Category Archives: Hocalarımdan ve kendi hocalık anılarımdan

BAZI UFAK MESLEK SIRLARI ve GENÇ HEKİMLERE ÖĞÜTLER 1

 

Uzun yıllar boyunca aktif doktorluk yapmış ve pek çok doktorun yetişmesine katkıda bulunmuş bir hekim olarak genç arkadaşlarıma ufak tefek bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum. Hekimlik pek çok yönü ile çok zor bir meslek. Her zaman insanlarla onların en sorunlu oldukları anlarda iletişim kuruyorsunuz, üstelik o sorunu da sizin çözmeniz bekleniyor.

Bir şekilde insanların beyinlerinde hala hekimlerin şaman (kam) oldukları o zamanlardan kalma derin bir kolektif bilgi var. Bir çok insanın sizden mesleğinizin ötesinde beklentileri oluyor, işin tuhaf tarafı, kişilerin eğitim seviyesinin hekimden  abartılı beklenti konusunda herhangi bir fark yaratmıyor olması. Daha da garip olan bir çok hekimin de içten içe bir çeşit  üstünlük, aşkınlık hissi beslemeleridir.

Mesela pek çok kez, pek çok hastanın ‘’önce Allah, sonra sen’’ dediğini duydum. Ve  pek çok hekim arkadaşımın da bu sözü gururla ve inanarak kabul ettiğine şahit oldum.

Oysa bu tuhaf söz bana söylendiği her zaman tüylerim diken diken olurdu, çünkü bu söz aslında bir iltifat değil, sizden olağanüstü beklentilerinin dile getirilmesidir. Yıllarca bu sözle mücadele ettim, böyle şeyler söylemeyin falan dedim, ama böyle söylediğim zaman aşırı alçak gönüllülük yapıp, daha fazla iltifat beklediğim gibi algılandı, daha da aşırı bir ısrarla benzer sözlere maruz kaldım. Sonunda sihirli kelimeleri bulup bu sözden  kendimi esirgemeyi başardım. Sihirli sözler şöyle ‘’Hayır asla böyle bir şey söylemeyin, bu söz şirktir, şirk. Hiçbir insanı, Peygamber efendimizi bile Allah ile kıyaslayamazsınız’’. Tamam, bitti, bu kadar. Şiddetle öneririm işe yarıyor.

Sonuçta tıp bir bilimdir, sihir ya da sanat değildir. Objektif bilgi ve objektif gözlem gerektirir.

 

Basamakları teker teker çık.

 

Her zaman savunduğum gibi, iyi bir hikaye, fizik muayene ve gözlem, doğru tanıyı %99 koydurur. Bu kadar. Bunu bilir bunu söylerim. Genç arkadaşlarıma da bilgilerini taze tutmayı ancak hastaya yaklaşımda bulunurken en temel basamakları sıra ile çıkmayı öneririm.  Önce iyi hikaye al, sonra iyice muayene et ve önce en sık görülen hastalığı düşün. Tetkik ederken de önce en bazal tetkikleri yap. Böylece pek çok hastada zaten ileri tetkike gerek kalmayacak.

 

Hikaye alırken aileye kulak ver.

 

Eti Mesgut’ta ilk çalışmaya başladığım zaman Prof Dr Ufuk Beyazova ile çalışma şansına erişmiştim. Bana o bölgede ‘’ıhılamak’’ diye bir terim olduğunu ve bir çocuk annesi tarafından ‘’ ıhılayyo’’ diye getirilirse yüzde yüz zatürre çıktığını söylemişti. Haklıydı, iniltili nefes almaya ıhılamak diyorlardı. Ben de ‘’ıhılayan’’  bütün çocuklarda zatürre tespit etmiştim. Bunlardan biri için annesi ‘’kavi ıhılayyo’’ demişti, onda da ampiyemli  zatürre vardı.

 

Hikaye alırken çevreni tanı.

Örneğin Karadeniz bölgesinde çalışırken bu bölgede ‘’Deli bal’’ denen bir bal çeşidinin olduğunu bilirsen, açıklanamayan bradikardi ile gelen bir hastada sadece  bal yiyip yemediğini sorarak tanı koymak mümkündür. Hatta yurt dışında bir gezideyken tanıştığım ve Anzer’de tansiyon düşmesi yaşayıp, bir türlü doktora ulaşamadığını anlatan bir hanıma yıllar sonra deli bal zehirlenmesi tanısı koyduğumu hatırlıyorum.

 

Hastana bakarken onu gör, gördüklerini bilgi ile yorumla.

 

Şimdi KTÜ pediatrik gastroenterolog olan Prof Dr Murat Çakır başasistan iken, yeni doğancı arkadaşımız Prof Dr Yakup Aslan yıllık izindeyken servise ben bakıyordum. Bir gün vizitte   ‘’Yaş akciğer’’ olan büyükçe bir prematürenin  bezinin dış muşambasında  bir lira büyüklüğünde ıslaklık gördüm. Bezin  yarım saat önce değiştirildiğini öğrenince de ‘’tamam o zaman bu bebeğin solunum sıkıntısı birkaç saat içinde düzelir’’ dedim.

Ertesi gün bebek iyileşti tabii. O zamanlar hoca bebeğin bezine bakarak solunum sıkıntısının düzeleceğini söyledi diye epey konuşulmuştu. Oysa sadece yaş akciğer hastalığının fizyopatolojisini ile  gözlemimi bileştirip yorum yapmıştım.

Basit ama havalı değil mi?  Üstelik MR filan çekmeye gerek kalmadan yarın neler olabileceğini söylüyorsun.

Devamı gelecek.

 

 

GÖZDE BACIK YAMAN ve HATIRLATTIKLARI; AYŞE NUR HOCA TEMBELLERİ SEVMEZ

Bu sosyal medya harika bir şey, anılarımı yazmaya başlayınca Gözde Bacık Yaman isimli eski bir öğrencim messenger’dan bana ulaşmış.

Bana uzunca bir mesaj yazmış, 1998-2005 dönemi öğrencilerimizden biriymiş, şimdi Finike Hastanesinde Psikiyatri uzmanı olarak çalışıyormuş, benimle ilgili birkaç anısını yazmış. Ben de bunları hatırlıyorum.

Yazılarından ilkinde Ankara’dan geldiği için KTÜ’de okurken perifer bir Tıp fakültesinde okuduğu için üzülüyormuş, sonradan ne kadar iyi yetiştirildiğini anlamış. Beni de nedense pek severmiş, derslerimi çok keyifli dinlermiş.

Continue reading… →

YEŞEREN BAŞARAN

Yıllar önce Yeşeren isminde bir öğrencim vardı. Farklı ismi, güzelliği ve hanımefendiliği ile dikkat çeken bir çocuktu. Son senesinde pediatri servisi intörnlüğünü süt çocuğunda yaptı. O ay ben de servis konsültanı idim, servis elemanlarım ve intörnlerim gayet güzel çalıştıkları için oldukça memnundum.

Continue reading… →

ÖMRÜM 35’TE GEÇTİ

Fakültenin son yılında bayağı doktor gibi çalışırdık. Pediatri servisi olarak 35’te çalışmıştım. Daha sonra 3-4 ay çömezlik en az 2 ay da kıdemlilik yaptım bu serviste. Hatta yıllar sonra Atatürk Üniversitesinde çalışırken, eş zamanlı asistanlık yaptığım çocuk cerrahı Prof Dr  Bedii Salman ile konuşurken, ‘’ben seni hep 35’te hatırlıyorum’’ demişti. O kadar yani.

Asıl 35 maceram intörnlükteki o bir aydır. Konsültanımız Faik Sarıalioğlu ( sanırım ilk konsültanlığı idi) , kıdemlimiz rahmetli Uğru Dilmen, asistanlarımız da İlhan Tezcan ve Fatmanur Şeniz ( ilk yazımda ismi hatırlayamadım, Hacettepe ile ilgili anılar editörüm Ayşegül Tokatlı beni düzeltti) idi. Benim karşımdaki gecede de Kadriye Öncü nöbet tutuyordu. Ayrıca iki intörn daha vardı, ama tuhaf bir biçimde onları hatırlayamıyorum.

O ay birkaç şansızlık yaşadık. Örneğin asistanlarımızdan biri ameliyat olup rapor aldı. İlhan da hepatit B oldu, biluribini exchange transfüzyon sınırının üzerine çıktı, zaten kızıldır, iyice kan portakalı rengine döndü, elbette o da rapor aldı. Böylece servis bize kaldı. Birkaç günlüğüne diğer servislerden asistan verip, sonra onu geri çekip, bir diğer servisten asistan veriyorlardı. Çünkü biz henüz doktor değiliz, reçete yazma ve imza yetkimiz yok. Muhtemelen bütün bir ay boyunca bir servisten asistan alırlarsa o servisten çıngar çıkar diye başasistanlar böyle bir telafi yöntemi buldular. Fakat bu durumda da gelen asistanlar henüz servise hakim olamadan gidiyordu.

Uzun lafın kısası servis bize kaldı. Sonradan ben pediatri asistanı olunca Faik abi bana birkaç kez senin pediatriyi seçmende benim de rolüm olmuştur dedi.

O servisten birkaç yönü ile hiç unutmadığım bir hasta vardır. Çocuk sanırım 2.5 yaşında ‘’konjenital nefrotik sendromu’’ olan bir hasta idi. Zavallıcık,  hemen hemen doğduğu günden itibaren steroid aldığı için hiç büyüyememiş, kasları gelişmemiş, yanakları ve bütün vücudu yağ bağlamış, damarları iyice zayıfladığı için her yeri morarmış bir şekilde yatan bir bebekti. Bu çocuğun dedesi Şinasi hocanın sınıf arkadaşı olan bir ‘’nöropsikiyatrist’’ idi. Evet eskiden böyle bir branş varmış. Adamcağız tıbbı bırakmış, kendini dine vermiş, konuşurken yüzümüze bakmadan konuşan bir amcaydı. Hastaneye yakın bir yerlerde yaşıyordu galiba, çünkü günün herhangi bir saatinde serviste belirirdi. Fakat gece 23 30 olunca rutin bir şekilde Şinasi hocaya telefon eder ve değişmez bir replikle hocayı çağırırdı. Şimdi tam metni hatırlamıyorum ama, ‘’Şinasi çocuğun durumu acilleşti, acele gel’’ gibi bir şey söylerdi. Şinasi hocada hala hastanede olduğundan 5 dakika geçmez, servise giren koridorda belirirdi.

Allahtan o sıralar saat 24’te hala sokağa çıkma yasağı devam ediyordu da viziti kısa sürerdi.

Bu gariban hasta da her gün yeni bir problem çıkarırdı. Faik abi de ilk konsültanlık heyecanı mı yoksa bize mi güvenmiyordu bilmiyorum. O da gece demez, hafta sonu demez vizite gelirdi. Bir hafta sonu akşam geç saatlerde gene vizite gelmiş, abi bizim bebeğin durumu biraz bozuldu, nefes alıp vermesi tuhaflaştı sanki dedim. Faik abi hemen çocuğu muayene edip, akciğer filmi istedi. Sonra da oturup filmi bekledi, sanırım hem iki taraflı pnomotoraks hem de mediastinal hava vardı. Faik abi buna bir türlü inanamıyor, bir de bir radyolog filmi okusun istiyor. Sonunda Aytekin hoca ile konuştu, hastaneden bir araba çıkarttırıp, beni flimle birlikte Aytekin hocanın evine gönderdi. Hoca ne dedi tam hatırlamıyorum ama karşısında beni görünce çok mahcup oldu. Neden sizi gönderdiler diye çok üzüldü, beni kendisi hastaneye geri götürmek için ısrar etti.

O ay bir de meşhur Aşır’ımız vardı. Küçük adamımız servisin ağası idi, servis girişinde oturur, kendisi yerinden kalkmaz, ama bütün çocukları organize ederdi. Hastanede neredeyse bir yıl yattıktan sonra meğer adının Aşır olmadığını, sigortası olmadığı için çocuğu başka bir çocuğun adı ile yatırmış olduklarını öğrenmiştik. Küçücük çocuk bacak kadar boyu ile bütün o zamanlar boyunca bize hiçbir şey belli etmemiş, adı Aşır’mış gibi davranmıştı. Bu çocuğun da o zamanlar bir türlü tanısı koyulamamıştı. ( Yıllar sonra İlhan bana bu çocuğun tanısının ne olduğunu anladığını, yeni tanımlanmış bir immun sistem hastalığı olduğunu söylemişti).

Bu çocuğun tanısı belli olmadığı için Faik abi de Uğur abi de mutlaka tanı koymak istiyorlar. O ay çocuğun perikardında sıvı toplanması mı kalınlaşma mı ne olduğunu hatırlayamadığım bir şey gördüler, buradan tanının çıkacağını düşünerek büyük bir heyecan ile perikardiektomi (ameliyatla kalp zarı alındı) yaptırdılar çocuğa.  Bundan sonrası da komedi gibi, bütün ümitler perikard biyopsisinde ne çıkacağına bağlı idi, fakat ne olduysa perikard kayboldu. Uğur abi ile İlhan’ın ameliyathanede perikardın peşine düşüp bin bir zorlukla bulduklarını hatırlıyorum.  O günden sonra da İlhan yatağa düştü zaten.

TANJU HOCA

Göz hastalıkları öğretim üyelerinden Prof Dr Tanju Fırat, çok ilginç ve renkli bir kişilikti. Son derece şık giyinen, güzel konuşan, gösterişli ve biraz da efemine tavırlı bir hocamızdı. İnanılmaz bir renk uyumu içerisinde, son derece sık giyinirdi. İnanılmaz derecede güzel ve akılda kalıcı şekilde ders anlatırdı. İlk defa dönem üçte dersimize girdiğinde sınıfta fırtına gibi esmiş ve şaşkınlıktan ağzımı açık bırakarak dersi tamamlamıştı.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons