Yüksek
Öğretim Kurumu (YÖK), kurulmadan önce doçentlik sınavları üniversiteler tarafından
yapılırdı. Bu sınavdan önce adaylar bir tez yapar, sınavda tez savunması yapar,
sözlü sınava girer ve hatta bütün fakülteye açık, öğrencilerin ve öğretim
üyelerinin girdiği, bir amfi dersi bile
anlatırlardı.
Bizim
zamanımızda ise üniversitede doçent olabilmek için, YÖK’ün açtığı doçentlik sınavına
girmek gerekiyordu.
Bu sınava
girmek için her şeyden evvel, şartları sağladığını belirten, üniversite
mezuniyet belgeni, İngilizce sınavından geçtiğine dair belgeni o güne kadar verdiğin tezleri, anlattığın
dersleri, katıldığın kongreleri falan içeren bir öz geçmiş ve konunla ilgili yayınlarını içeren bir
dosya hazırlanır ve YÖK’e baş vurulurdu. Jüri ve sınav tarihi YÖK tarafından
belirlenir ve adaya bildirilirdi. Benim sınava girdiğim yıllarda biri eylül
diğeri mayıs ayında olmak üzere 2 kez sınav yapılırdı.
Adaylar ; 8
dosya hazırlardı ve 5 asil, 3 yedek
üyeye dosyalarını sınav tarihinden 2 ay önce gönderirdi.
Dosyan jüri
üyelerine en az 2 ay önceden gitmiş olduğu için her biri dosyanı incelemiş
oluyordu. Sınav günü jüri üyeleri önce dosyan hakkında konuşup bir karara
varıyorlardı. Eğer dosyanın yeterli olduğuna karar verirlerse adayı sözlü
sınava alıyorlardı. Aynı gün sınava, cerrahi branşlardan giren arkadaşlara bir
ameliyat yaptırılır, Dahili branşlardan sınava
girenlere ise gerçek bir hasta verilip onun tartışmasını yaptırıp, daha sonra
sözlü sınava devam edilirdi.
Şimdi işler
biraz daha farklı, dosya için önceden rapor hazırlanıyor ve aday sözlü sınava
dosyadan başarılı ise çağrılıyor. Ameliyat işi ise tamamen kalktı.
Sonuç olarak
ben doçent olduğum zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nde doçent olup, üniversitelerde
öğretim üyesi olarak çalışabileceğine karar veren tek makam YÖK idi.
Sen bu
sınavı kazandıktan sonra üniversitende eğer varsa senin için bir kadro açılır
ve gazeteye ilan verilirdi. Sen de bu kadroya başvururdun, birkaç ay içerisinde kadrolu doçent olurdun. Eğer
üniversitede kadro yoksa sen gene de resmen doçent olurdun, ama özlük hakları
olarak yardımcı doçentlik kadrosundaki haklara sahip olurdun. Bu da maaşında
biraz fark yaratırdı, hepsi bu. Genel olarak en eski üniversitelerde yeni
doçentlerin bir ya da 2 yıl kadro beklemeleri gerekirdi. Bizimki gibi
üniversitelerde ise sınav ayının ertesi ay hemen herkes için kadro ilan
edilirdi.
Ben doçent
olduğum yıl (ki doçent oluşum da maceralıdır, bunu da belki başka bir yazının
konusu yapabilirim) ekim ayında, o yıl doçent olan bir çok arkadaşımla birlikte
benim için de kadro ilanı çıktı.
O yıl doçent
olan bir iki arkadaşım için sebepsiz bir
şekilde kadro ilan edilmemişti. Sanırım, bu kişiler, o andaki yönetime oy
vermediği düşünülen arkadaşlardı.
Bir yıl önce
bir rektörlük seçimi yapılmıştı, bu seçimde en hafif tabirle kirli bir kampanya
yürütülmüştü. Bu seçim kampanyası
sırasında, mevcut yönetimin kendilerine
karşı olduğunu düşündükleri kişilerin sicillerini akıl ermez karalamalar ile
bozdukları ortaya çıkmıştı. Bu da ayrı bir yazının konusu olacak, ama sicili
karalanan kişilerden birisi de bendim.
İşte bu
nedenle benim için kadro ilanı çıkmasına şaşırmıştım. Ama sanırım yanlışlıkla
benim kadrom ilan edilmişti, çünkü ben hariç kadrosu ilan edilen herkesin
başvurusu onaylandı ve birkaç ay içerisinde kadroya geçirildiler. Bana gelince aradan aylar geçtiği halde bir
türlü kadromu alamadım.
Aradan bir
yıl geçip de bir sonraki yıl yeni doçent olan arkadaşlara kadrolar açılınca
artık üniversiteyi mahkemeye vermek istedim. Fakat mahkeme açılamıyormuş, bunun
için önce bir dilekçe yazıp bana neden bu kadroyu vermiyorsunuz diye sormam
lazımmış. İki ay içerisinde cevap alamazsam o zaman mahkeme açma hakkım doğuyormuş.
Ben de aynen
böyle yaptım.
Biraz da
kadro ilanından sonra yapılması gereken işlemlerden bahsedeyim. Üniversite, gazeteye
ilan verilince, aynen doçentlik sınavına başvurur gibi yeniden dosya
hazırlıyorsun, bu sefer YÖK’ün doçentlik sınavını geçtiğine dair belgeyi
ekliyor ve rektörlüğe baş vuru yapıyorsun. Bundan sonra da kendi üniversiten
yeni bir jüri ayarlıyor ( bu kez 3 kişilik) dosyan yeniden inceleniyor, tekrar
raporlar yazılıyor ve kadroya ataman yapılıyor.
Çok açık
konuşayım. Ben kendim jüri olduğum durumlarda sınava girecek olan adayların
dosyalarını satır satır okuyarak, gerçekten bu kişi üniversite öğrencisi
yetiştirecek kapasitede mi diye ölçüp biçerek, rasyonel karar verdim. Ancak
kadro ataması için önüme gelen dosyalar için daha genel bir inceleme yaptım.
Çünkü bu aday Türkiye Cumhuriyetinin her
yerinde doçentlik yapabilecek kapasitede oldukları yetkili organ olan YÖK
tarafından tescillenmiş bir bilim insanıdır. Madem ki bu aday zaten doçenttir,
üstelik kadrosu da vardır, o halde bana da sadece bunu tasdik etmek düşer. Bu
durumda dosyayı ret etmek, sadece o adayın özlük haklarını ihlal etmek olur. Bu
da bana yakışmaz.
Benim
durumumda ise işler bambaşka yürüdü. Daha sonraları bütün raporlar bizzat dekan
tarafından bana okutturulduğu için biliyorum.
Yönetim bana
yanlışlıkla kadro ilanı verdi ya hemen pişman oldu. Bu kısma ben pek akıl
erdiremedim, sadece kulaktan dolma bilgilerle bir fikir yürütebiliyorum. Galiba
bana doçentlik kadrosu ilan edilirken, pediatriye bir de ana bilim dalımızın
hiç haberinin olmadığı bir yardımcı doçentlik kadrosu ilan edilmiş. Bunu fark
eden o zamanki ana bilim dalı başkanımız, rektörü etkileyerek bu kadronun ilan
edilmemesini sağlamış. Yani gazeteye ilan çıkana kadar fakültemizin dekanı
pediatriye hem bir doçent hem de bir yardımcı doçent kadrosu açılıyor
sanıyormuş. Bu yardımcı doçent kadrosuna gelecek olan kişi de dekanın istediği
bir kişi imiş. Bu arkadaşın kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Gerçekten
böyle katakulliler oldu mu onu da bilmiyorum. Ama bu tür olaylar bizim fakülte
ve üniversite için olağan sayılır, o nedenle doğruluk payı olduğunu
düşünüyorum.
Bütün bu
olaylar inanılır gibi değil, değil mi?
Sonuç
olarak, dekanlığımız beni bertaraf etmek için,
dosyamı ret edecek bir jüri oluşturup,
kadroyu bana vermemeyi planlamışlar. Bu düşünce ile biri Hacettepe’den
huysuzluğu ile nam salmış bir hoca, diğeri Kayseri’den bizim yönetime ters
düşmeyeceklerini düşündükleri bir hoca, sonuncu da kendi ana bilim dalımızda,
dekanın akrabası olan bir hoca ile jüriyi oluşturmuşlar. Jüriye bu dosyayı ret
edin diye baskı yapmışlar.
Sonuç olarak
benim dosyam gayet yeterli bir dosya idi. Hacettepe’deki hocam, benim hakkımda
son derece olumlu bir rapor yazmış, hatta yazdıklarından açıkça bu kız sizin
fakültenize fazla gelir, hazır böyle birini buldunuz, biraz aklınız varsa
elinizden kaçırmayın dediği anlaşılıyor.
Her şey
bittikten sonra, hocamla başka bir sebeple karşılaştığımda yazdıklarından ötürü
teşekkür etmiştim. Karşılık olarak ben seni de bu kişileri de tanıyorum, hiç
seni onlara yem eder miyim diyerek, o zamanki dekanımız ve özellikle de bizim
ana bilim dalı öğretim üyesi olan diğer jüri üyesiyle ilgili öyle hikayeler
anlattı ki ağzım açık kaldı. Bana bu anlatılanların doğru olduğunu başka
kişiler de benzer şekillerde anlatmış olduğu için bilgilerin doğruluğuna
inanıyorum ama kendim şahit olmadığım için buraya yazmayı uygun bulmuyorum. Bilimsel
olarak beni değerlendirebilecek kapasitesi olduğuna da inanmıyorum.
Kayseri’deki
hocaya gelince o bir taraftan arkadaş baskısı, öbür taraftan elinde YÖK’ten onaylanmış
güzel bir dosya var. Nasıl bir rapor vereceğini bilememiş, ne evet ne de hayır
yazmış. Daha sonra kendi arkadaşları arasında, lakabı ‘HAVET’ olarak kalmıştı.
Sonradan bu hocadan ne dediğinin anlaşıldığı bir rapor yaz diye tekrar rapor istemişler. Garip olan şu ki bu
hoca bizim pediatrik endokrin camiasından olduğu için tam da bu cevabı yazması
gereken günlerde bir kongrede karşılaştık. Sanırım Londra’daydık, çünkü bir
metroda bir yerden bir yere giderken adama ‘sizin yerinizde olmak istemezdim,
ne de olsa bundan sonra da hep benim yüzüme bakmak zorunda kalacaksınız’
demiştim. O konuşma sırasında metrodan dışarı atlayabilse kaçıp giderdi, ama
kaçamadı, yüzü kızardı, sonra da dönüp raporunu olumlu gönderdi.
Son jüri
üyesi de kendi çalışma arkadaşım idi. Onun raporu ise olumsuzdu. Ben bu öğretim
üyesinin, doçentlik dosyasını da bildiğim için, benim dosyama olumsuz rapor
vermesine sadece gülebilirim. Ama bir nokta var ki bunu ben affetsem Allah
affetmez. Daha önceki bir yazımda terör bölgesinde bin bir çeşit macera ile iyot taraması yaptığım bir
çalışmadan söz etmiştim (bu çalışmayı yaparken başıma gelenleri merak eden Arıcak
yazısını okusun). Bu tarama, ben mecburi hizmetten ayrıldıktan sonra yazıya
dökülmüştü, çalışmada benim çok emeğim olduğu için, adımı yazmışlardı. Ben de
onca macera ile yaptığım o çalışmaya önem vermiş ve dosyama eklemiştim. Bu
çalışma için sırf orada olmadığım zamanda yazıldı diye, bu yazıda emeği yoktur,
bilimsel hırsızlıktır diye yazmıştı. İşte bunu Allah’a havale ediyorum.
Bütün
bunları anlattıktan sonra, hani bir dilekçe yazmıştım ya. Üniversitenin bana 2
ay içerisinde cevap vermesi gerekiyordu. Son güne kadar cevap vermediler.
Sanırım bizim ilan verdiğimiz boş bir kadromuz ve şu anda bu pozisyonun bütün
şartlarını yerine getiren kendi kadrolu
yardımcı doçentimiz de var ama sırf keyfimiz öyle istediği için kadro vermekten
vaz geçtik demek kolay bir şey değildi. Bu arada dosyama jüriden olumsuz rapor
çıkartamadılar, benim de çok şükür bir açığım yok ki oradan tuttursunlar. Yani
benim üniversiteyi mahkemeye vermemi göze alamayacaklar, ama beni mümkün olan
en uzun süre kıvrandırmak istiyorlar, tabii bu arada mümkünse benden biraz ödün
kopartsalar tadından yenmez.
Artık 2 ayın
dolmasına bir haftadan daha az süre var, yani bu hafta da cevap alamaz isem,
pazartesi günü artık üniversiteyi mahkemeye verme hakkım doğuyordu. O hafta
sonu Cuma günü de rektörlükte kadroların verilmesini de içeren kurul toplanacaktı.
Sonuç olarak o kurulda benim kararımı da çıkartacaklar, bundan emindim.
O hafta ya
Çarşamba günüydü galiba, dekan beni makamına çağırdı. Hayırdır inşallah deyip
gittim.
Kapıdan
içeri girdim, dekan beni oturtmamak için, kollarını göğüs hizasında kavuşturmuş, masasının önüne yaslanmış,
ayakta beni bekliyor. O gün niyeti beni ağlatmak ve ne yapayım geldi ağladı
dayanamadım kadroyu verdirdim demekti. Ama bütün iftiralara başım dik durdum. O
gün o odada konuşulanlar, o iftiralar tek kelime ile iğrençti. Bir gün
muhtemelen, aklıma kelimesi kelimesine kazınmış o konuşmayı da yazarım. Şimdi
yüreğim kaldırmıyor.
Ama zalimin
karşısında boyun eğince o kendini daha güçlü sanıyor. Diklenince korkuyor bunu
o gün net bir şekilde anladım.