Geçenlerde gördüğüm bir Kızılay reklamı oldukça dikkatimi çekti. Kan bağışı yap, bir ünite kan ile 3 can kurtar sloganı kullanıyordu. Bundan sonra da reklamda kan veren kişi büyük bir duygusallıkla ben bir can kurtardım diyordu.
Gerçek hayatta işler böyle yürümez, genellikle insanları kan bağışı yapmaya ikna etmek çok meşakkatli bir iştir. Hele eskiden, örneğin benim asistanlığım sırasında insanlar kendi çocuklarına bile kan vermek istemezlerdi.
Tuhaf bir şekilde en yakınları kana ihtiyaç duyan insanlar bile hiçbir şekilde kan vermek istemez ve yine aynı insanlar nasıl olup da hastanenin kan bankasında uygun kan olmadığına şaşırırdı. Madem kanı ben vereceğim niye hastamı hastaneye getirdim ki diyen bile olurdu. Sanırım insanlar, o zamanlar, kendi kanı hariç olmak üzere, kan musluktan akan ya da üretilebilen bir şeydir, ama bu doktorlar ellerinde bol bol bulunan kanı, bizim hastamızdan esirgiyorlar şeklinde tuhaf bir düşünceye sahiptiler.
Kan canlı bir şeydir, birkaç günde ölür gider, o nedenle uzun süre saklanamaz, zaten saklansa da o kanın hastaya verilmesi uygun olmaz. Ayrıca sen kendi çocuğuna kan vermezken başkaları neden versin ki? Ne dersen de, asla inandırıcı olamazsın, hala kan bankasında kan olduğuna, ama ondan gizlendiğine, araya hatırlı bir kişi sokarsa kan bankasının onun hastasına da kan vereceğine inanırlardı.
Asistanlığım boyunca her kan gerektiren hasta için ailesi ile cebelleşip durmuşumdur. Mide kanamasından şoka giren kızı için bağış yapmasını istediğim bir baba vardı. Kızın anası, kocasının önünü kesip, bana ‘’o benim evimin direği, kanını alamazsın’’ diye çemkirmişti. Aile Nuh dedi peygamber demedi, bir türlü kan bağışı yapmadı. Sonunda bu kızcağıza öğrenci arkadaşlardan biri kan vermişti. Bakın sisin kızınızı bu arkadaşın kanı kurtardı diye intörn arkadaşımı aileye gösterdim, yemin ederim çocuğa bir teşekkür bile etmediler.
Bir başka acınası örnek, acildeki kadın doktoru, ‘’kanı sen bul, kan vermeyip de bu çocuğu öldürürsen senden yeni bir çocuk yaparım’’ diye tehdit eden baba idi.
En sık işittiğimiz sözler de ‘’Kanımla ne yapacaksın? Deney mi? İçecek misin? Sen insan değil misin?’’ şeklinde insanı çileden çıkaran sözlerdi. Şimdiki aklım olsa en azından bir tanesine evet içeceğim derdim, o zamanlar aklıma gelmedi.
Yani her gün kan kavgası olurdu.
Bu duruma o kadar alışık idik ki, hiç itiraz etmeden, hatta koşarak kan vermeye giden ( bana göre normal davranan) aileler olduğu zaman, kanı görene kadar ‘’acaba numara mı yaptılar, gerçekten kan verecekler mi’’ diye kuşku ile yaklaşırdım. Çünkü kan vermeye gidiyorum diye yola koyulup, bir daha jandarma marifeti ile ta memleketinden geri getirttiğimiz de olurdu.
En etkileyici kan hikayelerimden bir Elazığ’da iken başıma geldi. Ergenlik yaşında çok ama çok ağır bir demir eksikliği anemisi olan kızcağızı tetkik etmek istedim, çünkü hastanın karaciğer dalak büyüklüğü de vardı. Aslında ilk tanım Tayanç Raymand Prasad sendromu (yoğun parazite bağlı anemi) idi, ama periferik kan yaymasında aktive olmuş lenfositler vardı, a lösemiden kuşkulandım, kemik iliği aspirasyonu yapmak istedim.
Fakat kansızlığı o kadar ağır ki, en ufak bir kanama dahi olsa kızcağız kalp yetmezliğine girebilir düşüncesi ile aileden bir ünite kan istedim. Kan isterken de aileye uzun uzadıya eğer gerekmezse kanı vermeyeceğim, ama acilen gerekebilir, onun için kemik iliği yapmadan önce kanı hazır edin diye anlattım.
Onlar da Allah için itiraz etmeden hemen bir ünite kan verdiler. Ancak sonrası ilginç. Ben kemik iliğini yaptım ve boyamaya başladım, daha boyalar kurumadan aile (aile dediysem en az 20 kişi), laboratuvarın kapısına dayandı, derhal kanı kıza vermemi istiyorlar.
Ben durun daha yaymasına bile bakamadım, neymiş hastalığı bir göreyim, zaten kız yetmezliğe girmedi, dememe kalmadı, aile agresifleşmeye başladı. Kanı ne yapacakmışım, o kadar değerli kanlarını çürütmek için mi almışım, satacak mıymışım?
Cidden tehdit altındayım, çünkü benim yaymalara bakmama bile izin vermiyorlar, başımdaki kalabalık tehlikeli bir şekilde arttıkça artıyor.
Yan odamda Masis Perk isimli İstanbul tıp mezunu bir arkadaşım meğer bütün bu konuşmaları dinliyormuş, oturduğu yerden aciliyet taşıyan bir sesle beni çağırdı. Ben de adamları yararak yan odaya gittim ve kafamda bunca kalabalık varken, şimdi bir de sen ne istiyorsun hareketi yaptım. Masis, karşılık olarak bana sessizce ‘’Adamların kanını ne yapacaksın, kız, içecek misin yoksa? Ne debeleniyorsun, ver kanı gitsin’’ dedi. Sinirlenerek ‘’Sen nasıl böyle bir şey dersin’’ diye sordum, sakince ‘’ama onlar böyle görüyorlar’’ dedi.
O an, arkadaşımın karşısında ayakta dururken derin bir aydınlanma anı yaşadım. Bize Hacattepe’de semptomatik (belirtiye yönelik) tedavinin yanlış olduğuna, semptomları saklayarak tanı imkanını azalttığına inandırarak yetiştirmişlerdi. Oysa gerçek hayat böyle bir şey değil, belirtileri tedavi etmedikçe hasta tedavi olmuyor. Üstelik şu anda kanı vermesem tehlike altındayım.
Hemen, geri dönüp kan bankasından kanı aldım, servise koşup kıza kanını verdim, ertesi gün aile kızı taburcu etti. O gün hastaya ağır demir eksikliği anemisi tanısı koyup, tahlil yapamadığım halde yoğun bir parazit tedavisi de vermiştim. Taburcu olurken demir tedavisi de verdim elbette. Umarım bu tedavilerle hasta düzelmiştir. O kızı bir daha asla getirmediler, ama o köyden bana bir çok hasta daha getirdiler. Kızın nasıl olduğunu sorduğumda kimseden doğru dürüst cevap alamadım. Meğer daha 13 yaşında olan kızcağızı gelin etmeden önce, baba evindeyken, bana tamire getirmişler, koca evine gittiğinde hali vakti yerinde olmalıydı. Daha sonra bu kızdan hiç haber alamadım.
Ama bu olay benim hekimlik pratiğimde bir dönüm noktasıdır. Belirtileri en kısa zamanda kesmek çok önemlidir.
Tamam, karın ağrısını kesme, apandisit tanısını atlarsın, ama apandisit tanısını koyup da ameliyat yapmaya karar verdiğin anda artık neden ağrı kesici vermeyesin ki?
Eğer kesmek istemediğin bir belirti varsa onun için de, aileyi ikna edecek, sana kendini şarlatan hissettirmeyecek, güzel bir slogan bulmak gerekir.
Mesela bizim zamanımızda ishali hemen kesmek için pektin içeren bir sürü ilaç vardı. Oysa o bozulmuş barsak florasının bedenden bir an önce atılması uygundur. Ben ishali hemen kesmemi istemesinler diye takip ettiğim hastalarımın annelerine ‘’o mikroplu kakalar vücuttan bir an önce atılsın’’ derdim. Böyle söyleyince de anneler 1-2 günlük ishale hemen razı olur.
Sanırım bu benim hekimlik yoğurdunu yeme şeklimi belirleyen olaylardan biri de bu yukarıda yazdığım, demir eksikliği anemisine kan verme olayı oldu. Aslında hiç yapılmaması gereken bir şey, resmen bilerek tıbbi bir hata yaptım, ama ne yalan söyleyeyim, hiç pişman değilim.
Bu olaydan sonra da gene klasik Hacettepe’li mantığı ile az ilaç kullandım, ama hastanın ve ailenin stresini azaltacak yan tedavilerden de hiç geri kalmadım, geleneksel ve alternatif tedavilere de hiç burun kıvırmadım, hatta bir çok bitkisel tedavi kullandım. Ölmek üzere olan hastaların başına hoca getirmek isteyenlere hiçbir zaman engel olmadım. Hatta teşvik bile ettim.
O gün anladığım şey şudur. Eğer hastanın beklentisini en hızlı bir şekilde karşılamıyorsan, iyi doktor olamıyorsun. Eğer hastaya zarar vermeyecekse neden hem hastanın hem de ailenin içini rahatlatmayasın ki?
Ancak insan davranışlarını genel olarak anlamlandırabildiğimi iddia etmeyeceğim. Bizim halkımız steril ortamda, sağlık personelinin denetiminde, her türlü konforu sağlanmış haldeyken, bir ünite kan bağışı yapmaktan kaçınır. Ama aynı insanlar, tuttuğu takım kazanınca ellerinde silahla sokağa çıkıp ateş eder, düğüne gidip ateş eder. Birini yaralamaktan korkmadığı gibi, kendisinin yaralanması riskini göze almaktan da hiç çekinmez.
KTÜ’de öğretim üyeliğine başladığım ilk yıllardı. Bir adam lösemili kızına ‘’nasıl olsa ölecek, boşuna neden kanımı vereyim’’ diyerek, kan vermeyi reddetmişti. Oldukça ender bulunana bir kan gurubuna sahip kızcağıza kan bulmak için kırk takla atmıştık. Bu adam, bir ay sonra bir diğer kızının düğününde damadın bir akrabası tarafından vurulup öldü.
Köy düğünü yapıyorlar, ama köy dediğin bir yamaca kurulmuş kartal yuvası gibi. Herkesin elinde bir silah var ve havaya ateş edip duruyorlar. Yolun altında ateş eden üstten geleni vurup yamaca düşürüyor. Komedi gibi. Boşu boşuna kanımı vermem diyen adam pisi pisine canını verdi. Tabii, öldüğünde kendi elinde de tabanca vardı.
Ne diyeyim ‘’Allah ıslah etsin’’.