, herkes nereye park edeceğini de biliyor galiba). Her hayırda olduğu gibi; köyün meydanında, okulun bahçesinde, kahvenin, bakkalın önünde masalar, sandalyeler vardı. Bizim yemekte aşurenin yanında pilav değil keşkek vardı ( keşkek aslında düğün yemeği). Allı pullu kumaş satan bir tezgah bile vardı. Yangından sonra hala ormancılar ve itfaiyeciler nöbette oldukları için resmi araç bolluğu da vardı. Gençlerin ellerinde uçuşan tepsiler, koşturan çocuklar, başıboş köpekler, köylüler, şehirden gelen misafirler, kavga eden kadınlar, hatta kısa bir yağmur duası bile vardı. Bu duayı Sermin, muhtardan istemiş, nedense pek kısa tuttular, ama hayatımda ilk kez bir yağmur duasına karışmış oldum. Herkes yüzünü kıbleye döndü, çoğu kişi elleri dua pozisyonunda değil, eller göğüs hizasında, parmaklarını ise aşağı doğru tuttu. Aslen Karadeniz’li olan misafirlerim oldukça etkilendiler.

Bundan birkaç gün sonra Güzelyalı  köyünde mini bir festival oldu. Bu köy Osmanlı döneminde İstanbul’a gelen gemilerin bekletildiği, o dönemin ilk karantina alanı olduğu için eski adı ‘karantina’, dolayısıyla festivalin adı da karantina festivali idi. Gamze’nin kızı (Ceylin) okuldan arkadaşlarıyla birlikte Gurup Feveran adıyla bir müzik gurubu kurdular, Ceylin de basgitar çalıyor. Gurubu kurdukları yıl liseler arası müzik yarışmasında ikinci olmuşlardı, buna hırs yapıp bu yıl birinci oldular. Böylece bu festivalde Moğollar gurubunun önünde çalmaya hak kazandılar. Ancak Moğollar ilk gece çalmış, bizimkiler ertesi gece başka bir gurubun önünde çaldılar. Bence çok başarılı idiler. Önce Moğollardan önce çalmadıkları için üzülmüşlerdi ama şanslarına o gece büyük bir trafo patlaması yaşandı ve konserde hayli zor anlar yaşandı. Bizimkilerin çıktığı gece ise hiçbir sorun yaşanmadı. Bu köy eskiden karantina olmasına karşılık çok güzel sahili olan, bölge halkının sayfiye olarak kullandıkları, oldukça güzel bir köydür. Sahneyi iskelede kurmuşlardı, bizler de sahile rejisör koltukları atarak kumsalı seyir alanı haline çevirdik. Mesela bu olay bile bana çok acayip geliyor. Trabzon’da böyle bir şey istesen de yapamazsın, bir dalga gelir seni alıp götürür, kendini denizin ortasında bulursun. Buranın denizi de insanları gibi sakin.

Son olarak da Gelibolu yarımadasında bulunan, Yalova köyünün festivaline gittim. Zafer’in doğum gününe denk geldiği için ona bir program yaptım, değişiklik olur diye köy festivaline gittik. Çok değişik bir gün yaşadık. Kadınlar yöresel kıyafetlerini giymiştiler, şalvarları, bellerine bağladıkları bez, baş bağları, her şey oldukça farklı, en etkileyici tarafları da sırtlarından kalçalarına kadar uzanan 40 örgü saçları idi. Belli ki Balkan göçmeni bu köy. Yöresel yemek tezgahları vardı (göceli patlıcan, bunu mutlaka deneyip tarif de paylaşacağım, tarçınlı çörekler vs yedik). Geçen sene gene festival yapmışlar, sebze satışı falan da olmuş ama bu sene onlar yoktu. Köylerinde kına gecesi yerine, hediyelerin verildiği bir tören yapılıyormuş, temsili olarak onu gösterdiler, halk oyunları ekibi vardı, kadınlar zeybek, erkekler harmandalı oynadılar. Bu oyun faslı bizimkilere göre çok yavaş ama, halk oyunlarının ruhu her yerde aynı. Oyunu bilen profesyonel ekibe katılıyor ve en az onlar kadar hatta daha iyi oynuyor. Ben de sahneye atılıp birkaç göbek attım, oyunları roman oyunu değil, erik dalına daha çok benziyor.

Bu şehirde yaşayan 86 millet var desem yanılmış olmam, Yalova köyü ile bizim köy arasında kuş uçuşu 25 km yoktur, ama tamamen farklı insanlar, ne adetleri benziyor ne de fizyonomileri, adetleri, yemekleri her şeyleri farklı. Ben de kalktım, buraları Karadeniz bölgesi ile kıyaslıyorum, bendeki de akıl işte.

Kadının kendi genç kızlık saçlarından saç ekine dikkat
Kına temsili
Harmandalı

DAMLA KENDİNİ TAMAMLAYINCA DAMLARMIŞ; BU GÜN BİR DAMLA DAHA DAMLADIM

İnsan herhangi bir konuya ilgi duymaya başlayınca, etrafında o konu ile ilgili birçok şey keşfediyor, bir sürü fırsatlar görmeye başlıyor. Köye yerleştiğim günden beri kendimi fitoterapi, aromaterapi konularına ile giderek artan şekilde ilgili bulmaya başladım. İlk önce nereden estirdiğimi anlamadığım bir şekilde şifalı bitkiler bahçesi hazırlar halde buldum. Şimdi ‘ÇAYLIK’ dediğim yokuşlu bir alanı önce taş duvarlarla, üzerinde düşmeden yürünecek bir hale getirdik, daha sonra da bu mini taraçalara adını o güne kadar duyduğum, duymadığım, fidan satan serada, köydeki komşularda bulduğum şifalı çok yıllık çalılar, çiçekler diktim. Bu bahçeden asıl amacım, sulama ve özel bakım gerektirmeyen bir peyzaj alanı yaratmaktı. Derken Çanakkale belediyesi bir şifalı bitkiler parkı açtı, oradan başka bitkiler alırım düşüncesiyle gezdiğim zaman, parkta olan hemen her bitkinin bende zaten var olduğunu fark ettim. Bende olmayanlar köyümün yüksek rakımına uygun olmayan bitkilerdi, bazı bitkiler ise benim bahçede zaten endemikti. Bende olup da parkta olmayan bitkiler bile vardı. Bu durumda bir hayli yeterli çeşitte tıbbi ve aromatik bitkim olduğunu idrak ettim. Sadece tıbbi değil, mutfakta taze baharat olarak kullandığım birçok bitkim de olmuştu.

Yavaş yavaş ev ortamında karamürver şurubu, aloa vera jeli, kantaron yağı, aynısefa yağı gibi imalatlara başladım. Çünkü bu tür malzemeler bu bölgede gittiğin hemen her turistik yerde yol kenarı tezgahlarında satılıyor, insan ister istemez ilgi duyuyor.

Derken salgın başladı, elbette o kış evde çok uzun zaman geçireceğimi anladım, oyalanmak için bakanlık onaylı, online bir fitoterapi kursuna yazıldım. Hayatımda görüp görebileceğim en yetersiz ve zevksiz bir eğitimden geçtik, bütün sınavlardan geçtim. Ancak asıl bir hafta sonu canlı çalışma yapılacak ve bize ondan sonra sertifika verilecekti. Salgın dönemi olduğu için bu toplantıları çok az yaptılar, hem de çok kısıtlı sayıda öğrenci kabul ettiler, ben ise her seferinde gitmeyi reddettim, çünkü henüz aşı bile olmamıştım. Sonunda galiba canlı dersten vaz geçtiler ki günün birinde bana 4-5 adet sertifika geldi, hem de çok süslü, dünyanın her yerinde geçerli fitoterapi sertifikası, aromaterapi sertifikası filan gönderdiler. Mesele şu ki, ben konu hakkında hiçbir şekilde kendimi yetkin hissetmiyordum. Tabii bu sertifikaların olması bana herhangi bir şey katmadı.

Ancak bir arkadaşım, ülkenin en bilinen aromaterapi ürünleri imal eden bir şirkette çalışmaya başladı, zaten kendisi de bu konuda master yapmış bir eczacıdır. Günün birinde onun 4 saatlik bir eğitimine katıldım ve daha önceki kursta nasıl boşuna zaman geçirmiş olduğum bir kez daha yüzüme vurulmuş oldu.

Tabii işler bununla da kalmadı, çok yakın başka bir arkadaşım, bana bir doktor hanımın markası olan bazı kremler hediye etti. Ürünleri denedim kalitesine inanamadım. Sonra doktor hanımın, bir SMA hastası çocuk için online krem kursu yapacağını duymuş, beni de guruba dahil etti. Sonuç olarak nihayet krem yapmayı öğrendim. Yakında parfüm atölyesine de katılacağım.

Bu gün ilk kez krem yaptım, olgunlaşması için 1 ay bekleme süresi var ama şimdiden çok beğendim. Yani bütün bu yıllar boyunca kendini tamamlayan damla sonunda damladı, artık bahçemdeki ürünlerle krem yapabiliyorum. Yanında parfüm bile yapacağım. Du bakali.

Bahçeden bahsetmişken bu yaz dolma kabağı dışında hiçbir yaz sebzesi olmadı. Buraya geldiğimizden beri bu denli fakir bir bahçe olmamıştı. Oysa hem gübresini bol tuttuk, hem de her gün sulama yaptık, ancak hava koşulları o denli faklıydı ki, hiçbir sebze verimli olamadı. Meyvelerin bazıları hiç meyve vermedi. Üzümler güzel vermişti ama onlar da tam koruk olmak üzereyken, bir öğleden sonra sıcak fön rüzgarına maruz kalınca kapkara kesildiler.  Sonuç olarak 2 senedir, bahçe oldukça verimsiz. Kurda kuşa aşa diye diktiğimiz bahçeyi, toprağa neme ısıya diye de düşünerek dikmek gerekiyor. Tabii pes etmek yok, yakında lahana cinslerinin tohumlarını toprakla buluşturacağım.

Bir de o kadar özenle baktığımız sebzeler son derece cılız iken yabani otların maşallahları var. Bu bence çok önemli bir şeye işaret ediyor. Bütün sebze ve meyveleri kendi habitatlarında yetiştirmek gerekiyor. Bu nedenle atalık tohumlar çok önemli, çünkü yüz yıllardır, hatta bazıları bin yıllardır, belli coğrafyanın havasına, suyuna, toprağına uygun olarak evrilmiş, bölgedeki haşaratla bile daha dayanıklı oluyor. Nasıl ki insanlar yaşarken, heybesinde bir sürü bilgi, anı, eğitim, gelenek biriktiriyorsa, bitkiler de genlerinde bir çok çevrelerine dair bilgi biriktiriyorlar, mevcut çevrelerinde hayatta kalmanın yollarını biliyorlar.

Geçen ay köyümüzde meydana gelen büyük orman yangınına da bu gözle bakıyorum. Eğer insan eliyle yanan orman mahvedilmez ise en çok 4-5 yıl içinde taptaze yeni ormanlarımız olacak. Çünkü daha şimdiden yanan yabani böğürtlenlerin köklerinden yeni filizler patladı. Özellikle de güzel bir kış geçirirsek, gelecek ya bebek çamları göreceğimden eminim.

SESLER, KOKULAR, HAYAT DEVAM EDİYOR

Geçen hafta köyümüzde başlayıp çevremizdeki ormanı büyük ölçüde yakan yangından sonra köyün sesi değişti. Zaten köyün şehre göre çok daha farklı sesi olduğunu ilk günden beri fark etmiştik; şehirli kulağı için önce trafik sesinin yoğunluğunun az olması sessizlik olarak algılanıyor, daha sonra köyün seslerini idrak ediyorsun. Gündüz bizim köyde de hayli trafik sesi vardır, şimdi bir de arı gibi ormancılar, itfaiye çalışıyor, diğer taraftan yanmayan tarlalar hasat ediliyor, yani gündüzleri ciddi trafik var, üstelik sadece karada değil, zaman, zaman helikopter gürültüsü de var.  Buna karşılık yangın neredeyse tamamen söndüğü için geceleri çok faaliyet kalmadı. Böylece özellikle gece seslerinin nasıl değiştiğini fark ettim.

Gece bir ezan sesi gelir, teker, teker geçen araba, traktör sesi gelir. Bunun dışında hayvan sesleri gelir, köyün içinden en çok bol miktarda köpek sesi, zaman zaman inek böğürmesi, kuş sesleri filan gelir. Ormandan ise cırcır böceklerinin cırıltıları, böğürmeler, havlamalar, ulumalar, çok çeşitli kuş sesleri ve ağaçlardan bazen rüzgârın artırdığı uğultular, hışırtılar, dalgalanma sesleri gelir.

Yangından sonraki günlerde etrafımızda insan faaliyeti o kadar çoktu ki, kulaklarımda hep su tankerlerinin, itfaiye araçlarının, ormancıların sesleri vardı. Araçların gece mesaileri azalınca birden bire köyün sesleri geri geldi. Köpekler ve kuşlar dışında ses kalmamış, bütün o uğuldamalar, cıvıltılar yok. Hava günlerdir oldukça durgun, ağaçlardan gelen dalga sesleri de yok. Sadece kuş sesleri geri geldi, onları da eskisine nazaran daha az duyuyorum sanki.

Özellikle cırcır böceklerinin bazen insanı bezdiren korosu ortadan kayboldu (cırcır böceklerinin fazla şarkı söylemesi ormanın yaşlı bir orman olduğunu ve dolayısıyla yangın tehlikesinin arttığını gösteren bir belirtiymiş). Şimdi gecenin içinden cırcır böceklerinin sesi gelmeyince, ormanın sesleri içerisinde ne büyük bir yer tuttuğunu fark ettim. Şu anda pek çok yerde orman yangını var, yangınlardan birine 30 kilometre yakın oturan bir arkadaşımın evini cırcır böcekleri basmış, umarım bizimkiler de bu kadar uzun uçabiliyordur ve kaçmayı başarmışlardır.

Cırcır böcekleri ve kuş sesi olduğunu ayırt ettiğim sesler dışında da ormandan bir sürü ses gelirdi. Sadece çakal sesi çok belirgin bir uluma/çığlık olduğu için aradan fark ederdim. Lazca sadece birkaç kelime biliyorum; onlardan biri de Lipardi, yani çakal, onu da bağıran çocuklara ‘lipardi gibi bağırma’ sözünden biliyordum, geçen ay Sermin’den çakalın lazcası olduğunu öğrendim. Geçen yıl, bir ara bizim bahçeye dadanan bir çakal ailesi bile olmuştu, yani çevrede bolca çakal vardı. Şimdi sesleri kesildi. Etrafta gördüğüm bir sürü yaban hayvanının ne olduğunu merak ediyorum.

Ormanımıza insan eli değmezse kendini kısa sürede yeniler, umarım seneye bütün sesleri geri gelir.

Çevreden gelen kömür kokusu da azaldı. Hayat bizim için normale dönmeye başladı.

Show Buttons
Hide Buttons