Bu günlerde ordumuz gene sınır ötesi bir operasyon yapıyor. Bu operasyon Sevgili hocam Prof. Dr. Nafiz Uluutku’nun da aklına daha öncekileri getirmiş olmalı ki, sosyal medya hesaplarından 79 yıllık ömründe hatırladığı onlarca ciddi savaşı listelemek ihtiyacı hissetti.
Gerçek şu ki ben de 60 yıllık ömrüm boyunca oh bir rahat ettik dediğim zamanı kolay kolay hatırlayamıyorum.
Okulda okuduğumuz tarih dersleri o savaş senin, bu savaş benim anlatır dururdu. Bir de biraz, devrin hükümdarının özel hayatından çok kısıtlı bir parça kayıtlıydı. Gerçek halk nasıl yaşar, ne yer, ne içer sorularının cevaplarını ise, o da meraklı olduğumdan, ancak kısıtlı arkeolojik buluntularla hayal meyal gözümde canlandırabilirdim.
Oysa yeryüzünde insan uygarlığı savaşlar sayesinde kurulmadı, aksine savaşlar çoğu zaman daha vahşi olan tarafın medeniyetleri yıkması ve tarumar etmesi ile sonuçlanmıştır. Doğal olarak bir hükümdara karşılık yüzlerce, binlerce sıradan insan yaşamıştır. İşte bu düşünceyle, ben de yazmaya başladım. Sıradan insanların kendi yaşamları hakkında yazmaları ve kendinden sonraki insanlara, sivil tarihi anlatmalarının, ciddi bir görev olduğunu düşünüyorum.
Mesela Rusya Federasyonunun dağılması ile sona eren ‘’soğuk savaş’’ dönemi tarihçiler, yorumcular tarafından defalarca yazılıp çizilmiştir. Ama yüz yıl sonra bu tarihçeyi okuyan birisi olayların halkın günlük hayatına yansıyan yönlerini ne kadar gözünde canlandırabilecek? İşte bu açığı kapatmak için sivil halkın kendi hayatını yazması önemli diye düşünüyorum. Çünkü günler bir biri ardınca sıralanarak tarih oluşturuyor, sadece biz, günlük koşuşturma içerisinde, aslında içinden geçtiğimiz günlerin aslında gelecek nesillerimizin tarihi olduğunun bilincine varamıyoruz.
Örneğin ben Trabzon’da doğmuş ve bu güne kadarki hayatımın büyük bir kısmını orada geçirmiş bir insan olarak, beni hiç ilgilendirmezmiş gibi görülen soğuk savaşın sona ermesi sürecinin benim günlük hayatımda bile bir çok yansıması oldu.
Ben çocukken Trabzon dünyanın hemen hemen sonu gibiydi. Aslında Rize ilinin Pazar ilçesinden olduğumuz için her yaz Pazar’a giderdik. İlkokul öncesi gidişlerimde sahil yolu ip cambazlarının kullanabileceği gibi bir yoldu. Saatlerce binbir zahmetle yol alır, her seferinde eve hasta olarak varırdık. Yolun bir noktası hala zihnime kazılıdır. Dar ve derin bir vadiye gelirdik, yolun karşısına geçmek için en çok 8-10 metrelik bir köprü yeterli olacak gibi görünürdü. Ancak o mübarek köprü hiçbir zaman inşa edilmemişti. Araba vadinin derinliklerine dalar, kargacık burgacık yolda zor zahmet ilerler, vadinin en dar yerinde derenin üzerindeki tahtaların üzerinden karşıya geçer ve bu kez de vadinin diğer yamacında aynı eziyetleri çeker ve çektirirdi. Arabanın olması gereken, ama olmayan köprünün diğer tarafına gelmesi bir saate yakın zaman alırdı.
Bu yolu neden yazdım? Çünkü her yolculuk sırasında bu yolu bölgeyi işgal etmek üzere Ruslar tarafından yapıldığı hikayesini dinlerdim. Beni araba tutardı. Araba hoplaya zıplaya yol alırken, içim dışıma çıkar, midemdekiler torbalara dolar, başıma balyozla vurulmuş gibi ağrı girer, iç kulaklarım mahvolur, dengemi kaybeder, ayakta duramaz hale gelirdim. Yani bu yolculuk resmen işkenceydi. Çocuk aklımla bu yolu (işkence aletini) yapabilen Ruslar, eli baltalı, gözlerinden ateş çıkan, çiğ et yiyen, korkunç masal devleri olmalıydı.
Daha sonra bundan önceki sahil yolu yapıldı ve Artvin’e, hatta Sarp kapısına kadar gitmemiz mümkün oldu. Sınıra kadar sanırım ilk kez ortaokuldayken gitmiş olmalıyım. Sınır, ince bir derecikle ortadan bölünmüş bir köydü. O köydeyken elini Rus tarafına doğru uzatıp göstermek bile yasaktı.
Çocukluğumda duymuş olduğum bir anekdot o kadar dikkatimi çekmişti ki bu güne kadar unutamadım; köy ortadan bölündüğü için aileler de bölünmüş, bir kısmı Türkiye’de diğer kısmı ise Rusya’da kalmış. Yıllarca ezan okur ya da sala verir gibi, şunun kızı ile bunun oğlu evlendi, ya da şu ailenin bir çocuğu oldu diye camiden karşıya haber verirlermiş. Ancak karşıda cami olmadığı için hiç haber alamazlarmış, bizimkiler bu anons sistemini yıllar boyunca sürdürüp, artık birbirini tanıyan kalmadığını düşündükten sonra vaz geçmişler.
Bir başka söylenti de Rus’la bu sınırı o kadar sıkı koruyorlar ki Türkiye’nin korumasına gerek kalmıyor, Türkiye diğer sınırlarını korumakla yetiniyor diye konuşulduğunu da hatırlıyorum. Gerçekten de Rus tarafında sınır boyunca insansızlaştırılmış bir bölge var gibiydi. Tabii bunu iddia etmek zor.
Doktor olup Trabzon KTÜ’de çalışmaya başlamak üzere, Trabzon’a döndüğüm 1989 yılında ise sınır kapıları açılmış, Trabzon resmen Rus işgaline uğramıştı. Bu sivil işgalin etkileri muhtemelen askeri işgalden daha fazla olmuştur. Tabii hayalimdeki korkunç masal kahramanları gitti, yerini eğer birkaç masal perisi kızı saymasak, bizim gibi sıradan hayat kahramanları aldı. Galiba sınırın açıldığı, ilk yıllarda, onlar da dünyanın son sınırı Trabzon sanıyorlardı.
İlk yıllarda Trabzon’dan öteye geçmediler, ancak bir-iki yıl içerisinde İstanbul ve Antalya keşfedildi ve Trabzon’un yükü azaldı.
Trabzon’a döndüğümde Sarp kapısından Trabzon’a kadar her ilçede ve ilde Rus pazarları açılmıştı. Bu pazarlar ilk açıldıkları zaman bohçacılıktan öteye geçmiyordu. Herkes evinde bulduğu, hatta komşusundan çaldığı malları yüklenip, kendini Türkiye’ye atıyordu.
Bütün yollar nasıl olup da yürüyebildiğine şaşırdığınız, ikinci cihan harbinden çıkma görünen ve tıklım tıkloş mal dolu bagajları yolla kadar sarkan Lada marka arabalarla doluydu.
Malların büyük bir çoğunun çalıntı olduğunu biliyoruz, çünkü ilk gelenler sattıkları malların ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Mikroskobun ilk çıktığı yıl piyasaya sürülen antika mikroskopu üç kuruşa alan mı arasınız, çocuk oyuncağı diye satın aldığı küçük semaverin üzeri altın işlemli bir kilodan ağır som gümüşten yapılmış bir sanat eseri olduğunu fark eden mi arasınız. Benim Mualla teyzem de birkaç adet damla yakut küpe, elmas yüzük falan almıştı.
İlk zamanlar paradan da pek haberleri yoktu. İki liraya kulağındaki elmas küpeyi çıkarıp satıyorlardı. Tabii ki, kısa süre içinde içki, gümüş ve halılar artık Trabzon Rus pazarlarında görünmez oldular. Değerli mal olarak yün ve ipek kumaşlar, kehribar, inci ve yarı değerli taşlardan başka bir şey kalmadı. Bundan sonrasında ise artık uyduruk uzak doğu malları satmaya başladılar.
Rus kapısının açılması çok iyi bilindiği gibi muazzam bir seks ticaretinin de kapısını açtı. O zamanlarda yine Sarp kapısından itibaren Trabzon’a kadar dağ taş müzikholler(!), barlar, otellerle, Trabzon sokakları, bacak boyları bir metre, sapsarı saçları bilek kalınlığında örgülü, dünya güzeli kızlarla doldu taştı.
Bölgenin erkekleri, en cüretkar rüyalarında bile hayal edemeyecekleri bir aleme daldılar. Çevre illerden, bölgeye akın akın otobüsler dolusu adamlar geldi, gün yüzü görmeden, en kısa zamanda gene gelmek üzere, evine geri döndü. Ak sakallı, namazında niyazında dedeler, dükkanlarının kuytu yerlerinde Nataşaların yanında kalp krizi geçirip, hastanelik ya da teneşirlik oldu.
Birkaç ay içinde bu en güzel kızlar yer altına girdiler, gene de ortada bir sürü kadın vardı. Gece hastaneye gitmeye korkar olmuştum, çünkü birkaç kez geç saatlerde bizim apartmanın kapısında bile pazarlık yapıldığına şahit olmuştum. Üstelik bu kadınlar doktor, müzisyen, balerin gibi gayet değerli meslek sahibi insanlardı.
Açlık insana her şeyi yaptırır. Her nedense bu kızlar, kadınlar Nataşa diye küçümsendi de onların müşterilerine pek ses çıkaran olmadı.
AIDS tehlikesine karşı uyarılar yapıldığında biz her gün hamsi yiyoruz bize bir şey olmaz diyen bile oldu.
Ama bize bir şey oluyor işte. Sınır kapısı ilk açıldığı zaman gelen kadınlarda muhtemelen daha klasik usulde zührevi hastalık vardı. Ancak Türkiye üzerinden Avrupa’ya açıldıklarında AIDS de bulaştı.
Zavallı 50,60 yaşında torun, torba sahibi masum ev hanımları, evlerinin direklerinden, bel soğukluğu, sifiliz gibi adını duymadıkları, akıllarına gelmeyecek hastalıklar kaptılar.
Öğrenciyken anne karnında sifiliz bulaşmış çocukları okumuştuk, ama kitaplardaki örnek vakalar hep Afrikalı çocuklardı, zaten kitaplarımız da artık batı toplumlarında kalmadı diye yazıyordu. Ben de mesleki pratiğim sırasında doğumsal sifiliz göreceğimi hiç düşünmemiştim. Ama soğuk savaşın bitme çılgınlığının sürdüğü o yıllarda birkaç tane vaka görmüştüm. Acı olan taraf, bu bebeklerin pek çoğunun anneleri öyle cinsel yolla bulaşan hastalıklar için yüksek risk taşıyan kadınlar değildi, kocalarından başka erkek eli tutmamış, sıradan ev hanımlarıydı. Kadıncağızlara, kendisinin ve eşinin de tedavi olması gerektiği söylediğimizde yüzümüze hiçbir şey anlamadan bakarlardı.
Elbette bu fetret devrinin serpintileri bu kadarla da kalmadı. Ben 1981 yılında Hacettepe Tıptan mezun oldum. O yıl Hematoloji hocamız Prof. Dr. Emin Kansu bir makale saatinde çok ilginç diyerek 7 vakalık bir seri sunmuştu. Bu yazının hocamızın dikkatini çekme sebebi bağışıklık sistemini bozan yeni bir hastalık olmasıydı. O makaleyi dinlerken içimden Emin hoca klasik hacettepelilik yapıyor, nereden bulur bu nadir vakaları diye düşünmüştüm. Oysa hocam birkaç yıl içerisinde bütün dünyayı değiştirecek bir hastalığın ilk vakalarını fark etmişti. Bu vakalar yayınlanmış, ilk AIDSli vakalardı.
Bu öyle bir salgın oldu ki, bilim insanları viruslar hakkında, virusların tedavileri hakkında, insan bağışıklık sistemi hakkında istemedikleri kadar araştırma ve icat yapma zorunda kaldılar. Bu kadarla da yetinmeyip, batılı toplumlardan hemen hemen tamamen kökünün kazındığını düşündükleri, ancak AIDS salgını ile yeniden hortlayan tüberküloz ve daha envai çeşit fırsatçı enfeksiyonla da uğraşmaları gerekti. Hastalığı meydana getiren virusun bulaş yolları öğrenildikçe, kan bankaları ve hastalara yapılan müdahaleler için de çok daha sıkı denetimler getirildi. Mesela ben asistanken kullan at enjektörler, iğneler tamamen hayal ürünü idi. Aynı kelebek seti, enjektörü sterilize eder defalarca kullanırdık. Şimdi kullanılan ürünleri görünce o zaman nasıl ilkel şartlarda çalışmış olduğumuzu anlıyorum,
Önceleri sadece eşcinsel erkeklerde olduğu zannedilen hastalığın türlü çeşitli bulaş yolları da keşfedildi. Bu bulaş yollarından muhtemelen en acı olan hasta ya da taşıyıcı annenin bebeğine daha anne karnında iken hastalığı bulaştırmasıdır.
AIDS’li hastalar enfeksiyon bilim dalı tarafından takip edildiği için konunun boyutları hakkında çok fazla bilgim yok. Ancak 2000li yılların başında, enfeksiyon bilim dalımız bize, 3-4 yaşlarında, son dönem AIDS vakası olan bir çocuk refere etmişti.
Baba tedaviye iyi yanıt veriyor ve oldukça sağlıklı görünüyordu. Eşine enfeksiyon bulaştırdıktan sonra hamilelik ve çocuk bakımı kadının direncini iyice kırmış ve birkaç yıl içerisinde öldürmüştü. Çocuğun annesi öldükten birkaç ay sonra çocuğu da kaybetmiştik.
Eğer soğuk savaş koskoca Asya kıtasının yarısını aç, muhtaç bırakmış olmasaydı, sizce bütün bu ahlak çöküşü yaşanır mıydı?
Mühendis, doktor, hukukçu, sporcu, bütün bu kadınlar seks ticaretinin bir parçası olur muydu?
Az önce yazdığım kadın ve bebek AIDS’ten ölür müydü?
Sonuç olarak ne sıcak, ne de soğuk savaş. Hiç hayırlı işler değil bunlar.