Orta Asya gezilerine 2012 yılında Özbekistan ile başladım. Aslında Özbekistan Türkmenistan turu olacaktı, ancak Türkmenistan bize vize vermedi, biz de sadece Özbekistan’a gittik. Gitmeden önce beklentimi olabildiğince alçak tutmaya çalıştım. Öyle ya Hiva, Buhara, Semerkant, Taşkent gezilecekti. Herkesin hayalindeki masal diyarlarına gidecektim, gidip de hayal kırıklığına uğramak da vardı.
Özbekistan’da ilk izlenimlerimi Taşkent (Toshkent) havaalanında edindim. Yakın bir zamanda Kiril alfabesinden Latin alfabesine geçmişler, ancak her harfi bizim kullandığımız gibi kullanmıyorlar örneğin h harfi yerine x, a harfi yerine o yazıyorlar. Konuşmalarını anlamak pek mümkün olmasa da yazılarını sökünce basbayağı Türkçe konuştuklarını anlıyorum. İlk dikkat çeken şey pasaport kontrol yerlerinde ‘’Uzbekistan fuqaroları’’,’’Obır mıllet fuqaraları’’ yazması idi. Biz elbette Özbek fukarası olmadığımız için bize uygun olan kuyruğa girdik.
Ben tabii hemen havaalanında gördüğüm bütün yazıları okuyup anlamlandırmaya çalıştım, hani havaalanından çıkmadan hemen önce bir ‘’Gümrük kontrol’’ noktası vardır, bazı havaalanlarında herkesin, bazılarında ise sadece birkaç kişinin valizi kontrol edilir. O noktanın adı da ‘’Bohçaların kontrolü’’ gibi bir şeydi. Bu çok hoşuma gitmişti.
Taşkent, Kazakistan’a 20 kilometre uzaklıkta, gerçekten güzel, modern, içinden akarsular geçen bir kent. Eski Sovyet bloğunda önem verilmiş bir yerleşim yeri olduğu anlaşılıyor, devasa parklar, ormanlar ve anıtsal binalar var. Şehrin büyük bölümü benim ‘’Komünizm Meydanları’’ dediğim, devasa, geometrik ve görkemli meydanlar, modern binalar ve elbette coğrafyasının getirdiği akarsular ve ormanlarla kaplı idi. Kısaca Taşkent’in hayalimdeki İpek yolu ile pek ilgisi yoktu.
Ancak büyükçe bir mahallesi de tamamen yerel mimariye uygun olarak kilden yapılmıştı. Bu malzemenin yapı ömrü çok kısa olmasına rağmen aynı malzeme ile onarılabildiği ve yeniden yapılabildiği için neresi yeni neresi eski anlamak mümkün olmuyor. Taşkent’te sıkça meydana gelen depremler nedeni ile buradaki kil binaların en eskisi 30 yıllık imiş. Semerkant’ta bulunan ve Kufi yazı stilinde yazılmış, dünyanın en eski el yazması Kuran’larından biri bu meydandaki bir kütüphanede sergileniyor ve Hz. Osman’ın yazdırdığı Kur’an olduğu kabul ediliyor.
O günün kalan kısmını Taşkent’te gezi yaparak otelimize yerleştik. Bu gezide de ilginç bir şekilde ben daha önceki bir geziden hayal meyal hatırladığım yetmiş yaşın üzerindeki Lale Hanımla kalırken, benim arkadaşım ve akranım olan Ayşenur Cesur da, Lale Hanımın arkadaşı olan Beyhan Hanımla kalıyordu. Lale Hanım, son derece genç ruhlu muhteşem bir hanım. O gece otele yerleştiğimizde pijamalarını giyip, valizinden küçük bir şişe viski çıkarmasın mı? Bir yandan viskisini yudumlarken bir yandan da benimle bazı anılarını paylaşmaya başladı. Harikaydı, kendimi ‘’Ahududu’’ tiyatro oyununda sahnede sandım.
Ertesi gün uçakla Hiva’ya varmak için Harezm eyaletindeki Urgenç’e gittik. Havaalanından şehre doğru giderken en çok dikkat çeken noktalardan biri yollar boyunca sıra sıra düğün yapılan binaların olması idi. Özbekler düğünlerine çok önem verirlermiş, gerçekten de bütün salonların önünde limuzinler, içinden çıkan gayet şık insanlar dikkat çekiyordu.
Ertesi gün Hiva’yı gezdik. Burası kale içi aslına uygun olarak yeniden kaldırılmış ve tam olarak eski haline kavuşturulmuş bir rüya kenti. Hiva, doğu ve kuzey tarafları Kızılkum, Batı ve güney tarafları da Karakum çölleri ile çevrili, Amu Derya nehrinin meydana getirdiği dar bir vaha içerisinde kurulu. Elbette bu kadar stratejik bir noktada olması onu İpek yolunun gerçekten önemli bir noktası haline getiriyor. Ayrıca Hindistan’dan Rusya taraflarına giden baharat yolunun da bir kavşak noktası olduğu için İpek yolu önemini kaybettikten aşağı yukarı bir yüzyıl kadar daha önemli bir ticaret merkezi olmaya devam etmiş.
Hiva o kadar stratejik bir nokta üzerinde kurulu ki, tüccar kafileleri burada hem satış yapıyorlar hem de en az birkaç gün, hafta dinlenmek zorundalar. Çünkü oldukça geniş bir çölü geçmiş ve yorgunlar. Kızılkum’dan gelen kervanlar Hiva’ya gelene kadar Amu Derya boyunca su bulabiliyorlar, ancak Hiva’dan sonra gidecekleri Karakum çok daha tehlikeli bir yol, çünkü 9-10 gün boyunca su kuyusu yok, olan kuyularda da hırsızlar, yol kesiciler bekliyorlar. Böylece kervanlar, kuyuların etrafının güvenli olup olmadığını anlamak için, birkaç kişiden oluşan öncüler gönderiyorlar, onların geri dönmesini bekliyorlar. Öncülerin geri dönmesi de yeni haramilerin yolunuzu kesmeyeceğinin garantisi değil. Bu mekanda bu hikayeleri dinlerken bizzat yaşarmışçasına hissedebiliyorsunuz.
Kalenin bir girişinde eski saray bir diğer girişinde kervanların giriş noktası var. Alış verişlerin, pazarlıkların yapıldığı meydanlar, yolcuların kalabileceği hanlar, camiler, minareler ve o zamanlar dünyanın en önemli üniversiteleri sayılabilecek medreseler de var.
En etkileyici olan şey de Hiva Kalesi, İpek Yolu Projesini canlandırma projesi kapsamında tamamen eski haline kavuşturulmuş, ama Hivalılar hala eski kerpiç kale içindeki evlerde yaşıyorlar. Yani öyle klasik bilinen, ortalıkta enva-i çeşit turistik eşyanın satıldığı, turistik alanlardan değil, bizzat içinde hala yaşanan bir orta çağ şehri.
Bu kerpiç mimariye bayıldım, çünkü bozulan eserler derhal yerel çamurla yenilenebiliyor, üstüne seramik süslemeleri de aynı şekilde yapmak mümkün. Hangi binanın eski, hangisinin yenilenmiş olduğunu anlamak zor.
İki adet sulu boya Hiva resmi aldım. Yerel ressamın bana resimleri satarken söylediği sözler hala aklımda ‘’Bu sahar, bu da ezan’’ dedi. Gerçekten resimlerden biri sabah, diğeri akşam ışığında resmedilen çok güzel sulu boya resimlerdi.
Türkiye Türklerinin Orta Asya seferleri hakkında yazıları okudukça içim parçalanıyor. Bu kadar tarih bilmezlik ayıp değil mi? Orta Asya keşiflerinize keşke Türkistanın şanlı tarihini okuyarak başlasaydınız ve Sovyet döneminde o bölgeye ve bölge halkına yapılanları öğrenmiş olsaydınız. Tarih yapmacık mermer döşenmiş parktan ibaret değil hanımefendi. Bu şehirler bolşevikler tarafından havadan bombalandı. Sizin bu kommunizm sevdanız itici. Ve ne kadar da bölgeye uzak olduğunuzu gösteriyor. Halkların devletlerini şanlarını yerlebir etmiş yerine park salmışmış. Her şey bu kadar basit mi? Gittiğiniz yerlerin tarihini okuyun bir zahmet. İşgalcilerin neler yaptığını öğrenin bir zahmet. Ah keşke Sovyetlerde yaşamış olsaydınız. Keşke manen ezilmenin ne olduğunu, sürgünleri, açlıkları tatmış olsaydınız, ama sıkıntı yok canım gidip geniş parkta nefes alırdınız..