Daily Archives: 26 Aralık 2020

HASTALIĞI YALNIZ GEÇİRMEK, YAKINLARIN HASTAYKEN DIŞARIDA KALMAK VE ARTIK TÜNELİN SONUNDAKİ IŞIK GÖRÜNÜYOR ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ

Geçen Aralık ayında teyzemin kızı Sibel (Dobrucalı) Özgür ve eşi Orhan Özgür de coronaya yakalandılar.  Neyse ki, ikisi de hastalığı çok ağır geçirmediler. Sibel evde ağır ve uzun bir grip gibi atlattı. Orhan ise ilk on gün evdeydi,  oksijen doygunluğu azaldığı için 10 gün kadar da hastaneye yatarak takip edildi.

Sibel, kas ve baş ağrıları, öksürük, halsizlik gibi belirtilerle, Orhan ise şiddetli baş ağrısı, sadece bir kez 38 dereceye varan ateş ve sonradan eklenen oksijen azlığı gibi belirtilerle geçirdi.

Orhan’a tanı koyulur koyulmaz, kızları Nil, oksijen satürasyonu ölçme cihazı gönderdiği için, Orhan oksijen düşüklüğünü hemen fark edip, en erken dönemde hastaneye yattı. Böylece, daha ağır girişimlere gerek olmadı, nazal oksijenle düzeldi.

Şimdi her ikisi de virüs negatif ve bulaştırıcılık fazını atlattılar. Orhan da dün itibarıyla taburcu oldu.

Yani her ikisi de ucuz atlattılar.

İnsan kendisinin ya da yakınlarının başına gelmedikçe, bu hastalığı geçirirken ‘yalıtımın’ zorluğunu kavrayamıyor. Geçtiğimiz aylarda ben de ateşli bir grip geçirdim ve kendimi evde oda izolasyonuna aldım. Kısa zamanda basit bir grip olduğumu anlamış olmama karşılık, evde 65 yaş üstü 2 kişi olduğundan bu yalıtım sürecini günlerce devam ettirdim. Neyse ki çok uzun süre yalnız yaşamış birisi olarak hasta olduğumda kendi başımın çaresine bakmayı iyi bilirim. Bu sebeple  o zaman bile yalıtımın ne kadar zor  olduğunun farkına varamamışım, ancak şimdi kafama dank etti.

Geçen gün, babasını corona nedeniyle kaybeden ve ailesinden birkaç kişi daha hasta olan bir arkadaşımla görüştüm. Kendisi de çok ağır bir hastalık geçirmekte olduğu için hiçbir şekilde yanlarına gidemiyor. Doktor olmasına rağmen en yakınlarını hasta yataklarında ziyaret dahi edemiyor olmasının nasıl bir çaresizlik duygusu yarattığını anlattı.

Önce Orhan tanı aldı, ondan 2 gün sonra da Sibel hastalandı. İlk iki gün Orhan evin bir odasında yaşıyordu, Sibel’in de hastalandığı anlaşılınca hiç olmazsa evin içinde serbest kaldı.

Gene de, karı-koca kukumav kuşu gibi evde yalnız kaldılar.

Düşününce bu hastalık da bütün viral hastalıklar gibi dinlenmek gerektiren bir hastalık. Ancak hiç de öyle olmuyor. Hem hastasın, halsizsin, sana bakacak kimse yok, kendi kendine bakıyorsun, doğal olarak evde en az bir kişi hiç ama hiç dinlenemiyor. Başın ağrırken, kasların sızlarken, ateşin varken, kalkıp bir sürü iş yapmak zorundasın. Bu bir.

Zaten oldukça ağır bir şekilde hastasın, üstelik günler ilerledikçe durumunun ağırlaşabileceğinin farkındasın, ancak kimseden telefon dışında sosyal destek alamıyorsun. Derdini içine atıyorsun, ya da yine hasta olan hane halkıyla konuşup, sürekli oksijen doygunluğunu izleyip, gecelerini öksürükten, sıkıntıdan uykusuz geçirip, kara kara düşünüyorsun. Bu da iki.

Tabii bütün geniş aile de dışarıda  kafayı yiyor.

Bizimkilerin çocukları, Trabzon’da anne babaları hasta yatarken, İstanbul’da tırnaklarını yediler,  Trabzon’a gitmek isteseler de babaları gelirseniz sizi kapıdan sokmam demiş.

Sibel’in annesi (Güneş Teyzem) ise, Sibel’e çok yakın oturur, normalde Sibel her gün annesiyle zaman geçirirdi. Neyse ki teyzem hastalanmadı, ancak arayınca bize ‘ben corona oldum, yatıyorum’ dedi.  Dr. Rüştü Araz’a da aynı şeyi söylemiş, Rüştü Bey, teyzemin bakıcılarını ‘Güneş Hanımın yanına ziyaretçi mi alıyorsunuz’ diye azarlamış. Muhtemelen, son yıllarda  kızıyla çok haşır neşir oldu ya, neredeyse onunla özdeşleşmiş, o hastalanınca kendisinin de hasta olduğuna inandı.

Bize gelince uzakta gün be gün dokuz doğurduk. Telefon etsen, konuşmak hasta için oldukça yorucu bir şey olduğundan ve öksürüğe boğduğundan, fazla da aramak istemiyorsun. Gerçekten dışarıda beklemek çok zor.

Neyse ki,  komşuları hemen bir sosyal destek gurubu oluşturdu, hemen her öğün yemek yapıp, getirdiler. Böylece, Sibel hasta hasta yemek yapmak zorunda kalmadı. Ne demişler ev alma komşu al.

Karadeniz bölgesinde, çok fazla kişi hastalandı. Hem Trabzon’da hem de Rize’de neredeyse bütün tanıdıklarım hastalandılar. Birçok ölüm oldu.

Bu günlerde tünelin ucundan bir ışık göründü, çok yakında aşı yapılmaya başlanacak.  Benim ablalarımın yaşları dolayısıyla öncelikli sıradalar, ben ise son sıradayım, yani  bana aşı yok, alınan aşı miktarına bakınca muhtemelen bizim kızların aşı olmaları da ayları bulacak.

Daha aylar boyunca kişisel önlemlerle korunmaya devam edecek gibi görünüyoruz.

Şimdiye kadar resmi rakamlara göre 2 milyonun üzerinde kişi hastalandı, bu da her 40 kişiden birinin hastalığa yakalandığını gösteriyor. Tanıdıklarım içinde bu kadar çok hasta olduğu için ayrıca hastalığı sessiz geçirenleri de düşününce bu sayının çok daha yüksek olduğu kanaatindeyim.

Toplumun % 50-60ının hastalığı geçirmiş olmasına ‘sürü bağışıklığı’ deniliyor. Çünkü toplum içinde bağışıklık kazanmış kişi sayısı o kadar artmış oluyor ki, bulaş hızı azalıyor.

Bu salgında toplumun bağışıklığı sadece hastalığın doğal yolla geçirilmesi şeklinde olmayacak belli ki. Toplumun en hassas kesimlerinden başlanarak, uygun sayıya ulaşıncaya kadar aşılama yapılırsa bu da büyük ölçüde faydalı olur.

Zaten hatırı sayılır, hiç de azımsanamayacak bir oranda insan  hastalığı geçirdi, yeterli ölçüde aşılama  yapılırsa bu musibetten birkaç ay içerisinde kurtuluruz.

Bu kadar kalabalık  ve dünyayı küçük bir köy haline getiren insan dolaşımı, yani zamane yaşam şeklimizle virüs dolaşımını da son derece kolaylaştıran bir matriks oluşturuyor.

Nüfus artışı bu hızla devam ettikçe,  yeni bir damlacık yoluyla bulaşan virüs salgını  gelişmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşımdır.

Bu yıl korku filmi gibi geçti, ancak aşı haberi önümüzdeki yıl için umut aşıladı.

Show Buttons
Hide Buttons