Monthly Archives: Temmuz 2019

DOKTOR EVLERİNDEN ÇOCUKLUK ARKADAŞLARIM, DÜN SEDEF VE YEŞİM GELDİ, BİR KAÇ SAATLİĞİNE KIZILKEÇİLİ, YILDIZLI OLDU.

Çocukluğumun yazları, ilkokul üçüncü sınıftan sonra, Trabzon, Yıldızlı köyünde, doktor evlerinde geçti. Bizim taraftaki evlerde arazi bir hayli dik olduğundan müstakil birer alt kat vardı. Burada yaşamak çocuklar için o kadar elverişliydi ki, bu katları kiralayan  aileler genellikle uzun yıllar boyunca her yaz gelirdi.  Bizim alt katı sadece Ulusoy ve Ustaoğlu ailesi kiraladılar ve yıllarca mahallemizin sakini oldular.

Trabzon’da yıllarca göz hekimi olarak çalışan Cenap amca ve eşi Aysel teyzenin, yaşları sıra ile benden 1,2 ve 4 yaş küçük olan sırasıyla Sedef, Yeşim ve Uğur adında 3 kızları vardı. Özellikle Sedefin yaşı bana çok yakın olduğundan çok güzel arkadaşlık yapmıştık, fakat sonra yıllar boyu herkes bir yere gitti, uzun yıllar görüşemedik.

Yaş biraz ilerleyince insan hep eski zamanları hatırlayıp, şimdi ile kıyaslıyor, dikkat ediyorum, bu kıyaslamalar çoğunlukla şimdiki zamanın yerilip, geçmişin yüceltilmesi amacıyla yapılıyor. Oysa her devrin kendi dinamikleri ve güzellikleri var. Örnek verecek olursam, Ustaoğlu ailesiyle yeniden buluşma sosyal medya aracılığıyla gerçekleşti.

Çanakkale’ye  taşındığımızı  sosyal medya aracılığıyla duyurduğumuzda,  Uğur ve Sedef  hemen annelerinin de o sırada Çanakkale’de olduğunu bildirdiler. Böylece Çanakkale’ye geldiğimiz ilk günlerde, yıllar sonra Aysel teyzeyi görme şansım oldu.

Aysel teyze gençliğinde hafifçe toplu,  yazlık kıyafetleri içerisinde bile gayet bakımlı, alımlı bir hanımdı. Tam zamanlı ev hanımı ve anneydi, yani çalışmıyordu.  Disiplinli bir anneydi. O zamanlar çocuk eğitimi şimdiki gibi değildi; çocuklara sorumluluk verilirdi. Hem benim annem hem de Aysel teyze özellikle yaz aylarında bizlere ev temizliği, mutfak işleri yaptırırlardı. Bu işlerimiz bitmeden, izin almadan denize bile gidemezdik. Annem her zaman ‘ne yapsan elinle o gelir seninle’ der, bana o küçük yaşımda yavaş yavaş yemek bile yaptırırdı.

Aysel teyze, Sedef’in yaşı bana yakın olduğu ve iyi anlaştığımız için, arkadaşlık etmemizi çok teşvik ederdi.

Bir gün annem benden kızartma yapmamı istemişti. Evde koku olmasın diye kızartma bahçede gaz ocağının üzerinde yapılırdı. Benim annem ilkokul öğretmeniydi, şimdi düşününce onun benden bir şey yapmamı istediği zaman nasıl yapacağımı neredeyse ansiklopedik bilgi vererek sebep sonuç ilişkisi göstererek anlatıp, öğrettiğini hatırlıyorum, demek ki mesleki bilgilerini anneliğine de uyguluyordu.

O gün de ilk defa kızartma yapacaktım, annem bana güzelce yağı yakmadan nasıl kızartma yapacağımı, sebzelerin yağa koku bıraktığı için kızartılma sırasını, sosun tarifini güzelce anlatmıştı. Hatta sebzeleri kızgın yağa atmadan önce iyice kurulamazsam su damlalarının buharlaşıp,  yağı nasıl sıçratacağını anlatıp bayağı fizik ve kimya dersi vermişti.  Ben de bütün bu bilgiler ışığında kendimden gayet emin kızartma yapmaya başladım.

O sırada Aysel teyze de yukarı çıkıp beni gördü ve ne yaptığımı sordu. Kızartma yapıyorum dedim. Kadıncağız yanılıp ‘nasıl yapıyorsun bakiyim’ diye sormasın mı, ben hemen annemden biraz önce öğrendiklerimi sular seller gibi anlattım. Kadıncağız sanırım ben yıllardır kızartma yapıyorum sandı. Hemen ‘Sedeeeeef, bak Ayşe nasıl yemek yapmayı biliyor’ diye seslendiğini hatırlıyorum. Büyük ihtimal o günden sonra Sedef’e yemek yapmayı öğretmiştir.

Çanakkale’de Aysel teyzeyi ziyarete gittiğimde elbette ki yaşlanmıştı, ama fiziksel olarak çok da değişmemişti, ancak bizi görünce acı acı Cenap amcanın ölümünü anlattı, bu olayı bir türlü atlatamadığından söz etti.

Rahmetli Cenap Ustaoğlu, Trabzon’da iyi tanınır, çünkü uzun yıllar Numune hastanesinde göz hekimi olarak çalışmıştır.   Hatta beni de lise sonda bir göz problemim olduğunda muayene etmişti. Bir sefer de anneannemi (Anneler) götürmüştük. Anneler karşısında doktor olarak bu zarif İstanbul beyefendisini görünce nasıl konuşacağını şaşırmış, kibar kibar ‘coruyurum, coruyurum’ (görüyorum) diyerek muayene olmuştu.

Cenap Amca ile ilgili en net hatırladığım şey ise bir doktor babanın romanlara konu olabilecek imtihanıdır. Yeşim’in gözüne cam batmış ve gözünün merceği dışarı fırlamıştı. Bir başka göz hekimiyle birlikte, kendi kızının ameliyatına girmiş ve başarılı bir ameliyat yapıp gözü hiç hasarsız kurtarmıştı. Ben o sıralarda henüz lisedeydim ama adamcağızın neler çektiğini bir şekilde hissetmiştim.

Daha sonra Yeşimi ziyarete gittiğimizde, normal odada değil, doktor odasında bir sedyede yatıyordu. Ben de bademcik ameliyatı olup bol bol kanadığımda aynen orada yatmıştım. Demek ki çok yakın birileri ameliyat olunca gözümüzün önünde olsun diye odalarına bir sedye atıp, hastayı orada yatırıyorlardı. Bizim nesil doktorlar hiç böyle bir uygulama yapmadık. Sanırım servislerde hemşire azdı, kendi odaları ise ameliyathanenin hemen kapısındaydı, takip ve gerekirse acil müdahale için böyle bir çare bulmuşlardı.

Cenap Amca çok genç yaşta, bir tıbbi hata sonrasında aramızdan ayrıldı. Aysel teyze bu ani ve beklenmedik kaybını hiç atlatamamış, ilk günkü tazeliğiyle anlatıyor.

Dediğim gibi ben en çok Sedef’le arkadaşlık ederdim, Yeşim teyzemin kızı Sibel’in akranı, Uğur da Teyzemin oğlu Ahmet’in sınıf arkadaşıydı.

Yukarıda iş yapardık filan diye yazınca hanım hanımcık kızlar olduğumuz sanılmasın. Aslında geri dönüp bakınca yaptığımız tek kızsal şeyin, bir kere Sedef’in sırtında gördüğüm siyah noktaları sıkmak olduğunu hatırlıyorum.

Hepimiz derece enerjik çocuklardık, ama Uğur bir başkaydı. Sanırım Aysel teyzenin elinde kısıtlı sayıda ‘dur/otur’ mayası vardı, Sedef’e yetti, Yeşim’e biraz kaldı, Uğur’a sıra geldiğinde ise maya bitmişti.   

Ne demek istediğimi örnekle anlatacak olursam mesela denize girdiğimizde eğer dalga yoksa hiç kıyıda oyalanmaz doğru dalyana yüzerdik. (Denizde kıyıdan bir hayli uzakta kum birikintisi olurdu, buraya dalyan derdik.) Deniz dalgasız ise derhal buraya yüzer deliler gibi dibe dalardık, kim daha fazla kum çıkarak yarışmaları yapar, kulak zarlarımızı ciğerlerimizi sonuna kadar zorlardık.

Dalga varsa kıyıda kalıp, kendimizi dalgalara bırakıp, viya kayar, dalgalara kapılıp nefessiz kalır, kıyıdaki çakıllara çarpıp dizlerimizi, dirseklerimizi parçalardık.

En çok sevdiğimiz deniz oyunu da kocaman bir kamyon lastiğine karşılıklı oturup, bata çıka tahterevalli oynamaktı. Bu sırada sevincimiz içimize sığmaz tiz çığlıklarla boğazımızdan fışkırır, kahkahalarımız ta uzaklardan duyulurdu.

Denizden tırnaklar morarmadan, parmaklar buruşmadan asla çıkmazdık, kıyıda önce tek ayak üzerinde tepinir, kulaklarımıza, burnumuza dolan suları çıkarır, sonra kendimizi kızgın kumların içine atardık. Öyle, şezlongtu, hasırdı hiç aramazdık. Ne kadar yıkanırsak yıkanalım ya boyu saçlarımızdan kulaklarımızdan burnumuzdan kumlar hiç eksik olmazdı.

Asla kavga etmek, küsmek huylarımız yoktu. Gerekli zamanlarda uslu olmayı da bilirdik. Mesela Sedef’le saatlerce Ömer’in odasındaki sedirde kıpırtısız, sessiz oturup müzik dinlerdik.

Gece olunca da pestil gibi uyuyup, sabaha kadar bedenlerimizi şarj ederdik. Şimdiki çocuklardan çok farklıydık yani.

Yeşim’le Uğur ise çok daha enerjiktiler, balıkçı teknelerinin en tepelerinden balık gibi denize atlar, denizin altından metrelerce yüzüp, öteden çıkarlardı. Köyden komşumuz, Hurşit’i kandırıp, onların takalarıyla balık tutmaya gider, saatler sonra dönerlerdi.

Özellikle Uğur inanılmaz atletikti. Ağaca çıkmak gerekse fırt en tepeye herkesten evvel çıkar, bisiklete biner, kayalara çıkar hiç boş duramazdı. Sanki daha önceki hayatında köle olarak yaşamış da bu hayatta her an özgürlüğün tadını çıkarması gerekiyormuş gibiydi. Daha sonra mühendis ablalarının aksine müzisyen oldu, ama hala aynı gözü karalığı devam ediyormuş, dalgıçlık da yapıyormuş. Aileden bir tek onu henüz yeniden göremedim.

Hiç mızmızlık yapmayan çocuklardı. Bir kere Yeşim’in burnu kanamıştı. Ama öyle böyle değil resmen bir hamam tası dolduracak kadar kanamıştı. Hemen ben küçük hemşire olarak burnunu sıkıp kanamayı durdurdum. Sedef yerleri sildi. Kanama durduktan sonra oyuna kaldığımız yerden devam ettik.

Yeşim, KTÜ’de Mimarlık okurken bizim Nermin’in de öğrencisi olmuştu. Daha sonra sinemaya merak sardı, önce kısa filim çekmekle başladı, şimdi yaptığı, yönettiği bütün filimler ödül alıyor. Adı Türk sinema tarihinde çoktan yerini aldı.

Sedef de benim gibi çok yoğun bir iş hayatından sonra emeklilikte köyde yaşamayı seçti. Aşağı yukarı benimle eş zamanlı olarak Göcek’te bir köyde yerleşti. Şimdi Yeşim de aynı köye yerleşiyor. Demek ki çocukluktaki doğa sevgisi herkesin içinde kalmış.

Geçen ay yoga kampından dönerken Sedef’e uğramıştım. Böylece yıllar sonra onu da görmüş oldum. Bana ona ördüğüm yeleği çıkardı, 40 yıldan uzun süredir saklamış. Aslında o yeleği kendime örmüştüm, siyah bir yelekti ama üzerinde bir sürü desen vardı, diğer işlerimden kalan renkli yünleri değerlendirmiştim. Yeşim o yeleği çok sevdiği için ona da aynısından örmüştüm ama renkli yünler yetmediği için o yeleğin arkası düz siyahtı. Yeşim bu yeleği o yıl hiç çıkartmamış, hemen her gün o yelekle okula gitmişti. Daha sonra da benim asıl yeleğimi Sedef’e vermiştim, bu yeleği hala saklıyormuş, bu yıl evine gittiğimde hemen ortaya çıkardı.

Çok duygulandım tabii.

Şimdi daha sık görüşeceğiz, çünkü Aysel teyze bu kış Gelibolu’da kalacak, onu ben de sıkça ziyaret edebilirim. Kızlar da annelerini görmeye geldiklerinde görüşürüz.

 Dün Göcek’e giderlerken Sedefle Yeşim uğradılar. Balkonda oturup tamamen Trabzonun yöresel yemeklerinden oluşan mütevazi bir öğle yemeği yedik. Çok güzel bir gün oldu.

Sedefle Göcekte, meşhur yelek de önümüzde
Sermin, ben,Yeşim, Sedef, bizim balkonda

KADIN ŞOFÖR MÜ ASLA BÖYLE BİR ŞEY OLAMAZ, TRAFİK POLİSİ BİLE İÇİNE SİNDİREMEZ, ERKEKLERE KARŞI KALKIŞMA OLARAK GÖRÜRDÜ.

Türk erkeklerinin, kadınların araba kullanmalarıyla ilgili çözülmesi zor ön yargıları vardır. Kesinlikle kadından şoför olmaz, beceremez  diye düşünülür, aslında trafik canavarlarının çoğu erkekler arasından çıkar ama bu gerçek göz ardı edilir.

Ya artık yaşlandım, artık direksiyonda oturmaya hak kazandım, ya da yıllar içerisinde fikirler değişti, gençliğimde araba sahibi olmak, ya da araba kullanmak yüzünden çok azar işitmişliğim vardır.

Eskiden araba lastikleri daha farklı imal edilirdi, şimdiki lastiklerde lastik yarılsa bile sönmüyor ama eski lastiklere bir çivi batsa hemen lastik sönerdi. Benim ilk arabamın sağ arka lastiği hafta geçmez ki sönerdi. Her hafta gidip lastik yamalatmaktan bütün lastikçilerle tanışmıştım. Sonunda işinin ehli bir ustaya rast geldim,  adam lastikteki çivi parçasını bulup çıkartı da rahata kavuştum.

Bu tecrübe sırasında anladım ki erkeklerin kadınların araba kullanmasını istemedikleri kadar  istemedikleri bir şey varsa o da kadınların lastik değiştirmesiydi. Patlayan lastiği değiştirmek de erkek işiydi, bu işi kadına bırakmak  erkekliğe sığmıyordu. Lastiğimin söndüğü her sefer, daha ben ne olduğunu anlamadan, yardım bile istememe fırsat kalmadan, tanımadığım bir adam gelip lastiğimi değiştirdi.

Hatta bir seferinde hastaneden çıktığımda lastiğimim sönük olduğunu gördüm, yakında bir taksi durağı vardı.  Durağın şoförlerinden biri yanıma koşup, ‘hay Allah araba sizin miydi doktor hanım’ diyerek lastiğimi şişirmiş, sonra da bana çok yakındaki bir lastik tamircisine gitmemi önermişti. Ben de adama yardımlarından ötürü bir sürü dua edip, lastikçiye gittiğimde lastiğin tamamen sağlam olduğunu, kasten söndürülmüş olduğunu anlamıştım. Sonradan duraktaki şoförlerle konuşunca lastiğimi şişiren adamın, sırf park yerimi beğenmediği için, lastiğimin havasını bizzat kendisinin indirmiş olduğunu, daha sonra da benim kadın olduğumu görünce utanıp lastiğimi değiştirdiğini öğrenmiştim.

Eskiden trafik sigortalarını bizzat bankaya gidip yatırmak gerekiyordu. Bir gün bankada trafik sigortamı ödüyorum, banka memuru olan adam jip sahibi olmama o kadar içerledi  ‘’ Özenip alıyorsunuz, ama bakalım bu arabanın hakkını veriyor musun?’’ diyerek beni nasıl azarladı anlatmam.

Neden böyle söylediğini sordum. Bana evden işe gelip gitmek için jipe ne gerek var dedi. Ben ise, o araba ile Kaçkar Dağı senin, Nemrut, Erciyes Dağı benim dolaşmıştım. Adama o araba ile gittiğim bazı yaylaları saydım, hakkını vermiş miyim diye sordum. Hiç inanmadı ama homurdanarak işlemlerimi yaptı.  Son olarak ‘’ne yalan söyleyeyim kadınları direksiyon başında görünce cinlerim  tepeme çıkıyor’’ diye makbuzu önüme attı.

Hadi bu adam neyse, ama trafik polis olup da kadınların araç kullanmasını içine sindirememiş kaç memurla karşılaştım bilemezsiniz.

Elazığ’da mecburi hizmet yaparken, bazen canım çok sıkılırdı. Hem yeni aldığım arabayla biraz pratik yapmak, hem de biraz su özlemimi gidermek için, haftada en az bir sefer Hazar gölüne giderdim. Ben hiç DR plakalı araba kullanmadım, ama galiba o arabamda tıp amblemi vardı, ayni arabam ben bir doktorun arabasıyım diye bağırıyordu.

Yolda bir noktada trafik kontrolü vardı. Genellikle aynı polisler birkaç hafta aynı yerde görev yapıyorlardı. Ben de gelip geçerken elimle bir selam işareti yapardım. Bir gün biri beni durdurdu. Tabii o zaman oldukça acemiyim, acaba nerede hata yaptım diye suçlu suçlu durdum.  Tuhaf bir şekilde diğer polisler utanarak biraz uzaklaştılar, ama duyma mesafesinde bekliyorlar.

Ama ben bir hata yapmamıştım. Polis beni birkaç kez göle giderken fark etmiş, kafasından bir doktorun karısı olduğumu, göle birileriyle buluşmaya gittiğimi düşünmüş. Bir de kendi şansını denemeye karar vermiş.  

Camdan benimle konuşuyor ama, adamın vücut dilinden, bakışlarından rahatsız olduğum için camı tam açmıyorum. Sırnaşarak ‘ Seni sıkça görüyorum ama doktor beyi göremedim hiç, acaba her gün böyle süslenip püslenip adamın arabasıyla nereye gidiyorsun, biraz da birlikte sohbet edelim, bir çayımızı iç, biz de doktor beye buralarda gezdiğini söylemeyelim’ demesin mi?

Adama bet bir sesle ‘ Doktor bey benim, araba benim’ dedim. Başka bir şey söylemem gerek kalmadı. Bu cevap adamı mahvetti. Nasıl yani sen doktor musun, araba senin mi diye geveledi. Bana inanamayışın ve hayal kırıklığının resmini yapabilir misin  diye sorsalar, becerebilsem, adamın o andaki suratını çizerim. O derece yani.

Diğer polisler gerginliklerini üzerlerinden atıp, gülmeye başladılar. Ben ilk anda çok sinirlenmiştim, ama sonradan adamın suratı defalarca gözümün önüne geldi, her seferinde gülmekten karnım ağrıdı.

Trabzon’a ilk gittiğim yıllarda bir gün, arabayla evimin olduğu daracık sokağa giriyorum, bir trafik polisi tam sokağın ortasında trafiği engelleyecek şekilde dikiliyor. Bana bakıp, ellerini beline koydu, olduğu yerden kıpırdamıyor.

Ben de sokakta tamirat filan var herhalde onun için beni sokmuyor diye düşünüp, camı açıp ne olduğunu sordum. Adam yüzüme bakıp yoğun bir tiksinti ve ağır bir Trabzon aksanı ile ‘’Babalarınız, gocalarınız aldınıza bi araba çekiy, siz de goltuğa gurulup, gendınızı şoför sanaysınız’’ diye çemkirmesin mi?

Benim de tepemin tası  attı ve adama ‘Bana bak,  her şeyden önce bu  arabayı kendi kazandığım parayla aldım. İkincisi iki elim, iki gözüm, iki ayağım, bir de beynim var, bunlar arabayı kullanmama yetmez mi’ diye sordum.

Yüzüme bakmaya devam etti. Bir de trafik polisi olacaksın, bak yol ortasında durup trafiği engelliyorsun, kenara çekil dedim. Gözleri fal taşı gibi açık bana bakıp ‘ Arabayi  ellan/ ayaklan mi gullanıysın’ diye sormaz mı? Artık dayanamayıp ben de ‘Heee, tabida, ellan, ayaklan gullanıyrım, sen nelan gullanıysın ki?’ dedim.

Adam hemen kenara çekilip bana yol verdi.

Bir başka gün de, bir başka trafik polisi Trabzon’da Tabakhane köprüsünün Uzun Sokak çıkışında pusuda beklerken, ben  caminin arkasındaki sokaktan köprüye doğru çıkıp, Uzun sokak yönüne ilerledim. Trafik polisini görmüştüm ve hiçbir kuralı ihlal etmedim, ama polis nedense sinirlendi, arabasından plakamı  ve durmamı anons ederek peşime takıldı. Ancak öyle bir konvoyun içindeyim ki durmam mümkün değil, mecburen ilerliyorum. Polis de arkamdaki araçta resmen tamponuma yapışmış, bangır bangır kenara çekmemi istiyor. Ama Tabakhane yokuşunda kenar yok ki çekileyim.

Neyse ki, tam sağlık ocağının önündeyken trafik  tamamen durduğu için arabamdan inip polisin yanına gittim ve  ne olduğunu sordum. Bana ne cevap verse beğenirsiniz? ‘’Arabaya kurulmuşsun, bir de saçınla oynuyorsun, dünya umurunda değil’’. Gerçekten benim saçımla oynama gibi bir tikim vardır. Nasıl yani ben saçımla oynuyorum diye mi bağıra çağıra peşime düştün?

Adama ben hiçbir kuralı çiğnemedim, ama çiğnediysem ceza yaz, neden avaz avaz peşime düştün. Ama adamın derdi o değil saçınla oynuyorsun dünyayı gözün görmüyor diye sayıklıyor. Yok, ben seni gayet güzel görüyorum, anlamadığım saçımla oynuyorsam sana ne, saçla oynamak trafik kurallarına aykırı mı dedim. O sıra trafik açılmıştı, arabama binip gittim. Arkamdan gık etmedi.

İki yıl sonra kırmızı jipimi alırken bu arabayı da belli bir miktar paraya saydırdım. Araba satıcısı, bu eski arabamın işlemlerini yaptırmak için trafik şubeye gitti. İşe bak ki bu polise denk gelmiş, artık adamı ne kadar sinir ettiysem, ne plakamı ne de beni unutmuş, en çok da, nedense ‘hak ettiysem ceza yaz’ demem dokunmuş. İşlemleri yaptığı süre boyunca satıcıya söylenip durmuş.

DARENDE MACERASI, KUDRET HAVUZU, SULTAN SUYU HARASI, KANYONLAR, ZEYNEL ABİDİN TÜRBESİ, SONUNDA NEREDEYSE HASTANELİK OLDUK

Tam da Çanakkale’ye taşındığım günlerdi. Trabzon’dayken tanıdığım Malatyalı bir arkadaşım yaz tatili için gittiği memleketinden resimler paylaşmıştı. Ben de Malatya’yı iyi bildiğimi sanıyordum, ama paylaşmış olduğu resimlerden biri çok dikkatimi çekmişti. Neresi olduğunu sorduğumda da Darende, Kudret havuzu diye cevap almıştım. O günden itibaren buraya gitmek benim için şart oldu.

Bizim Sermin gezmeyi sever, ama nereye gitmek istediğini düşünmek istemez, onun gezmekten kastı, benim gittiğim yere onu da götürmemdir. Ben de bir kez olsun sen beni bir yere götür,  bu Darende işini sen ayarla demiştim, ben de Brezilya işini ayarlayayım dedim. Böyle sözleşmiştik ama Brezilya’ya gitmemizin üzerinden 1,5 yıl geçti,  Darende’ye gitmeyi başarmamız ise 2 yıl sürdü.

Her neyse sonunda bu ay gitmek kısmetmiş. Çanakkale’den hava yoluyla bir yere gitmek oldukça sıkıntılı. Çok erken bir saatte Ankara’ya uçup, daha sonra özellikle doğudaki iller için uzun saatler Esen Boğa havalimanında bekliyorsun. Dönüş ise genellikle daha az beklemeli olmasına karşılık, çok geç saatte eve varıyorsun. Her iki durumda da o gece uykusuz kalıyorsun.

Pazartesi günü sabahın dördünde evden çıkıp, akşam saatlerinde salimen ama yorgunluktan perişan şekilde Malatya’ya vardık. Sermin’in Çaykur bayisi olan arkadaşı, bir çalışanını üç günlüğüne bize eşlik etmesi için tahsis etmişti, bu kızcağız bizi havalanında karşıladı ve sonra hep onunla gezdik.

Asıl amacımız Darende’ye gitmekti, ama havuz sadece Çarşamba günleri kadınlar içindi. Biz de ancak Pazartesi gününe bilet bulmuştuk. Böylece Salı günü Malatya’da daha önceden görmediğim Levent Kanyonuna gitmek istedim.

Kanyon bu bölgede benzerleri sıkça görülen, çok güzel kaya oluşumları gösteriyor. Muhtemelen erezyon sonucu oluşmuş bir kanyon, çünkü içinde sadece kuru bir çay ya da sel yatağı görünüyordu. Bu kanyona bir seyir terası ve kafeterya yapılmış olduğu için son yıllarda bayağı turist çekmeye başlamış. Biz de cam terasın üzerine çıkmaya cesaret edemeden bir kahve içip, oradan ayrıldık.

Buradan yolumuz çok da değiştirmeden Sultansuyu harasına uğradık ve Sermin’le ben ata bindik. Daha önce ata binerken çok zorlanmıştım, burada ise bir merdivenli platformdan atın üzerine çıkıyorsun. Böylece hayvana rahatça binebildim, çok da keyif aldım. Atın adı Pakize’ydi. Pakize’ciğime beni büyük bir fedakarlıkla taşıdığı ve üzerinden atmadığı için şükranlarımı sunuyorum.

Yıllar önce, arkadaşım Ayşehan bizi bu haraya götürmüştü. O zaman çok daha fazla at görmüş ve resimlerini çekmiştim. Hatta bu resimlerden birini yağlı boya tablo haline getirmiştim. Bu tablo şimdi Trabzon tabip odasının duvarında asılıyor.

Burası çok güzel bir alan, içinde özürlü çocuklara hidroterapi yapılan ve çocuklarla atların  etkileşim bulunduğu bir çeşit terapi merkezi varmış. Tabii bu merkezi gezmedik, ama biz oradayken bir ana okulunun pikniğine denk geldik. Ufacık çocukların da ata bindirildiklerine şahit olduk. Eğlenceliydi.

Geri dönüşte Ayşehan’ın bizi defalarca götürmüş olduğu ve çeşitli outlet dükkanlarından oluşan (geniş bir alış veriş merkezi demeyeyim de artık alış veriş mahallesi diyeyim) bir bölgeye de uğradık, normalde bizim evin alış veriş bakanı Sermin’dir, ancak her nasılsa ben 2 elbise alırken, o sadece bakındı ve hiçbir şey almadan dışarı çıktı. Sadece bu olay bile başımıza ters bir şeylerin geleceğine dair bir işaret olmalıydı, ama o anda bir anlam veremedim.

Derken bize eşlik eden Deniz, bölgede bir de Zeynel Abidin türbesi olduğunu söylemişti, orayı da ziyaret etmeye karar verdik. Burası Anadolu’da bulunan  3 Zeynel Abidin türbesinden biri. Asıl türbe Karakaya baraj gölünün suları altında kaldığı için şimdi bulunduğu yere taşınmış. Biz oradayken, bir  kurban lokmasına denk geldik. Kurban eti ile pişirilmiş bulgur pilavından bize de ikram ettiler.

Daha sonra eski Malatya denilen bölgede Sermin’in arkadaşının kayınpederinin bahçesine giderek, kayısı ve erik yedik. Bütün bunlar yetmezmiş gibi de akşam yemeğinde tabelasında ‘sadece karınları değil nefisleri de doyuran kasap’ yazan bir yerde et yedik. Biz de karnımızı ve nefsimizi sıkıca doyurduk.

Ertesi gün soluğu Darende’de aldık. Burada Tohma çayı, çok güzel bir kanyondan akarak, bütün kasabaya inanılmaz bir mesire alanı oluşturuyor. Somuncu Baba türbesi ve külliyesi de bu kanyonun içerisinde. Türbenin önünde ise Urfa’nın balıklı gölünün minyatürü var. Bu havuzdaki balıkları da yemiyorlar. Burayı hızlıca gezip, kanyonda biraz zaman geçirdik, çay içip, gözleme yedik. Asıl buraya gelme sebebimiz olan Kudret havuzuna girdik.

Tohma çayı oldukça bol akan ve garip bir metalik rengi olan güzel bir çay. Bu çay, Darende’de güzel bir kanyonun içerisinden akıyor. Kanyonun duvarlarından bazıları parmak kalınlığında, bazıları kol kalınlığında, bazıları da tek başına dere sayılabilecek boyutlarda göze suları çıkıp asıl dereye katılıyor. Bu güzel kanyonun bir yerinde kanyonu boylamasına bir tretuarla ayırıp, bir bölümüne havuzları  yapmışlar. Bütün kompleks, derinlikleri giderek artan ardışık 3 havuzdan oluşuyor. Havuzların bir tarafı kanyonun kaya duvarı, diğer tarafı ise insan eliyle yapılmış tretuardan oluşuyor. Hemen yanında ise hızla akan çay var.

Havuzların en derin olanında, duvardaki bir mağaradan gerçekten oldukça bol suyu olan bir göze fışkırıyor. Buraya birkaç metre girmek mümkün, biraz daha içerisini de görüyorsunuz, ama sadece belli bir noktaya kadar girebiliyorsunuz. Çünkü mağara bayağı daralıyor. Bu noktada su hızla akarak size doğal bir jakuzi keyfi yaşatıyor. İçeriye güvercinler yuva yapmış. Hayvanlar daha içeriye giremeyeceğinizden o kadar emin ki, başınızın sadece birkaç santim uzağında güvenle oturuyorlar.

Havuzların suyu bu kaynaktan sağlanıyor, içine hiçbir kimyasal katılmıyor, çünkü sürekli bir şekilde gelen su Tohma çayına akıtılıyor. Havuzun suyu sürekli 22 santigrat derece imiş, ilk anda soğuk gibi gelse de bir kez girince asla bir daha üşümüyorsunuz.

Bu kadar kalabalık olmasaydı, daha çok zevk alırdım. Sadece Çarşamba günleri kadınlar giriyor. Hafta sonlarında mahşeri kalabalık oluyormuş.

İçeriye girerken resim çekilmemesi için resmen havaalanındaki gibi arandık ve telefonlarımızı elimizden aldılar. Ne yazık ki içeride bone takmayan çok kişi vardı. İçeride bikinili, mayolu, haşemalı, taytlı, hatta sadece peştemallı bir çok kişi vardı. Güya iç çamaşırı ile girmek yasaktı, ama Sermin’in deyimiyle çıplak girmek yasak değildi ya! Peştamal altından, epey frikik gördük, telefon yanımda olsaydı da resim çekmek istemezdim.

Ancak gittiğime değdi diye düşünüyorum, gerçekten çok güzeldi.

Perşembe günü de geri döndük. Uçağımız akşam saatinde olduğu için biraz şehirde eğlendik. Ama sabahtan beri işler ters gitti. Sabah saatlerinde benim tansiyonum düştü, saatlerce gözümün akı karası birbirine karışık dolandım, ancak uzunca bir süre yatarak kendime gelebildim.

Sermin ise havaalanında hastalandı. Meğer sabah saatlerinde ishal olmuş, ama biraz uzanınca kendine geldiği için bana söylememiş. Ama her nedense bol buzlu vişne içeceğini de afiyetle içmişti. Bekleme salonuna girdiğimiz andan itibaren keyfi kaçtı. Birkaç kez tuvalete gitti. Baktım ki yüzü gözü solmaya başladı, bu sıcakta uçağa kadar yürümesin diye personelden tekerlekli sandalye istedim. Ben de yanında gittim. Bunca yıldır, binlerce kez uçağa bindim, ilk kez yan taraftaki acil kapısından, tuhaf bir asansör ile uçağa bindim. Bu sefer de Sermin üşümeye başladı. Yanımızda sadece birer adet sıcakça tutabilecek giysi vardı, ikisini de giymesine rağmen tırnakları morarıncaya kadar üşüdü. Bir bardak sıcak çay alıp eline verdim, elinde tutunca elleri ısındı, bu sefer de terlemeye başladı. Biraz olsun kendine geldi.

Sonunda Esen Boğa havalanına gidebildik. Birkaç saat beklememiz gerekiyordu. Bu arada havaalanı aciline haber verdim, gelip bizi aldılar, Sermin’ serum takıldı. Aslında ben de hiç iyi durumda değildim. Bir sedyede Sermin, bir sedyede ben yatarak birkaç saat geçirdik. Neyse Sermin’in dehidratasyonu düzeldi, bayağı kendine geldi.

Bu maceralı yolculuğun Çanakkale ayağı normal geçti. Eve sabaha karşı 2 gibi düşebildik. Sermin bütün gece tuvalette idi, ama genel durumu gayet düzgün. Artık ne dokunduysa bilemedik.

Umarım ben de benzer bir şey çıkartmam çünkü 2 gün sonra kendi arabamla Fethiye’ye yoga kampına gideceğim.

Levent Kanyonu
Sultan suyu Harası
Pakizeyle Sermin
Levent kanyonu köprülü duvar
Kudret havuzu ve Tohma çayı/kanyonu
Tohma kanyonu Darende
Tohma mesire
Somuncu baba türbesi balıkları
Zeyne Abidin türbesi
Show Buttons
Hide Buttons