Nasuh Dobrucalı’nın (1926-2011), annemin yaşça en küçük kardeşi olan Güneş teyzemle evlendiklerinde ben henüz minicik bir bebekmişim. Böylece 1958 yılında evlendikleri sonucunu çıkarıyorum. Evlendikleri zaman soyadı ‘’Aktaş’’ imiş, daha sonra Dobrucalı olarak değiştirmiş.
Çünkü eniştemiz Romanya göçmeniydi. Türkiye’ye göçtüklerinde enişte 10 yaşında filan olduğu için oraları çok net hatırlar ve büyük bir özlemle anardı. Hatta kış aylarında bazen Tuna nehrinin donduğunu ve üzerinde kaydıklarını anlatırdı. Ölmeden önce tekrar oraları görmek isterdi.
Eniştemin benimle ilgili ilk anısı oldukça münasebetsiz. O yeni damat olduğunda ben küçücük bir bebek olduğum için enişte, beni popomdan tutar, tek eli ile havaya kaldırırmış. Bir gün yine beni atıp tutarken, eline kaka bulaştırmışım. Bu anısını bana birkaç kez kendi ağzı ile anlatmıştır.
Bu yaptığım yetmez gibi konuşmaya başladığım ilk zaman, enişte demeye dilim dönmediği için ‘’İTTE’’ demişim. Bu takma ismi ölene kadar üstünde kaldı, aile arasında her zaman söylendi.
(Yıllar geçti, benim ittenin eline çektiğim hareketin rövanşını torunu Ege kat kat aldı. Ege bebekken çok kabızlık çekerdi, zaman zaman poposuna zeytinyağı filan sürerdik. Bir gün ben ona kaka yaptırmaya uğraşırken, pat diye bir parça kakasını ağzıma içine kadar sıçrattı. Karma denen şey bu olsa gerek.)
Nasuh enişte oldukça ilginç bir adamdı. Mesleği, yani uzun yıllar boyunca yapmış olduğu hakimlik, onun kimliğinin çok önemli bir parçasıydı. Mesai saatleri onun için çok önemliydi. Yıllarca özveriyle çalıştıktan sonra artık yaş haddinden emekli olacağı gün bile sabah sekizde Adliye Sarayında işe gitti.
Aynı zamanda Adalet Komisyonu başkanıydı, bu nedenle il protokolünde yer alırdı. Protokol merasimlerinden de çok hoşlanır, mesela bayram merasimlerine, açılışlara, valilik toplantılarına katılmak gibi işleri asla ihmal etmezdi.
Eniştemiz iştahlı ve gurme damak zevkine sahip bir adamdı. Bir parça kilolu idi, tansiyonu, ürik asidi, kolesterolü her zaman yüksekti, kalp ve damar hastasıydı. Safra kesesi alınmış, kalbine de baypas ameliyatı yapılmıştı. Hayatının son yıllarında iskemik beyin ve beyincik hasarları oldu. Aslında şeker hastalığı hariç, metabolik sendromun bütün bileşenlerinden oluşan bir hastalıklar silsilesi vardı. Bana sorarsanız 80 yaşına kadar yaşamasının tek sebebi şeker hastası olmaması idi.
Türkiye’nin ilk nesil baypass ameliyatlılarından biriydi. O ameliyat olurken ben henüz asistandım. Ameliyat olmadan önce Hacettepe’de birkaç hafta yatmış, tetkik edilip, birkaç kilo zayıflaması sağlanmıştı.
Hacettepe’de yatarken kilo vermesi için 1000 kalorilik bir diyet veriyorlardı, o diyete uymaya ne kadar zorlandığını çok net hatırlıyorum. Bir gün Sermin’i Ankara’nın meşhur lokantası Piknik’e et yemeye götürmeden önce ona uğramıştık. Bizim Sermin ballandıra ballandıra yiyeceğimiz yemeği anlatmaya başlamasın mı? Eniştemizin karnı aç, dinledikçe ağzı sulanmaya başladı. Ne kadar zor durumda kaldığımı hiç unutmam.
Ameliyatı ise Yüksek İhtisas Hastanesinde olmuştu. O zamanın teknolojisine göre bacaklarından damarlar alınıp kalbine takıldığı için, bacağında da büyük izleri vardı.
Ameliyatı oldukça başarılı geçmişti, ama yıllar içerisinde şikayetleri yeniden başlamıştı. Yıllar sonra yeniden anjio yapılmıştı, bu anjioyu yapan doktor eniştemizin hala yaşıyor olmasına çok şaşırmıştı. Meğer yıllar içinde baypasta yenilenen damarlar da tıkanmış, kan kendine yeni gelişen bir takım bağlantılardan garip bir yol bulmuş, tersine akarak kalp kasını besliyormuş. Doktor bir saat içinde bile kaybedebilirsiniz dedikten sonra da yıllarca yaşadı.
Hayatının son yıllarında ise beyin damarları tıkanmaya başladı. Bana sorarsanız, ne olduysa emekli olduğu o ilk yaz (1991) oldu. O sene mizacına hiç de uymayacak şekilde, başım dönüyor diyerek bütün bir yaz mutfak balkonunda oturup, sokağı seyretmişti. Ancak sonbaharda havalar biraz soğumaya başlayınca sokağa çıkmaya başlamıştı.
(Onun emeklilik sonrasında bu ani çöküşü, benim hareketli bir emeklilik yaşama isteğimin mimarı oldu.)
Enişte öyle tıkanan beyin damarına filan yüz verecek bir adam değildi, en son zamanlarına kadar takım elbiselerini giyip, arkadaşlarının kolunda Uzun Sokakta tur atmaya devam etti. Zaten ayakta vefat etti.
Mesleğinin ilk yıllarında, savcı yardımcısı olarak çalıştığı dönemlerde, bilir kişi olarak keşif yapmak için Trabzon’un bütün köylerini gezmişti, bölgedeki her köyün eski ismini bilirdi.
Eniştemiz yemeyi çok severdi, Trabzon’da nerede ne yenir, hangi lokantada hangi yemeği yemek lazım hepsini bilirdi. Bununla da yetinmez, hangi köyün hangi ürünü iyidir, onu da bilirdi. Arabayla bir yerden geçerken, kaç kez, ‘’bu tarlanın lahanaları yada mısırları çok güzel olur’’ dediğine şahit olmuşumdur.
Kendisi de gayet güzel yemek yapmayı becerirdi, turplu, zeytinli çok şık salatalar yapardı. Biz çocukken Pazar’da denizden çıkardığı midyeleri teneke üzerinde pişirdiğini, kabak çiçeğini una bulayıp kızarttığını hatırlıyorum. Bunlar o zaman bana pek değişik gelmiş ki hala çok net bir şekilde hatırlıyorum.
Bir ara teyzem evde sıkı yönetim ilan etti, çok sağlıklı beslenmeye başladılar. Teyzem bana ‘’ bir şey yemediğimiz ve ben birkaç kilo verdiğim halde bu adam niye kilo vermiyor‘’ diye sordu. O zaman bir şey söylememiştim ama şimdi itiraf ediyorum. Bizim eve çok yakın ‘’Gelik Lokantası’’ vardı. İşten dönerken hemen her gün İtte’yi orada yemek yerken görürdüm. Demek önce karnını doyuruyor, daha sonra da teyzemle birlikte ‘’perhiz’’ yapıyordu.
Eniştenin en belirgin özelliklerinden biri de gezmeyi çok sevmesiydi. Gezmek için hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Yaz aylarında Sibel’e gidiyorum diye evden çıkıp Bodrum, Lapseki gezip, ancak aylar sonra eve dönerdi.
En büyük hayallerinden biri de çocukluğunun geçtiği Tuna boylarına geri dönüp, oraları dünya gözü ile bir kez daha görmekti. Nedense yıllarca bir fırsat bulup da gidememişti.
Emekli olduktan sonra birkaç kez bizim hastanede yatmıştı. Bu yatışlardan birinde onu pediatri stajı almakta olan iki kız öğrencimle tanıştırdım. Çünkü bu kızlar onun doğduğu bölgelerden gelen öğrencilerdi. Düşündüğüm gibi bu çocuklarla tanışınca çok sevindi, inanılmaz derecede heyecanlandı. Hastaneden çıktıktan sonra da çocuklarla arkadaşlığını devam ettirdi. Kızlardan birinin babası bir davet mektubu yazdı. Böylece doğduğu yerlere bir ziyaret yapması mümkün oldu. Bu seyahatte hazırlanırken ve döndükten sonra ne kadar heyecanlı olduğunu hatırlıyorum. Çocuk gibi mutlu olmuştu.
İtte’nin bu dileğini gerçekleştirmesindeki rolümden çok memnunum.
İlginç bir anekdot olarak da şunu aktarayım. Sofrada her zaman baş köşede oturur, önündeki tabaktaki yemek bitince, başparmaklarını yukarıya kaldırır, ellerini yumruk yapar ve her iki yumruğunu tabağın iki yanına koyarak, bir sonraki yemeği beklerdi. Bu hareketini torunu Ege daha bebekken taklit eder ve hepimizi güldürmekten kırıp geçirirdi.
Kızı Sibel Özgür jeolog, oğlu Ahmet Dobrucalı doktor oldu. Ancak Sibel’in kızı Nil ve oğlu Ege, dede ve nene mesleği olan hukuk mesleğini seçtiler. Ahmet’in çocukları Pırıl ve Civan’ın ise ne seçecek göreceğiz.
Teyzeme eniştemi yazacağımı söyleyince, beni ‘’gezmeyi çok sevdiğini yaz’’ diye özellikle tembihledi.
Bu yazıya son bir ekleme yapmak istiyorum. Benim aklımda eniştenin Romanya’dan mı Bulgaristan’dan mı geldiği konusunda bir tereddüt vardı. sonunda işin aslını öğrendim; eniştenin doğduğu şehir Tuna nehri kıyısında Tutrakan isimli küçük bir kentmiş, eniştemizin doğduğu zaman Romanya sınırları içindeymiş, daha sonra defalarca el değiştirip sonunda Bulgaristan’da kalmış. Yani her iki bilgi de teorik olarak doğru.
Harika bir yazı olmuş Ayşenur.. Nasuh Amca’yı o beyaz saçlı haliyle hatırlıyorum.. Nur içinde yatsın..
Bir anida benden…
Birlikte tetkikleri icin Cerrahpasa Tip Fakultesine, Ahmet abinin yanina gittik.
Tetkikler yapildiktan sonra “gel Nasuh amca sana Bogaz da bir balik ismarlayayim ” dedim.
“Gelirim ama Nisantasi Saray da tatlilari ben ismarlayacaksam “dedi.
Dolu dolu sohbetle gecen ve hayli tok oldugumuz gunun ardindan aksam vakti eve geldik.
Evde guzel guzel yemekler hazirlanmis, yemekler servis edilmek icin bizleri bekliyor.
Rahmetli Nasuh amca bana bakiyor ve guluyor…
Ben, bugun hastahanede idim, biraz yediklerime dikkat edecegim diyordu.
Ruhun sad olsun,mekanin cennet olsun…
Ayşe,
Ortaokul’dan itibaren her yaz ve dini bayramlarda Manolya Pastanesinde çalışırdım.
Müşterimizdi Nasuh Bey..
Bayramlarda Pazar’da yakınların bayram ziyaretine giderken bizden alırdı şeker ve çikolataları…
Çikolatalar İstanbul’dan gelirdi. En değerlisi; Çam fıstıklı Mabel Baton’du…
Sadece bir kutu gelirdi. Onu Nasuh Bey için saklardım. Gerçekten damak zevki müthişdi…
çok teşekkür ederim. bunlar ne kadar değerli anılar.
Allah rahmet eylesin. Babaannem Avusturyadan geldiginde muhakkak ziyaretlerine giderdi. Cok severdi Gunes hakimi. Cok iyi insanlardilar.