Category Archives: Köy hayatı

KÖYDE BAHAR BAHÇE ZAMANLARI; EVİN BAHÇESİNDE YAPTIĞIM BAZI İŞLER; TOPRAK GÜÇLENDİRME, OT VE KÖSTEBEK MÜCADELESİ

Geçen yazılardan birinde zeytinlik ve meyve fidanlarının olduğu bahçelere bakım yaptığımızdan söz etmiştim. Bu yazıda evi çevreleyen bahçede neler yaptığımızı anlatmak istiyorum. Rize kökenli olduğumuz için dümdüz tarlalar dururken, gelip bir dere vadisinin yamacını içine alan bir arazi satın aldık. Arazi böyle arızalı olunca yollar, istinat duvarları, ev, merdivenler, avlu filan derken bahçe iyice ufalandı, şimdi büyüklü küçüklü parçalardan meydana geliyor ve ancak bahçenin evin arkasında kalan küçük bir bölümü düzgün, yanları ve önü ise bayır.

Bahçedeki düz kısımda sebzelik ve birkaç meyve ağacı var, bunun dışında bahçede karmaşık bir düzene sahibiz; çiçekler, tıbbi ve aromatik bitkiler, yabani orman meyveleri,  süs ağaçları, kardeş kardeş yaşıyorlar, hatta bir köşede çevredeki ormanın parçası olan meşeler ve çınar var.

Geldiğimiz zaman düzlük olan kısım inşaat artıkları ağır iş makineleri ile bastırılmıştı, taş gibiydi ve inşaat artıklarıyla doluydu. Ön taraftaki bayır olan kısım ise resmen çöl kumu gibi görünüyordu, üzerinde tek bir ot bile yoktu. Meğer bahçeyi komşunun tavukları didiklediği için ot yokmuş, bahçeyi telle çevirdikten sonra bir yaban otu ormanı halini aldı; bazı alanlar gene otsuzken bazı yerleri insan boyundan büyük içine girilemeyecek kadar sık otlar bürüdü. Baldıran otundan, ısırgandan tut, çeşit çeşit dikenden çık, işe yaramaz ne ararsan vardı. Sözüm ona pek akıllı davranıp, bahçeye koyun sürüsü soktuk, fakat hayvanlar bile yemeden bahçeden kaçtılar, o derece umutsuz vakaydı.

Nereden bakarsan bak; toprak bir şeye benzemiyordu, ancak üzerinde çalışarak, birkaç senede bayağı toparladık.

Toprağı zenginleştirmek için yaptığımız bazı akıllıca işlerden söz etmek istiyorum. Yaptığımız en önemli şeylerden biri doğal yollardan meydana gelen humusu biriktirip istediğimiz alanlara sermek. Bunu yapmak için yabani otları henüz tohumlanmasına fırsat tanımadan olabildiğince kökleriyle birlikte toplayıp ve bunları bahçenin kuytu bir alanına yığıyorum. Bizim bahçede bu kuytu alan çınarın altı, meşeler de buraya oldukça yakın, böylece ot yığınlarına kurumuş meşe ve çınar yaprakları karışıyor ve bir yılda çok güzel humuslu bir toprak meydana geliyor.

Bir sarnıcımız var, yağmur suları evin çatısındaki, avludaki, bahçedeki kanallar sayesinde sarnıçta toplanıyor. Bu kanalların çoğunun üzeri açık olduğu için küçük toplanma havuzcuklarında bir hayli birikim oluyor, birikenler tarlanın yüzeyinden sıyrıldığı için oldukça verimli bir topraktır. Bu toprağı da gübre niyetine değerlendiriyorum, gerçekten de solucan gübresi kadar faydalı oluyor.

Doğal yollardan meydana gelen humus dışında kendi yaptığımız kompostu da kullanıyorum. İçinde yağ olmayan mutfak artıklarından ve küllerden  kompost yapıyoruz. Kompost yapmak için bir kutu yaptırmıştık, ancak onu kullanmak oldukça zor oldu, sonunda kırıldı ve atmak zorunda kaldık. Şimdi çok daha kolay bir yöntem bulduk, eski araba lastiklerini hafifçe kazdığımız toprağın üzerine yerleştiriyoruz. Yemek hazırlarken ortaya çıkan artıkları içine döküyoruz. Üzerlerine zaman zaman kaloriferde yaktığımız peletlerin ve yaktığım kağıt atıkların küllerini döküyoruz. Bir lastik dolunca diğer lastiğe geçiyoruz. Elimizin altında birkaç lastik oluyor, çünkü mevsime göre değişse de atıkların kompost halini alması 3 ya da 4 ayı buluyor. Biz ise en az 6 ay bekletip, lastiği yerinden kaldırıyoruz. İçinden çok güzel bir toprak çıkıyor. Bu toprağı da sebzelikte kullanmayı tercih ediyoruz.

Kompost yapmanın bir başka getirisi de kompostları hazırladığımız yerlerde çıkan domates fideleri, özellikle çeri domateslerini artık ekmemeye başladık, çünkü kendiliğinden çıkanlar bize yetiyor. Tahmin ettiğiniz gibi lastikleri sebze ekmeyeceğimiz ve her hava koşulunda çamurlanmadan ulaşabileceğimiz ve domates çıkarsa kolayca sulayabileceğimiz yerlere yani arka bahçede yol kenarlarına koyuyoruz. Sıcak mevsimlerde sinek yapmaması için üzerlerini toprakla örtmek gerekiyor, çünkü yazın kül bulmak zor.

Gübre olarak yanık inek gübresi ve hazır aldığımız solucan gübresini kullanıyoruz.  Aşırı miktarda yabani ot getirdiği için koyun gübresi kullanmaktan vaz geçtik. Şu anda elimde birkaç çuval at gübresi de var, ancak onların bir mevsim daha bekleteceğim, iyice güneşte yanmalarını istiyorum, yoksa bahçeyi yabani ottan kurtarmak çok zor oluyor. Daha önceki hayatımda hiç aklıma gelemeyen işler yapıyorum, at gübrelerini bir at çiftliğine gidip bizzat kendim toparlayıp aldım ve eve getirdim. Şimdi atları olan bir arkadaşım yakın bir köye yerleşiyor, şimdiden atların gübrelerine talip oldum.

Bir başka toprak güçlendirme yöntemi de azotu bol olan bakla gibi bitkileri dikip, hasattan sonra bu bitkileri toprağa karıştırmak. Hem bütün kış boyunca kullanacağınız baklanız oluyor, hem de toprağınız bedavadan azot alıyor. Bu sene baklaları meyve fidanlarının altına diktim, ağaçlara şeker gübresi koymadan fidanları bakmanın iyi bir yolu olduğunu düşünüyorum.

Ot mücadelesi bayağı enerji ve zaman alıyor, ancak bu yabani ot yığınlarından bir başka şekilde daha yararlanıyoruz. Meyve fidanlarının altını çapaladıktan sonra ağacın köküne ot yığıyoruz. Bu ot yığını ağacın kökünü hem yaz sıcağından koruyor, hem de nemli kalmasını sağlıyor. Böylece yağmursuz geçen yaz günlerinde 2 haftada bir sadece bir kova suyu bu otların üzerine dökerek fidanın yeterince sulanmasını sağlamış oluyoruz.

Yabani otlara dair son bir söz daha söylemek gerekirse, bu memlekette ne yaparsan yap bu otların bir kısmı hiç çürümüyor, oldukları gibi fosilleşiyorlar. Sonbahar biterken bu otları tekrar toplayıp yığınlar halinde yakmak gerekiyor. Yakma işini yaz sebzelerini kaldırdıktan sonra bahçede ağaç olmayan tek yerde yapıyorum. Gene de yangın çıkartmamak için dikkatli olup, rüzgarsız günlerde ufak ateşler yakıyorum. Toprak yüzeyinin yanması da kül bıraktığı için yumuşacık bir alan haline geliyor.

Bahçede bir hayli köstebek var (namussuzlar gözün gibi baktığın sebzelere muzır, bir sürü yaban otu var onları yese ya). Nasıl mücadele etmem gerektiğini sorunca aldığım yanıtlar¸ eşek tersinden kokmuş balığa kadar değişti. Sonuç olarak hayvanın burnunun çok hassas olduğunu ve kötü kokudan kaçtığını anladım. Son olarak komşum inine mazot bulanmış çaput sokmamı söyledi. En çok aklıma yatan öneri bu oldu, çünkü o bu yöntemle kendi bahçesindeki köstebekleri benim bahçeme sürdü. Benim bahçenin diğer tarafında zarar görecek bir sebzelik yok, gidip orada yaşasınlar. Biz de bulabildiğimiz bütün köstebek deliklerinin içine mazotlu bez parçaları tıkıştırdık. Sonra da içimi acaba bunlar motor takıp daha hızlı çalışırlar mı diye bir endişe kaplamadı değil.

Bahçede yaptığımız bu güzel işlerden sonra, toprak bir hayli kendine geldi, artık kendi peyzajını bile kendi oluşturmaya başladı.

Kompost toprağı

Arka bahçe yolun kenarında kompost lastikleri
Arka bahçenin üst kat balkonundan görünüşü, solda meyve fidanları, kış bahçesi, yolun sağında yaz sebze bahçesi
İç avlu
Ön bahçeden bir görüntü

BİTMEYEN KIŞIN ARDINDAN, ANİDEN İLKBAHAR BASTIRDI; ORMANLARDA GEZİP, BAHÇELERDE TER DÖKÜYORUM.

Bu yıl Mart ayı normal başladı, ortalarda bir yerde içine kutup kaçtı, ardından mis gibi ilkbahar bastırdı. Mart başında bademler bembeyaz çiçekliydi, çok şükür ki geçen yıl gibi zirai don yemeden yapraklanmaya başladılar, şimdi de şeftaliler pespembe çiçek açtı, yamaçlar boydan boya pembeye boyandı. Yerler anemonlar, çiğdemler, çeşit çeşit yabani çiçeklerle doldu. Zaten bütün yılda en sevdiğim aylar; eylül ve ekim ayları, ardından da nisan ve mayıs aylarıdır.

Bu ilkbahar da bir garip diyebilirim, bir ilkbahar, bir sonbahar havası yapıyor. Mesela bu hafta sonu hep güneş olacak ama benim adalar gene görünmeye başladı, bu da önümüzdeki hafta hava bozacak anlamına geliyor (meteorolojik tahminler de bu yönde). Bu güzel havalardan istifade etmek için, çevredeki ormanlarda yürüyüşler yapıyorum.

Köyün çevresinde pek çok keşif gezileri de yapıyorum,  ama tercih ettiğim birkaç güzergah var. Bu yıl en çok yürüdüğüm yol evden çıkıp, yokuş yukarı Yukarıokçular köyüne ve bu köyün son evinin önüne kadar yürümek (gidiş, dönüş 6 km) . Son günlerde bu son evin kenarından orman yoluna dalıp, tepenin etrafını dolaşarak yoluma 1,5/2 km daha katıyorum. Böyle yapınca bu köy bir tepe silsilesinin sırtında kurulu olduğu için, tepenin diğer tarafından başka bir vadiyi de görmüş oluyorum. Zaten bu köyün manzarası bizim köyden bile daha güzel. Şimdilik kuş sesleri eşliğinde geziyorum, yakında sürüngenler çıkmaya başlar bu kadar serbest gezemem. Gerçekten hava, orman, çiçek, böcek, kuş cıvıltısı, boğaz manzarası derken insan kendini bambaşka bir alemde buluyor.

Spor salonunda yürüyüş bandında yürürken aklıma her türlü düşünce gelirken, doğada yürürken istesem bile gam çekemiyorum. Muhtemelen bedenin zekası, düşmeyeyim, saldırıya uğramayayım, tehlike varsa fark edeyim, kısaca kendimi koruyayım diye, istesen de istemesen de; ayağını bastığın yerin, bir sonraki adımı atacağın yerin, etrafındaki bitkilerin hayvanların farkına varmanı sağlıyor. Bu farkındalıkla zihin içinde yaşadığın anda kalıyor, ne eskilerden bir düşünce ne de geleceğe dair bir plan yapmak mümkün olmuyor. Bence salonda yapılan sporlarla, doğada yapılanlar çok farklı. Doğa yürüyüşü bir meditasyon şekli.

Havalar ve köy hayatı artık dışarıda yaşamayı gerektiriyor, zaten bahçede Mart ayında yapmamız gereken bir sürü iş hava muhalefeti dolayısıyla bu aya sarktı. Kendim yapamadığım bahçıvana yaptırdığım bazı işler var; bu mevsimde çapa yapma, ağaç budama ve ağaçları ilaçlama işleri vardı, şükür bunlar bitti. Elbette, bütün ilaçları organik kullanıyorum. Bu mevsimde ağaçlara gülleci bulamacı ve bordo bulamacı atıyoruz, ağaçlarımda çinko eksikliği olduğundan çinko da attık.

Önümüzdeki günlerde taze baharatlar ve yaz sebzeleri için bahçeyi hazırlamamız lazım. Bu bayağı ciddi bir iş, hayli emek ve planlama gerektiriyor. Önce alanı çapalatıp, toprağın havalanmasını sağladık. Sonra sucuları çağırdık, damla sulama borularından bozulanlar değiştirildi, sulama delikleri kontrol edildi. Bundan sonra boruların döşeneceği yerler tekrar kazılacak,  organik gübre ve gülleci bulamacı koyup toprakla iyice karıştırılacak, iyice inceltilmiş ve gübrelenmiş toprakla fide tarhlarını hazırlanacak, sonra bu tarhların üzerine  damla sulama borularını döşenip, üzerlerini naylonla kapatılacak. Ancak bundan sonra su borularının deliklerine denk getirerek, naylonu delip fideleri dikeceğiz.

Bu malç (toprağı kapatmak) usulünü ilk kez deneyeceğim, böylece yabani ot mücadelesinde bir adım önce olacağız ve daha az su kullanacağız. Üstelik kış sebze bahçemiz için de tecrübe kazanmış olacağız.

Fidelerin bir kısmını kendimiz tohumdan yetiştiriyoruz, bir kısmını ise Lapseki ya da Çanakkale’den alıyoruz. Tohumları ya kendi ürünlerimizden hazırlıyoruz, ya da komşudan, arkadaşlarımızdan alıyoruz, ancak çok azı hazır tohum kullanıyoruz. Bu yıl Çanakkale belediyesinin tohum bankasından da atalık tohumlar aldım. Yani tohumlarımızın yüzde doksan beşi yerli tohum, ancak bazı özendiğimiz mesela yaban turpu gibi birkaç hazır tohumu da kullanıyoruz. Eğer fide şeklinde alacaksak, onları da mümkün olduğu kadar yerli fideleri tercih ediyoruz, ancak mesela salçalık biber gibi bazı ürünlerde hibrit tohumdan elde edilmiş fideleri kullanıyoruz.

Bahçemizden ne beklememiz gerektiğini yavaş yavaş öğrenmeye başlıyoruz. Bazı ürünler çok iyi yetişiyor, bazıları hiç yetişmiyor, bazıları ise özel bakım gerektiriyor. Bir de, bazı yıllar çok iyi olup, bazı yıllar hiç vermeyenler oluyor. Bal kabağı, kavun, karpuz gibi ürünler bazı yıllar hiç vermiyor, bazı yıllar çok başarılı.

Geçen yıl hibrit fidelerinden mor ve tombul patlıcanlar hiç iyi olmadı, buna karşılık yerli fide alacalı patlıcanlar çok iyiydi. Bu yıl sadece alaca patlıcan tohumlarından fide yapmaya çalışıyoruz. Geçen yıl kendi köyümüzün atalık patlıcanını çok beğendik, komşumdan, bu yıl patlıcan tohumu yapmayı öğreneceğim.

Diğer birçok üründen tohum yapmayı biliyoruz, bazı ürünler için ise tohum almaya bile uğraşmıyoruz, bazı bitkileri tohuma bırakıp, kendi kendine tozuşmasını sağlıyoruz. Kıvırcık marul, turp, dereotu, kişniş hatta rezene artık bahçenin doğal florası gibi oldu.

Nermin bir çok tohumu viyollere dikti, yakında fideler baş gösterirler. Burada fide dikme zamanı 23 Nisandan, Mayısın ortasına kadar devam ediyor. Mart ayında biraz geride kalmıştık, ancak 2 haftalık sıkı çalışmayla işler yetişti.

Bu gün nanelere ve sarıcı kekiklere bakım verdim, bitkileri seyrettim, köklerine çapa yaptım, aralarındaki yaban otlarını temizledim,   topraklarını gübreledim, suladım. Nane sadece güneşli havada büyüyünce güzel kokar, bu nedenle naneleri köklerine yakın kesip attım. Bunlar da boşa gitmeyecek, bahçenin farklı bir yerinde çürüyüp, toprağa gübre olacak. Kekiklere ise çok daha haşin bir şefkat gösterdim, alanın büyük kısmını derince kazıp, kurumuş kökleri söktüm, canlı kısımlara bolca bakım ve kolayca yayılabilmeleri için taze havalandırılmış, gübrelenmiş alanlar verdim. Daha ne olsun. Kaldırdığım köklerde bir sürü taze dal da vardı, yıkayıp kurutmak üzere balkonun gölgelik bir yerine serdik.

Bahçede köstebek var, kış sebzelerine bir hayli zarar verdi. Köstebekle mücadele için cam kırığından, eşek bokuna, tuzlu balıktan, tüfekle vurmaya kadar çeşitli öneriler var. Ne yapmalıyım bilemiyorum, ama araştıracağım, önerilere açığım.

Salata bahçesi
Sebze bahçesi olacak

Kök sebze alanı, havuçlar seyreltilecek

Köstebekten kurtulan soğanlar
Naneleri bu hale getirdim

BAHÇELERLE UĞRAŞMA ZAMANINI BAŞLATAMADIĞIMIZ, SU KRİZİ YAŞADIĞIMIZ ve ASKERİMİZİ UĞURLADIĞIMIZ HAFTA

Geçtiğimiz hafta ailecek duygusal bir olay yaşadık. Ege (yeğenim) Mart ayında paralı kısa dönem askerlik yapacak. Kendi aramızda kuluçka askerliği diyoruz, çünkü askerlik süresi bir aydan kısa, yani yumurtaya otursa civciv çıkartacak kadar var yok. Ancak askerliğin süresi önemli değil, üzerine yüklenen anlam önemli. Ablası Nil, en az iki aydan beri asker uğurlama havasına girdi. Vatan sana ev bana emanet / Aramasın gözler, o şimdi asker/ En büyük asker, bizim asker/ Keep calm and join army/ kız arkadaşı için; Tencerem var tavam var, asker yâriyim havam var/ yatağı için; Ege şimdi asker gibi pankartlar hazırladı. Bütün bir ay boyunca o konser senin, bu şenlik benim gezdirdi. Teslim için  Ankara’ya arabayla götürecekti, ama Ankara’ya kar yağınca, Bolu Dağını düşünerek, Ege’yi tek başına uçakla gönderdi. Hava alanına giderken, kendisi asker parkası ve kamuflaj şapkası taktı, Yaylalar, Yaylalar çığırarak, kardeşine tam bir asker uğurlama yaşattı. Ege de ablasından geri kalmadı, sanki Yemen’e gidiyor, telefonda bütün Türkiye ile görüştü yanılmıyorsam. Şu an itibarıyla oğlumuz teslim oldu, hayırlı teskereler diliyorum. Bir ay sonra artık askerlik de bittiğine göre evlenmek için mümeyyiz sayılır. Kısa mısa anlamam, oğlumuz asker oldu, bize ne oluyorsa fena halde havalıyız.

Köy hayatına gelince; Mart ayı bu yıl da, geçen sene olduğu gibi kazma kürek yaktıracak belli ki. Sözüm ona derece olarak hava sıcaklıkları fena değil, ancak resmen iliklerime kadar kar soğuğu hissediyorum.  Önümüzdeki hafta ortasından itibaren yine çok soğuk bir hava dalgası geliyormuş. Zaten cemreler sırasında havanın bozması, hatta kar yağması beklenmedik bir şey değildir. Umarım geçen yıl Mart ayında yağdığı kadar ağır bir yağış olmaz, bu yıl bizim köy çok kar almadı, ancak aşırı ayaz yaptı. Aslında 2 yıldan beri kış ayı bir hafta kış, bir hafta bahar şeklinde geçiyor. Gene bütün bademler, erikler çiçek açtı ve sanırım gene donacaklar.

Muhtemelen bahçede geçen yıl olduğu gibi don hasarı çok olacak, zaten şimdiden bütün lavantalar kurumuş gibi görünüyor. Geçen yıl Mart başında köydeki metruk bir bahçedeki reçellik gülden çelik yapmıştım, çelikler birkaç günde yaprak vermeye başladıktan sonra yağan karda donmuştular. Bu yıl biraz akıllandım, bu kez çelikleri bir saksıya dikip evin içine aldım. Nisan ayında gece sıcaklıkları 10 derece üzerine çıkana kadar evde bakacağım. Ekim ayında ise bahçedeki yerlerine dikeceğim. Umarım bu sefer başarırım.

Bu yıl kış sebze bahçesi de ağır hasar aldı, artık nasıl bir kuru soğuk yedilerse karalahanalar, pazılar bile dondu. Önümüzdeki kış naylonla malç yapacağım, sistemi öncelikle yaz bahçesinde deneyip, öğrenmek istiyorum. Aslında bu ay ağaçlara budama, ilaçlama, yabani otlarla çeşitli yöntemlerle mücadele etme zamanı, ancak bir türlü işlere başlayamıyoruz. Çünkü o kadar çok yağmur yağdı ki tarlalar balçık halinde, çalışmaya uygun değil. Beklenen soğuktan sonra ne halde olacak o da hiç belli değil. Umarım Martın son yarısı havalar iyi gider de ramazan gelmeden işlerin çoğunu bitirebiliriz, yoksa oruçlu işçiyi nasıl çalıştıracağım?

Köyde yaşarken öncelikler sıram, düşünce sistemim tamamen değişti. Çalışırken, son yıllarda kar yağdığı günler işe gitmiyordum, her şeyi telefonla idare ediyordum, kar bir çeşit tatil zamanıydı. Evde tembellik yaparak kendimi ödüllendiriyordum, şimdi ise bu ayda tembellik yapmak zorunda kalmak ceza gibi geliyor.

Gelelim köydeki aksaklıklara, ama önce köyde yaşadığımız krizin bende uyandırdığı anılarla başlamak istiyorum.

Yıllar önce İbrahim Özen, yeni başhekim olmuştu (sonra dekanlık, rektörlük de yaptı). O dönemde hastaneye yeni kısımlar eklenmemişti, bütün hastane; dekanlık, idari bölümler, poliklinikler, laboratuvarlar, derslikler, kantinlerin bulunduğu, en yüksek yeri 4 katlı olan binalar kompleksi halindeydi. Tek istisna, 11 katlı servis bloğuydu. Bu hastane söylentiye göre mimarlık ödülü almış bir binaydı, bana sorsan mimar başarısızlık ödülü almalıydı; çünkü bütün servislerin bulunduğu kata çıkan son derece yetersiz asansörleri vardı, hasta bekleme salonları geçiş koridorundaydı, en mahrem odalara bile elinizi kolunuzu sallayarak girebiliyordunuz, sekreterlikleri yoktu, daha ne sayayım; binada yangın merdiveni bile yoktu. Bence hiç hastane binasına benzer bir yeri yoktu. O kadar kullanışsız bir binaydı ki, yıllar içerisinde; koridorlara, oraya buraya yapılan eklentiler, kapılar ve bir sürü değişikliklerle günden güne iyice labirent halini aldı, şimdi gitsem, yıllarca çalıştığım binada yolumu bulabilir miyim bilmem.

İbrahim Beyin, baş hekim olur olmaz ilk işi, yüksek olan bloğa bir yangın merdiveni yaptırmak oldu. İronik olarak hastanenin tarihinde bildiğim kadarıyla tek yangını işte bu yangın merdiveni inşaatı sırasında kaynak makinesinden çıkan bir kıvılcım başlattı. Yangın intörnlerin yattığı sünger yatağı tutuşturdu, çok çabuk yayıldı, inanılmaz etkili görüntülü ve  çok zehirli dumanlar çıkarttı. Ayrıca içinde mutfak tüplerinin bulunduğu mama mutfağını tehlikeye soktu. Yani eğer hızlıca müdahale edilmese patlamalar olacak, durum çok daha beter hale gelecekti. Trabzon’da itfaiyede ne kadar yangın söndürme aracı varsa gelmişti. Ben ancak yangın söndürüldükten sonra yetişmiştim.

Her musibette bir hayır vardır misali, yıllarca uğraşıp oradan başka bir yere taşınmasını sağlayamadığımız mama mutfağı bu kez mecburen yer değiştirdi. Bunun dışında aklımda kalanlar ise yangından tüpleri kaçıran, kimseyi incitmeden hastaları servisten boşaltan doktorlar ve hastane personeli, solunum cihazındaki hastaları uzaklaştıramadıkları için ailelerini tahliye edip hastalarının başlarında kalan kahraman hemşireler. Yeri gelmişken sağlık personeline yapılan saldırıları bir kez daha kınıyorum.

Köyümüzde an itibarıyla bir çeşit su krizi yaşıyoruz, peki su kriziyle bu olayın ne ilgisi var? Vallahi her iki senaryonun kurgusu birbirine çok benziyor. Yönetici uzun süreli bir sorunu çözmeye çalışırken, yaptığı şey, önlemeye çalıştığı en kötü ihtimale sebebiyet veriyor. Murphy kuralları iş başında mı desem, ne desem bilemedim.

Köyde aslında su meselesi olmaması lazım, şebeke suyumuz orman içindeki kaynaklardan geliyor. Köyde ayrıca tatlı su dedikleri ve bölge halkının içmek için çok tercih ettiği, kaynağı, tadı, deposu, şebekesi farklı çeşmesi de var.  Evlerdeki musluklardan akan su ise birkaç kaynaktan besleniyormuş (ben sadece bir kaynağını gördüm). Orman içinde gözesinin bulunduğu yerde bir depo var, muhtemelen diğer kaynaklarda da bu şekildedir bilmiyorum. Köye gelen suyun ana deposu ise köyden 700/800 metre uzakta, evlerden biraz yukarıda mezarlığın bir yerde bulunuyor. Salgında doğa yürüyüşü yapacağım diye etrafı geze, geze her yeri keşfettim.

Eski depo küçüktü, suyu bazı yıllar yaz aylarında, özellikle de hayvanlara su içirme saatlerinde yani akşam 17/ 21 arasında ihtiyacı karşılamıyordu (Allah tarafından bu saatlik kesintilerden ürküp, eve bayağı kallavi bir su deposu yaptırmıştım, bu hafta can kurtardı). Bu depo bize günlerce yetebilir, ancak bizim Nermin su tasarrufu diye bir şey bilmez, günde en az 50 kere el yıkar, her el yıkamada benim saç yıkadığımdan daha çok su akıtır. Su deposu en alt katta olduğu için suyun üst katlara çıkması için motor çalışıyor. Her musluk açışta, sifon çekişte evde baykuş gibi öten motor sayesinde hiç birimizde uyku filan kalmadı. Malum hepimiz belli yaşın üzerindeyiz, gece WC hiç boş kalmaz. Sabaha kadar bir sifon, bir baykuş sesi, bir el yıkama ritüeli, bitmeyen bir baykuş sesi, bir sifon, bir baykuş, bir el yıkama, bir baykuş, aralarda yarım saat baygın düşüyorsak, bütün uyku o kadar.

Muhtarımızın seçim propagandasında köye daha büyük bir su deposu yaptırmak vardı. Gerçekten de eski deponun 3-4 katı büyüklükte yeni bir depo daha yaptırdı. Ama su kış aylarında zaten yettiği için, yeni depoyu kullanıma sokmak için havaların düzelmesini bekledi sanırım. Geçen hafta Salı günü, yeni depo şebekeye bağlanana kadar birkaç saat su kesintisi olacağını anons ettiler ( duyurular, camiden anons ediliyor). Buraya kadar her şey çok güzel, ancak 2 saat bile sürmeyeceği sanılan su kesintisi tam tamına 3 gün sürdü.

Yeni deponun contalarında bir sıkıntı varmış, onunla uğraşırlarken şebekeye muhtemelen taş ya da bir alet kaçtı ve boruyu tıkadı. Bu kez tıkalı yeri bulmak için şebeke hatlarını kazdılar, bir noktada kepçe çamura battığı için durmak zorunda kaldılar. Depo ile köyün arasında tarlalar, harman yerleri var, bu bölgenin bir özelliği de çok bol suyu var, hatta kendi kaynakları var, bu mevsimde bayağı bataklık halini alıyor. Bu yıl zaten çok yağmur aldık, yerler dize kadar balçık.

Bundan sonra, balçık kısmı atlayıp, suyun köye giriş noktasında, tatlı suyun deposunun hemen yanında, kazı yaptılar, bu noktaya su gelmiyordu. Belli ki kazı yapılan iki nokta arasındaki 400 metrelik boruda bir tıkanma var. Önce iki uçtan hortumlar sokuldu, olmadı. Belediyeden araç getirtildi. Bu arada tuhaf araçlar var, hortumunun ucunda tıkır, tıkır ses çıkartan kırma kafası olan, bizim endoskopi cihazları ( daha da benzer olarak idrar yolları taşı kırma cihazı) mantığına göre işleyen (bizimkinde optik özellik yok, yani hortumun diğer hortum içindeki hareketini gözlemek mümkün değil) bir cihazdı, bu da işe yaramadı. 

Sonunda bir kepçeyi, bataklık alanda gidebileceği son noktalara kadar ilerletip tarlalarda ve iki yeni kazı daha yapıldı. Sonuçta borunun tıkalı olan kısmını 100 metreye kadar indirebildiler. Bu iki nokta arasına toprağın üzerinden salma boru ile bağlantı yaptılar. Şimdi evlerde basıncı az da olsa musluklardan akan su var.

Pazartesi günü bu kez deponun contaları değişecek, umarım suyumuz artık tam randımanlı bağlanır. Baykuş susar.

Bir de önümüzdeki hafta Sibirya soğukları gelecekmiş, muhtarı açıkta kalan borudaki suyun donmaması için, boruyu kapatmaya ikna ettim. O bölgeye makine soksa batar, bence naylona sarıp, saman ile kapatarak boruları donmaktan koruyabilirler. Saman nereden aklıma geldi derseniz, zaten açıkta olan borunun her iki ucunda saman balyası depoları var, yani samanı taşımak bile gerekmeyecek. Toprak kuruyunca da usulüne uygun gömerler artık.

Vallahi baykuş sesini kesince evde 3 gün 3 gece temizlik var.

Askerimiz
Asker uğurlaması, Nil asker kıyafetinde
Gül çeliklerim
Solda yeni, ortada eski depo,
en sağda mezar
Batakta araç tekerlek izleri, solda görünen saman deposu ile arkada en sağdaki saman deposunun arasında su borusu şimdilik açıkta
Borunun tıkalı yerini bulmak için nafile kazılar da yapıldı

KÖYDE SONBAHAR ÇALIŞMALARI, KAPANMA SONRASI ŞEHRİN ETKİNLİKLERİNE KATILMA

Köyde kasım ayı oldukça yoğun geçiyor, zeytin toplama, toprağı kış için havalandırma, bazı tohumları atma, yakacakları hazır etme  zamanı oluyor. Bu sene bizim ağaçlarda zeytin çok fazla değildi, ancak taneleri oldukça iri oldu. Bir de erken olgunlaşmışlar, neredeyse hepsi simsiyahtı. Bahçeden hiç sofralık yeşil zeytin kuramadım, buna karşılık taneler çok güzel olduğundan bol bol sele zeytini kurdum. Yağ da az olmasına karşılık çok kaliteli çıktı.

Bahçeleri  kışa hazırladık, birkaç işçi birden çalıştırdım, bütün meyve ağaçlarının ve zeytinlerin toprağını kazdırıp, altlarına hayvan gübresi koydurdum.

Müstakil evde yaşarken bir de evi kışa hazırlamak gerekiyor, jeneratörü, radyatörleri kontrol etmek, antifrizlerini koymak filan lazım, bu yıl bir de köpek almaya karar verdiğim için onun gezeceği ve gezmeyeceği alanları sınırlamak için bahçenin bazı kısımlarına teller ve 2 tane kapı yaptırdım. Sansarın yuvasını bozdurdum, aslında muhtemelen zaten öldü, çünkü haftalardan beri gelmiyor.

Sonuç olarak köyde ve evde  asayiş berkemal. Bundan sonra en büyük işim gidip kendime bir köpek seçmek olacak.

İki yıllık kapanma sonrasında biraz olsun gözümü açmaya karar verdim. Üniversitenin araştırma etik kurulunda görev aldım. Geçen gün sanata dayalı tıp derslerimden birini anlattım. Hatta belki önümüzdeki dönem seçmeli ders vereceğim.  Öğrenciyi özlemişim. Gene de sınav yapılacak resmi bir ders vermek taraftarı değilim.

Bu günlerde beni asıl heyecanlandıran şey, yerel bir Gastronomi derneği kurulması ve bu dernekte kurucu üye olarak yer almam oldu, çünkü bu sayede birçok özel hevesleri olan insanla tanışma fırsatı bulacağım.

Bu memleketin toprağı böyle bereketli olunca her biri toprağa, suya, tarıma, yemeğe, şaraba, doğaya duyarlı çok ilginç insanlar yaşıyor.  Burada yaşadıkça zamanla; Gökçeada’da, Bozcaada’da, Eceabat’ta, Ayvacık’ta, Bayramiç’te kendi bağı olup, şarap yapan, kendi çiftliği olup, ata tohumlarını üreten, organik hayvancılık yapan birçok kişinin farkında olmaya başladım. Bu insanlardan en azından bir kaçını tanımak istiyordum, neredeyse hepsini birden tanıma fırsatım olacak.

Ayvacık köylerinde birçok küçük güzel otel var, bunların çoğu eski köy evlerini onarıp, onları butik otele çevirmiş. İnternette bu tip bir köy otelinin Kaz Dağlarında doğal mantar toplama etkinliği olacaktı. Mantar toplama etkinliğine önderlik edecek kişi de tanışmak istediğim biriydi.  Önce ormanda mantarları toplayıp, sonra da akşam topladığımız mantarları yiyecektik.

Elbette ben de derhal bu geziye angaje oldum. İyi ki gitmişim, Kaz Dağlarının turistik olmayan, hiç bozulmamış bir bölgesinde orman içerisinde mantar topladık. Bütün mantarları tanımaya çalıştık. Mantar toplamak için özel bir bıçak var, çakı gibi açılıp kapanıyor, en farklı tarafı ise arka tarafında bir fırça olması. Yenilebilir bir mantar bulunca kökünü kesip, üzerini de fırça ile iyice temizleyip, sepete ondan sonra atıyorsunuz. Bu yıl sonbahar yağmurları az olmuş, dolayısı ile mantar da azdı, üstelik belli ki bizden önce becerikli bir toplayıcı orada gezmişti. Gene de bir hayli mantar bulduk. En taze porçini mantarını bulmak bana nasip oldu, çok mutlu oldum.

Aslında hiç mantar bulamasak bile çok güzel bir gezi oldu. Karaçam ormanı, bizim köy ve çevresindeki kızılçam ormanından oldukça farklı. Çünkü karaçam kalem gibi göğe yükseliyor, özellikle başını kaldırıp göğe bakmak istediğin zaman, muhteşem bir duygusu var. Elbette toprak dökülen  yapraklar sayesinde kuş tüyü gibi yumuşak. 

Hatta bir ara köpek dahil hepimiz susarak ve hareketsiz kalarak ormanın ve rüzgarın ağaçlar arasında çıkardığı sesleri dinledik, zaten tertemiz havayı soluyorsun, aniden bütün düşüncelerden arındığın harika bir deneyimdi.

Çeşmelerden buz gibi sular içtik, bir çeşme başında kumanyalarımızı yedik. Yürüdüğümüz alanlarda tepeler aştık, derelerde, vadilerde dolaştık. Yürürken pek anlaşılmadı, ancak bu kadar yürüyüş yapan bana bile ağır geldi, ertesi gün bayağı tutulmuştum.

Akşam ise şömine başında sıcak şarap, kestane daha sonrasında taptaze mantarlardan muhteşem bir yemek. Uzun zamandır neredeyse hiç sosyalleşmediğim için çok iyi geldi.

Tam da bu toplantıya katılmak üzere iken burada tanıştığım birinden Çanakkale Gastronomi Derneği kurma çalışmaları olduğunu ve beni de kurucu üye olarak önermek istediğini öğrendim. Tabii bu teklife balıklama atladım, çünkü kurucu üyeler benim tanışmak istediğim ne kadar doğa, organik tarım meraklısı, uygulayıcı insan varsa neredeyse hepsini kapsıyordu. Ben size eğitim desteği veririm, çok çalışırım, çok hevesliyim diyerek derneğe katıldım.

Dernek ne mi amaçlıyor? Mesela ilk günden hemen bu yöreye özgü ve Osmanlı mutfağında da çok sevilen üzüm turşusu tarifini gön yüzüne çıkartarak başladılar. Mesela fabrikası kapatıldığı için bağları da yok olan bir üzüm çeşidini canlandırmaya ve yeniden aynı şarabı üretmeye çalışıyorlar. Bahsettiğim fabrikada özel bir üzüm çeşidinden  sadece pembe bir şarap üretilirmiş. Bu şarap girdiği her yarışmada ödül alan bir şarapmış. Fakat sanırım sofraya gelen bir çeşit değil ki, bütün bağları yok olmuş. Şimdi bu üzümün asmasından 2 kök bulunmuş, işte bu ana asmalardan şimdilik birkaç asma artırılmış, sanırım birkaç yıl içerisinde yeniden üretime başlanacak.

Ben de tıbbi  ve akademik geçmişimle çeşitli eğitim faaliyetlerinde bulunabilirim diye düşünüyorum. Bunun haricinde kişisel kazancım hem  kaliteli insanlar tanıma şansım olur, hem de örneğin direk üreticisinden susam, buğday alma imkanım olur.

Aslında bu memlekette bazı şehir kaçkını insanlar tanıdım. Örnek olarak yıllarca Almanya’da çalışıp emekli olduktan sonra burada, tamamen doğa içerisinde at çiftliği, ya da hayvan barınağı işleten kişiler tanıdım.

Hatta bu çiftliklerden birinde orman içerisinde serbest atlar eşliğinde yoga yaptığımız bir çalışmamız oluyor. Çünkü buraya geldiğim zaman bulduğum ve sonradan dost olduğum yoga hocam da aslında bir şehir kaçkını diyebilirim. İlk taşındığım zaman şehirde tam boğaz kenarında bir evde oturuyordu, daha sonra şehre yakın bir köyde bahçeli villaların olduğu bir siteye taşındı. Salgın öncesinde ben köyden köye yoga stüdyosuna gidiyordum. Şimdi ise siteleri bir hayli şehir içinde kaldı. Bu günlerde artık atları ile de birlikte yaşayabilecekleri daha ıssız bir köye taşınmayı planlıyorlar.

Benim tanıdığım şehir kaçkınları birkaç cins; bir kısmı zaten buralı, okuyup, meslek sahibi olduktan sonra kendi iradeleri ile organik çiftliklerini yani işlerini, ata topraklarına kurmuşlar. Bir başka kısım ise memuriyet sırasında buraya atanan, ya da emekli olduktan sonra taşınan, hatta gayet metropolitan bir işten aniden ayrılan ve iş yaşamlarının çoğunu şehirde geçirdikten sonra toprağa yakın yaşamayı tercih etmiş insanlar. Bir büyük gurup ise bir ayağı hala büyük şehirde olup, yılın belli kısmını burada geçirenler.

Ben de kendi çapımda artık bir orman köylüsü ve ufak çapta da olsa toprak sahibi olunca, bu insanlarla aşık atamasam da kendi çapımda guruba katacaklarım olacaktır diye düşünüyorum.

AYVA REÇELİ GÜZELLEMESİ

Bu yıl kış sanırım biraz sert geçecek, çünkü çevredeki ağaçlarda ayvalar ve narlar hem çok bol, hem de erken olgunlaştılar.

Bizim bahçede ise durum biraz üzücü. Geçen Mart ayında ciddi derecede kar yağdı ve nar ağaçlarını özellikle genç olanlar soğuk yaktı. Bahçedeki narların hepsi yaz başında kurumuş gibiydiler, neyse ki yazın köklerinden yeniden büyüdüler, ancak bahçede hiç yıl nar yok, ama ayva bayağı bol.  

Toprakla ticari amaç dışında uğraşmanın tuhaf bir tarafı var. Bir sebzenin ya da meyve ağacının o yıl ne kadar vereceğini, hatta verip vermeyeceğini kestirmek zor. Bir yıl bir ürün öteki yıl bir başka ürün bol oluyor, geçen sene çok olan bu sene hiç olmayabiliyor. O yılın hava sıcaklıkları, yağışlar ve kim bilir başka ne gibi koşullar durumu belirliyor.

Ayrıca bahçeye dikilen çoğu sebzenin hepsi bir anda olgunlaşıyor ve bir anda tüketemeyeceğin kadar çok ürünle karşı karşıya kalıyorsun. Tarım topluluklarında yiyeceğin bol zamanlarında, olmayan zamanlar için saklama yöntemlerinin bu denli gelişmiş olmasına hiç şaşmamalı.

Bu yıl ayva bol olunca ben de deneysel ayva marmelatları yaptım. Bunları ufak kavanozlara koyup hediye edeceğim.

Daha önce hiç ayva marmeladı yapmadığım için internetten daha önce denediğim tarifleri hep tutan bir siteden kısa sürede düdüklüde pişirilen bir ayva marmeladı tarifini aynen uyguladım.

Marmeladı yapmak için; düdüklü tencereye soyulmuş ve rendelenmiş 1 kg ayva, 1 kg şeker, 1 klasik su bardağı su ve bir koruyucu poşet içinde 15/20 adet ayva çekirdeği ve istediğim bir baharatı koydum. Düdüklü tencere sinyal verene kadar normal ateşte, sinyal verdikten sonra ise kısık ateşte 10 dakika daha pişirip ayvaların yumuşamasını sağladım.

Düdüklü tencerenin buharını çıkarıp kapağını açtıktan sonra içine dörtte bir limonu sıkıp, sıktığım limonu kabuğuyla reçele koydum. İçine bir tatlı kaşığı tereyağı ekledim (bunun görevi reçelin parlak olmasını sağlamakmış). Reçel fazla suyu buharlaşıp, kıvam alana kadar üzeri açık bir şekilde karıştırarak pişirmeye devam ettim.

Piştikten sonra içindeki limon dilimini, baharat ve çekirdek poşetini çıkarttım. Sıcakken, reçelleri kavanozlara doldurup,  kapaklarını sıkıca kapattım ve kavanozları bir gece ters bir şekilde beklettim. Böylece karanlık bir alanda uzun süre bekleyebilecek reçellerim oldu.

Her reçelin hemen tadına bakmak ve kıvamından emin olmak için küçük bir kaseye örnek aldım, bu kadar kısa süre piştikleri halde gayet güzel pektin oluştu, marmelat iyice jölelendi.

Bu reçellerden birinde baharat olarak klasik ayva marmeladına koyulan tarçın ve karanfil var.

Diğer reçellerden bazılarının baharatları bahçemden; birinde 5 yaprak ıtır, birinde bir tatlı kaşığı lavanta var.

Bir reçele taze baş parmağın ilk boğumu büyüklüğünde taze zencefil, bir başka reçele de vanilya ( yarım vanilya fasulyesinin tohumları, toz değil) kattım.

Hepsinin üzerlerine içinde hangi baharatın ya da aromatik bitkinin olduğunu yazdım.

Hepsi ayrı ayrı çok farklı ve lezzetli oldu.

Ayva çekirdeklerini koyduğum poşet
Rendeleme aşaması
Itır yaprakları
Her şey özenle tartıldı
Mutfak tezgahı üretim bandı haline geldi

BAHÇEYİ NE KADAR EVCİLLEŞTİRMEYE ÇALIŞSAM DA, GİDEREK NE KADAR VAHŞİ BİR YAŞAM ALANI OLDUĞUNU FARK EDİYORUM

Şu sıralar fiziksel yorgunluğun dibine vurdum, bahçeyi kışa hazırlıyorum. Çünkü bu ayda bahçede iyi çalışırsam, bundan sonra ekim, kasım hatta aralık ayı başına kadar ufak tefek dikim işleri devam etse de, mart ayına kadar ağır iş kalmayacak.  

Birkaç hafta içerisinde bahçede nereden biriktiği belli olmayan bir sürü işe yaramaz şey; çuvallar, saksılar, bozuk aletler gibi sayısız çöp birikiyor, onlar atılmazsa yakında çöp dağlarımız olacaktı.

Tabii kış girmeden yılın son yabani ot temizliğini de yapmak lazım, anladığım kadarı ile toprak tohum dolu, bir mevsim ev sık görülen yüksek boylu otları temizleyince, ertesi mevsim onlar azalıyor, güneşi gören bambaşka tohumlar canlanıp, farklı bir ot türü bahçenin baskın otu haline geliyor. Geçtiğimiz mevsim dikenli otlar gösterisi var gibiydi, onları mümkün olduğu kadar tohum atmadan temizlemem lazımdı.

 Bu memlekette, yıllık bitkiler bazen kurumuş gibi görünüp, canlı olabiliyor. Kurumuş bir bitki varsa en az bir yıl yeşerme ihtimaline karşı beklemekte fayda var, eğer gerçekten ölmüş ise bir yıl içinde çürüme ilerliyor. Böyle ölü kökleri topraktan çıkartmazsan, tuzak gibi ayağına takılmaya devam ediyorlar, gerekenleri temizlemeliydik.

Karadeniz’de yabani otları kesip, oldukları yerde bırakırsan, en çok birkaç hafta içinde çürüyüp toprağa karışırlar, burada ise bu şekilde bırakılan otlarda çürüme çok a oluyor, saplar sertleşip odun gibi kalıyorlar. Bunları da zaman zaman yakmak gerekiyor, bahçede böyle yığınlarla kuru sap birikimi vardı, onları halletmeliydim. Bu mevsimde yakmaya korktuğum için çoğunu attım, ufak bir kısmını ise çapaladığımız bir yere küçük yığınlar halinde kümeledim, biraz daha çürüdüklerinde, rüzgarsız bir zaman kollayıp yakacağım.

Bunların üzerine bir de yazın sebze bahçesini ve seranın bitkilerini sökmek, daha sonra da toprağı kışın havalanmaya bırakmak üzere çapalamak gerekiyordu. Bütün bu işleri sadece kendi yapamayacağım, erkek gücü gerektiren işler hariç hepsini yaptım, hafta sonu ise bahçıvanım geldi ve sonuç olarak bahçeyi çiçek gibi yapmış olduk. Hatta ‘bahçe yeni gelin evi gibi oldu’ diye şakasını bile yaptık.

Sonuç olarak geçen hafta boyunca ırgat gibi çalıştım, çok yoruldum ama bu arada bahçenin aslında nasıl bir vahşi yaşam alanı olduğunu iyice anlamış oldum. Doğa hayranlığım yeni bir boyut kazandı.

Bizim ev köyün ilk evi, arkamızda köyün diğer evleri, önümüzde ise köyün biricik asfalt yolu var. Bir taraftan köye dahiliz, diğer taraftan büyük bir orman açıklığının bir parçası olduğumuz için vahşi doğa içerisindeyiz. Orman açıklığı bir teknik terim; genellikle ormanları büyük ölçüde tek tip ağaçlar meydana getirir, bir su kaynağının çevresinde, yabani meyveler, böğürtlenler, çınarlar gibi  bitkilerle dolu bölgelere orman açıklığı deniliyor ve orman hayvanları bu  alanlarda su içiyor, besleniyor.

Bizim bahçenin çok yakınında köyün en büyük deresinin aktığı bir vadi var. İşte bu vadi boyunca çınarlardan oluşan ve sıkça vahşi hayvan geçişini gözleyebildiğimiz bir orman açıklığı alanı mı desem, vahşi hayat koridoru mu desem, (tam olarak isimlendiremedim, ama muhtemelen her iki tanım da doğru) bir alan var.

Çevremizde daha çok tarlalar bulunmakla birlikte, tarlaların kenarlarında, köşelerinde kalan kızılçamlara da bölgedeki en yoğun ikinci ağaç türü olan meşelere de çok yakınız. Orman vasfı bir hayli bozulmuş olsa da, orman içerisinde yaşıyoruz demek mümkün. Hatta bizim bahçenin bir bölümünde önümüzdeki derenin çınarlarından, yan tarlanın meşelerinden var. Bahçenin bu bölgesini gerçek ormana ayırdık, şimdiden bu bölgede bol miktarda olan badem ağaçları çıktı, birkaç çınar ve meşe fidanı belirdi, bunları özenle gözlüyorum, çınar fidanlarından biri artık bebeklikten çıktı, kendini kurtardı, bakalım diğer fidanlar kurtarabilecek mi?

Bunu uzun uzadıya yazma sebebim, yandaki arazinin de bir bölümü tarla iken özellikle vadiye bakan kısmı bizim gibi orman terk edilmiş haldedir. İşte bu komşuluklar sayesinde yaban hayatı bizim bahçede de oldukça canlı bir şekilde devam ediyor.  

Bahçenin artık son ot temizliğini yaparken bir sansarın bizim bahçeye yerleşmeye çalışmasına şahit oldum. Önce bahçenin her yerinde kırmızı orman meyvesi ile beslendiği aşikar olan bir hayvanın dışkısını görmeye başladım. Tabii hemen bu dışkının sincap dışkısı olamayacak kadar büyük, mesela bölgede daha önce gördüğüm çakal (zaten çakal bu kadar vejetaryen beslenir mi bilmem) dışkısı olamayacak kadar da küçük olduğunu fark ettim.

Bu arada komşumuzun kedisinin yavrularından birinin hastalandığını fark etmiştim, veterinere mi götürsem derken, yavru ortadan kayboldu. Geçen hafta başında onun ölüsünü bizim arazide normalde yaşadığı yerden oldukça uzakta buldum. Tabii çok üzüldüm, muhtemelen küçücük yaşına bakmayıp, ölmek için kendi yaşam alanından uzağa gitmeye çalışırken, buraya düştü ve öldü diye düşündüm, üzerine birkaç kürek toprak atarak, daha sonra bahçıvanıma attırmak için orada bıraktım.

Ertesi gün bahçede, evin önündeki dekoratif taş duvarların dibinde yeni kazılmakta olan hayvan ini buldum. İlk gün (henüz tam kazılmadığı belliydi, içinde yavru filan da yoktu)  büyük bir acemilikle ini toprakla kapattım. Ertesi gün kontrol için gittiğimde inin yeniden kazılmaya başlandığını ve kedi ölüsünün de inin yakınına kadar getirilmiş olduğunu gördüm. Gece kameralardan bakınca bir sansarın bahçede fink attığını gözümüzle de görmüş olduk. Meğer bu hayvan yan bahçede yaşıyormuş, yazdan beri geceleri bizim bahçeyi ziyaret ediyormuş, galiba beğenmiş olacak ki, artık ambarını bizim bahçede inşa etmeye karar vermiş. Belki de yavrulamak için de burayı seçti bilemiyorum.  Aslında sansar sebze köklerini yemeseydi, ona bahçemde oturma izni çıkarabilirdim. Sansar yumurta çalarmış, tavuk boğarmış (bende yok, komşum düşünsün diyebilirdim), kediden ise korkarlarmış, (gene de ölü kedi yavrusunu görünce dayanamadı galiba). Kış için boğduğu tavuklardan bir kaçını gömer ve çürütürmüş, uygun mevsimlerde de vejetaryen beslenirmiş. Bu kış Nermin’in diktiği pırasaları yememiş olsaydı, bir de duvarımı yıkma tehlikesi yaratacak derecede dipten kazmasaydı belki kalmasına göz yumabilirdim. Çünkü inlerini 3 metre kadar uzatabiliyorlarmış.

Bir yere dadandı mı, hele de orada yavruladı mı, artık yıllarca oradan ayrılmazmış. Bir düşündüm, duvarları alttan oyacak, o kadar özenerek diktiğim, baktığım sebzelerimi yiyecek, yok olmaz onun bahçede kalmasına izin veremem. Böylece sansara istenmeyen mülteci muamelesi yaptım, gene de onun yaşam alanına ben sonradan geldim diye kansız bir geri püskürtme operasyonu gerçekleştirmek istedim.

İlk gün kapattığım ve mültecinin yeniden kazdığı ini bu kez kapatmadım, içine ve çevresine bir şişe beyaz sirke döktüm. Ertesi gün ine hiç dokunmadığını gördüm, kedisini de bahçenin başka bir yerine taşımıştı. Bir gece daha geçtikten sonra ini gene dokunulmamış şekilde bulunca bahçıvana büyükçe bir taşla kapattırdım. Galiba acayip koku hayvanı oradan uzaklaştırdı.

Benim de aklımda korku filmi gibi bahçede oradan oraya dolaşan kedi leşi kaldı. Sirke kokusunun bu kadar işe yarayacağını düşünmemiştim, ama aniden gelen bir ilhamla galiba doğru çözümü bulmuşum.

Diyorum ya, 60 yaşıma kadar yaşadığım evrenden çok daha farklı, adeta paralel bir evrende yaşıyorum.

sirke sansarın keyfini kaçırdı
Bahçede kendiliğinden yer elması çıkmış
Fideciklerim büyüyor
Çevrede yaban hayvanı izi, ini görmeyi öğrendim

BAHÇEYE SARDIĞIMDAN BERİ ENERJİK BİR ŞEKİLDE ORGANİK GÜBRE DAVASI GÜDÜYORUM, BOK YOLUNA NELER YAPMADIM Kİ

Evde her zamankinden daha fazla zaman geçirince kendimi bahçe işlerine kaptırdım. Daha önce bizim kızlar bahçeli evde oturduklarından bu işleri biliyorlar, ayrıca köyümüzden bir iki kişi de ağır işlere yardıma geliyordu, ben kendimi hiç bahçe işlerine bulaştırmıyordum, benim işim hasat yapma ve ürünleri yemeğe dönüştürme işiydi. Yardıma gelenlerden esas işe yarayanı tam zamanlı çalışmaya başladı, gaydırı gubbak olanı ise bizi söğüşlemeyi iyice artırdı. Sonuç olarak bir anda köyden yardım almamaya karar verip, şehirde oturan biriyle istediğim zaman gelecek şekilde anlaştım. Bu adamı ancak ayda bir filan almaya başladım, hayret verecek şekilde ayda bir gün çalışarak, öncekinden çok daha fazla iş yapıyor.

Ben de evde mahzur kalınca önceleri bahçenin yabani otlarını  azaltma işlerine başladım.  Bahçede kimyasal kullanmak istemediğimiz için bu iş oldukça zahmetli ve zaman alan bir uğraş haline geldi, haftalarca her gün saatler boyunca döne, döne ot mücadelesi yaptım. Bütün bahçenin otlarını temizledim dediğim anda, ilk temizlediğim yerdeki otlar yeniden büyümüş oluyor. Her şeye al baştan başlıyorsun. Hiç spor salonuna gitmen gerekmiyor, durduk yerde kilo bile kaybediyorsun, sonuçta hem bahçe hem de bedenim bu işten karlı çıktı. Bir mevsim sonrasında ise yaban otları neredeyse yarıya indi, böyle gözle görülür başarı sağlayınca bahçe işlerine hevesim arttı.

Böylece ağaçlara nasıl bakacağımı araştırmaya başladım, her biri için organik ilaçlar yaptırdım veya aldım. Budama, kök havalandırma, sulama, ilaçlama zamanlarını ve özelliklerini öğrenmeye başladım.

Bu yıl daha önce verim almayı bir türlü başaramadığımız asmalara güzelce bakıp, bol miktarda üzüm alınca kendimi iyiden iyiye yüreklenmiş buldum. Böyle gaza gelince de bu kışın sebze bahçesini de ben hazırlamak istedim.

Geçen yaz zaten içini kumlu toprakla doldurttuğum bir köklü sebze bahçesi inşa ettirmiştim. Patates, havuç gibi ilk denemelerimizi aculluktan çabuk topladığımız için pek verim alamamıştık. Bu yıl bu bahçeye biraz daha kum, toprak gübre karışımı doldurttum. Önce sadece bu bahçeyi ele alacağımı düşünüyordum. Buraya patates, sarımsak, havuç gibi sebzeler ektim. Geçen yıldan acemiliklerimizden ders alarak daha seyrek çıkmaları umuduyla, havuç tohumlarını mısır unu iyice karıştırarak serptim ve tohumların yarısını bir ay sonra ekmek üzere sakladım. Şimdi kartal gibi bitkilerin çıkmasını gözleyeceğim, sık çıkanları elimle seyrelteceğim ve tabii hasat için olgunlaşmalarını bekleyeceğim.

Bu bahçeye diktiğim patateslerden birkaç fide çıkmaya başlayınca iyice delirdim, bütün kış bahçesini ben yapmak istedim. Hiç üşenmeyip, oldukça yeterli bir sebzelik yaptım, eğer diktiğim bitkilerin %70i bile olursa bu yıl pazarcılık bile yapabilirim. Tabii biraz abartıyorum. Eğer bu bahçede de yeterli sonuç alırsam kendimi neredeyse bahçıvan kabul edeceğim. Bundan sonra artık tohum ayırma ve fide yapma gibi daha incelikli işleri öğrenmeye çalışacağım.

Tabii, toprağı beslemek ve güçlendirmek ilk kaygım olmaya başladı. Bir taraftan geçen yıllarda doğru dürüst iş yapmayan işçilere verdiğim parayla kaliteli toprak, törf, solucan gübresi filan alırım diye düşünüyorum. Diğer taraftan, her sorduğum kişi önerdiği için gene de doğal hayvan gübresi arıyorum. Bizim köy hayvancılık yapan bir köy hatta her iki komşumun da inekleri var. Daha önce koyun gübresinin, inek gübresine göre daha çok besin verdiğini öğrenmiş ve onu da denemiştik. Ancak koyun gübresi toprağı besliyor beslemesine ama inanılmaz derecede yabani ot çıkartıyor. Yani inek gübresini tercih ederim. Fışkının gübre olabilmesi için açık havada aylarca iyice kuruması gerekiyor.

İnek gübresini komşumuzdan alıyorduk, fakat her nedense iki yıldan beri vereceğim dediği halde bir türlü gübre vermiyor. Adama kızamıyorum bile, çünkü o kadar yalvarttı ama gübresini sakınıyor, buna karşın her sene çuvalla soğan, kilolarla sarımsak, sepetler dolusu nar getiriyor. Nasıl iştir çözemedim. Ya işten çıkarttığım eski bahçıvan köylüleri bize bahçe işi yapmasınlar diye örgütledi, ya da buraya dışarıdan gelenler hep hayvan gübresi kullanınca gübre kıymete bindi. Sebep nedir bilemiyorum ama köyün içinde yaşayıp da gübre bulamamak tuhaf bir durum.

Ben gene de kuyruğu aşağı indirmedim. Bu bahçeye hayvan gübresi bulacağım. Ziraat bankası müdürlüğünden emekli olan Arhavili bir arkadaşım var, ona havale ettim, komşu köylere de sorduruyorum. Bu arkadaşımın bir de at çiftliği olan tanıdığı var. Avrupa’da at gübresi de kullanılıyormuş, üstelik bu gübre zararlı böcek filan barındırmazmış diye duymuş. Geçen gün birlikte Lapseki’ye kadının at çiftliğine gittik. Gübre yığınını kürekleyip, çuvallara doldurduk, 5 çuval gübreyi arabamın arkasına atıp eve getirdim, şimdi kenarda iyice kuruyup olgunlaşmayı bekliyorlar. Bundan 10 sene önce böyle bir şey yapacağımı rüyamda görsem şaşırırdım.

Bahçe işlerine sardım ya burada şarapçılık oldukça önemli, hele bağ bozumları bütün Eylül ayını bir festivale çeviriyor. İki  hafta sonu üst üste, hem  bağbozumuna yardım etmeye, hem de bu bağlardan yapılan şarapların tadımı  için Eceabat’a gittim. Eceabat’ta zaten bol miktarda bağ ve oldukça önemli şarap üreticileri vardı, son yıllarda bunlara çok lüks otelleri de olan iki üretici daha eklendi.

Defalarca söylediğim gibi paralel evrenlerde yaşıyorum. Audi Q5 lüks jipimle, bir gün 5 yıldızlı bir otelde şarap tadımına gidiyorum, ertesi gün at boku taşıyorum.

şarap tadımı

tadım yaptığımız oda

at çiftliği hem Lapsekiyi hem de karşı kıyıdaki Geliboluyu görüyor

At çiftliği diğer taraftan köprüye sadece bir kilometre uzakta

AĞLAYA İNLEYE YANDI ÇALILAR, AĞAÇLAR, GERİDE KOCA BİR KÜL ALANI VE ADRENALİN ARTIĞI BEN KALDIK.

Ben bu ıssız köye hayatımdan heyecan miktarı azalsın, huzur içinde yaşayayım amacıyla gelmiştim. Şu var ki, ‘asude olam dersen eğer gelme cihane, meydane düşen kurtulmaz seng-i kazadan’ şiiri beni anlatmaya çalışmış galiba, aramasam da heyecan, adrenalin gelip beni buluyor.

Geçen hafta yukarıdaki köye doğru günlük yürüyüşlerimden birinde ufak bir orman yangınına denk geldim. Yukarı Okçular köyü bizim köye çok yakın, nüfusu çok az, küçük bir köy. İnsanların ortak kullanım alanları sadece cami ve karşısında bir köyün olmazsa olmazı kahvehane, bakkal bile yok, sabahları bir araba ile ekmek geliyor, sütlerini sağıp, bizim köydeki süt toplama yerine taşıyorlar.

Bizim evden o köyün ilk evine 2, son evine kadar olan mesafe yaklaşık 3 kilometre, son evi gözümü kestirmişim, aşağı yukarı her gün, sondaki evin önüne kadar yürüyüp geri geliyorum. Kolumda bilezik gibi bir adım ölçer var, bu gittiğim yol bazı günler 8500 adım bazı günler 9000 adım tutuyor. Böylece günün kalan zamanında nasıl olsa 10000 adımı yaparım düşüncesi ile bu parkuru yürüyeceğim günlerde koluma bileklik takmıyorum. Üstelik bu yol, giderken her adımda yükseldiğim  (benim evin denizden yüksekliği 270 metre, yürüyüş yolumun son noktası 400 metre), dönerken her adımı yokuş aşağı attığım bir güzergah olduğundan, bayağı seviyorum ve sıkça kullanıyorum.  Yukarı köy ahalisi hatta kedileri, köpekleri bile beni iyice tanıdı.

Bu köy bir sırt boyunca uzanan 2-3 sıra sokaktan meydana geliyor,  konumu nedeniyle, manzarası bizim köyden bile güzel, tüm boğazı görüyor, ama kışı bizim köye göre en az 5 derece daha soğuk.

Benim önüne kadar yürüdüğüm ev (modern dağ evi havasında taş ve ahşaptan yapılmış tek katlı bir ev), aslında DOĞTAŞ firmasının kurucusunun son yıllarını geçirdiği 50-60 dönümlük içinde her türlü meyve ve hayvanın olduğu bir çiftlik. Yaşlı adam ölünce, evlatları bu evi elden çıkarmadılar, mülke köyden bir bakıcı tuttular, zaman zaman firmanın genel kurulunu bu evde yapıyorlar. Bu günlerde köyümüzde ferrariden, adını bilmediğim bin bir lüks arabadan geçilmiyor.

Geçen hafta mutat yürüyüşlerimden birinin dönüş yolunda, köyden aşağı doğru inerken, köyün ilk evinden 100 metre mesafede 2×2 metre büyüklüğünde ufak bir anız yangını gördüm (çıkarken yani 20 dakika önce bu tarlada hiç kimse olmadığından eminim).

Aklımdan, bu kadar rüzgarlı bir havadan neden anız yaktılar ki, üstelik yaktıkları yerin yanında bile değiller, tarla da çok kuru, hatta saman balyaları bile tam toplanmamış, şimdi yangın büyüyecek  düşünceleri geçti.

Köyün bu ilk evi ile hoş geldiniz tabelası arasında 300-350 metre mesafe var, yol burada bir tepeyi dolaştığı için oldukça virajlıdır. Gördüğüm ilk yangın ne köyden görünüyor, ne de ben tarlanın alt ucunu görebiliyorum.

Burada tarlaların sınırlarını belli etmek için genişliği 50 santimden birkaç metreye kadar değişebilen bir arazi sürülmüyor, yabana bırakılıyor. Böylece hem otlayan hayvanların kolayca aşamayacağı doğal bir çit oluşuyor, hem de doğal flora, tarlaların arasında kesintisiz devam edebiliyor. Bu kısımda tarla ile yol arasında en az 3-4 metre genişliğinde boşluk bırakılmış, böylece yolun iki yanında tarlaları gözlerden saklayan, çalılardan ve yaban ağaçlarından oluşan dar ve uzun orman şeritleri var.

Gide gele bu şeritlerdeki kalıcı bitkileri ezberledim, bol miktarda böğürtlen, kuşburnu, güvem (yabani erik), yabani kızılcık, ahlat, alıç, yöresel adı balık bayıltan olan bir cins ağaç, meşe, yabani asma, kavak, incir gibi ağaçlar. Bunların hemen gerisindeki arazilerde ya ceviz, zeytin gibi ağaçlar dikili, ya da sebze bahçeleri var, ama çoğunluğu buğday tarlası.

Köye yakın kısımda  yolun bir yanında tarla alanları oldukça geniş, ama diğer tarafta bir dar ve uzun bir sıra tarladan hemen sonra doğal kızılçam ormanı başlıyor. İlk gördüğüm anız yangını, köye gelen elektrik direklerine çok yakın olduğu için oldukça tedirgin oldum.

Aklımdan acaba birilerine haber vermemi gerektiren bir durum mudur diye geçiriyorum, çünkü burada her zaman buğdayları kesip, balyaları topladıktan sonra tarlayı yakıyor, itfaiyeci gibi söndürmeyi de beceriyorlar. Belki tarlanın aşağısında insanlar vardır, onları uyarayım diyerek adımlarımı hızlandırdım. Gerçekten  de, tarlanın aşağısında, tam köy tabelasının yanında yol kenarında bir çalının yandığını ve onun arkasında birkaç kişinin olduğunu gördüm.

Bundan sonrası gerçekten çok korkutucuydu.

Tam ben adamlara bu rüzgarda neden yaktınız bağırmaya hazırlanırken, çalının üzerindeki ateş birden bire kavak gibi göğe kadar yükseldi, bir anda yanındaki ağaçların üzerine yattı. Bundan bir saniye sonra en az 20-30 metre genişlikteki alan alev aldı. Alevler ışık gösterisi ya da perde gibi önce göğe yükseldi, sonra yolun üzerine yattı ve bir anda yol yanıyormuş gibi asfalttan alevler yükseldi.  

Tam da köy elektrik tellerinin yolun bir yanından diğer tarafına geçtiği nokta olduğundan elektrik tellerinin kablolarının yanık kokusu burnuma doldu (ben o şaşkınlıkla galiba saçlarım yandı diye düşündüm, ertesi gün yanık telleri görünce kokunun kaynağını anladım).

Bir anda yolum alevler tarafından kesilmiş oldu, ben yangının diğer tarafında kaldım. Ağaçlar yanarken inilti, uğuldama hatta ağlama diye tarifi çok mümkün olmayan, bir kere duyanın asla unutmayacağı bir ses çıkartırlar. Birkaç dakika önümde alevler, kulağıma ağaçların inlemeleri, burnumda yanık plastik kokusu öylece kalakaldım.

Sonra rüzgar alevleri yoldan kaldırıp, çalıların diğer tarafındaki tarlaya yatırdı. Ben hızlıca aşağı doğru, bizim köye doğru koşarak yangın bölgesinin aşağısına indim ve durumun düşündüğümden daha da vahim olduğunu fark ettim.

Çünkü; alevlerin arkasındaki tarlada yanan bir traktörü vardı, arkasına yüklenmiş balyalar kor haline gelmişti. Etrafındaki  adamlar tamamen traktördeki yangına odaklanmışlardı,  balyaları araçtan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Lastikler yanacak, balyaları atamıyorum gibi panik konuşmaları duydum. Etraftaki yangının ciddiyetinin ne kadar farkındaydılar bilemiyorum.

Muhtemelen, traktörde sigara içerken, kül uçup arkadaki balyaları tutuşturdu. Hızla hareket edince yanan balyalar  traktörden düşerler düşüncesi ile traktörü tarlanın aşağısına kadar sürdüler. Ama, balyalar düşeceğine akkor hale gelmiş, araç  direksiyonda oturulamayacak kadar ısınmış, sürücü yere atlamış, orada ne yapacaklarını bilmeden debeleniyorlar. Hiç birinin yangını kimseye haber verdiğini de sanmıyorum, çünkü  etrafı fark bile etmiyorlar. Üstelik bulundukları yer köyden de görünmüyor, köyden başka birilerinin yangını görüp, itfaiyeyi arayana kadar dünya zaman geçer.

İhbarı yapan kişi ben olmalıyım, fakat bir türlü aklıma 112 gelmiyor, bizim muhtarı ve yukarı köyden bir tanıdığımı aradım, orman yangın hattına ve köy halkına haber ulaştırdım. Gene de yardım istemek için hızlıca kendi köyümüze doğru inmeye devam ettim.

Neyse daha köye varamadan,  yukarıdaki gözlem kulesi tarafından orman aracının geldiğini gördüm. Köy meydanına ulaştığımda bu kez Umurbey tarafından gelen itfaiye arabasını gördüm, ben daha eve girmeden Çanakkale tarafından da 2-3 yangın aracı geldi. Artık gözetleme kulesinden mi fark edildi, yoksa ilk ihbarı bizim muhtar mı yaptı bilemem, ama çok hızlı bir müdahale oldu. Yangının çıktığı anla itfaiyenin yetişmesi arasında en çok 15 bilemedin 20 dakika vardır. Bu kadar erken müdahaleye rağmen oldukça geniş bir alan yandı.

Yangın çok ufak bir yerde yolun karşısına da geçmiş, ama asıl köyün tabelasının yanından, ilk eve kadar 350-400 metre boyunca yolun kenarındaki 3-5 metre genişliğindeki çalılar, ağaçlar yanmış. Neyse ki elektrik telleri sadece alazlanmış, yolun karşısındaki içinde mazot, traktör bulunan depoya, odun yığınına sıçramamış. Wifi direğine ve köyün ilk evine 50 metre kala söndürülmüş.

Ertesi gün yangın yerini görmeye gittiğimde hem deponun hem de ilk evin sahibinden bir sürü dua aldım. Kendimi kahraman gibi hissettim, uygun bir şekilde kriz yönettiğimi düşündüm, ama her adrenalin patlamasından sonra olduğu gibi günlerce etlerim lime lime yandı, ayak parmağımdan başımın tepesine kadar her yerim saatlerce işkence görmüşüm gibi ağrıdı.

Elektrik direklerine, saman balyalarına, ormana, köye ve yancı maddelere yakınlığı nedeniyle eğer bu kadar erken müdahale edilmeseydi sonuçları çok ağır olabilecek bir yangındı.

Günlerce yanan ormanları düşünmek bile istemiyorum.

solda depo, sağda yanan şerit
Yolun yanlarındaki normal yaban alanı
Yangın odun deposunun olduğu tarafa sadece bu kadar sıçradı
Yangının köye ulaştığı kısım
Yangının başlama noktası, önümdeki asfalt 20 metre boyunca alev saçıyordu. sadece bir kaç dakika içinde çalılardan eser kalmadı

BİR YANDAN HASAT VE KIŞ HAZIRLIKLARI YAPIYORUM DİĞER YANDAN BAHÇEYİ KIŞ İÇİN, KENDİMİ BAHÇIVANLIK İÇİN HAZIRLIYORUM

Acemi bir bahçıvan olarak yaptıklarımla oldukça gururluyum. Yaptığım ve yapmayı düşündüğüm birkaç bahçe işini yazmak istedim.

Birkaç günden beri havalar mevsim normallerinin çok altında seyrediyor, sanki ekim ayındayız. Zaten bu yıl bu mevsimsiz hava koşulları bahçeleri bir hayli zora soktu. Örneğin incir ağaçlarının üzeri incir dolu ancak geceleri hava o kadar soğuk ki, zavallıcıklar ne büyüyebiliyorlar ne de olgunlaşabiliyorlar.

Havalar böyle gidince yazlık sebze bahçesinin içi de 2-3 hafta erkenden geçti. Biz gerçek anlamda salça yapmayı beceremiyoruz, domates biber sosu yapıp onları salça niyetine kullanıyoruz. Bahçede olanlarla bu sene yetecek kadar sosu yaptık, sanırım bu hafta son bir kez karışık Balkan soslarından birkaç kavanoz hazırlayacak kadar sebze hasadı yaparız, sonra da bahçeyi sökeriz.

Turşu olarak kornişon ve halepenyo biberi turşusu kurdum. İncir, üzüm, elma, alıç, bal, aklıma gelen her şeyden sirke yapmayı da deneyeceğim (şimdiye dek sadece elma sirkesi yaptım).

Bu yıl ilk defa üzümlere biraz daha bilinçli baktığım için bir hayli meyve verdiler. Asmaların birazını hasat ettim, diğerlerini ise birkaç gün sonra hasat edeceğim.  Bir asmanın üzümünün kurutulan üzüm olduğunu anladım, dalında iyice olgunlaştırdıktan sonra kurutmayı düşünüyorum. Koyu renkli üzümlerden MUKE usulü şıra yapmayı deneyeceğim. Bu yıl çok bol üzüm veren ancak meyvesini hiç beğenmediğimiz için kesmeyi düşündüğüm bir üzümden de pestil yapmaya çalışacağım, eğer güzel olursa asma canını kurtarır, olmazsa zaten kesmeyi kafaya koydum.

Güvemler, böğürtlenler, kuşburunları da tam olarak olgunlaştı (Alıç için biraz daha zaman var).  Kara mürverler de olgunlaştı (bizimki henüz çok genç bir ağaç olduğundan meyvesi çok az oldu). Yukarı Okçular köyünde (evden 2 km uzakta bir köydür, belli bir yerine kadar yürüyünce günlük on bin adımımı atmış oluyorum) çok güzel mürver ağaçları buldum ve bu gün topladım ve ev yapımı şurup hazırladım.

Açıkça görüldüğü gibi kuşatmaya hazırlanır gibi kış hazırlığı yapıyorum (Kış hazırlıkları bana hep Elazığ’daki mecburi hizmet günlerimi hatırlatır, böylece gençliğimi de anmış oluyorum).

Bir yandan da kış bahçesini hazırlamaya başladım.

Geçen yıl, bir köklü sebze bahçesi yaptırmıştım. Bahçenin bir kenarında 2 briket yüksekliğinde bir duvar ördürüp, bu alçak duvarla, bahçe duvarı arasında kalan kısma kum ve toprak dökerek içini doldurttum. Geçen yıl buraya sadece eve aldığımız ve zamanında tüketemeyerek köklendirdiğimiz patates kabuklarını dikmiş, bir iki paket de havuç tohumu atmıştık. Ve tabii bir hayli acemilik yapmıştık.

Mesela havuç tohumlarını öylesine serptik, tohumlar aşırı ufak olduğu için fideler üst üste çıktı, ne kadar seyrettiysem de bir türlü istediğim kadar seyreltemedim. Bir de meraktan gereğinden çok erken çektik, havuçların ortaları tahta gibiydi. Demek ki bizim tarlada havuç olmuyor diye düşünürken, erken çekilen bütün havuçların ortalarının böyle sert olduğunu öğrendim. Gerçekten de bir ay sonra, nasılsa orada kalmış bir havucu sökünce aslında ne kadar güzel havuç yetiştiğini anladım.  Bu yıl tohumları mısır unu gibi bir şeyle iyice karıştırıp, öyle serpmeyi düşünüyorum, seyrekleştirmek de kolay olur. Ve tabii, toplamadan havuçların olgunlaşmasını bekleyeceğim.

Patatesler ise geçen yıl da gayet iyi oldu, gene sabırsızlanıp erkenden çektiğimiz için onlar da çoğunlukla küçüktü, bir sürü minik patates çıkarttık.  Bu yıl onları da yeterince bekleteceğim.

Bu sene ise kök sebze bahçesine bakım yaptım, bir miktar daha kum ekledim, bol miktarda yanık inek gübresi ve leonardit (fosil gübre) de serptim. Böylece hem bahçenin besin miktarını artırmış, hem de kumlu toprağın derinliğini artırarak, köklere daha fazla uzama olanağı sağladım sanıyorum.

Yeni bakım yaptığım bu bahçenin bir kısmına köklenmiş patates kabuklarını, bir kısmına sarımsak dişleri soktum, kalan kısmına da ay sonu gibi havuç tohumlarını serpeceğim.

Bir Karadeniz kızı olarak lahana çeşitlemesi bahçesi hazırlamaya da giriştim. Bahçede geçen yıldan kalma birkaç karalahana ve pazı var zaten, yapacağım sebzelik için brokoli, karnabahar, beyaz lahana ve Brüksel lahanası fideleri aldım. (Bu sebzelerden, daha önce sadece bir kez karnabahar yetiştirmeyi başardık, Brüksel lahanaları ise hep oluyor, ancak böcekleniyor, brokoli hiç olmadı, beyaz lahanayı denemedik bile. )Uzun lafın kısası bu acemiliğimle daha önce başaramadığımız bir alana el atmış oldum. Bakalım sonuç ne olacak?

Bahçenin bir bölümünde meyve ağaçları var, bu ağaçlar henüz oldukça küçük oldukları için pek öyle güneşi kesmiyorlar. Bu tarafta çok miktarda ayrık otu vardı, geçen yıl onları zirai ilaçlarla bir hayli azaltmayı başarmıştım. Son iki mevsimde ise artık zehir kullanmadım, sadece bitki köklerini olabildiğince çekerek, ya da henüz tohumlanmadan keserek, bahçeyi yaban otundan bir hayli temizlemeyi başardım. Güzelce çapa da yaptık.

Uzun sözün kısası, elimde, yaban otlarından temizlenmiş, çapalanmış çok az gölgesi olan bir bahçe parçası var. Zaten çapalanmış olan bahçede kazma ile uzunca iki kanal açtım, bu kanalların içerisine biraz inek gübresi, biraz iyi toprak koyup, iyice çamur olana kadar suladım, bu çamurun üzerine de zararlılara karşı gülleci bulamacı döktüm (yanık kireç ve kükürtten yapılan ve bitki zararlılarına karşı gerçekten etkili olan bir ilaç). Bundan sonra aralıklarla fidelerimi diktim, kenarlarını toprakla doldurdum, üzerlerine tekrar su döktüm. Bu arada tutmaları için bol bol dua ettim. Başarılı olursam çok ama çok mutlu olacağım. Ben fideleri diktikten sonra 2 gece üst üste yağmur yağdı, bunun da lahanalarımın güzelce büyüyeceğine dair, ilahi bir işaret olmasını diliyorum.

Bahçenin bu tarafına zamanı gelince bakla ve bezelye de dikeceğim. Böylece yaz sebze bahçesi bütün kış boş kalacak. Burası için düşündüğüm toprak zenginleştirme işlemlerinden biri mutfak artığı sebzeleri biriktirdiğimiz yerde oluşan kompostu serpmek. Yapmayı planladığım diğer ilginç şey ise geçen yıl kopardığım yaban otlarını, kuru meşe yapraklarını karıştırıp, çınar ağacının altına yığmıştım. Bu yığıntı oldukça bir miktarda humus toprağı halini aldı. Bu yıl kopardığım otları başka bir alanda biriktirdim, birazı humus, birazı kuru dal şeklinde duruyor. Bu kuru otları ve meşe yapraklarını sebze bahçesi yapacağım kısma getirip yakacağım. Külleri ve humusu bahçeye sereceğim. Belki yeniden bol miktarda yaban otu olur ama toprağı bir hayli zenginleştirir diye düşünüyorum. Zaten bahçede hiçbir şeyi ziyan etmemeye çalışıyorum, yağmur oluklarında biriken mil toprağını da tekrar bahçeye seriyorum.

Bütün bunları böyle ayrıntılı anlatma sebebim, ilk kez ciddi anlamda bahçe ile ilgileniyor olmam. Bizim bahçe ile Nermin ilgileniyordu, ama gördüğüm kadarıyla onun gücü bir şeye yetmiyor, bu yıl bahçe işini ben ele aldım, önce yaban otu mücadelesi, zeytin ve asmalara bakım filan derken kendime güvenim geldi. Şimdi bitki dikme, tohum alma işlerini öğrenmeye başladım, bu yıl fide yapmayı da öğreneceğim.

Salgın günlerinde bahçeye merak sardım, sanırım bu uzun süreli sosyal izolasyonun bana birkaç faydası oldu. Şimdi düşününce bahçeyle ilgili çok fazla şey öğrendim ve yaptım, bir sonraki yazıda bağbozumu yazmayı planlıyorum.

Birkaç üzüm
Kök bahçesi
Hayatımda diktiğim ilk fideler

KÖYDE HASAT (BU MEMLEKETTE SEBZE MEYVE CENNETTEN İNMİŞ) VE DÜĞÜN ZAMANI..

Bu memlekette olan meyve sebze, ne kadar güzel olabilecekse o kadar güzel oluyor. Bizim köy Lapseki’ye yakın bir yerdedir. Bizim köy biraz yüksekte kalsa da 3/4 kilometre aşağımızda şeftali bahçeleri başlıyor, Umurbey’den Lapseki’ye her yer şeftali bahçeleri ile dolu.

Eskiden sadece eti pembe beyaz olup, çekirdeğinden ayrılmayan, bir de eti sarı olup, kolayca çekirdeğinden ayrılan iki tür şeftali bilirdim. Son senelerde bir de tüysüz şeftali (nektarin) çıkmıştı. Buraya gelince hem şeftalinin hem de nektarinin bir çok çeşidi olduğunu öğrendim. Bazıları erkenden, diğerleri daha geç olgunlaşıyor. Bazıları çekirdekten kolayca ayrılırken, diğerleri ayrılmıyor. Meyve rengi de sarı, pembe/beyaz, hatta kırmızı bile olabiliyor. Nektarinin de beyazı var, erken geleni var, eriğe benzeyeni, tüysüz şeftali şeklinde olanı var. O kadar ki mesela Bayramiç beyazı (Lapseki’de de yetişiyor) adıyla coğrafi işaret almış nektarin çeşidi var. Hepsi de cennetten çıkma, hele de dalından yiyince bir daha meyve beğenemez oluyorsunuz.

Geçen hafta Lapseki’de bir şeftali bahçesini ziyaret ettik, bahçenin sahipleri hem arkadaşlarımın akrabası hem de rahmetli Nasuh Eniştemin ahbaplarıydı. Lapseki’nin meyvesi dalda kalmaz sözünü gerçekleştirecek bir şeftali bahçeleri var, bu aile ticari üretim yaptığı için 6/7 çeşit nektarin ve şeftali ağacı dikmişler, olgunlaşma zamanları değişik olduğundan Hazirandan, Ekime kadar meyve topluyorlar. Biz de yiyebildiğimiz kadar yediğimiz yetmezmiş gibi evlerimize de birere kova dolusu şeftali götürdük. Harika bir gündü.

Bu günlerde bir de kutsal incir mevsimi başladı. Normalde geçen yıllarda Ağustos ayı boyunca incir yemeye başlardık, ancak bu sene incir zamanı Karadeniz’deki gibi Eylül’e sarktı.

Zaten Çanakkale incirleri Ege incirlerinden çok hem lezzet, hem de şekil olarak Karadeniz incirine benziyor. Bizde biri beyaz, diğeri siyah incir veren iki ağaç var. Memleket incirini aramıyor, şimdilik beyaz incir olgunlaştı, bir iki güne kalmaz siyah da yenecek hale gelir.  Geçenlerde Bozcaada yolundaki bir köye (Mahmudiye) gitmiştim, orada  pembe kabuklu ve  çok lezzetli bir incir çeşidi daha tattım. O da lezzet olarak Karadeniz incirine benziyor.  Ne de olsa iki denize de yakın coğrafya. Zaten, Kaz dağları koca kütlesiyle, iklim ve flora açısından Çanakkale topraklarını Ege’den farklılaştırıyor.

Mahmudiye’de de arkadaşımın akrabaları yaşıyor. Bu bölge de bilindiği gibi domatesleriyle ünlü bir bölgedir. Hafta sonunda ailecek kendi salçalarını  yapma imeceleri vardı, ben de katıldım (böyle şeyleri kaçırmamaya çalışıyorum, her adetleri bizimkinden farklı, gözlem yapıyorum, öğreniyorum). Salça yapma işi değil ama işin boyutu oldukça farklı, mesela odun ateşi yakıldı, dev leğenlerde kaynatıldı, makinede çektirildi, tekrar kaynatıldı… 

Tarım işi bizim alışık olduğumuz gibi 2 lahana, 5 mısır şeklinde olmadığı için hayatımda görmediğim tarım makineleri görüyorum. Bu evin ilk katı, eski Anadolu evlerinde olduğu gibi hayat yani işlik şeklinde düzenlenmişti. İçinde dev boyutlu  leğenler, bidonlar, kepçeler, tonlarla kavanoz, tahta karıştırıcılar ve bunun gibi sayısız araç gereç vardı.

Eskiden bizim Pazar’daki evde bir süt mutfağı vardı, orada kazanlar, bakraçlar filan dururdu,  sütü, kaymağı birbirinden ayıran bir de makine vardı. Fonksiyon olarak ilişkili olsa da peynir bu mekandan tamamen bağımsız, dışarıdaki bir sobada pişirilirdi.  Gittiğimiz köydeki evin alt katı tamamen işlik şeklindeydi, üst kat ise sadece iş zamanı kaldıkları ev.

Her köyün en iyi olduğunu düşündüğü bir ya da birkaç ürünü var. Bence bu şehirde her ürün çok güzel oluyor, sadece narenciye alanı biraz kısıtlı.

Bir hafta on gün sonra da bağ bozumları başlayacak. Bozcaada efsanesine göre dünyada üzüm ilk kez burada ehlileştirilmiş, buna gönülden inanıyorum, çünkü her yer yabani asma dolu. Bizim bahçede bile kendiliğinden büyüdü, yabani asmanın yaprakları biraz daha ekşi oluyor (köyde yalancı dolma sarmak için tercih ediliyor), ehil üzümlerle aynı zamanda salkım verse de, olgunlaşmıyor, bir müddet sonra salkım yok oluyor.

Biz de ilk geldiğimizde, bahçeye hepsi farklı cinsten, 10/15 tane asma dikmiştik. Bu seneye kadar asmalara bakmayı pek becerememiştik, ya da çok genç oldukları için meyve vermemişlerdi, verdikleri az miktardaki üzüm de paslanmıştı. İlk defa geçen sene minik bir kasayı dolduracak kadar üzüm toplamıştım. Bu yıl ise biraz daha bilinçli bir şekilde bakım verdik, çapalamasını, budamasını, organik ilaçlarını güzelce yaptık. Böylece bu yıl bir hayli üzüm oldu, bazı salkımlar  olgunlaşmaya başladı. Sanırım Eylülün ilk haftasında biz de evde kendi çapımızda bir bağ bozumu yapabileceğiz. Bu sonbahar bol bol üzüm yemeyi, bazılarını kurutmayı, hatta pekmez şıra filan yapmayı planlıyorum. Üzüm zamanı da burada hemen her ev kendi şarabını yapıyor, şarap yapan birilerine musallat olmaya karar verdim.

Tabii bir de uzun karantina dönemlerinden sonra düğün mevsimi de açıldı. Geçen ay İzmir’de çok sevdiğim bir arkadaşımın kızının düğününe gitmiştik. Muhteşem bir kır düğünü yaptılar. Kendimizi masal dünyasında zannedeceğimiz kadar hoş bir ortam vardı. Bu hafta ise bizim köyde bir düğüne katıldım (Gene kendimce, paralel evrenlerde yaşıyorum zannı yarattım).

Köydeki düğün şehirdekinden elbette çok farklı idi, aslında bizim köy düğünlerine de hiç benzemiyordu.

Her şeyden önce bu bölgelerde bol miktarda Roman yaşıyor, yani buralar müzik, ritim ve oyun havası cenneti, burada insanlar hayatın tadını çıkartmayı iyi biliyorlar, her vesile ile birlikte eğleniyorlar. Deve güreşi mi arasın, hayır yemeği mi, düğün dernek mi ne arasan var. Her türlü eğlence toplu halde yapılıyor, müzik, dans ne ararsan var.

Düğünlerde en çok dikkat çeken şey  kadınların giysileri. Ben dünyanın her yerinde düğün gördüm, süslü kadın gördüm, buradaki kadınların süsünü Hindistan’da bile görmedim.

Buraya gelmeden önce dünyanın en süslü kadınları Hint kadınlarıdır sanıyordum. Onlar tarlada çalışırken bile ayak parmakları dahil bir sürü yüzük takarlar, giysileri rengarenk ve pullu, payetlidir. Anadolu kadınları da kaftanlar, süslü şalvarlar giyerler, ancak buradakiler bir başka.

Hemen her kadın altı şalvar şeklinde olan parlak renkli bir kıyafet giyiyor. Bu kıyafet bazen kumaşı kapatacak kadar yoğun işli oluyor. Bazılarının ise kumaşları tamamen pullardan meydana geliyor. Bu kadar parıltılı giysiler daha önce hiç görmediğim bir şey. Üstelik kollarına dirseklere kadar bilezikler, boynuna üçer beşer gerdanlıklar takılıyor. Ayakkabılar, çantalar, şallar, başörtüleri, hepsi yanardönerli.

Bir başka dikkat çeken şey de, hani böyle süslü giysilerle pişti olmak istemezsiniz, bunlarda hiç öyle dertler yok, aynı ailenin iki kadını aynı elbiseden yaptırıp, ikiz gibi giyinip geliyorlar.

İlk dansı gelinle damat açıyor, dans bittiği anda müzik oyun havasına dönüyor, bir anda herkes piste fırlıyor. İnanamadığım bir görüntü meydana geliyor, mesela pistte 20 kadın dans ediyorsa en 10/12 kadın çift giyinmiş oluyor. Elbiselerin hazır olmadıklarından eminim, çünkü çok özenilmiş, belli ki düğün elbisesi bu  yörede çok önemli, muhtemelen iki elti, ya da gelin görümce arasında kıskançlık olmasın diye aynı elbiseyi diktiriyorlar.

Düğünlerde giyilecek elbiseye çok önem verildiğini Semra’dan biliyorum. Rahmetli de, yeğenleri artık evlilik çağına geldikleri için bir düğün kaftanı işlettirmeyi planlıyordu. (Ben normal etekli kaftan sanmıştım ama buradaki kıyafetler tulum gibi, altı şalvarla pantolon arası bir şey.)

İki yıl önce bir düğün için işlemeli bir kaftan almıştım, ancak buradaki düğünlerden sonra gözüme çok yavan göründü, acaba bir sultan kaftanı da ben mi işlettirsem diye aklımdan geçirmiyor değilim.

Bu arada düğün öncesinde de evlere davetiye niyetine şeker dağıtılıyor ve camiden anons yapılıyor. Bazı evlere evlenenle yakınlığına ve maddi imkanlarına bağlı olarak, şeker yanında, sabun, oyalı çember gibi şeyler de gönderiliyor. Yani köylerde bu eski adetler aynen devam ettiriliyor.

Bol oyun havası var ama, bizim köy düğünlerdeki gibi horon yok, atma türkü yok, tabii bir de silah yok.

Şeftali bahçesi
Salça yapımı
Düğünde ikiz giysiler
Show Buttons
Hide Buttons