Monthly Archives: Mart 2021

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2021 NİSAN

Maalesef, bu aya da salgın iyice artmış bir şekilde girdik, aşılanma ne kadar başarılı olacak henüz pek netleşmedi. Sonuç olarak gene sosyal mesafeli bir ay yaşamak zorundayız.

Gelelim ayın önemli zamanlarına;

Bu ayın 13ünde Ramazan (Hicri 1442 yılı) başlıyor.

Ayın 12sinde yeniay, 27sinde dolunay var, 22-23 nisan günleri ise Lyrid göktaşı yağmurunun gerçekleşeceği günler. Tabii 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını da unutmamak gerek.

Bu ay günden güne ağaçlar iyice yeşerecek, çiçekler açacak, otlar yükselecek. Doğada adeta ‘kloroform çılgınlığı’ yaşanacak. Bu da bol oksijen, bol umut anlamına geliyor. Sonbahardaki yaprak renklenmelerinden sonra ağaçların en renkli olduğu dönem, doğada yeşilin her tonu mevcut olacak.

Artık ilkbaharın iyice kendini gösterdiği bu ayda, bahçelerde özellikle de yabani ot mücadelesi konusunda yapılacak pek çok iş var. Toprağın çapalanma ve bazı salata sebzelerinin dikilme, bazı fidelerin yetiştirilmeye başlama zamanıdır.

Bu ayda en lezzetli balık benim de favorim olan Kalkan balığıdır. Artık yavaş yavaş olta balıkçılığı, yani kıyı balıkları mevsimi de geldi.

Halk arasında bilinen Nisan fırtınaları ise şöyledir; 9 Nisan üç dokuzların üçüncüsü, 16 Nisan Kuğu fırtınası ( 3 gün boyunca hava cidden set olabilir), 21/26 Nisan Sitte-i Sevr fırtınası (April 5), 29 Nisanda ise gene fırtına olabilir.

Eskiler ‘korkma kışın kışından, kork aprilin beşinden’ diyerek Sitte-i Sevr  soğuklarının önemine dikkat çekerler. April beşten sonra ise artık ilk bahar iyice kendini belli edecek, Hıdrellez günü kapıya dayanacak, börtü böcek piyasaya çıkacak.

Bu yıl her ay olduğu gibi sağlıktan başka bir şey dileyemiyorum. Umarım akraba, dost ve din kardeşleriyle yeniden buluşacağımız günler çok uzak değildir.

GERÇEKTEN GENÇKEN, KORKU FİLİMİ GİBİ ZAMANLARDAN GEÇERKEN, YAŞADIKLARIMI OLDUKLARI GİBİ KABULLENDİĞİM İÇİN, ÇAKMA GENÇLİK GÜNLERİMDE HUZUR İÇİNDEYİM.

Ben yaş aldıkça Dünya Sağlık Teşkilatı, ömür süreçlerini tekrar tekrar tanımladı, son tanıma göre, şu anda içinde bulunduğum 63 yaşımda hala ‘genç’ kategorisine giriyorum. Benim gençliğimde bu yaştaki kadınlar, çoktan dünyadan ellerini eteklerini çekmiş, kefen parasını hazırlamış, köşesinde namaz kılıp, ölümü bekliyor olurdu. Zaman değişti bu günlerde kimse böyle davranmıyor.

Belki de gençliği kayıp bir neslin bireyi olarak, bir ‘gençlik uzatmalarını’  yaşamaktan memnunum. Bu aşamada en önde gelen görevimin, beden, zihin ve ruh dengemi sağlamak, kendimi her yönden sağlıklı tutmaya gayret etmek olduğunu düşünüyorum.

Dünya Sağlık Teşkilatının, 65 yaşa kadar insanları genç olarak tanımlaması bana çok iyi geldi,  çünkü aslında, gençliği hoyratça elinden alınmış bir neslin mensubuyum.  Üniversite çağlarım, ülkenin içinden geçtiği en zor şartların yaşanmakta olduğu bir zaman dilimine denk geldi. Kavganın gürültünün asla eksik olmadığı, tehlikenin en yakın arkadaşından bile gelebileceği, son derece tehlikeli, son derece güvensiz bir ortamda, o kadar zor bir okulu nasıl okuduğumuza hala inanamıyorum. Şimdiki çocuklar gibi olsak, hiç birimiz psikolog muayenehanelerinden çıkamazdık. Bizim zamanımızda psikoloji, misikoloji yoktu, kimsenin aklına, o günlerde yaşadığımız zorluklardan dolayı ömürlük izler taşıyacağımız gelmezdi.

Günü birlik yaşardık.

Sabah kalkıp, bugün boykot mu olacak, silahlı çatışma mı çıkacak, akşama sağ mı, ölü mü olacağım, önümüzdeki geceyi yurtta mı, hastanede mi, yoksa karakolda mı geçireceğim bilmeden, yola çıkardık. Yıllarca her sabah savaşa gider gibi okula gittik. Üstelik bu durumda bu kadar zor bir eğitimin üstesinden geldik.

Şimdi geri bakınca o günlerde değil okumak, günlük yaşamını idame etmenin bile, ne kadar büyük başarı olduğunu, ne kadar güçlü bir irade, ne kadar olağanüstü bir öz gerektirdiğini idrak ediyorum.

Bu direnci nereden bulduğumu anlamaya gayret edince, içinden geçtiğimiz o korkunç zamanlarda, olaylara duygu yüklemeden, çevremde olan her şeyi olduğu gibi kabul ederek, gözleyerek ve yüreğimde korkuya hiç yer vermeyerek, başardığımı fark ediyorum. Mesela,  o gün panzerin altından canını zor kurtarmışsın,  şangır şungur kırılan koca bir camın altından son anda kaçmışsın, amfinin içinde silahlı baskına uğramışsın, yüzüne emniyeti açık silahlar doğrultulmuş (hepsi gerçektir, hatta çoğu vardır) ama akşam yurda gittiğinde oturmuş aklının ve dikkatinin her bir zerresini vererek anlaşılması çok zor, yepyeni bir konuya, odaklanmayı başarıyorsun.

Neredeyse çizgi film kahramanı gibi yaşamışız, değil mi? Biraz da olsa duygusala bağlansam, korksam, başımdan geçenleri yorumlama, gün içinde yaşadıklarımı zihinsel geviş getirme gayreti içinde olsam, herhalde delirirdim.  Yıllarca, günü birlik bile değil, bir an sonra olacakları öngöremeden, sadece içinde bulunduğum anda yaşadım.

Bizim okul aşırı siyasi bir ortamdı, kendi başımıza ürettiğimiz olaylar yetmezmiş gibi, Ankara’nın hangi üniversitesinde bir olay çıksa eninde sonunda, yürüyüp, bizim sınıfların olduğu meydana ulaşırlar, bizim okulu da olayın içine çekerlerdi.

Sınıflarımız, kendini sağcı, solcu (Beytepe kampüsü ayrılıp, Hacette kampüsünde ağırlıkla solcu öğrenciler kaldıktan sonra, devyolcu, devsolcu, igedeli, maocu, kurtuluşcu, apocu ve daha bilmemneci) olarak tanımlayan militan arkadaşlarla doluydu. Bazı sınıf arkadaşlarımı zihnimde yalnızca, suratının ortasında damga gibi siyasal tercihini açıklayan bıyıkları, sırtında (silah saklayabileceği) parkasıyla, bir hışım kürsülerin, sıraların üzerine sıçrayıp, bağıra çağıra, (birkaç kez dinleyince hep aynı nakaratı tekrarladığını anladığım), siyasal içerikli konuşmalar haykırırken ve bizleri sınıflardan dışarı çıkmaya zorlarken hatırlıyorum. Kimse canını sokakta bulmadığı için (kolay değil günde 30-40 siyasi cinayet işleniyordu), herkes istese de istemese de,  kürsüye fırlayanın sözlerini bitirmesini bile beklemeden, sınıfı terk ederdi.

Öyle zamanlar olurdu ki, bir hafta boyunca, normalde bir günde girmemiz gerektiği kadar saat derse bile girememiş olurduk. Okul da o kadar zor ve zahmetle okunan bir okul ki, bu günlerin telafisi çok zor olurdu. Bazen de olaylar nedeniyle okul birkaç gün, birkaç hafta kapatılırdı (hatta bir sefer bütün bir yıl kapatıldı, ancak aradan 2 ay geçince bizi geri çağırdılar).

Bu zor zamanların bir başka etkisi de arkadaşlarımızla normal sosyal ilişkiler kuramamak oldu. Gençtik, ancak saat 18 oldu mu sokağa çıkamaz, değil eğlenmeye gitmek, gece hastalansan hastaneye gidecek taksi bulamazdık. Gençken ne sinema bildik ne tiyatro ne de sosyal bir arkadaş toplantısı. Hacettepe yurdunda kalanlar, ya odasında ders çalışır ya da toplanıp siyaset konuşurlardı.  Ben Hacettepe yurdunda kalmadığım için hiç olmazsa geceleri bu ortamdan uzak durabiliyordum. Kaldığım özel kız yurdunun da başka türlü handikapları vardı ya neyse.

Tuhaf bir şekilde gençken sosyalleşemesek de, okuldan sonra geçen yıllar bizi birbirimize yaklaştırdı, her yıl çeşitli şehirlerde sınıf toplantıları yapıyoruz,  sosyal medya üzerinden de olsa her daim haberleşiyoruz.

Son günlerde sosyal medya guruplarımızda, o zamanlar aşırı militan olan arkadaşlardan birinin paylaşımlarından, benim de karışmış olduğum bir olaydan ötürü bir süreliğine okuldan uzaklaştırılma  cezası aldığını ve  bu nedenle hala beni suçladığını tekrar hatırladım.

Ben de olayın benim tarafımdan görünen yüzünü yazmayı kendime borç bildim. Üçüncü sınıfa başlamış, endokrin komitesine kadar gelebilmiştik (gelebilmiştik sözünü rastgele seçmedim, o yıl ortam çok karışıktı, ders yapabilmek bir lüks gibiydi). O zamanlar, artık başımdan her günü belirsizlikle geçen yıllar geçmişti, olayları kanıksamış, çevremi saran gerginlikten korkmuyor, sadece bıkkınlık duyuyordum.

Bir gün, gene birileri kürsüye sıçrayıp, dışarıdaki meydanda sol bir fraksiyonun Ankara çapında bir mitingi olduğunu söyleyip, bizden dersi terk etmemizi istedi. Fakat bu sefer, her zamankinden farklı bir istekleri daha vardı; bu fraksiyondan olmayanlar mitinge katılmasınlar ama derse de girmesinler hemen okulu terk etsinler diye pek beklenmedik emir verdiler (normalde miting kalabalık olsun diye katılmamızı isterlerdi). Artık canıma tak etmişti, güya okumaya gelmiştik, bütün zamanımız, günlerimiz boşa geçiyordu.

Nasıl olsa bizim mitinge katılmamızı istemediler, meydanda göremeyince gittiğimizi düşünürler, bizim derse girdiğimiz fark bile etmezler diye düşündüm.  Benim gibi düşünen 5-6 kız arkadaşımla birlikte sınıfta kaldım. Hocamız derse geldi, o kadar az öğrenciye şaştıysa da dersi anlatmaya başladı (Hocamız, benim yengemdi, ancak sınıfta kalma kararımda bu durumun en küçük bir etkisi yok).

Meğer sınıfta kalan var mı diye gözleniyormuşuz, ders başladıktan çok kısa bir süre sonra yukarıda sözünü ettiğim arkadaş hışımla sınıfa daldı ve birkaç kişi olmamıza rağmen, başka hiç kimseye bakmadan direk benim önüme geldi ve çok sert bir sesle sınıftan derhal çıkmamı istedi. Ben de ‘hayır çıkmıyorum, yeter artık zorbalığınız,  sen dışarı çık’ diye sertçe karşılık verdim.

Ya o güne kadar hiç kimseden böyle karşılık almadığından şaşkınlıkla, ya da bütün zalimler gibi o da korkak olduğu için benden korkarak -bilmiyorum neden- ama kös kös, dışarı çıktı. 

Aradan birkaç dakika daha geçince, bu sefer arkasında kendisinden de korkunç görüntülü, silahlı mı bıçaklı mı bilemeyeceğim, ama bıyıklı, parkalı, postallı, belli ki militan, (ancak muhtemelen bizim okuldan bile değil) 5-6 kişiyle birlikte geri geldi.

Gene kimseye bakmadan direk önümde durdu, önümdeki sıraya yumruklarını koyup, iyice üzerime eğilerek, yüzüme, tehdit dolu bir sesle, ‘ çabuk, çık dışarı, yoksa çok fena olacak’ diye tısladı. Canımı sokakta bulmamıştım, söylenerek dersten çıktım, ben çıkınca diğer arkadaşlarım da çıktı.

Geçen yıllar içerisinde bu arkadaşın, sınıftan birkaç kişiye, bu olaydan sonra hakkında soruşturma açıldığını, benim ve yengemin yalancı şahitlik yaptığımızı, bu yüzden okuldan atıldığını söylediğini duydum.

Bu nedenle yengem sağken onunla da görüştüm. Ondan duyduklarımı da ekleyerek yazıyorum; ne ben, ne de yengem bu soruşturmada hiçbir zaman şahit olarak dinlenmedik,  bu arkadaşı tespit edenler, okuldaki sivil polislerdi. Hakkında açılan soruşturma ise sadece bu olaydaki rolüne ait değildi, başka vukuatları da vardı.

Neler olduğunu tam olarak bilemem tabii, ama tekrar yazıyorum, ben yalancı şahitlik yapmadım. Zaten şahit olmam bile istenmedi. Eğer benden şahitlik yapmamı isteselerdi, yukarıda yazdığım gibi tamamen doğruları, olduğu gibi anlatırdım. Beni tehditle sınıftan çıkardığını olduğu gibi söylerdim, bu da yalancı şahitlik olmazdı.

Gelelim olayın (benim tarafımdan) devamına;  olaydan sonra sınıfımızda hepimizin ödünü koparan, aşırı militan ‘AAAA’ isimli bir arkadaşımız peşime takıldı. Sınıfta nerede otursam o da bana en çok 2-3 kişilik bir mesafede son derece tehditkar bir vücut diliyle oturuyor, ders dinlemeden, not tutmadan, elinde tespih çevirerek, gözünü ayırmadan, dik dik, saatlerce bana bakıyordu. Akşam ders çıkışı Kızılay’a doğru (kaldığım yurt Kızılay semtindeydi) yürürken, gene yüzünde bıyık, elinde tespih, sırtında parka, ayağında postal, gözlerinde  karanlık bakışlarla,  beni takip ediyordu.

Bu durum günlerce devam etti, sonunda dayanamadım, beni takip ettiği bir anda yanına gittim ve benden ne istediğini sordum. Karşılık olarak ‘bacım, konuşma, yürü önümden’ diye beni azarladı. Ben ise ‘hayır, esas sen yürü git, nedir bu, usandım senden, günlerdir neden peşimde geziyorsun’ diye diklendim.

O zaman açıklamak zorunda kaldı.

Meğer, tehdit edilerek dersten atıldığım günün akşamında, militan taifesi (öğrenciyken sosyalist, hatta komünist idiler, sonradan hepsi buz gibi kapitalist oldu, şimdi gün batımına doğru şarap kadehlerini kaldırarak siyaset konuşmaya devam ediyorlar), Hacettepe’nin öğrenci yurdunda bir ‘halk mahkemesi (!)’ kurmuş ve gıyabımda beni yargılamışlar. Sonuç olarak yaptıkları mitingin yanlış tarafları olduğunu kabul etmişler, ancak gene de beni  ‘devrimci hareketin bütünlüğünü bozmaktan’ suçlu bulup, güzel bir dayağı hak ettiğime karar vermişler. Üstelik bu kararı, o zamanlar benim erkek arkadaşım olmak ister gibi davranan biri önermiş, elbette geri kalan herkes de benim sıkı bir dayak yememi uygun bulmuş. AAAA, ise bu mitingi yapanlarla karşıt görüşte olduğundan sanırım, beni savunarak ‘kimsenin benim kılıma dokunmasına izin vermeyeceğini’ bildirmiş.

Sonuç olarak, beni gözlerken, peşimden dolaşırken,  beni korkuturken, aslında beni korumaya gayret ediyormuş.

Şimdi aradan bunca zaman geçti, köprülerin altından bir sürü sular aktı. Ben tehdit edildiğim gün bile bu arkadaşıma karşı içimde bir nefret beslememiştim, şimdi geri dönüp baktığımda ‘o günler böyleydi’ diyerek hala ona sinirlenemiyorum.

Ancak bazı düşüncelerimi de yazmaktan kendimi alamıyorum.

Sosyalist düşünce bence, diğerkamlık (kendinden çok başkalarının iyiliğini düşünmek) gerektirir. Bana bu yaptıklarının  neresinde  karşındakini  düşünmek fikri var?

Belki gençlik heyecanı ile devrim yapmak, rejim değiştirmek gibi siyasi fikirlerin olabilir, bu fikirlere kendini adamış olabilirsin, düşüncelerini hayata geçirmek için insanlara zarar vermeyi bile göze alabilirsin. Ancak böyle bir ruh haline sahipsen,  bazı bedeller ödemeyi de göze alman gerekmez mi?

Sen, insanları senin istediklerini yapmaya zorlarken, tehdit ederken, dayak atarken kendini haklı buluyorsan,  bedel ödemeye sıra gelince onu da sineye çekeceksin.

Bu günlerde o arkadaşın daha bir kaç olayını daha öğrendim, en yaşlı hocalarımızdan birini (normal dersin dışında fazladan slayt göstermek istemiş, iki sınıf birlikte seyredin demiş)  sırf diğer sınıfta farklı fraksiyondan arkadaşlar var diye, önce bir kolundan biri, diğer kolundan diğeri tutup yaşlı adamı çekiştirmişler. Adamcağız da daha güçlü çekenin peşinden gidip, ilk olarak bahsettiğim arkadaşın gitmesini istemediği sınıfta slayt göstermiş. Daha sonra ise yüce gönüllülük yapıp öğrencilerim her iki sınıfta da slayt göstermemi istediler diye bizimkinin istediği sınıfa da gitmiş. Ancak bizim kabadayımız sözüm ona ders dinlemeye bu kadar hevesliydi,  derse girmemiş bile. Yani amaç üzüm yemek değildi.

Sanırım o dönemde bazı arkadaşlarımız, günün siyasi koşullarından da ilham alarak, özlerindeki saldırgan dürtüleri, ‘vatan kurtarma’ sloganı altında mantık çerçevesine oturttular.

İşte bunlardan biri, yıllar sonra hala, beni tehdit ettiği için beni suçluyor. Umarım günün birinde davranışlarının sorumluluğunu üstlenir, karşıt görüşlü olanlar kadar, bizim gibi keskin siyasi fikirleri olmayanlara da verdikleri eziyetleri fark eder, seçimleriyle barışır, ödediği bedelleri kabullenir. Karşılık bulamayacağı nefretlerle içini karartmaktan vaz geçer. Huzur bulur.

Sağlık ve barış dolu bir yürek diliyorum kendisine. 

BU BAHAR ÇOK MEŞGULÜM, BİR YANDAN KÖYDEKİ BİLGE KOMŞUDAN HAYATI ÖĞRENİYORUM, DİĞER TARAFTAN ‘ÖLÜM EŞLİKÇİSİ’ GÖREVİMİN BAŞINDAYIM

Bu yıl kocakarı soğukları ya da berdelacuz denilen soğuklar, kışın pek çok zamanından daha soğuk geçti, ancak artık karşı konulamaz bir şekilde bahar geldi. Sokağa çıkma kısıtlamalarının benim üzerimdeki en önemli etkilerinden biri bahçe işlerini tamamen üstlenmem oldu. Daha önceleri sadece hasat ürünlerinin işlenip saklanması benim görevim iken, bu yıl ırgatlık yapmaya başladım, yabani otlarla mücadele ve bahçenin temizliği ile bizzat ilgilendim.

Şimdi gene bahçe zamanı geldi. Bu ay fidanları budama, ilaçlama ve toprağı kazarak havalandırma gibi bir hayli iş var. Bir bahçıvanla da anlaştım, yapamadığım işleri o yapıyor, geçen hafta başında gelip bahçedeki asmaları ve diğer ağaçları budadı.

Bizim asmalar budandıktan iki gün sonra, bahçeye çıktığımda komşumuzun oğlunun, kendi bahçesindeki ceviz ağacının bizim bahçeye geçen ve evin çatısına doğru uzanan dallarını budadığını gördüm. Annesi de aşağıdan oğluna talimat veriyordu.

Bu komşu kadın için kolaylıkla kadim zaman bilgelerinden biri diyebilirim, çünkü köyde hangi tarladan su çıkıyor, hava durumu ne olacak, hangi tohum ne zaman ekilir hepsini bilir, üstelik bütün yerel tohumları saklar. Komşu kadın ve annesi bizim köyün atalık tohum bankası gibiler, köyün kendine ait kışlık yazlık kavun, karpuz, patlayan mısır tohumu, ne istersen bu kadınlarda var.

Evinin önünden geçerken mesela ekmek pişiriyorsa hemen bir somunu zorla eline tutuşturur, meyve toplayınca çuvalla getirir. Tam  masallardaki gibi bir köy kadınıdır. Üstüne bir de zifiri Çanakkale köy şivesiyle konuşur. Başlangıçta söylediklerinin yüzde doksanını anlamıyordum, şimdi büyük kısmını anlayabiliyorum.

Bu kadını dinlemek bayağı ilgimi çeker, çünkü ilaç gibi bir laf eder, bütün derdini tasanı unutursun, mesela ‘yağmurun iki hırsızı varmış, biri dağmış biri denizmiş’ lafını ondan duymuştum.

Ana oğul, birlikte ağacı budarlarken, ben de bahçeye çıkmış oldum ve konuşmaya başladık. Kadın bana ‘ağaçlara su yürümüş bak nasıl ağlıyor, sizin asmalar ağlamadı mı, asmalar da çok ağlar’ diyerek ağacın kesik kısmını gösterdi. Gözlerime inanamadım kesik daldan resmen açık bir musluk gibi su akıyordu. O kadar biyoloji okudum, ilk baharda ağaçlara sifon gibi su yürümesini, yaprakların yeşerme mekanizmasını  bildiğimi sanıyordum, meğer hiçbir şey bilmiyormuşum. Öğrenmenin büyük bir yüzdesini okuyarak değil, görerek edinirmişiz, gerçekten de ağaca su yürümesi ne demekmiş gözümle görene kadar hiçbir şey anlamamışım.

Oysa iki gün önce bizim asmalar budanmıştı tek bir damla bile gözyaşı akıtmamışlardı. Bizim asmalarla bu ceviz arası en çok 15 metre filandır, bu kadar mesafenin yer altı suları üzerinde bir etkisi olamayacağına göre, demek ki aradaki o 2 günde ağaçların su çekmeleri için biyolojik saatlerinin alarmları çaldı ve ağaçlara su yürüdü. Şimdi çok daha dikkatle izliyorum, gerçekten de son birkaç günden beri yaprak döken ağaçlarda canlanma belirtileri var, sabah alt dalları yeşil görüyorsun, akşam daha üst dallar da yeşermiş oluyor. Ya da ağacın biri yaprak çıkartmaya başlamış, tam yanındakinde henüz bir belirti yokken ertesi sabah onda da yeşerme başlıyor. Trabzon’dayken daha doğrusu Boztepe’ye taşındıktan sonra evden işe giderken fındık tarlalarından geçerdim, tam fındıkların yeşerme zamanında sabah giderken bir gün önceye göre, akşam dönerken sabaha göre yapraklar büyümüş olurdu.

Şimdi tam da o mevsimdeyiz, önce denize daha yakın olan ağaçlar, birkaç gün içinde bizimkiler yeşerecekler, zaten şimdiden birçok ağaç çiçeklenmeye başladı.

Sokağa çıkma yasaklarının bir diğer getirisi olarak, köyün çevresindeki ormanda ve çevre köylerde doğa yürüyüşlerine başladım.  Evin önünde kocaman ve oldukça derin bir vadisi olan ufak bir dere var, bu dere yaz aylarında tamamen kurur, sonbahar yağmurlarıyla yeniden akmaya başlar. Bu yıl, havalar garipti, uzun süre kurak gitti, sonra da birkaç saat içerisinde ayların yağmuru yağdı. Kaç yıldan beri buradayız, hiç bilmediğimiz sel yatakları ortaya çıktı, bizim köyün dere sisteminin ne kadar girift olduğunu ancak bu yıl anlayabildim. Evin önündeki derenin nasıl olup da bu denli derin vadisi olduğunu da ancak bu yıl anladım.

Bahçe işleri yeni edindiğim görev. Doğa gezileri eskiden beri sevdiğim ve yaptığım, ancak ilk kez bu kadar kişiselleştirdiğim bir şey.

Bir yandan da ömür boyu sürdürdüğüm görevlerime tam gaz devam ediyorum. Bütün hayatım boyunca (sadece meslek hayatımda değil, özel hayatımda da), ister istemez, ölmekte olan insanlara eşlik etmek gibi bir misyonum oldu.

Şimdi de bir yandan her taraftan yaşam fışkırıyor,  tohum gübre toprak telaşındayım. Diğer yandan ağır hasta bir arkadaşıma son zamanlarında destek olma gayretindeyim. Sabah bostan için malç naylonu araştırıyorum, öğlen soluğu hastanede alıyorum.

Bütün hayatım boyunca (çok erken yaşlardan beri),  özel hayatımda da meslek icabı olarak da ölüme yaklaşan insanlara son dönemlerinde eşlik ettim. Bu görev, bütün hayatım boyunca sürmüş bile olsa, kişi bazında,  bazen dakikalar, bazen saatler, günler, hatta yıllar aldı.

Son iki yıldan beri,  gene ya hastalığını inkar ettiği, ya da her şeye rağmen hayata asıldığı için, sadece irade gücüyle hayata tutunan bir yolcunun eşlikçisiyim.

Yani çok meşgulüm.

KÖYDE ÇALIŞAN HAYVANLAR VE ÖZELLİKLE KÖPEKLER

Bizim köyde bütün hayvanlar iş güç sahibi.

Kümes hayvanları sadece evin yumurta ihtiyacını karşılayacak kadar yetiştiriliyor. Ancak renkli yumurta yapan ve açıkça dinozora benzeyen ‘beçtavuk’ yetiştiriciliği yapan çok az ev yumurta satıyor.

Arıcılık da yapılıyor, ancak bal üretimi de sınırlı, sanırım arıların en çok işe yaradıkları alan bitki tozlaşması. Çevrenin değerli bitki örtüsü, ballarını da oldukça kaliteli hale getiriyor, ancak sadece kendi bal ihtiyaçlarını karşılıyorlar, ticari ölçüde satmıyorlar.

Ancak ciddi anlamda,  hem büyükbaş hem de küçükbaş hayvancılık yapılıyor. Sadece kesi hayvanı yetiştiriciliği yapan da var ama büyük çoğunluk süt için hayvan besliyor. Köyün en büyük ekonomik girdilerinden biri süt.   Köyün sütünü toptan alan iki ayrı firma var.

Büyük baş hayvanların sütleri ulusal ölçekte tanınan bir peynir firması tarafından toplanıyor. Sabah ve akşam saatlerinde bütün sütler süt toplama binasındaki bir kazana dökülüyor ve bu kazanlarda soğutuluyor. Sonra da kocaman bir süt tankeri gelip soğutulmuş sütü alıyor. Bu firmanın fabrikası Tekirdağ’da, yanılmıyorsam oldukça geniş bir coğrafyadan süt topluyor.

Küçükbaş hayvanların sütlerini ise lokal bir firma topluyor. Bu firma sadece bizim köyün ve çevremizdeki toplam 5 köyün sütünü alıyor. Bu firmanın ürün portföyünde ilginçtir,  yoğurt yok, kaymak ise bazen var, bazen yok, ama peynirler her zaman harika, tereyağı da Trabzon tereyağını tutmasa da çok güzel. Biz genellikle bu firmanın ürünlerini tercih ediyoruz, çünkü köylerimizdeki hayvanlar, dışarıda otlayan, sürülü, çobanlı, köpekli, mutlu hayvanlar. Çanakkale’de bir çok bu tarif ettiğim gibi sadece birkaç köyün ürününü toplayan ufak firma var, mesela bizim güney taraftan komşu köylerimizin firması daha çok yoğurt üzerine uzmanlaşmış, yoğurdu onlardan alıyoruz.

Gelelim kedilere, onlar da kemirgen kontrolü konusunda çalışıyorlar, onları ayrı bir yazının konusu yapacağım galiba, çünkü kediler şehirdekilere hiç benzemiyor. Hatta çok sevdiğim ve ‘Sarı gacı ‘ dediğim bir tekir var, bana sorarsanız dünya kedi konfederasyonu olsa, ona başkanlık yapacak kadar kediliğe dair bütün karanlık sırlara vakıf bir hatun kendisi. Hayranıyım.

Bir de köpekler var tabii, hem de bol miktarda var. Bildiğiniz çomar   da var, her türlü cins köpek de var. Eskiden köpeklerden korkardım, Pıtık’tan sonra korkmaz oldum, ben onlardan korkmayınca köpeklerin de bana bakış açısı değişti. Gerçekten adrenalinin kokusunu alıyorlar, sen onları tehdit olarak görmezsen, (eğer seni korkutup uzaklaştırmak üzere eğitilmemişlerse) onlar da seni tehdit olarak görmüyorlar.

Köyde köpeklerin hemen hepsi iş sahibi, garipler karın tokluğuna çalışıyor, çok az bir kısmı ise işsiz güçsüz sokak serserisi. Bu serseriler köyün meydanında herkesin ortak çabasıyla besleniyorlar.

Çalışan köpeklerin istihdam alanları ise çeşitli.

Mesela tazı ya da pointer gibi cins köpeklerden oluşan bir bölümü av köpeği olarak çalışıyor. Köyün çevresinde oldukça geniş bir orman alanı var, doğal olarak yaban domuzları tarım alanlarına çok zarar veriyorlar. Sonbahar aylarında yaban domuzu için sürek avı yapılıyor.

Her zaman ıssız olan orman yollarında normal zamanlarda sadece traktörler, hadi bilemediniz, orman araçları geçiyor. Ancak ‘Çanakkale of road’ yarışları sırasında bir de domuz avı zamanında bu yollarda E5 karayolu kadar trafik var. Av mevsiminde abartısız,70/80 aracın orman yolu kenarında park ettiği, içindeki avcıların ormanda avlandığı günler de olur. Ama genellikle o yollardan geçerken yanında köpeği, sırtında tüfeği ile gezen bir çok tekil avcıyla karşılaşırsınız.

Bizim köyün ormanında bir de karaca sürüsü yaşıyor. Yıllar önce sürünün erkeğini avlamışlar ve sürü yıllarca kendine gelememiş, yöredeki insanlar karaca avlamamaya yemin etmişler. Şimdi zaman zaman (özellikle sabahın beşinde havaalanına yolcu bırakmak için şehre inerken) yolumuza çıkıyorlar.

Ben hiç av meraklısı değilim, köy halkının karaca avlamama konusundaki yeminini sonuna kadar destekliyorum. Domuz avına gelince gerçekçi davranıyorum, domuzlar çok ürüyor ve çok zarar veriyorlar. Gene de av sahnesi gördüğüm yerden hızla uzaklaşıyorum, ne olur ne olmaz, kim vurduya gitmek de var, kim vurduya gideni görmek de var, ikisini de istemem.

Köpeklerin ikinci bir iş sahası ise alan koruması (ev, bahçe), bu işi yapanların çoğu cins hayvanlar ve  bir kısmı sürekli sinirli olmaları için özellikle bağlı tutuluyorlar. Bahçelerinin önünden geçerken deli gibi havlıyorlar. Sanırım ısırma huyu olmayan bir kısmı ise bağlı olmuyor, ancak yanlarından geçerken seni kaçırmaya, ya da sahibini uyarmaya yetecek kadar çemkiriyorlar. İşin ilginç olan tarafı bu tipler çok da korkak, ona doğru seğirtince geri kaçıyorlar. Bir kısmı ise çok yılışık, seni birkaç kez gördükten, birkaç kez kendilerini sevdirdikten sonra artık en büyük hayranın haline geliyorlar. Hele bunlardan ufacık olanlara bile korkutucu olsun diye çivili tasma takmıyorlar mı? Boynunda bu tasma ile kuyruk sallayıp, şımarması çok komik oluyor.

Ne zaman yürümeye çıksam bunlardan biri ya da birkaçı birden bana yol boyu eşlik ediyor. Üstelik bazılarının tuhaf  huyları var, sapık gibiler, sanki ben onları takip ediyormuşum gibi davranıyorlar. Mesela uzağımda durup, otlarla ilgileniyor gibi davranıyorlar, ben yanlarından biraz uzaklaşınca, peşimden fişek gibi yetişip, 10 santim uzağımdan geçerek, (eğer o gün yüz verdiysem bacağıma sürünerek) önüme geçiyorlar.  Bu sefer güya yandaki tarla ile ilgileniyorlar, tekrar yanımdan koşarak geçip uzaklaşıyorlar. Gençken beni yıllarca takip eden bir sapığım vardı, Trabzon Lisesinden eve kadar, karşı kaldırımdan, önümden, arkamdan yürür, arada hızla yanımdan geçerdi, aynen onun taktiklerini güdüyorlar.

Bir tane de müezzin köpeğimiz var. Bu da cins kırması gibi bir köpek, gün boyu caminin yakınlarında uyur, ezan başlar başlamaz uyanır, her cümlenin sonunda müezzine uygun bir makamda ulur. Yeni cümlede susar, müezzin noktayı koyduğu anda gene ulur. Bu köpek köyde işine en sadık hayvandır desem yalan olmaz.

Bir de sürü köpekleri var. Bunlar genellikle Anadolu’nun kendi öz köpekleridir, içlerinde birkaç tane Kangal ya da Kangal kırması  var. Sürü köpeklerinin işleri aslında kendi içinde farklı uzmanlık gerektiren iki yan dal barındırıyor.

Birinci yan dalda köpek gezgin sürüye çobanlık yapıyor. Buradaki küçükbaş hayvan sürüleri genellikle gün boyu çobanla sürü halinde geziyor, gece ise ağılda yatıyorlar. Bu sürülerin köpekleri de gün boyu koyun ya da keçi sürülerini korurken geceleri köyde sefa sürüyorlar.

İşte bu köpekler sürülerinin yanındayken, geçen arabalara çok düşman oluyorlar. Sürü yolu kapatmış olduğu için arabayı yavaşlatman gerekiyor, köpek ise arabayı görünce deliriyor. Çoban sürüsünü toparlayıp, arabana yol verene kadar köpekler etrafında deli gibiler. Geçtikten sonra seni bir daha buralarda görmeyeyim der gibi peşini bir müddet daha bırakmıyorlar. Sonunda yeterince korktu ve  uzaklaştı diye tatmin olana kadar bağıra çağıra yanından koşturuyor. Gene de akıllı davranıyorlar, sürü köpeği olup da arabalara savaş açan köpekler arasında hiç araba altında kalanı görmedim bu güne kadar.

Bir de ağılları sürünün içine yayılabileceği kadar geniş tarlanın içinde olan sürülerin köpekleri var.  Bu çalışma kolunda hayvan hem sürüye, hem de oldukça geniş olan tarlaya sahip çıkıyor. Bu işi yapan köpekler genellikle Anadolu’nun cefakar köpekleri oluyor. Anladığım kadarıyla böyle geniş bir tarlayı ve sürüyü teslim edeceğiniz köpeği oldukça genç yaşta alanına alıştırmak gerekiyor. Köyde gezerken özellikle de bu yeri belli köpeklerle iyice arkadaş oldum. Bazıları dev boyutlarda da olsa henüz bebekliklerinden tanıdığım için beni görünce kuyruklarını sallıyor, onlarla oynamam için bin bir şaklabanlık yapıyor, eğer kapıları açıksa hiç koca cüsselerine bakmadan üzerime atlıyorlar.

Bu köpekler, sürüsü bahçedeyken,  bahçelerinin çevresinden pek ayrılmazlar. İşte bu köpeklerden birini hiç huyu olmadığı halde yerini tek etmiş, telaş içerisinde köye doğru koşarken gördüm. Ağzında büyük bir nezaketle ölü bir oğlak taşıyordu. Ölü hayvanda kanama olmadığı için doğal nedenlerle öldüğünü sanıyorum.

Köpek  beni görünce ağzındakini benden saklama girişiminde bulunmadığı için sahibine götürdüğünü tahmin ettim. Bu köpek, oğlağın uyumadığını, öldüğünü nasıl anladı, kadar genç bir hayvanda nasıl bir görev bilinci var, şaşırdım kaldım. Hala inanamıyorum.

Hayalimde köpeğin ölü oğlağa kalp masajı yaptığını canlandı, o kadar hayran kaldım köpeğe. Biz yeniden canlandırma yaparken hastayı solutmak için ambu dediğimiz bir balon kullanırız.

Eski Mısır inancında ölüm ve daha sonraki yaşam çok önemli bir yer tutar. Bütün o görkemli mezarlar (hala mezarları içinde yaşadıkları evlerden daha güzel), mumyalamalar, hazine gömmeler filan hep bu inancın sonucu. Bir de çakal başı maskesi takan Anubis (Anbu) denilen bir ölüler tanrısı var ki, bu tanrının tek görevi ölüne canlılar diyarından ölüler diyarına geçene kadar eşlik etmek. 

Bu köpeğe daha önce isim takmamıştım, bu günden sonra  ‘Ambu’ (Hem mısırın ölüye eşlik eden tanrısının adına benziyor, hem de soluma balonuna atıf)  adını uygun buldum, öyle söyleyeceğim.

Komşu tarlaya yeni koydukları saçma derecede iri yavruya ise cüssesinden ötürü toraman diyorum. 

Hayvanlara gördüğünüz gibi Dede Korkut masallarındaki gibi marifetlerine göre isim veriyorum.

Ne dersiniz bir de işçi hayvanlar sendikası mı kursam acaba?

Toraman
AMBU

KARNABAHAR YEMEĞİ,

Sosyal medyada üyesi olduğum bazı yeme içmeyi seven guruplar var. Bu guruplardan birinde bir üye karalahana, bamya, bakla, kereviz, karnabahar gibi bazı sebzeleri yemeden önce ölmek gerektiğini yazmıştı. Aslında ben bütün bu sebzeleri severim, ancak bazılarının sevmeyeninin de çok olmasını anlayabiliyorum.

Ben de karnabahar yemeğini biraz renklendirerek yapmaya karar verdim, ortaya uyduruk ancak çok lezzetli, çok malzemeli bir tarif çıktı. Bir daha aynı yemeği yapmaya karar verirsem bu malzemelerin sayısını azaltacağım, çünkü pek de bir anlam farkı olmayacak.

Bu yemeği yaparken, her zaman yaptığım gibi en pratik yola başvurmadım, aksine her bir malzemeyi önceden hazırlayarak yemeğe kattım. Bu biraz hazırlık süresini uzatsa da lezzeti çok artırdı.

İÇİNDEKİLER

1 adet karnabahar

1 avuç haşlanmış nohut

1 avuç dondurulmuş taze iç bakla

1 adet kırmızı biber

1 adet soğan

3 adet önceden hazırlayıp dondurduğum baharatsız köfte

2 yemek kaşığı zeytinyağı

1 tatlı kaşığı tereyağı

2 yemek kaşığı un

Tuz, karabiber, acı biber, kimyon, kişniş, yenibahar

Birkaç dal taze kişniş

1 kaşık biber salçası

1 bardak su

YAPILIŞI

Karnabahar küçük parçalar halinde çiçeklerine ayrıldı. Soğan piyazlık olarak, biber ince dilimler halinde doğrandı. Bakla ve nohut ılık suya koyularak kabukları çıkarıldı. Köftelerin buzu çözülerek fındık büyüklüğünde köfteler haline getirildi ve una bulandı.

Geniş bir yanmaz tava içine bir kaşık zeytinyağı koyularak önce soğanlar karamelize edildi ve yemeğin pişeceği tencereye koyuldu.

Daha sonra biberler sotelendi. Biberlerden sonra tavaya bir kaşık daha yağ eklenerek karnabaharlar, kenarları kahverengileşene kadar sotelendi. Bunlar da tencereye alındı.

Tavaya bu kez köfteler koyuldu, onlar biraz renk değiştirince, nohutlar da eklendi. Ayrıca kuru baharatlar (yenibahar, kişniş, kimyon, karabiber, acı biber) eklenerek, köfteler ve nohutlar baharatlarla birlikte kavruldu. Bunlar da tencereye eklendi.

Soyulmuş iç baklaların pişme süresi çok kısa olduğundan ön hazırlık yapmadan tencereye eklendi.

Son olarak da bir bardak sıcak su içerisinde bir tatlı kaşığı tereyağı ve bir yemek kaşığı biber salçası eritilerek, tuzu da eklenerek tencereye koyuldu. Hep birlikte pişirildi, tencerenin altını kapatmadan biraz önce ince kıyılmış taze kişniş eklendi.

Oldukça lezzetli bir yemek oldu.

Bu yemeği yeniden pişirirken salça koymayı düşünmüyorum, çünkü yemeğin pişmiş hali kırmızı (biber), yeşil (bakla, taze kişniş), kahverengi (köfte), sarı (nohut) ve beyaz (karnabahar) olmasını hayal etmiştim. Salça bütün renkleri birbirine benzetti.

Köfte yapmak için uğraşmak istemeyenler kıyma kavurabilir, ya da hiç koymayabilir, ancak köfteli hem görseli hem de lezzeti çok iyi oldu.

Nohutları kuru baharatlarla kavurunca biraz renkleri değişti onun için belki baharatları yemeğin içine atmak, ya da soğanları sotelerken ya da köftelere koymak daha hoş bir görsel sağlayabilir.

Taze kişniş sevmeyenler için her zaman maydanoz, ya da taze soğan gibi seçenekler mevcut, hatta son dokunuş olarak bebek ıspanak bile koyulabilir.

Yemeği tencerede birleştirilmiş hali
Pişmiş hali, keşke salça koymasaydım
Soğanlar soteleniyor
Malzemeler hazırlandı
Köfte ve nohutlar kuru baharatlarla kavruluyor
Biberler soteleniyor
Veeee karnabahar soteleniyor
Show Buttons
Hide Buttons