Hazır sağlığım yerindeyken uzaklarda henüz görmediğim ve görmek de istediğim birkaç ülke kaldı, onları bitireyim, yaşlılıkta yakınlara giderim diye düşünüyorum. Her nedense bir türlü gitmek kısmet olmayan ama en çok görmek istediğim ülkelerden biri de Brezilya, özellikle Rio de Janeiro şehri idi. Arjantin’de Buenos Aires, Iguassu şelaleleri ve Brezilya’da da Rio de Janeiro şehirlerinin olduğu bir Latin Amerika turu bulunca katılmaya karar verdim.
Çanakkale’den İstanbul’a kendi aracımızla gittik. Ertesi gün, öğleden sonraki bir uçakla yola düştük. Önce 3,5 saat Amsterdam, daha sonra da 14 saatlik bir uçuşla Buenos Aires’e vardık. Bütün uçuş boyunca benim ‘’elektronik düşmanı perilerim’’ iş başındaydı. Her pasaport ve bilet kontrolünde ya retinam okunamadı, ya parmak izim alınamadı, ya da uçuş kartımın üzerindeki barkot algılanmadı. Yani her kapı geçişim, 3-4 kişinin geçişi kadar zaman aldı. Her seferinde özel muamele görmem gerekti.
Bu uzun uçuşa rağmen, Arjantin’de saat dilimi, Türkiye saatine göre 6 saat daha geride olduğu için gittiğimizde hala bir şehir turu yapmaya zaman vardı. Ben daha önce de Buenos Aires’e gitmiştim, kolonial dönem mimarisinin en güzel örnekleriyle dolu, gayet düzenli bir şehir. O dönemin en güzel şehirleşme örneği Buenos Aires’tir deseler, hiç şaşırmam. Bütün şehir, koloni dönemde yapılan, top atsan, güllenin kırılacağı ama duvarda hiçbir hasar veremeyeceği kadar sağlam ve görkemli binalarla, son derece geniş bulvarlarla dolu. Hatta bu bulvarlardan biri (Mayıs bulvarı) tam 140 metre genişlikte.
Bir de şehrin, geniş bir nehrin iki kıyısında kurulu olduğunu, geniş geniş park ve bahçeleri olduğunu düşünün. Yalnız bundan 9 yıl önce gittiğim bu şehrin sokaklarında hala bir çok düzeltme çalışması var, demek ki oranın hastalığı da bitmeyen yol inşaatları.
İlk koloniciler buraya güzel bir şehir kurmuşlar ama isim vermekle pek de uğraşmamışlar, şehrin adı ‘’güzel havalar’’ anlamına geliyor. Gerçekten de havalar her zaman çok güzel, zaten sadece iki mevsimi var, yazın yağmurlu, kışın biraz daha kurak.
Buenos Aires aslında bir liman şehri, ama şehrin içine kadar giren ve geniş bir körfez sandığımız toprak rengi su aslında 300 kilometre genişliği ile dünyanın en geniş nehri olan Rio de Plata imiş. Garip renginden ötürü taşıdığı alüvyonda gümüş olduğu sanılarak, İspanyollar tarafından ‘’gümüş nehri’’ adı verilmiş. Aslında tam olarak nehir sayılmaz, daha çok bir körfezi andırıyor, ancak suyu okyanusa göre daha tatlı bir su imiş. Rio de Plata nehri, Parana ve İguazu nehirlerinin tam da Buenos Aires yakınlarında bir yerde birleşmesinden meydana geliyor. Böylece şehrin değişik yerlerinde hem nehir hem de deniz manzarası bulabiliyorsunuz.
Parana nehri boyunca uzanan Porto Madeo denilen liman bölgesi, sıra sıra, estetik kaygılardan uzak, tuğladan inşa edilmiş, eski deniz taşımacılığı firma binaları ile dolu. Bu binalar oldukça çirkin olmasına rağmen, çok düzenli ve her biri aynı model olduğu için, Porto Medeo bölgesine ciddi bir albeni kazandırıyor. Panama kanalından sonra bu limanın önemi azaldığı için şimdi bu binaları lokanta, dükkan gibi kullanıyorlar.
Bu mahallenin bir ucunda, şehrin ana meydanı olan Mayıs meydanı var. Nehir kıyısından karaya doğru ilerledikçe de çok güzel, bizim İstiklal caddesine benzer, sokaklar var. Mayıs Meydanındaki en önemli binalar, Eva Peronun meşhur balkon konuşmasını yaptığı ve hala hükümet binası olarak kullanılan pembe bina (Casa Rosa) ve meydanın diğer tarafındaki ülkenin kurucu generali olan San Marko anısına yapılmış katedral.
Bu katedralde adamın anısını taze tutmak adına, Zerdüştiler gibi hiç söndürülmeyen bir ateş var. Daha önce çeşitli Katolik kiliselerinde günah çıkartma kabinleri görmüştüm, ama buradakiler çok komikti. İçinde acilen günah çıkarmak istersiniz diye nöbet bekleyen bir rahip olan, tahtadan birer dolap gibiydiler. Zavallı rahip, nöbetini sıkıntı içinde uyuyarak geçiriyordu. Bir de şu andaki Papa Arjantin’li olduğu için bol bol papa resmi var.
Brezilya hariç, bütün Latin Amerika İspanyolca konuşuyor. Hatta İspanyolca dışında bir dil bilen birini bulmak zor. İnsanlar, öğleden sonra siesta yapıyorlar. Bellerine asılmış bir termostan mate çayı içerek dolaşıyorlar, bir arkadaşlarına rastlayınca hemen kendi bardakları ile ona da çay ikram ediyorlar.
İspanyolca konuşan diğer Latin Amerika ülkelerine bakınca, insanlar arasında yerli halkı fark edebiliyorsunuz. Hatta, en çok yerli, ikinci sırada mestizo dedikleri melez ve bir miktar da Avrupalı oluyor. Oysa Arjantin’de insanlara bakınca herhangi bir Avrupa ülkesinde gibi hissediyorsunuz. Çünkü bu bölgelerde yerli halk, İspanyol işgalcilere çok direnmişler ve ne yazık ki soyları ortadan kalkmış, ancak kültürleri tamamen yok olmamış. Bütün folklörlerine ve günlük alışkanlıklarına yansımış. Bu siestalar, zaman mevhumu yokluğu başka ne demek olabilir? Tango da Catalan dansının bir versiyonundan başka bir şey değil.
Halkın % 86’ı Katolik inancına sahip, bana daha da ilginç gelen, dünyada ABD dışında en fazla Yahudi nüfusu barındıran ülke olması, Arjantin’de, İsrail’den bile fazla Yahudi yaşıyor. Arjantin’de ikinci dünya savaşından sonra dağılan Osmanlı topraklarından gelip buraya yerleşen, eski Osmanlı tebaası bir çok Hristiyan da mevcutmuş. Bunlara Turko diyorlarmış.
Buenos Aires’in tuhaf mezarlığı da görülmeye değerdir. Her aile kendi güzüne göre muazzam aile mezarları yapmış, her yıl belediyeye kira ödeniyor, eğer aileden kimse kalmamışsa mezar, bakımsızlıktan dökülmeye başlıyor.
Eva Peron’un mezarı oldukça gösterişsiz bir mezarlık, ama ilginç olarak annesinin aile mezarlığına gömülmüş, kocasının ya da babasınınkine değil. Zaten babası ile annesi evli olmadıkları için, babasının aile mezarlığına gömülmemesi normal, ama kocasından ayrı yatması bana ilginç geldi. Öyle ya kadının cesedi kaçırılıp, Milano’ya götürülmüş, yıllar sonra kocası hapisten çıkıp, yeniden başkan olunca, mevtayı ülkesine geri getirmiş, ama nedense kendi aile mezarlığına yatırmamış. Garip. Yani kadın sadece yaşarken dramatik bir hayat sürmemiş, öldükten sonra da bir hayli macera yaşamış.