Monthly Archives: Mayıs 2020

TIBBİ VE AROMATİK BİTKİLER BAHÇEMİN HAZIRUN CETVELİ 1; ÇAYLIĞIMIN ÖN SAFLARINDA BOLCA BALLIBABAGİL VAR

Evin etrafında tıbbi ve aromatik bitkiler  yetiştirmek gibi bir gayretim var. Buraya taşındığımız ilk yazdan beri, bulabildiğim bu tür bitkileri bahçeye diktim. Aromatik bitkiler her şeyden evvel çok güzel peyzaj oluşturuyorlar, koku ve çiçekleriyle arıları çekerek bahçenin bereketini artırıyorlar,  bazı zararlıları ise rahatsız edip bahçeden uzak tutuyorlar.

Evin önünde Rize’nin çaylıklarına benzer bir meyil var, oraya çaylık diyorum ve tıbbi bitkileri çoğunlukla oraya diktim. Gerçekten uzaktan çaylığa benziyor, zaten bitkilerden çay yaptığım için yemin etsem başım ağrımaz. Bu tür bitkilerin çoğu çalı formunda olduğundan çaylığım şimdiden bir hayli olgunlaştı diyebilirim. Çok su istemiyorlar, ancak  budama ve çevrelerindeki yaban otlarından arındırma oldukça önemli.

Ben şimdilik baharat, güzel koku veya tütsü olarak kullanıyor, yahut bazılarını çay olarak içiyorum. Şimdilik sadece sarı kantaron maseratı yapıyorum. Henüz merhem, sabun ya da uçucu yağ yapmayı bilmiyorum, ama öğreneceğim.

Aromatik bitkiler deyince hemen akla ballıbabagiller geliyor, bu gurup içerisinden birkaç çeşit yetiştirdim. Ballıbabagiller çalı formunda, ağaç formunda, ot formunda olabilir ve genellikle çok yıllık bitkilerdir. Bu guruptan ‘hayıt’, adaçayının bir formu, zahter, ballıbaba, yabani nane gibi çeşitler zaten bol miktarda çevrede yetişiyor.

Benim bahçede yetiştirdiklerim ise adaçayı, biberiye, lavanta, kekik ve nane çeşitleri oldu.

Ada çayı (Salvia Officinasis), dünya üzerinde binlerce türü bulunan bir çalıdır. Bir çeşidini bahçenin çeşitli yerlerine  diktim, çünkü  yaz kış yeşil kalıyor, çiçekliyken de çiçeksizken de çok güzel, bir yüzü grimsi, diğer yüzü beyazımsı yaprakları ve bol dallarıyla, peyzaj için çok uygun.

Bu yıl adaçaylarımdan biri dal batırarak, 3 ayrı oğul verdi. Bu oğulları da sonbaharda nihai yerlerine kavuşturacağım.

Mart ayında bozulmuş dallardan kurtulmak, dalları seyreltmek ve bitkiye şekil vermek için güzelce budamak gerekiyor. Budanan bitkiler daha sonra kendilerini gençleştirip, daha canlı bir hal alıyorlar.

Ada çayını şimdilik nadiren baharat, en çok da tütsü olarak kullanıyorum. Bu tütsü aslında kiliselerde havayı kötü etkilerden kurtarmak için kullanılan tütsüdür. Ben de çok etkili olduğunu düşündüğüm için sık sık ada çayı tütsüsü yaparım. Bir arkadaşım bu kokunun mekanlara melekleri çağırdığını söylemişti.

Biberiye (Rosmarinus officinalis) de bahçede bir çok yerde peyzaj bitkisi gibi kullandığım gösterişli bir çalıdır. Çam yaprağına benzeyen koyu yeşil yaprakları yaz kış yeşil kalır, çalı formunda çok güzel görünüşlü bir bitkidir. En güzel taraflarından biri de kışın bahçede başka çiçekler yokken çiçekli olmasıdır.

Ben en çok baharat olarak et yemeklerinde ve fırında patates yaparken kullanırım. Taze biberiye yemeklere kekiğe benzer bir tat verir, özellikle kuzu etine çok yakışır. Kekikten farklı olarak taze halinin kokusu daha güçlüdür.

Lavanta (lavandula oficilanis) de birkaç çeşidini yetiştirdiğim bir çalı bitkisi, yine yıllarca yeşil kalan ve peyzajı çok güzel olan bir bitki. Bende 3 çeşidi var. Biri ‘karabaş’ denilen, Ege Bölgesinde endemik olan ve çiçekleri  normal lavantadan çok  farklı görünen bir tür.   Diğerleri ise yaprak ve çiçek formları birbirinden biraz farklılık gösteren fakat koku olarak birbirine çok benzer çalılar.

Şimdilik karabaşlarım çok genç, sadece çiçeklerinden birkaç kez çay yapıp içtik, çayı çok güzel kokulu, sıcak suyu masmavi bir renge boyuyor, içine limon sıkarsanız renk pembeye dönüyor.  Çayını hem mavi, hem de pembe renkli haliyle buz kalıplarında dondurup, renkli buzlar elde ettim.

Lavantalar artık iyice olgunlaştılar, geçen yaz çiçeklerini kurutup, sakladım.  Kese içinde, çamaşır çekmecelerine, yastık altlarına koyuyor, arkadaşlarıma hediye ediyorum. Baharat olarak reçellere (armut, ayva gibi) katınca çok güzel sonuçlar aldım. Budadığım lavanta yapraklarını ise tütsü olarak kullanıyorum.

Kekik (Tymus) da yetiştirdiğim tıbbi ve aromatik bitkilerden. Kekik de yüzlerce cinsi olan çok yıllık bitkilerden birisidir.

Bölgemizde zahter denilen yabani kekik de mevcuttur, ancak nedense bir türlü bahçeme taşıyamadım. Galiba yanlış mevsimde almaya gayret ediyorum. Bayramiç ormanlarında beyaz çiçekli bir kekik türü, Bozcaada’da da top şeklinde kekikler var. Bu yöresel kekik türlerini de bahçemde yetiştirmeyi başaramadım. Biraz araştırma yapıp, nerede yanlış yaptığımı öğrenirsem belki başarılı olurum. 

Şimdilik 3/4 çeşit kekiğim var. Bunlardan biri top şeklinde bir çalıya dönüşen, mevsiminde üzeri mor çiçeklerle bezeli gayet kuvvetli  kokusu olan, bir  başkası ise yapı olarak buna çok benzeyen, ancak kekik kokusunun yanı sıra belirgin limon kokusu olan bir tür.  Yine gayet güzel kokan, ancak çalıya dönüşmeyen, buna karşılık ayrık otu gibi yeri saran bir başka tür kekik daha var. Yemeklerde en çok bunu kullanıyorum, üstelik de oldukça arsız ve yayılmacı bir hali var, 2 dal dikmiştik, 2 yılda 2 metrekare yer kapladı.

Bu üç kekik formunun da çiçekleri birbirinin aynısı, mor renkli.

Bir de seracıların bana kekik diyerek sattıkları, kokusu kekiğe benzese de yemeklere koymaya değer bulmadığım, grimsi renkli tırtıklı yaprakları olan bir bitki daha var. Diğer bütün kekiklerimin çiçeği mor olasına rağmen bunun çiçeği sarı renkli ve şekli de oldukça farklı, yani aslında bu bitkinin kekik olduğundan bile emin değilim.

Şimdilik kekikleri sadece baharat olarak kullandığımı söylemeliyim. Kurutulunca kokusu çok daha belirgin hale geliyor, ancak kendim yetiştirmeye başladıktan sonra artık kurusunu sadece bir yere gittiğim zaman oraya özel kekik kurusu satılıyorsa alıyorum. Genel olarak yemek yaparken yaş kekik kullanmaya başladım.

Kekikle ilgili şimdiki hayalim, daha çok çeşidini yetiştirebilmek.

Yine kekik alt gurubu olarak düşünülebilecek, ancak kokusu biraz daha farklı olan ‘mercanköşk’ de yetiştirdim. Bunu da şimdilik sadece baharat olarak kullanıyorum.

Her bahçenin olmazsa olmazı nane (mentha piperina) da ballıbabagillerdendir, bende güzel kokulu olan açık renkli büyük yapraklı bir cinsi var. Oldukça sarıcı bir bitki olduğundan şimdilik sadece etrafı çevrili 1/ 2 yerde yetiştirdim. Buna karşılık bahçenin çeşitli yerlerinde çıkan koyu renk yapraklı yabani nane ve oğul otu denilen formlarıyla mücadele halindeyim.

Çünkü nane cinsleri aynen ayrık otu gibi hem tohumdan yetişiyorlar, hem dal daldırarak, hem de kökten yeni dallar çıkararak çevreye yayılıyorlar.

Daha önce görmediğim ve limon otu da denilen limon kokulu, geniş nane yapraklı bir formunu ise bir arkadaşımın bahçesinden çelik alarak geliştirdim. Bu yıl o da bir hayli gelişti, birazını bahçenin farklı ve kısıtlı bir yerine daha taşıyacağım. Bu cinsi kurutunca kokusu naneye benzemedi, sadece tazeyken kullanıyorum.

Bir de elbette bu gurup içinde fesleğen, reyhan, limonlu fesleğen, Yunan fesleğeni gibi tek yıllık kokulu bitkileri de yetiştiriyorum. Bunları genel olarak mutfakta kullanmak, arıları bahçeye çekmek ve bazı zararlılardan korumak için dikiyorum. Her sene tohumdan fide hazırlayıp mesela domates sırasına aralıklı dikim yapıyoruz.

Geçen yıl, denemek için bir yere iki paket fesleğen tohumu atmıştım. Bu iki paketten ilginçtir sadece birer adet normal fesleğen, limon fesleğeni ve reyhan çıktı. Diğerleri kısa sürede yok oldu ama reyhan aylarca canlı kaldı. Ben de hemen tohumlanmasın diye çıktıkça çiçeklerini koparıp kuruttum. Bitki solmadan önce bir çok çiçeği üzerinde bıraktım. Bu yıl umutla, o bölgede yeni reyhanların olmasını bekleyeceğim.

Bunlar bahçedeki ballıbabagiller. Diğerleri gelecek yazıda. Tahmin edebileceğiniz gibi, yetiştirmeyi başardığıma göre şimdi de kendimi onlardan çeşitli ürünler yapmayı öğrenmek istiyorum.

ön tarafta biberiye, arka pilanda ada çayı
Karabaş otu
kekik
Örtücü kekik

ŞİFACININ, ŞİFA BAHÇESİ YAVAŞÇA KENDİNİ BELLİ ETMEYE BAŞLADI, BAKALIM DEVAMINDA NELER OLACAK

Nermin emekli olduğu zaman, Trabzon’daki evinden, Pazar’daki eve taşınmış ve kalp ameliyatı oluncaya kadar 10 yıla yakın evin kenarındaki bahçede sebze yetiştirmişti. Sermin ise bahçe ile bizzat ilgilenmediği halde uzun yıllar Çaykurda çalıştığı için, onun da,  organik tarım ile ilgili bir hayli bilgisi vardı. Bitkiden, topraktan anlamayan, bu konuda ümmi olan tek kişi bendim. Mesela buraya ilk taşındığımız zaman toprak bileşenlerinin analiz yapıldığını duyunca kendimi Mars’ta gibi hissetmiştim, oysa Sermin bu analizleri hangi kurumun yaptığını bile biliyordu.

Taşındıktan sonra, Çanakkale’de yaşıyorsan mutlaka  küçük, büyük bir miktar toprak sahiplenip, en azından hafta sonlarında toprakla ilgilenmek gerektiğini çok kısa zamanda fark ettik. Mesela aslen buralı olup da okulu bitince, emekli olunca geri dönmüş ya da  hasbelkader mecburi hizmet dolayısıyla buraya gelip, sonradan yerleşmiş neredeyse bütün hekimlerin aileden kalan ya da kendi edindikleri topraklarla ilgilendiklerini gördüm. Hiç olmayanın 1 dönüm arazisi var, üzerine bir karavan atmış, hafta sonlarını orada geçiriyor. Bazıları ise kalıtsal ya da edinsel toprağını bağ, bahçe, zeytinlik,  meyvelik olarak kullanıyor, hatta hayvancılık yapıyor.  Yarı amatör, yarı profesyonel peynir, şarap üretiyor. Toprak almayıp da 49 yıllık gibi uzun süreliğine kiralamak da bir hayli kullanılan bir yöntem.

Hal böyleyken, bizim de önümüzde bahçede neler yapmak istediğimize dair bazıları oldukça bilindik bazıları ise bayağı ufuk genişleten yollar açıldı.

Birinci yol, elbette coğrafi işaret olarak zeytin başta olmak üzere birkaç çeşit meyve ağacı istiyorduk. Zaten, içinde, yıllardan beri hiç bakım görmemiş 8/ 10 tane yetişkin zeytin, birkaç yerel armut, çınar, meşe ve ahlat  ağacı  olan ormana bitişik ikinci bir arazi  almıştım. Bu araziye bir artezyen kuyusu açtırdık. Bu kuyuya ruhsat alabilmek için, önce Çanakkale Ziraat Odasına kayıt olmam gerekti, pek bir şey anlamasam da odanın kayıtlı çiftçisiyim. Daha sonra, dönüm başına en az 10 tane yani toplamda 60/70  ağaç dikmemizi istediler. Araziye uzaydan bakıp, fidanları sayarak ruhsat verecekleri söyledikleri için biz de  zeytinleri artırıp, ceviz, dut, elma gibi birkaç çeşit fidan daha diktik. 

Gerçi kuyuya ruhsat aldım ama ruhsatım tarlaya elektrik çektirmeme yetmedi.   Çünkü suyu çekmek için elektrikli motor gerekliydi.  Buna da köyün elektrik sistemi yeterli değilmiş, elektrik şirketinden bizden trafo alıp onlara hediye etmemizi ve direkleri de tarlaya kadar  kendi imkanlarımızla dikmemizi istediler. Böylece, tarlalarından  direk için yer isterken komşularla papaz olduğum yetmemiş gibi, bir de dünya para verip, trafo alıp, şirkete hediye edecekmişim ama sonra aynı şirketten elektriği gene de parayla alacakmışım. Annelerinin güzellikleriyle ilgili merakımı gidermek istemedim, su deposuna güneş paneli koyarak kendi elektriğimi üretmeyi uygun buldum. Sonuçta şimdi damlama sistemi ile sulanan, bütün yollardan uzak, tam organik bir meyve bahçemiz var, şimdiden meyve vermeye bile başladılar. Birkaç yıl sonra fidanlar büyüyünce harika olacak.

İkinci yol yine oldukça klasik, Nermin, her gün elini oyalayacak,  birkaç sebze dikebileceği bir bostan istiyordu. Evin arkasında toplamda bir dönüm bile etmeyen bahçede küçük bir meyvelik,  bostan  ve fidelerini yetiştirebileceği küçük bir sera yaptık.  Burası hasat ettiğimiz ve sarnıçta bekletilen su ile sulanıyordu. Bu yıl sarnıçta çok az su var, o nedenle bostanı da köyün diğer tarafındaki zeytinliğe, fidanların arasına yaptık.

Elbette üçüncü yol olarak da, evin etrafında göze hoş görünen, güzel kokulu birkaç çiçek yetiştirdik.

Birkaç ağaç, birkaç çiçek ve sebzenin olduğu bir bahçe gayet tatmin edici, heveslendirip, sevindirici sonuçlar vermeye yeterlidir. Ancak ben bizim memlekete göre oldukça ucuz bulduğum için toplamda neredeyse 10 dönüm arazi almıştım.

Üstüne üstlük hem organik tarım hakkında hem de, köyümüzün bir orman köyü olması nedeniyle ormanlar hakkında birkaç şey öğrendim. Genellikle su kenarlarında konuşlanan ve orman açıklığı denilen yerlerde hayvanların beslendiği yaban meyvelerinin olduğunu fark ettim.

Böylece önümde daha buraya yerleştiğimiz ilk aylarda dördüncü bir yol açıldı; artık çeşitli orman meyveleri ve yabani meyveleri yetiştirmek istiyordum. Epeyce yaban meyve fidanı diktim ama henüz  nasıl sonuç vereceğinden emin değilim. Şimdilik yerli ve yabancı fidanları gözlüyorum. Yerini sevenleri artırıp, olmayanlardan var geçeceğim. Zaten bu ormanlarda doğal olarak yetişen bir çok yaban meyvesi var, bu nedenle, orman meyvesi bahçemden de beklentim oldukça büyük.

Elbette beşinci yol olarak da ta gençliğimden beri içimden bir gün mutlaka gerçekleştireceğimi bildiğim  önce baharat bahçesi gibi başlayıp, daha sonra tıbbi ve aromatik bitkiler bahçesi şekline dönüşen  hayalimi gerçekleştirmek vardı.

Bu bahçe benim şifacı kimliğime ve  şaman köklerime uygun bir bahçe olacaktı. Şifacı kimlik, şaman kökler filan derken hiç abartmıyorum. İnsan anlına yazılanı yaşıyor, benim de yazgım şifacı olarak düzenlenmiş. Kabul etmem lazım.

Bizim ailede nesillerdir bir çok hekim var. Ben daha lisede okurken (ve elbette fakültede de bu adet devam etti), doktor olan pederim, artık ne düşündüyse, ne gereği varsa, beni hastaneye  götürür, ameliyatlara sokar, dahiliyeci arkadaşlarının vizitlerine katardı. Oysa ben 4 kardeşin sonuncusuyum, gayet iyi bildiğim kadarıyla diğer kardeşlere böyle bir staj sistemi uygulanmadı.

Bütün bu çaba bende ters tepmişti ve üniversiteye hazırlanırken, yakamı silkeleyerek ‘tıp olmasın da neresi olursa olsun’ diyerek çalıştım. Zaten eczane kokusundan fenalaşır, yanımda sivilce sıkılsa bayılırdım. Benden bir doktor çıkacağına nasıl hükmettiler bilmiyorum. Fakültede stajlarda kaç kere bayıldığımı hatırlamıyorum bile.

İstemli bilincimle hiçbir zaman istemeden, sırf üzerimde çok hakkı olan MUKE teyzem tıp yazmazsan hakkımı helal etmem dediği için nasıl olsa kazanamam diye yazdığım tek tıp fakültesini kazandım ve okudum.

Ve,  sınav sonuçları geldiği zaman, henüz zarfı açmadan,  tıp fakültesini kazandığımı biliyordum. Biliyordum işte. Birkaç gün önce rüyamda bir doktor ve akademisyen  olan dayım bana cübbesini giydirmişti. O, bir haberci rüyaydı, sadece hekim olmakla kalmadım, aynı zamanda da akademisyen oldum. 

Sadece okuldan hekim olarak çıktığım için şifacı olduğum düşünülmesin.  Hayatın bir çok cephesinde, sezgilerim pek düzensiz ve cılız olmasına karşın, hastalarımla ilgili konularda, düşünceler, zihnime kolayca akardı. Nereden geldiğini bilmediğim, ancak çok okumaktan kaynaklandığını umduğum bir çeşit esin kaynağım olduğundan kuruntulardım.

Daha 2 gün önce kuzenlerimden biri bana yeğeniyle ilgili bir soru sordu. Hemen,  çocuğun apandisit olduğundan emin oldum.  Çocuğa her türlü tetkik yapılmış, ancak karın ağrısına bir türlü tanı koyulamadığı için yatırılmış. Mutlaka bir cerrah görsün diye ısrar ettim. Zaten cerrah tarafından gözlendiğini öğrendik. Bu sefer de  apandisite öyle  tomografi ile tanı koyulmaz, ulratasonu da çok iyi bilen biri yapmalı ki anlasın, doktor adam gibi eliyle muayene edip hemen ameliyata alsın diye ısrar ettim. Durumdan beni de haberdar edin dedim, ama nedense aramadı,  ertesi gün ben aradım.

Aynen dediğim gibi olmuş, doktor bir türlü tanı koyamadığı için bir sürü tetkik daha yaptırmış, hatta bir de MR çektirmiş. Sonunda,  nihayet muayene bulgularına güvenerek, neyse ki kızın apandisiti henüz delinmeden ameliyata almış.

Bana sorarsan kuzenim çok net bir apandisit hikayesi verdiği için uzaktan tanı koydum, kuzenime sorarsan  ‘yok bacım bu öyle bir şey değil’.  Evet, kuzenimle konuşurken, bir şekilde çocuğun apandisit olduğunu biliyordum. Hani polisler ‘örümcek sezgisi’ derler, suçlunun kim olduğuna dair kuvvetli bir hisleri vardır. Bende de sanırım örümcek sezgileri hastalık tanısı koyarken devreye giriyor.  Buna artık ‘şifacı sezgiler’  demekten çekinmiyorum, nasıl olsa artık aktif hekimlik yapmıyorum.

Çocukluğumdan beri,  Annelerin (anneannem) babasının (büyükbaba), ermiş olduğu hikayeleri ile büyüdüm.  Onun geleceğe dair söyledikleri olduğu gibi çıkarmış, üstelik de öyle genel geçer sözler değil, son derece spesifik, nokta atışı kehanetler. Onun  bir mistik, bir şaman olduğu çok açık.

Yani, genlerimde de bir çeşit şifacılık damgası var. Hayat yolum böyle kurgulanmış. İlk kez toprakla uğraşıyorum ve hemen şifa bahçesi kurmak telaşına düştüm. Tatminkar bir başlangıç yaptım diyebilirim.

BU BENİM İLK SOSYAL İZOLASYONUM DEĞİL, AMA BU SEFER KÖYDE OLMASAYDIM NE YAPARDIM, BİLMİYORUM.

Biliyorum bir hayli salgın yazısı yazdım ama şu sıralar hayatlarımızda başka ne var ki? Son günlerde salgın biraz hızını kesince, kısıtlamalar da resmi olarak biraz gevşetildi. Gene de ikinci bir dalganın gelmesi beklendiği için evlerde oturmamız öneriliyor. Bu hafta tam 2 aydan beri evlerimizde oturuyoruz.

Aslında benim evden çıkma yasağım yok, ama 2 ayda topu toplamı, 4/5 kere Çanakkale’ye markete, 1 kere Lapseki’ye fide almaya gittim. Bir kere de Sibel babasını çok özleyince, Nasuh Eniştenin, Lapseki’deki mezarını ziyaret ettim, mezar başında görüntülü konuşup, mezarı gösterdim, kısaca kuzenime sanal bir mezar ziyareti yaptırdım.

Gene de şehirde oturanlara göre çok hareketliyim.

Çalışırken, hem bedenim hem de kafam çok yorulurdu, günde 500 kişiye laf anlatmaktan/ anlatamamaktan perişan olurdum. En büyük fantazim, şöyle hiç kimseyle konuşmak zorunda olmadan, geceleri uykum telefonla bölünmeden, öylece yatıp dinlenmekti. Birkaç kere (telefon hariç) hafta sonu hiçbir şey yapmadan sadece tembel tembel yattığım, Cuma gecesi iş dönüşü giydiğim geceliği, Pazartesi sabahı işe gitmek için çıkardığım bile olmuştur.

Bazen ıssı bir adada haftalarca, aylarca yatıp dinlenme hayalleri kurardım. Adada olmasa bile, doksanlı yılların birinde, birikmiş yıllık izinlerimi alıp 2 ay boyunca evde boş boş yatıp, TV’de saçma diziler izleyip, cinayet, casusluk, macera romanları okuduğumuştum. Bir gün, güya günlerdir takip ettiğim diziyi izlerken, Nermin’e, ‘bu Claus denen adam kimdi’ diye sorunca, ‘ne bileyim, senin izlediğin dizi bu değil ki’ diye cevap almıştım. Oysa ben klaus dışında bir fark görememiştim. İki ay sonra yeniden şarj olmuş şekilde iş başı yapmıştım.

Bir kez de neredeyse yarım yıl ‘ön emeklilikte’ evde yattım.

Emekli olmaya aniden karar vermiştim. Bu karar aklıma geldiği andan sonra da bir türlü işe gitmek içimden gelmemişti. Ancak herkes, bana hizmet etmek için çok zamanım olduğunu ve evde çok canımın sıkılacağını söyledi. (Hatta ben, dişim için anestezi altındayken, anestezist arkadaş, bana emekli olmamam için diye telkinde bulunmuş, ben bilincim kapalıyken ‘hayır hayır hayır’ diye inlemişim, sonradan itiraf ettiler.)

Bilincim açıkken kafam bu kadar net değildi, acaba benim için henüz erken mi, canım sıkılır mı gibi düşüncelerim oldu. Emeklilik denemesi için 3 ay rapor ve birikmiş izinlerimi aldım.

Niyetim biraz gezip kafa dağıtmaktı ama hiç evden dışarı çıkamadım. Günde 10/12 saat uyudum. Yataktan kalkıp, salondaki kanepeye yattım, artık yatak zamanı geldi diye düşündüğüm zaman tekrar yatağa geçtim. Alış verişimi de ya telefonla halettim, ya da haftada bir, evin çevresindeki marketlere gidip, hemen geri döndüm. Ancak 5 ay sonra artık yavaş yavaş hayata dönmeye başladım.

Mayıs ayında büyük izne başlamıştım, ilk kez Eylül’de o da, acaba hareket edebilir miyim diye korkarak yeniden yoga merkezine gitmeye başladım. Kendime gelebilmem hareket etmeye başladıktan sonra hızlandı ama birkaç ay daha sürdü.

O zamanlar benim enerjim yoktu, çok yorgundum, dinlenmeye ihtiyacım vardı, evde tembellik yapmak gayet uygundu. Belki bu dönemlerde depresyon geçirdiğimi düşünenler olabilir, ama bence tükenmişlik (eskiden sürmenaj denirdi) demek daha tanımlayıcı olacaktır.  

Bu karantina günleri benim o bitkinlik zamanlarıma denk gelseymiş, iyiymiş, oysa şimdi hiç tembellik yapacak ruh hali içerisinde değilim. Keşke o zamanlar bu kadar içten evden dışarı çıkmamayı istememiş olsaydım, baksanıza gerçek oldu. Şimdi dışarı çıkma yasağım yok, ama çıkınca ne yapacaksın? Her yer kapalı, herkes evinde oturuyor.

Köyde oturduğum için çok şanslıyım. Aslında bu sıcak havalarda köyde yürüyüş yapmaktan hiç hoşlanmam. Geçen yıllarda yılan görmemek için bu mevsimlerde pek orman yürüyüşü yapmazdım, bu sene artık yılan falan vız gelir deyip kendimi ormana attım. Her gün orman yollarına dalıp, keşif gezintileri yapıyorum. Bu bölgede, bizden beş beter, birkaç şehir kaçkını daha, orman içlerinde oldukça izole bir yaşam sürüyorlar. Mesela geçen gün, bu keşif gezilerinden birinde ‘Mehmet Hoca’ ile tanıştık, öğretmen ama ömrü Artvin, Kaz Dağları ve bu köyde geçmiş, modern zaman bilgesi.

Bir başka gün ise köyün gözlerden uzak, orman içindeki mezarlığını bulduk ve oldukça büyük bir Osmanlı mezarlığı olduğunu fark ettik. Buralarda bir de eski Osmanlı yerleşim yeri var, geçtiğimiz aylarda hamamında define aramışlardı, şimdi de orayı bulacağım.

Bu yıl bahçe ile her zamankinden çok ilgileniyorum, hem ırgatlık hem de ağalık yapıyorum. Hiç alışık olmadığım işlerle canım çıkıyor, ama azimle devam ediyorum.

Bu hafta toprak kazıldı, damla sulama serildi ve fideler toprakla buluşturuldu. Mütevazi aromatik bitkiler bahçemde (kendi tabirimle çaylığım) kekikler, ada çayları ve bir çok bitki çiçeklendi. Bu çaylıkta, geçen ay güzelce temizlediğim yabani otlar yeniden boy attı, şimdi ikinci tura başladım. Çaylığım için aromaterapi ile ilgilenen bir arkadaşımdan destek isteyeceğim.

Geçenlerde kuzenimle telefonda konuşurken, sabah evde piyano çalışıyorum, akşam bahçede ot söküyorum deyince ‘köy enstitüsü gibi yaşıyorsunuz’ dedi, benzetme çok hoşuma gitti.

KORONALI, SANAL GÜNLERDE GELDİ ÇATTI HIDRELLEZ, HIDIRELLEZİ NASIL KUTLAYACAĞIM

Kendimizi karantinaya aldığımız, 10 gün sonra 2 ay olacak.  Neyse ki son bir haftadır salgın dalgası sönümlenmeye başladı gibi görünüyor. Ancak bizler hala evdeyiz, mantıkla düşününce sızlanmaya hakkımız yok, yine de insansız günler uzadıkça katlanması daha zorlaşıyor, zaman zaman karamsarlığa düşmemek elden gelmiyor. Bugün, bir de puslu, nemli keyifsiz bir hava var, yani tam depresyon havası, ben de yaptığım hiçbir şeyi hevesle yapmadım, her şeyi baştan savdım. Klasik davranış stilimdir, depresyon tedavisi olarak, bol bol karbonhidrat yedim, hiç pişman değilim. Ancak sadece birkaç saatlik depresyona iznim var, fazlası bana yaramaz.

Hıdrellez kapıya dayandı, üzerime çullanan bu bıkkınlığı atmak için çok güzel bir fırsat. Her sene yaptığım gibi Hıdrellezde bir çok ritüel yapacağım. Hatta bu yıl her zamankinden biraz daha fazla ya da farklı ritüeller yapmaya karar verdim. Mesela bu yıl diğer yıllardan farklı olarak dileklerimi 5 Mayısın ilk saatlerinde yazacağım, kağıdı gül dalına asmak işini her zamanki gibi.

Her yıl gerçekleşmesini istediğim şeyleri bir kağıda yazar, hatta resim çizer, 5 Mayıs akşamından bir gül dalına asarım, çok da sıkıca bağlamam ki rüzgar dileklerimi uçursun. Hıdrellez dileklerimin gerçekleşmeme ihtimali oldukça azdır. Bazen dileğimde hafif kaymalar olur ama gene de gerçekleşir, eğer gerçekleşmeyecek bir şey dilemiş isem, zaten ertesi sabah dilek kağıdımın halinden anlaşılır.

Bir sene, büyük bir kendini beğenmişlikle, gerçekleşeceğinden emin olduğum bir şeyi de yazmıştım. O gece feci bir rüzgar balkondaki saksıyı yerden yere vurmuş, bütün toprağı balkona sermiş, gülü kökünden çıkarıp, balkona fırlatmış fakat buna karşılık kağıdımı uçurmamıştı. O yıl isteğim gerçekleşmedi, büyük bir hezimetti. Yani Hıdrellez dileklerine çok inanırım.

Bu yıl istek kağıdımı (dilekçe) bir gece önceden hazırlama sebebim, 5 Mayıs gününün ilk saatlerinde Merkür’ün, Güneşin tam kalbinde olması. Bu birleşme astrolojik olarak yılda sadece birkaç kez meydana gelir ve 1,2 saat kadar sürer, bu süre içerisinde düşüncelerinize dikkat etmeniz gerekir, çünkü gerçekleşme olasılığı oldukça yüksektir. Ben de bu Hıdrellezde mademki böyle bir tesadüf oldu, fırsatı kaçırmayayım dedim.

Ülkemizde Hıdırellez kutlamaları, en coşkulu Hatay civarında yapılır. bu yörede Hıdırlık denilen ve Hıdırellezde ziyaret edilen su kenarları vardır. Bizim ülkede bulduğumuz her suyun kenarının mesire yeri olmasının bir sebebi var değil mi?

Her yıl mutlaka bir suyun kenarına gitmeye özen gösteririm. Çünkü Anneler (anneannem) her Hıdrellezde bir kayığa biner, 7 dere ağzı geçer ve bir de sanırım şimdi havaalanı inşaatı altında kalan denizin içindeki delikli bir taşın içenden geçerdi.

Trabzon’da iken benim Hıdrellez suyum Yanbolu Irmağıydı, orayı ziyaret ederdim. Eğer Yanbolu’ya gidemeyeceksem, mutlaka Değirmendere’yi ziyaret ederdim. Çanakkale’de ise boğazı ziyaret ediyoruz. Bazen Gelibolu yarımadasına da geçiyoruz.

Bu yıl yapacağım su ziyareti gene boğaz olacak, bu sene öyle uzak yerlere gitmek pek mümkün görünmüyor, evin önündeki ufak dereye gitmek de tuhaf olur. Yakın bir tarihte keşfettiğim, Umurbey sahilindeki ıssız, sulak alanda, boğaz kıyısında yürüyeceğim, nasıl olsa benim sokağa çıkma yasağım yok.

Hıdrellez sabahı, pencereleri açıp, içeriye bolluk, bereket, sağlık davet edeceğiz. Henüz hava tam aydınlanmadan ev halkından kısmetli biri evin kapılarından dışarı çıkıp, eve girecek.

Duygu ile Hıdrellez üzerine instegram sohbeti yapacağız. Bu sohbet için başka ne ritüeller yapılıyor diye araştırırken, cüzdan ve tencerelerin kapaklarını açık bırakıp, bereket davet edenler varmış, çok beğendim ben de yapmaya karar verdim.

Hıdrellez, Hızır ile İlyasın kavuştuğu, dünyaya bereketin geleceğinin habercisi olan gün olarak tanımlanıyor. Hızır ile İlyas’ın 2 ayrı karakter mi, yoksa tek bir insan mı ( varlık mı) olduğu bile net değil.  İlyas, bütün kutsal kitaplarda sözü edilen, her din tarafından kabul gören bir peygamber. Hızır ise, çok daha eski bir öğretiden geldiği belli olan, hiçbir kutsal kitapta adı geçmediği halde bütün semitik dinler tarafından kabul gören bir kült. Sanki kadim batını bilgilerle, semitik dinleri birbirine bağlayan bir köprü gibi.

Şu anda Kuran’da hiç adı geçmediği halde, Müslümanlar arasında Hz. Muhammet ve Hz. Ali’den sonra en çok hürmet edilen şahsiyet Hızır.

Hızır, bir peygamber değil, daha çok bir veli/Salih kişi olarak tanımlanıyor. Buna rağmen bu kadar geniş bir coğrafyada tanınması, herkes tarafından benimsenmiş olması, Hızır inanışının çok daha derin anlamlar taşıdığını düşündürüyor.

Bana sanki tek bir kişiden ziyade her insanın dönüşebileceği bir hal gibi geliyor. Yoksa,  Musa Peygamberle konuşan kişinin, Ahmet Yesevi’ye ders veren kişi ile aynı insan olması nasıl söz konusu olabilir?

Öyle ya herkes yeri gelir, bir başkasının derdine ‘Hızır gibi yetişir’. Hızır inanışını, doğaya yeşillik, insana bolluk, bereket, gönül ferahlığı veren hal olarak da tanımlamak mümkün.

Eskiden insanlar tabiatın kurallarına uygun olarak yaşar, dünyayı ve gök yüzünü çok iyi gözlemlerdi. Bütün varlıkların hava, su ateş ve toprak olmak üzere 4 elementten meydana geldiğine inanılırdı. Semavi dinler öncesindeki inanışlarda kutlanan 4 mevsimdeki, 4 bayram, 4 element ve doğa olayları ile ilişkilidir.

Her ne kadar, yazılı kaynaklarda, Hıdrellez bahar bayramı olarak geçiyorsa da, bundan pek emin değilim. 

Öyle ya ilk bahar bayramı açıkça Nevruz’dur, çünkü tam da ilk baharın başladığı gün kutlanır. Tam olarak gündüz ve gecenin eşitlendiği günde ( ilk bahar ekinoksu) kutlanır. Bu bayramda şenliklerin en önemli özelliği Nevruz ateşidir, bence ateş elementinin bayramı İlkbahar bayramıdır.

İki farklı ilk bahar bayramı olması biraz tuhafıma gidiyor, bence Hıdrellez yazın habercisi olan bir doğa bayramıdır. Hıdrellez, Eta Aquarit gök taşı yağmuru zamanına denk gelir. Bu gök taşı yağmuru dünyanın yörüngesiyle Halley kuyruklu yıldızının yörüngesinin kesiştiği günlerde meydana gelir. Hıdrellez, açıkça su ile ilişkilendirilir. Hatta Hızır denizlerin, İlyas karanın bereket habercisidir diye düşünülür. Hıdırellez, toprağın su ile buluşma, ağaçlara su yürüme zamanıdır diye açıklayanlar da olur. Sonuç olarak Hıdırellez bolluğun, bereketin, tarımın, sıcaklığın başladığı günlerin habercisidir.

Hıdrellezden sonra artık tarım zamanıdır,  aylarca eğlenecek zaman bulmak zor. Ancak hasat yapıldıktan sonra, elde edilen ürünü kutlamak için şenlik yapılır, hasat sonrası ise imeceyle kışa hazırlanılır. Hasat zamanı, pek çok ürün ve bahçeler için genellikle Eylül ayıdır. Açıkça toprakla ilişkili olan bu doğa bayramı, göksel değil, yeryüzünde gerçekleşen bir olayı kutsamak için yapılır ve bu nedenle tarihi net değildir.

Kış bayramı ise daha sonraları önce Mintraizmde Mintranın doğum gününe daha sonra da Noel’e evrilen, Nardugandır. Bu bayram da tam olarak günlerin uzamaya başladığı günde (25 Aralık) kutlanır ve asıl olarak hava (soğuk) elementi ile bağdaşır.

Bu salgın bize, doğanın güçleri karşısında ne kadar savunmasız olduğumuzu ve doğaya saygılı olmanın gerekli olduğunu tekrar hatırlattı. Şehir yaşantısında bu söylediklerim insana saçma gelebilir, ancak köyde yaşayınca bütün bu bilgilerin ne kadar önemli olduğunu yeniden fark ediyorum.

Show Buttons
Hide Buttons