Category Archives: Genel

BU GÜNE KADAR BİR KAÇ SAKSI ÇİÇEKTEN BAŞKA BİR BİTKİ YETİŞTİRMEMİŞ DE OLSAM ARTIK KAYITLI BİR ÇİFTÇİYİM, ÜSTELİK SU HARVESTİ BİLE YAPACAĞIM

Geçen gün Çanakkale Ziraat Odasına başvuru yaptım ve bir çiftçi olarak odaya kaydoldum. Aslında kendimize yetecek kadar bir bostan, şifalı ot bahçesi ve meyvelik yapmaktan başka bir gayemiz yok. Ticari bir amaç olmadığı için muhtemelen odaya kayıt olmama gerek yoktu. Ancak zeytinliğe bir kuyu açmak istediğimiz için böyle bir kayıt gerekli oldu.

Continue reading… →

KIRSALDA YAŞAM DÖNGÜLERİ, KENTLERDEN ÇOK FARKLI, ÜSTÜNE BİR DE FARKLI SAAT DİLİMİ

Canlıların tıp dilinde diürnal ritim denilen bir günlük yaşam döngüsü vardır. Bir çok hormonun salgılanması, günün saatlerine göre ayarlıdır. Bu hormonlar sayesinde gündelik yaşam ritmi belirlenir, mesela geceleri uyur, gündüzleri uyanık kalırız. Bu hormonlar sayesinde çocuklar geceleri büyür, serpilir. Bu hormonlar sayesinde beslenme, cinsellik ve bir çok konudaki davranışlarımız gündüzleri ve geceleri oldukça farklıdır.

Continue reading… →

BU MEMLEKETTE ANLAYIŞ (!) GÖRMEK İSTİYORSAN, KIZLARI TACİZ ET, BENİ TAHRİK ETTİ DE GİTSİN

 

Şu aralar sosyal medyada İstanbul’da bir otobüste dayak yiyen, şortlu bir kızın hikayesi ve video kayıtları dolaşıyor. Adamın biri otobüste ayağa kalkıp, çok normal bir şey yapar gibi, orada kendi kendine oturan bir kıza yumruk atıp,  kapıya doğru yürüyor. Kız arkasından fırlayıp ne yapıyorsun diye adama çıkışınca da, adamdan temiz  bir dayak yiyor.

Continue reading… →

BİTMEYEN BİR DİŞ MESELESİ, HASTA REFAKATİ ZOR ZANAAT, BEN NASIL YILLARCA DOKTORLUK YAPMIŞIM ANLAMADIM

Ben kendimi bildim bileli, bizim evde bitmek tükenmek bilmeyen, bir ‘’dişçiye gitme’’ muhabbeti vardır. Hem Sermin hem de Nermin bildiğim kadarı ile bu yaşlarına kadar her yıl en az 20 kere filan dişçiye giderler, dişler doldurulur, çekilir, ameliyat edilir, kanal tedavisi, daha bir sürü tedavi yapılır durur.
Benim ağzımda da, 4-5 diş ameliyatı, 2 implant, bir çok da kanal tedavili diş var, ama bu ailede ben kendimi diş konusunda oldukça şanslı kabul ediyorum.
Çocukluğumdan ilk hatırladığım diş hekimleri, Sezai Amca ile Cemil Amca. Her ikisi de, bizim kızların dişlerinin tedavisi bitmeden rahmetli oldular. Takip edebildiğim kadarı ile onlardan sonra birkaç diş hekimine daha abone oldular, onlar da emekli oldular.
En son bundan 10-15 sene önce her ikisi de artık genç bir dişçi bulalım da bizi yıllarca idare etsin diye düşünüp, Hakan Beye tedavi olmaya başladılar.
Hakan sağ olsun bana da birkaç ameliyat ve iki implant yaptı.
Son durum olarak Nermin artık protez dişli.
Sermin’e gelince, Hakan Bey en son en az bir, bir buçuk yıllık işin var, madem taşınıyorsun ben işe başlamayayım demişti. Biz de Çanakkale’de diş hekimimiz olmadığından, İstanbul’da yaptırmaya karar vermiştik. Kuzenlerimizden biri olan Selçuk Basa da, çene cerrahisinin duayeni zaten. Anladığım kadarı ile Selçuk’un taktiği bir seferde büyük bir girişim yapıp, en kısa zamanda işi halletmek. Sermin’e de oldukça geniş bir operasyon yaptı, ameliyattan sonra ağzında hiç ana dişi kalmadı, çene kemikleri dolgu ile tamir edildi ve birkaç implant çivisi daha çakıldı. Ama birkaç ay sonra implant üzerinde inşa edilmiş, işe yarar dişleri olacak.
Artık sadece her ikisinin de yeni problemleri olmamasını ummaktan başka yapılacak bir şey kalmadı. Umarım artık diş hekimleri ile bu kadar samimiyet gerekmez.

Tabii bu arada ben de, Çanakkale’den İstanbul’a şoför, diş ameliyatı olmuş birine özel aşçı ve de hasta refakatçisi olmak üzere birlikte gittim.
Neyse ki bu kez yandex navigasyonu kullandık ve bizi hiç üzmeden gideceğimiz yolu tarif etti. Ben de artık iyiden iyiye İstanbul’da trafiğe çıkma fobimi yenmiş oldum.
Yatacağımız hastaneye ve doktor muayenehanesine çok yakın olduğu için yeğenlerimiz Nil ve Ege Özgür’ün evinde kaldık. Çocuklar sağ olsunlar, bize her türlü lojistik ve manevi desteği sağladılar. Yani rahatımız yerindeydi.
Ama o hastanede, refakatçi olarak kalma kısmı yok mu? Bir ameliyat kapısı bekledim, bir gece refakatçi kaldım, resmen hasta oldum.
Ben zaten çalıştığım hastane dışında çok nazenin bir insanımdır. Yolda kusmuk, balgam görsem saatlerce kendime gelemem. Yanımda sivilce, apse patlatılsa içim süzülür. Bir keresinde kuaförde ısrarla kürtajdan söz eden birini dinlerken tamamen bilincimi kaybedecek şekilde bayıldığımı, bir keresinde de dolmuş ani bir fren yapınca önümdeki adamın kafasının kokusundan kustuğumu bile hatırlıyorum.
Ama gariptir, insana kendi hastasının her türlü vücut sıvısı, kusmuğu, kakası, sümüğü iğrenç gelmiyor. Meslek hayatım boyunca üzerime işeyen, kusan hatta kaka yapan çocuk sayısını hatırlamıyorum bile. Hele ki ciğer aspirasyonu normalde yanında durmayı bile beceremediğim bir şeydir, ama iş başa düşünce hiç tiksinmiyorsun. Bir seferinde elektrik kesintisi olduğu bir anda, lağım suyunda boğulmuş bir bebeği ağzımla aspire ettiğimi ve ağzıma yarı katı, yarı sıvı lağım sularının dolduğunu bile bilirim. O zaman bile iğrenmemiş, sadece içimden inşallah tifo y ada sarılık olmam diye geçirmiştim.
Benim durumum tam mıstır hayt, doktor ceykıl halleri yani.
Herhalde bu farkı yaratan sorumluluk duygusudur, başka bir açıklama bulamıyorum. Ya da Allah tarafından bir güç geliyor insana, yoksa ben kendi hesabıma kesinlikle hekimlik yapamazdım.
Sonuç olarak 6 yıl tıp fakültesi, 35 yıl aktif meslek hayatı nerden baksam, ömrünün 40 yıla yakın zamanını hastanelerde geçirmiş birinin, bir gece hastanede yatıp da bu kadar rahatsız olması gerçekten psikolojik olarak incelenmesi gereken bir durum. Çünkü asistanken tuttuğum nöbetlerde bol ışıklı, gürültülü, havasız odalarda, çakır çukur yataklarda yatar da post gibi uyurdum. Şimdi ne oldu da bir gece yatmak bana bu kadar dokundu anlamak mümkün değil.
Çok şükür artık eve döndük. Sermin şu anda Nermin ve Ayşen’le alış verişe gitti. Ben kendimde gidecek hal bulamadığım için, onlara ilaç ısmarladım, evde kaldım.

İNTERNET SIRADAN İNSANLARI TIP FAKÜLTESİ ÖĞRENCİSİ SENDROMUNA SOKUYOR

Tıp Fakültesinde okuyan hemen herkesin başına gelen bir şey vardır. Hangi hastalığı okursanız kendinizde o hastalığın bulgularını gözlemlersiniz. Eğer abartırsanız bir ay mide hastası bir ay kalp hastası olduğunuza hükmedersiniz. Bu durum gerçek hipokondriasisin (hastalık hastalığı)  aksine gelip geçici bir haldir ve ‘’tıp öğrencisi sendromu’’ denilebilir.

Gerçi bizim arkadaşlarımızdan bir kaçı kendilerine ciddi bazı  tanıları koymuş ve haklı çıkmışlardı. Neyse ki ben bu duruma hiç yakalanmadım.

Şimdi ise bilgiye ulaşmak o zamanlara göre çok daha kolay. Televizyonlarda sağlık programları oldukça rağbet görüyor. Ben gerçi bu programların da denetimden geçirilmesi taraftarıyım, çünkü bazen hiç olmadık bilgiler veriliyor.

Elbette bir de internet var. Hangi hastalığı arasanız karşınıza bir sürü sonuç çıkıyor, bunların güvenirliği de tartışmalı, bazen de akıl karıştırıcı olabiliyor.

Bir taraftan bakılınca herkesin sağlığı ile ilgili bilgilere kolayca erişebilmesi çok değerli, diğer taraftan bakılınca da herkes kendisinde her hastalıktan izler bulabilir, yalan yanlış vesveseye kapılabilir.

Ben internetin bir çok insanı ‘’tıp öğrencisi sendromuna’’ uğrattığını düşünüyorum.

Yıllar önce Rize’den bir hasta getirmişlerdi. Hasta sahibi koltuğa geniş bir şekilde oturduktan sonra hikayesini anlatmaya başladı. Çocuğu bu güne kadar bir çok doktora götürmüşler, en son götürdükleri doktor, bizim yeni mezunlarımızdan  bir hekim hastanın FMF olabileceğini söylemiş. Ancak bu hekim oldukça genç biri olduğundan hasta sahibi bu güne kadar bunca doktora götürdük kimse böyle bir tanı vermedi deyince, doktor da muhtemelen adamın ısrarından kurtulmak için bu tanıyı her doktor bilmez diyerek hastayı bana yönlendirmiş.

Adam daha sonra internetten araştırmış ve çocuğun gerçekten de FMF olabileceğine kanaat getirmiş, ancak şimdi de benim FMF tanısını bilip bilmediğimi tartmak istiyor.

Çocuğun hikayesi gerçekten de FMF’e çok benziyordu. Ben hem tanıya yaklaşmak hem de ayırıcı tanı için çeşitli sorular sormaya başladım. Ancak benim sorduğum her soru adama benim FMF konusunda bilgi sahibi olmadığım gibi bir düşünce yerleştiriyor. Neden ona bu saçma soruları sorarak vakit kaybettirdiğimi anlayamıyor. İkide bir ben internete baktım, bu çocuk FMF, doktor bize bu hastalığı her doktor bilmez dedi diyerek beni hizaya getirmeye çalışıyor.

Bir türlü istediğim gibi bir öykü alamıyorum. Ben de defalarca evet öykünüz bu tanıya benziyor, ancak karın ağrısı yapan yüzlerce hastalık var, bu nedenle bunları sormam lazım deyip duruyorum. Ama giderek de tepem atmaya başlıyor. En son artık belki yirminci kez FMF tanısını her doktor bilmez deyince pes ettim. Adama ‘’sana bu tanıyı kim söyledi, bir doktor değil mi, şimdi dönünce sor bakalım ona FMF’i kim öğretmiş’’ diye sordum. Adam ancak azarı işittikten sonra sorduğum sorulara cevap vermeye razı oldu.

Çocuk gerçekten de FMF çıktı. FMF nedir diye soranlara, kısaca ‘ailevi akdeniz ateşi’ denilen, tekrarlayan ateş ve ağrılarla seyreden,e ülkemizde de oldukça sık görülen bir hastalıktır diye izah edeyim. Gerçekten de düşünülmediği takdirde bir çok hastalıkla karışabilecek bir hastalıktır.

Bu hasta sahibi klasik ‘’internet doktoru’’ tiplemesine güzel bir örnektir.

 

Günün birinde rektör beyden bana acil bir telefon geldi. Rektörlükte çalışan sekreterlerden bir bir gün önce bizim poliklinikte muayene olmuş, ama kadın, çocuğuma tetkik yapmadan tedavi verdiler, bana bir şey anlatmadılar diye sinir krizi geçiriyormuş. Kadını benimle konuşmaya gönderdi. Kadın, 10 dakika içinde, çocuk ve dosya ile kapıma  geldi. baktım ki dosyasında yapılması gereken her şey yapılmış, tetkikler istenmiş, kemik yaşının kaç yaş geri olduğuna varana kadar kadına herşey anlatılmış.

Muhtemelen çocuğunun hastalığını inkar sürecindedir diye düşünüp, ben de bir daha öykü aldım, muayene ettim ve tanıyı, tedaviyi desteklediğimi söyledim. Fakat kadın kesinlikle ikna olmuyor. Çocuğumun zeka testi yapılmadı, böbrek üstü bezlerine bakılmadı diye söyleniyor.

Meğer bir gün önce internette hipotiroidi araştırmış. Bunların hiçbiri senin çocuğunda yok deyince, illa tetkiklerini yapın, ben internette saatlerce araştırma yaptım, neler olacağını biliyorum diye tutturdu.

Biz de yıllarca okulunu okuduk ama neler olacağını hala bilemiyoruz tabii.

 

ŞEHİRLİ GÖZLERİM YABANA ALIŞTIKÇA; KANATLI ÇİM KIRPMA MAKİNELERİ, İLK BİTKİSEL ECZALAR, İLK YABANİ OT YEMEKLERİ, BAHÇEDEN İLK ÜRÜNLER

Köyde, hem de bir orman köyünde yaşamanın şehir insanı için şaşırtıcı özellikleri var. Burada yaşamaya başladığım günlerde   kuş seslerinden ve odamın penceresinin dışına yuva yapan kırlangıçlardan çok etkilenmiştim. Bir de şehir ışıkları olmadığı için bütün görkemi ile görünen göz yüzü, özellikle de geceleri çok hoşuma gitmişti.

Continue reading… →

NEFES EĞİTİMİ, KAZ DAĞLARINDA YOGA KAMPI

 

Bu sene leyleği havada gördüm, ama sanırım biraz alçaktan uçuyordu ki, normalde yaptığım gibi uzaklarda değil, hep yakın yerlerde geziyorum.

Bu hafta sonu da Kaz Dağlarında bir nefes eğitimi kampındaydım. Üç gün boyunca telefondan, internetten ve hayvansal gıdalardan uzak, doğanın içinde yaşadık. Sadece bu bile başlı başına ciddi bir nefes çalışması. Yaptığımız dersler ise bundan sonraki yoga deneyimlerim için yeni bir bakış açısı getirecek kadar güçlü idi.

Continue reading… →

HACETTEPE 81 EKİBİ, BU YIL ÇORLU’DAYDIK

Geçen yıl Sapanca buluşmamızda Turgay bir gelenek başlattı. Buluşmamızın baş rol oyuncularından biri başındaki fötr şapka ve bununla yaptığı ‘’BABA’’ taklidi idi. Bu yıl Çorlu’da Ahmet Yılmaz ev sahipliğinde buluşma kararı çıkınca da şapkayı Ahmet’e devretmişti. Ahmet şapkanın gereğini yerine getirdi,  şapka önümüzdeki yıl Adana’ya Aytekin’e gönderildi, ondan sonra da şapka 81 Ege gurubuna gidecek. Ben de Ege gurubunun  en yeni üyesi olarak, şapkayı  kapıp başıma yerleştirdim, hatta bir baba selamı bile verdim.

Continue reading… →

YOĞUN BİR İSTANBUL HAFTASI; BİR STRESLİ KONUŞMA, BİR NOSTALJİK KONSER, BİR KAÇ ARKADAŞ, BİR KAÇ KİTAP, BİR KAÇ EMPATİ ARAYAN RUH, KIRIK DİŞLER, BOL BOL METRO

Bu hafta sonu, (19-21/Mayıs) yıllık 81 Hacettepe mezunları buluşması için Çorlu’ya gideceğim, bu gezi aylar öncesinden belliydi. Birkaç hafta önce, ayın 15’i  pazartesi günü Türk Eğitim Vakfının 50. Yıl kutlamaları çerçevesinde bir öğlen yemeğine katılmak üzere  İstanbul’a davet edildim.

Arada bu kadar kısa süre olunca, ben de Çorlu’ya gidiş güzergahımı değiştirip, arada birkaç gün İstanbul’da kalıp, fırsattan istifade, birkaç arkadaşımla görüşmek istedim, böylece korsan(!) bir İstanbul haftası geçirdim.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons