Monthly Archives: Kasım 2022

MEVLEVİ SEMASI NİYETİYLE BAŞLAYIP, ROMEN HAVALARI İLE BİTEN BİR GELİBOLU GEZİSİ

Geçen sene benim evde bir Hıdrellez kutlaması yapmıştım, bu toplantıdaki gurubumuzu baz alarak, birkaç arkadaş bir ‘gez-öğren-öğret’ gurubu oluşturup kendi aramızda Çanakkale ve çevre köylerde geziler düzenlemeye başladık. Ben, bu güne kadar genellikle düzenlenen gezilerden uygun olanlara katılmakla yetiniyordum, bu ay geziyi ben düzenleyeyim diye işe giriştim; bu gezideki her plan gibi bu da boşunaymış, çünkü sonuçta bütün operasyonu Gelibolu’lu arkadaşlar yaptı, ben hazıra konmuş oldum, zaten ilk fikrim de tamamen boşa çıktı.

Gelibolu’daki muhteşem mevlevihaneden çok etkilenirim, yıllardan beri hemen her sene Şeb-i Arus törenlerine katılmaya karar verir, sonra bir şekilde katılamam. Aslında vaz geçmemin en önde gelen sebebi, bu törenlerin tam da havanın bozduğu ve zaman zaman boğazdaki feribot seferlerinin iptal edildiği bir zamana denk gelmesiydi. Bu yıl mademki böyle bir arkadaş gurubumuz var, üstelik de köprü yapıldı feribota muhtaç değiliz, hep beraber bu törenlere gidebiliriz diye düşündüm. Sonra mevlevihanenin programına bakınca her ayın son Pazar güne akşam sekizde başlayan sema gösterisi olduğunu öğrendim. Şeb-i Aruza hazırlık olarak Kasım ayı gösterisini izlemek üzere bir program yapma fikri gurup içerisinde de sıcak karşılandı.

Gurubumuzda Gelibolu’da yaşayan ve sosyal hayatta oldukça etkin olan arkadaşlar da var. Emel Okandan hanımefendiyle konuşarak bir program hazırladık. Bizler Lapseki’ye kadar özel araçlarımızla gelip, feribotla yaya olarak Gelibolu’ya geçecektik, bizi bir minibüs karşılayacak ve gün boyu istediğimiz yerlere götürecekti. Gerçi evdeki hesap pek çarşıya uymadı, sema gösterisi son anda iptal oldu, ancak yıllardır geçirmediğimiz kadar şenlikli bir gün geçirdiğimiz için bu geziyi ayrıntılı yazmakta fayda gördüm.

Hava aniden soğuduğu ve buz gibi rüzgarlar esmeye başladığı için arabaları park ettiğimiz yerden (toplam 200 metre) feribota gidene kadar nemli rüzgardan yüzümüz uyuştu, ciğerlerimiz dondu. Feribotta sıcak salep eşliğinde arkadaşım Zafer Atasoy’u gez öğren öğret arkadaşlarımla tanıştırdım. Bu tanışma için çok mutluyum, çünkü Zafer ne zaman aramıza katılsa çoğunlukla tek erkek olur, bu kez kendi cinsinden birkaç kişiyle birlikte olmak ona da iyi geldi. Her zaman dalgamızı geçtiğimiz gibi etrafında hiç olmazsa onca kıymet verdiği y kromozomlarından birkaç adet vardı.

Limandan şehre girer girmez, bir takım ana yolların trafiğe kapalı olduklarını ve tam da Piri Reis müzesi yapılmış olan eski Osmanlı tersanesinin havuzunun önünde protokol oturma sıraları oluşturulmuş olduğunu gördük, ardından yol boyunca anonslar eşliğinde koşucuların teker teker geldiklerini fark ettik. Biz de birkaç koşucuyu coşkuyla alkışladık. Meğer Gelibolu’da her Kasım ayının 27’sinde Şevki Koru koşusu yapılırmış, adı geçen sporcu Gelibolulu bir koşucu, ve Türkiye’nin ilk maraton koşucusuymuş, anısının bu şekilde yaşatılması çok anlamlı geldi.

Gelibolu’da iş balık pazarına gidip, yiyeceğimiz balıkları seçmek oldu. Burada böyle bir adet var, istersen balıkları kendin alıp lokantaya gönderebiliyorsun.

Bundan sonra minibüse doluşup, Güneyli köyündeki Atıf Bey At Çiftliğine gittik. Burası öyle sıradan bir çiftlik değil, bir kere çiftliğin tarihi 400 yıllık. Yüzyıllar boyunca ailenin de çiftliğin da başına gelmedik iş kalmamış, ailenin tarihçesiyle birlikte yokluk dönemlerini takip ederek Anka kuşu gibi kendi küllerinden tekrar tekrar doğmuş bir mülk. Tarihçede neler yok ki; Çanakkale’de yaşayan hemen her ailede olduğu gibi göçmenlik hikayesi mi dersin, konağın Çetin Tekindor’un oynadığı Baba isimli filme set olması mı dersin, askeri amaçlarla birinci dünya savaşında kullanılmış olması mı? Ama bence en önemlisi Atatürk’ün de burada kalmış ve hatta Anafartalar Raporunu burada kaleme almış olması. Yani mülkün tarihi başlı başına yerel tarihe ayna oluyor. Bir de ailenin Anka kuşu modelinde oluşu hikayesi var. Aile tarihi adeta vahşi batı hikayesi gibi, Orta Avrupa’dan göç edip, yerleşmeye çalıştıkları bu bölgede tesadüfen altın madeni bile bulmuş, bu topraklarda çok düşmanlıkla da karşılaşmış, çok varlık da görmüş, her varlık döneminin ardından yokluk çektikleri dönemler yaşamış. Başlangıçta neredeyse bir kilometrekare olan çiftlik arazisi, istimlak, miras bölünmesi gibi çeşitli sebeplerle artık makul boyutlara inmiş.

Gene bir yıkım dönemini takiben şimdiki sahibi (ben buradaki 11inci kuşağım diyor) çok yeni bir vizyonla burayı bir sanat evi haline getirmiş. Seramik atölyesi, kumaş baskı atölyesi gibi çok değerli hocalar eşliğinde yapılan gurup eğitimleri var. Bizim gittiğimiz zamanda ise parafin kullanarak kumaş baskı çalışması vardı. Tam olarak anlatamayacağım ama bir sebeple Gelibolu’da vakti zamanında para bile basılmış ve bu paranın üzerinde aslan figürü varmış, işte bu eski figürleri canlandırıp, baskı deseni olarak kullanıyorlar. Hatta hoca adımı sorup, kalem dedikleri hokka gibi bir şeyle bir dakikada adımı bile yazdı, eğer almak isteseydim baskı da yapacaktılar.

Çok hoş bir ikram eşliğinde hanımefendiden uzunca bir süre tarihçe dinledik. Ailesi yüz yıllar boyunca günlük tutmuş, bu günlükleri kitap haline getirmişler, önümüzdeki yıl çıkacakmış. Hem bu ilginç mekanın turizme kazandırılmasını hem de kitabın çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.

Buradan çıktıktan sonra yine bölgede çok bilinen ve saygın bir aileden bir başka hanımefendinin (Dilek Mildon) önerisiyle Bolayır’da geçen yıl açılmış bir şarap üretim yerine gitmek üzere yola çıktık. Bolayır’a gelmişken Namık Kemal türbesini ve restore edilip müze haline getirilmiş tarihi hamamı gezdik. Bundan sonra Koruköy’de bulunan işletmeye gittik. Tam da Saroz körfezinin Trakya topraklarına birleştiği noktaya hakim bir alanda oldukça geniş bağların içinde çok hoş bir mekan yapmışlar, şarapları da yeni bir işletme olmasına karşılık oldukça iyiydi, asıl (aile aslen Antepliymiş) içli köftesi muhtemelen bu güne kadar dışarıda yediğim en güzel içli köfteydi. İçli köfte eşliğinde şarap tadımı yaptığımız andan itibaren günümüz çok neşeli, arabesk bir hal aldı.

Şarap tadımından sonra Gelibolu’ya geri döndük, hazır önünden geçerken gündüz gözüyle Mevlevihaneyi görelim diye durduk. Gelibolu Mevlevihanesi gerçekten butik bir binadır, 400 yıllık bir tarihi vardır ve dünyadaki en büyük Mevlevihane olarak bilinir. Tabii ki bölgedeki bütün sağlam binalar gibi burası da uzun süre askeri amaçlarla kullanılmıştır. Gerçekten görülmesi gereken bu bina genellikle kapalı olur. İyi ki önceden uğramışız, binayı gezdik, ama akşamki programın ani bir kararla iptal edildiğini öğrendik. O gece SMA hastası bir çocuk için yardım yemeği yapılacaktı, artık sebep o yemek miydi, başka bir şey miydi bilemiyorum. Ama bu ana kadar bir kültür turu olan gezimiz artık safi eğlence halini aldı.

Bu hüsrandan sonra limanda deniz üzerindeki lokantaya gittik. Emel hanım Türk Sanat Müziği icra edebilen ve bizim için tasavvuf eserleri de hazırlamış olan yerel müzik gurubu ayarlamıştı. Gençler gerçekten de isteğime uyarak 15-20 eserden oluşan tasavvuf  konseri, ben de Mevlana’dan, Mevlevi semasının batıni anlamından dem vuran bir konuşma hazırlamıştım. Hepsi güme gitti.

Elbette ki konuşma filan yapmadım. Gurup da Türk müziğiyle başlayıp, istek parçalar, Romen havalarıyla devam etti. Biz ise vur patlasın çal oynasın balık masasının hakkını verdik. Salgından beri böyle eğlenmemiştim.

Bütün günün en olumsuz tarafı, bir günde karakış bastırmıştı, geçen hafta incecik gezerken, kabanlarla bile bir hayli üşüdük.

En olumlu taraf ise bu arkadaş ekibi giderek daha iyi kaynaşıyor. Bir de Gelibolu’da eskiden beri çok merak ettiğim Bahailik konusunda birinci elden bilgi edinebileceğim kaynakların olduğunu öğrendim. Hemen haber gönderdim, ben Akka’da Bahai bahçelerini gezmişim diye (yani Bahai hacısıyım). Önümüzdeki ay beni belli ki yeni bir Gelibolu seferi bekliyor.

Sonuç olarak sema gösterisi seyredip ruhumuzu dinlendirme niyetiyle evden çıktık, sema hariç her boyayı boyayıp döndük. Buna da new age jargonunda akışa uymak deniliyor galiba. Artık neyse ne, kasmaya hiç gerek yok ,vallahi çok iyi geldi.

Çiftlik
Parafin ve hokkalar
Vitray gibi kumaş baskı
Flim çekilen ev
Ateş başına sohbet
Çiftliğin sahibi Eser Hanımefendi dahil gezi gurubumuz
Osmanlı beyliğini Avrupaya taşıyan komutan
Namık Kemal türbesi
restore hamam
turistik poz
Koruköydeki şarap evi
Zaferlerle
Dİlek Hanımefendiyle

Hiç bu kadar nizami içli köfte görmemiştim

Muhteşem mevlevihane
İç mekan
Deniz üzerinde yemek
Romen müzik gurubu
Solistimiz
Emel Hanımefendiyle

GÖĞE BAKAN KOCAKARI, ARALIK 2022

Aralık ayı ismi Türkçe olan nadir aylardan biridir,  neden böyle bir isim verilmiş benim pek de anlamam mümkün olmadı.

Bu yıl, 8 Aralık erken saatlerde ikizler burcunda dolunay, 23 Aralık öğlen saatlerinde oğlak burcunda yeniay gerçekleşecek. Hicri takvim kameri(ay döngüsü) takvimi olduğu için 23 Aralık günü Cemazeyelevvel ayı sona erip, 24 Aralıkta Cemazeyelahir ayı başlayacak.

Yılın bu zamanının en büyük problemi, bulunduğumuz yarıkürede ve enlemde gündüz saatlerinin kısalığıdır, üstelik birçok gün hava bulutlu, yağmurlu, kapalı olduğundan insanı güneş ışığına hasret bırakmasıdır. Yılın en kısa günlerini idrak ettikten sonra ayın yirmilerinde kış ekinoksu gerçekleşir ve bundan sonra ağır ağır günler uzamaya başlar. Hava sıcaklığı ise giderek düşerek zemherir (karakış) ve bu günlerin en soğukları olduklarına inanılan Erbain (40 gün süren en soğuk günler) günlerine ulaşılır.

Şeb-i yelda da denilen; 20-27 aralık günleri yılın en uzun geceleri ve en kısa günleridir, ancak artık milimetrik de olsa günlerin uzamaya başladığı günlerdir. Gün ışığının artmaya başlaması nedeniyle bu günler; çok eski zamanlardan beri dünyanın çeşitli coğrafyalarında, bütün pagan toplumlarda kutlanan doğa bayramlarıdır. Demek ki kısa günler sadece benim sinirlerimi bozan bir şey değilmiş.

Pagan dinlerde 20-25 aralık günleri kış ortası (alban arthan) ya da Yule bayramı olarak kutlanır. Bu bayramın amacı ışığın karanlık üzerinde egemenliğini kutlamaktır. Yule eskiden büyük ölçüde Kuzey Avrupa ülkelerinde kutlanırken, şimdiki çağda New Age Wiccan dini çerçevesinde yeniden kutlanmaya başlanmıştır. Orta Asya geleneğinde çok benzer bir bayram Nardugan (ateşin doğumu) bayramı kutlanır. Anadolu ve çevresinde Hristiyanlık öncesi en yaygın dinlerden biri olan Mithraizmde de , güneş tanrının (minthra) nın yeniden doğumu anlamına gelen bir bayram kutlaması vardır.

Hristiyanlığın yayılmayı seçtiği bölgelerin geleneklerine uygun davranışlar sergilemesi işte bu günleri bugün Noel bayramı olarak kutlanmasına sebep olmaktadır. Bugün Noel bayramına özgü bilinen bütün klişeler, kardan adamlar, ökse otları, geyik, kızak, hatta Noel babanın kendisi bile bu bayramlarda kullanılan sembollerdir. Noel babanın giysileri dahi eski Türk kurganlarından çıkarılan giysilerle bire bir örtüşmektedir. Nardugan bayramındaki Ayaz Ata ile Noel babanın tek farkı Ayaz Atanın giysilerinin buz mavisi renginde tasvir edilmesidir. Bence bu renk Noel babaya benzemesin diye yeni uydurulmuş olabilir, çünkü Türklerde geleneksel giysiler kırmızıdır.

Ben de bu doğa bayramında günlerin uzamaya başlamasının kutlanacak bir şey olduğuna olan sarsılmaz inançla, balkabağı tatlısı, kırmızı yeşil renkli ekmekler ve tabii bizzat kendi doğum günümü kutlamak üzere kendi hoşuma gidecek bir takım etkinlikler yapmayı düşünüyorum.

Benim gibi yay burçlarına en temel önerim, özgürlüğünüzü kısıtlayacak kararlardan kaçınmanız, eğer böyle ruhunuza ters bir karar aldıysanız bile hiç olmazsa hayatınızda kendinizi tamamen özgür hissettiğiniz bir alan yaratmanızdır.

Aralık ayı bol bol balık yenilecek, Karadeniz balıklarının yağlanmaya ve lezzetlenmeye başladığı bir aydır. Bahçelerde yapılacak oldukça az iş vardır, bezelye tohumu atmak gibi çok az iş varır.

Kış aylarının karamsarlığından kurtulmak için Yılbaşı, Nardugan gibi bayramları keyifle kutlamakta fayda var diye düşünüyorum.

BAL KABAĞI ÇEŞİTLEMELERİ, BU KEZ PÜRE YAPTIM

BAL KABAĞI PÜRESİ

İÇİNDEKİLER

2 kalın dilim bal kabağı

1 adet soğan

5-6 diş sarımsak

Tuz

Zeytinyağı

YAPILIŞI

Bal kabakları 2 cm kalınlığında dilimlere ayrılır, soğan 5-6 dilime bölünür, sarımsaklar ayıklanır. Bütün malzemeler bir miktar tuz ve zeytinyağı ile harmanlanıp içine pişirme kağıdı serilmiş fırın tepsisine alınır, 200 derecelik fırında 45-50 dakika pişirilir. Pişen sebzeler pürüzsüz bir kıvam alana kadar rondodan geçirilir. Püreyi sulandırmak için makarna suyundan 3 kepçe kadar eklemem gerekti. Bu püre patates püresine alternatif olarak et yanında kullanılabilir. Eşlik edeceği yemeğe uygun olarak baharatlanabilir. Ben bu püreyi makarna eşlikçisi olarak kullandım. Bundan sonra aynı yemeği yaptığım zaman püreye taze ada çayı eklemeyi düşünüyorum.

KARIŞIK PEYNİRLİ, ACISOSLU, MANTARLI, ADAÇAYLI MAKARNA

İÇİNDEKİLER

Bir paket kalın spagetti makarna

Bir paket labne peyniri

100 gram beyaz ezine peyniri

50 gram tulum peyniri

Tereyağı, zeytinyağı, tuz

Birkaç yaprak taze adaçayı

Bir paket kültür mantarı

YAPILIŞI

Mantarlar soyularak temizlenir, tost makinesinde pişirilir. Üzerlerine hafifçe tuz gezdirilir.

Makarna tuzlu ve zeytinyağlı suda haşlanıp, süzdürülür. Bütün peynirler birbiriyle karıştırılarak, makarnaların üzerine koyulur. Makarna için homojen bir sos halini alana kadar karıştırılır.

Ada çayı incecik kıyılarak yağda kızartılır.

SUNUM:

Sunum tabağına önce kabak püresi, üzerine peynirli makarna, en üzerine de adaçaylı yağ koyulur. Tabağın kenarına mantarlar ve acı sos ile servis yapılır. Acı sosu daha önce verdiğim tarifle kendim yapmıştım, ama hazır sos kullanmak da pek ala mümkün.

Bu yaptığım yemek her türlü misafire sunulacak derecede güzel oldu.

Kendimi eleştirmem gerekirse tekrar yaptığım zaman kabak püresini biraz daha sulu yapıp, içine adaçaylı yağdan da katmayı düşünüyorum. Ayrıca makarnayı da zerdeçallı yapacağım, hem baharatlar çok uyumlu olur hem de lezzet çok daha yukarı taşınır diye düşünüyorum.

YAZ BAHÇESİNDEN TOHUM ALMA İŞİNİ TAMAMLADIK, ŞİMDİ SIRA GELDİ KIŞ BAHÇESİNİ DÜZENLEME VE ZEYTİN BAHÇESİNİN İŞLERİNİ YAPMAYA VE BİRAZ DA ÇEVREYİ GEZMEYE

Kışlık sebzeleri, yazlık bahçeyi yaptığımız alana değil, meyve ağaçlarının altına dikiyorum, nasıl olsa ağaçlar yaprak döktükleri için sebzelerin güneş almasına engel olmuyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorum, ağaçların altını gübrelediğimiz için gübreden hem ağaçlar, hem de sebze fideleri faydalanıyor. Yazın dikim yapacağımız kısım ise kış boyunca hem dinleniyor, hem de güzelce çapalandığı için toprak havalanıyor.

Kış sebzelerinden de sonbaharda dikilenler ve ilkbaharda dikilenler var, tohumdan yetiştirdiklerimiz, fidelerini çarşıdan aldıklarımız var.

Sonbaharda bazı tohumları toprakla buluşturdum.

Havuç; geçen sene havuçlar uzayan aşırı soğuklar nedeniyle donmuşlardı. Bu sene geçen sene yaptığım gibi birer ay ara ile 2-3 kez havuç tohum atacağım. Bu sene de sonuç alamazsam artık havuç dikmeyi düşünmüyorum. Eğer bu yıl olumlu sonuç alırsam seneye normal havuçların yanı sıra beyaz ve mor havuç da denerim. Havuçların düzgün büyümesi için özellikle patates, havuç gibi köklü sebzeler için yaptırdığım toprağında kum bulunan havuzu kullanıyorum.

Kale lahana; bahçemde olmasını çok istediğim ürünlerden biri. Bu sene nihayet tohumunu buldum. Şimdilik bir saksıya birkaç tohum ektim ve minicik bitkiler çıktı, ancak bu boyda bile böcekler delik deşik ettiler. Bu boyda iken kış soğuğuna dayanamayacaklarını düşündüğüm için saksıyı böceklere karşı ilaçladım (organik) ve seraya aldım. Bakalım bu fideleri toprağa alacak kadar büyütebilecek miyiz? Kale lahanayı Mart ayında da dikmeye karar verdim çünkü galiba sonbaharda kışa dayanabilecek boya gelmiş olmaları gerek.

Ispanak; hemen her sene bütün kış yetecek kadar ıspanak elde ediyorum. Güzelce kazılmış ve gübrelenmiş toprakta kısa sürede baş gösteriyorlar. Ispanağı da küçük parseller halinde birer ay ara ile 2-3 postada dikmek oldukça akıllıca bir şey, böylece bahçede çok uzun süre taze ıspanak oluyor. Ispanak tohumu nasıl alınır bilmediğim için tohumları çarşıdan alıyorum. Yerli ıspanak tohumu bulursam kendim tohum almayı deneyebilirim.

Pazı; Burada diktiğimiz pazıların cinsleri bildiğim pazıdan oldukça farklı, sapları Çin lahanası gibi kalın, gerçi tadı güzel ama ben ince saplı pazı yetiştirmek istiyorum. Memleketten hem beyaz hem de renkli pazıların tohumlarından getirttim, bir kısmını şimdiden toprakla buluşturdum, diğer tohumlar ise ilkbaharı bekliyorlar. Bahçede geçen yıldan kalma çok geniş saplı olmayan bir çeşit pazı ve birkaç kök de yabani pazı var. Umarım bu yıl normal saplı pazılarım olur ve onlardan kendi tohumlarımı alırım.

Renkli marul; geçen yıl serbest tohumlaşmaya bırakmıştık, ancak nedense bu sene hiçbiri çıkmadı. Tohumu gene çarşıdan almak zorunda kaldık. Seraya birkaç tane tohum attık.

Bakla, bezelye, sultani bezelye ve maydanoz gibi bazı tohumları bu ay sonunda toprakla buluşturacağım. Karalahana, kişniş, dereotu, renkli turplar ve şalgam gibi bazı tohumlar ise kendiliğinden çıktılar, çünkü geçen yıl onlara serbest tohum attırmıştım.

Kaşık marul ve kıvırcık marullar, beyaz ve mor lahana, brokoli ve karnabaharları ise fide alarak, soğan ve sarımsakları ise cücüklerinden diktik.

Bu yıl ne hikmetse tane zeytin olmadı, bu yıl zeytinyağını fabrikadan alacağız. Bu biraz moralimi bozmuş olsa da hemen kendime geldim, toprak işi böyle. Gene de o bahçenin de sulama hortumlarının toplanması, sürülüp, gübrelenmesi gibi bir dolu iş yapmak gerekiyor. Bir yıl vermedi diye zeytinlere küsecek halim yok. Bu yıl zeytin ağaçlarının altına bakla ekeceğim, biraz toprak azotlansın bakalım.

Bu şehirde de birkaç tane yürüyüş gurubuna katıldım. Aslında hiç birinde aktif üye değilim henüz, ama geçen Pazar günü Lapseki Dumanlı Dağ yürüyüşüne katıldım. Buraya geçen seneden beri gitmek istiyorum, çünkü Lapseki, Çanakkale ilinin en çok yağmur alan ilçesi olabilir, üstelik bu dağdaki orman da, Çanakkale’de kayın ve gürgen ağırlıklı tek orman bildiğim kadarıyla. Çanakkale’nin ormanları sırasıyla kızılçam, meşe ve karaçam ormanlarıdır. Bütün bu orman varlıkları içerisindeki orman açıklıklarında bodur ardıç, porsuk, çeşitli orman meyvelerinin yanı sıra çınar ağaçları da mevcuttur. Dumanlı Dağın bir başka özelliği de bölgedeki iki büyük barajın sularının kaynağı olmasıdır. Bu barajlardan biri Adatepe Barajı, diğeri ise Umurbey barajıdır. Umurbey barajı, oldukça büyük su kapasiteli ve sadece sulama için kullanılan bir barajdır, bizim köylere gelen sulama kanalları da bu barajdan gelmektedir, oysa bizim köy Atikhisar barajına daha yakın.

Umurbey barajının, Atikhisar barajından çok önemli bir farkı var; Umurbey’in suları sadece tarım amaçlı kullanılıyor, bütün köylerin kendi içme suları var. Atikhisar barajı ise hem sulama için hem de şehrin su ihtiyacı için kullanılmaktadır.

Benim bilge bahçıvanım Dumanlı köyünde Umurbey barajına akan bir derenin başladığını ve bu derenin bölgedeki birçok derenin aksine Ağustos ayında bile kurumadığını söylemişti. Ben de tabii bir hayli merak etmiştim.

Bu geziye Mavi Bilye gezi gurubu ile katıldım. Gerçekten de adına uygun bir şekilde bol bol sis vardı. Orman ise harika bir orman, Karadeniz ormanları gibi ağaçların altı yeşillikten girilemez halde değil, ancak yine de katmerli bitki örtüsü, ağaçların baylarınca sarılmış dev sarmaşıklarıyla, yağmur ormanlarını fazlasıyla andıran bir orman. Çanakkale’nin diğer taraflarında gördüğümüz ormanlardan da oldukça farklı çünkü buradaki ağaçlar iğne yapraklı değil, asıl ağaç varlığını kayın ve gürgen ağaçları oluşturuyor.

Orman tabanı bu mevsimde sonbahar yapraklarıyla doluydu. Dağın kendisin ise belli ki yağmur sularının, yataklarının yardığı derin vadilerle dolu. Zaten bütün dağda su varlığı çok belirgin bir şekilde kendini gösteriyor, her yerde bir sürü içmelik suyu olan çeşme vardı. İşte bu çeşmelerden birinin çevresindeki düzlüğe benzer bir alan piknik alanı olarak kullanılmaktaymış, biz de aracımızı orada bırakarak, Adatepe barajı yönünde 5-6 km yürüyüş yaptık. Ormancılarla, çobanlarla, farklı piknikçilerle karşılaştık.

ıspanaklar

soğanlar

brokoliler

Lahana ve pırasalar

SAMHAİN ZAMANI SONBAHAR BEREKETİ, TAKAS EKONOMİSİ, ENİŞTEMDEN ANILAR ve BAHÇEMDE YABAN HAYATI

Samhain bayramı; yani 30 ekim-1 kasım günleri aslında antik dönemlerde Kelt ülkelerinde kutlanan doğa bayramlarından biridir. Dünyanın bu bölgesinde, bu tarihten sonra artık herhangi bir tarım ürünü yetişmez.  Bu günlerde çobanlar kışı geçirmek üzere sürülerini dağlık bölgelerden yerleşim bölgelerine indirirlermiş. İrlanda halkının inanışına göre 31 ekim gecesinde ölüler alemi ile canlılar alemi arasındaki perde incelir ve iki alem birbirine yakınlaşırmış. Belki de gerçek bir kurt saldırısının etkisiyle bu dönemde kurt adamların sürülere saldırması ile ilgili efsaneler  anlatılır. Doğanın uykuya yatmasını mı, sürülerinin sağ salim evlere geri dönmesini mi, yoksa uzun kışa enerji toplamak için mi kutladıkları bilinmez bu bayramda insanlar; hem kurt adamları korkutmak, hem de ölüler aleminden istenmeyen varlıkların ortaya çıkmasını engellemek amacıyla kostümler, maskeler giyerek ev ev, sokak sokak dolaşırlarmış.  Mevsim de tam balkabaklarının olgunlaştığı ve hasat edilme dönemi olduğundan balkabağından maskeler yapılır, kurt adamları, kötü ruhları korkutacak tuhaf görünümlü kostümler giyilirmiş (bizde de karga korkutmak için korkuluk yapılmıyor mu?).

Hristiyanlık inancında, Yahudiliğin tam zıddı olarak yayılmacı bir anlayışa sahiptir. Tarih boyunca Hristiyanlığı yaymakla görevli misyonerler yerel halka bu yeni inanışı kabul ettirebilmeyi kolaylaştırmak için yerel gelenekleri kendi bakış açısına göre yorumlamış ve hatta Hristiyanlaştırmıştır. Samhain bayramı da Hristiyanlık inancında cadılar bayramına dönüşmüştür; bilindiği gibi cadılar bayramında balkabağından korkutucu  maskele yapılır, çocuklar çeşitli kostümler giyerek sokak sokak dolaşır. Bu gün dünyada Hristiyan inancı olduğu düşünülen ve halloween (cadılar bayramı) olarak bilinen kutlama işte böyle bir tarihçeye sahiptir.

Ben de Samhain gününde bahçeden balkabağı çorbası yaparak kendimce kutlama yaptım. Balkabağından püre yapıp, lazanya gibi bir yemek icat ettim, gerçekten oldukça başarılı oldu, yeniden yaptığım zaman resim çeker ve tarifini yazarım.

Bu yıl bahçemde bir sürü balkabağı var. Bir kısmı kendiliğinden çıktı, bazılarını ise biz diktik, aslında kabaklar oldukça çalışkan çıktılar, bol bol kabak verdiler, ama hemen hepsi belli bir büyüklüğe ulaşınca bozuldular. Sadece tohumunu belediyeden aldığımız beyaz kabak 8-10 tane verdi. Diğer kabaklardan ise sadece bir tanesi normal büyüdü. Nasıl olduysa ağustos ayında farklı bir kabak türü daha 3 adet kabak verdi. Neyse ki yeşil renkli kabaklar da oldukça kaliteli çıktılar. Sonuç olarak evde bize bol bol yetecek kadar balkabağı var.

Evde şu sıra sonbahar bereketi var, ama bu bereket bahçeden ziyade tanıdıklardan geldi.

Benim nar ağaçlarım henüz meyve veremeyecek kadar küçük (aslında büyümüştüler, iki yıl önce zamansız soğuklarda dondular, şimdi yeniden büyüyorlar) komşumuz her yıl bize bir çuval dolusu nar getirir. Bu yıl henüz onlar narlarını toplamadılar, yani bir çuval nar beklentim halen devam ediyor. Bu arada bahçıvanımın da Lapseki’de bir toprağı var, geçen gün bir kasa dolusu nar ve kocaman bir bal kabağı getirdi.

Rahmetli eniştem; Romanya doğumlu ama onlu yaşlarının başında Lapseki’ye yerleştirilmişler. Eniştemin çocukluk arkadaşının oğlu ve gelini ile tanıştım. Ailenin Lapseki’de şeftali bahçeleri var, çeşit çeşit şeftali yetiştiriyorlar. Onlar bize kilolarca şeftali ve erik getirdiler.

Geçen ay Nil (yeğenim)  bir arkadaşı ile bize geldi. Çanakkale’den kendilerine bir mini ev almayı düşünüyorlar. Gelibolu’da bir mini ev sitesini görmeye gittik, tesadüfen Rize’li bir adamla tanıştık. Adam Pazar’lı hatta bizim mahalleden çıktı. Senelerden beri burada yaşıyormuş, Saroz körfezinde ıssız bir yerde meyve bahçesi var,  izole bir hayat sürüyor diye de düşünmeyin, derme çatma kulübesi kasabanın sosyetesinin uğrak yeri gibiymiş, biz eğer kalsaydık, mangal partisi, arkasından da türkü gecesine katılacaktık.  Burada bu kişiden bahsetme sebebim; bizi görünce çok sevindi, ne yapacağını şaşırdı; adeta zor kullanarak koca bir kavanoz kendi ürettiği baldan verdi, hem bize hem de Nil’e ayrı ayrı birer kasa ceviz, birer koca torba dolusu elma, birer torba cennet hurması ve ayva verdi.

Bizim eve temizliğe gelen bir temizlik firması var, bu kadınlar da Ordu’ludur, her Ağustosta fındık toplamaya giderler. Bu kez gelirken bize de koca bir torba dolusu kabuklu fındık getirdiler.

Zaten komşunun verdiği karpuzları henüz bitirememiştik.

Bütün bu meyveler gelmeden önce evde zaten bol miktarda elma, portakal, muz, ayva her çeşit meyve vardı.

Şu anda bahçede de toplanmayı bekleyen bir sürü meyve var.

Köyde yaşamanın da böyle bir handikapı var, bazı zamanlarda o kadar bolluk oluyor ki elindeki ürünleri ne yapacağını şaşırıyorsun.

Hiç farkında olmadan, bir çeşit takas ekonomisi işletiyoruz.

Deminden beri bize birçok kaynaktan gelen meyveleri yazdım.

Ben de tanıdıklarıma, gelen gidene bahçede ne varsa ve ayrıca kendi ürettiğim ürünlerden veriyorum.

Bizim verdiklerimiz arasında en çok hoşa gidenler, bir numara elbette ki çay. Kime verdiysem çok beğendi, hatta şimdi bazı arkadaşlar Rize’den koli istiyorlar.

Bir ara Rize’den ağaç kavunu gelmişti, komşu bir kadın bize bir tencere dolusu yabani asma yaprağına sarılmış sarma getirmişti, ben de tenceresinde ağaç kavunu reçeli yapıp geri vermiştim. Bu reçeli şeker gibi ikram edebilirsin demiştim, kendileri çok beğenince köyün kahvesinde herkese yedirmişler. Bu reçelle köyde bayağı nam salmıştım, Serdar gelince kahvede doktorun bize yedirdiği neydi diye sormuşlar.

Geçen yıl çeşit çeşit aromatik bitkiler katarak ayva reçelleri yapmıştım, onlar da oldukça beğeni toplamışlardı.

Benim bu yıl verdiğim ürün yelpazesine eklediği iki yeni ürün var. Bunlardan evde yaptığım acılı, acısız ketçaplar. Kime verdiysem bayıldı.

İkinci ürün ise kendi kuruttuğum üzümler. Bu ürünüm de oldukça beğeni topluyor.

Bir de komşuma nane kurutup verince çok mutlu oluyor.

Gelen giden olunca da genellikle o anda bahçede ne varsa bir çıkın yapıp veriyorum.

Bana gelen ve en çok hoşuma giden malzemeler ise oldukça ilginç; En çok farklı bir bitki fidesi, ya da bende olmayan atalık tohumlar hoşuma gidiyor. Tabii yanmış hayvan gübresi çok hoşuma gidiyor.

Eniştemin tanıdıklarının bana verdiği en önemli hediye ise eniştemin anıları oldu.

Eski Çanakkale, Balıkesir yolunun iki yanında kocaman çınar ağaçları vardır. Bu ağaçlı yol çok yakın zamana kadar Balıkesir’den Yeniceye kadar olan kısımda şehirler arası yol olarak kullanımdaydı. Çanakkale Dörtyol mevkiinde de şimdiki yolun hemen yanında birkaç yüz metrelik kısmı duruyor. Atatürk, Çanakkale’ye gelmiş, hatta İran Şahını burada ağırlamış, bu ağaçlar da o dönemlerde dikilmişler. Nasuh enişte, o sıralarda ortaokul öğrencisiymiş, o dönemde Lapseki’de ortaokul olmadığı için her gün feribotla karşıya geçer ve Gelibolu’da okula gidermiş. Bu ağaçlar dikileceği zaman yeterince okuryazar insan olmadığı için eniştemizi işe almışlar, çocuk yaşta, bütün yaz ağaçları diken işçilerin çalışma saatlerini, yevmiyelerini, dikilen ağaçları kayıt altına almış. Muhtemelen bu işi yapan tek kişi değildi, ancak o dönemlerdeki okuryazarlık oranını gösteren ilginç bir vakıa olarak kayıt etmeyi uygun gördüm.

Bu arada bahçemde yaban hayatı bütün hızıyla devam ediyor, bahçede yok yok, geçen yıl bir sansar yuva yapmaya bile kalkışmıştı, kameralarımıza bahçede gezinen tilkiler takılmıştı. Bu yılın beklenmedik konukları ise bir çakal ailesi. Ben bu işten bir şey anlamadım, normalde çakallar gündüz gizlenen hayvanlardır, ama bu aile güpegündüz, ne bahçe çiti, ne insanla karşılaşmak, hiçbir engel tanımadan bahçede serbestçe dört dönüyorlar. Hem de ailecek geziyorlar, artık aile bireylerini renklerinden ayırt etmeye başladım. Hatta yavru bir bireyin bağırsaklarının sarktığını görecek kadar da yakından gözlemledim.

Bu yıl bir sefer de sincaplar ailecek gelip bize yarım saat kadar süren bir öğlen matinesi yaptılar. Zaten bahçenin her yerinde yaban hayvanı dışkısı görüyorum. Elbette yaban hayvanlarını beslemeye kalkışmıyorum, ama acaba bahçede belgesel mi çeksem diye de düşünmüyor değilim. Bahçenin hemen aşağısından akan bir dere var. Derenin yaban hayvanı geçiş koridoru olduğundan şüpheleniyorum, çünkü özellikle gece arabayla geçerken, dereden aşağı kaçan birçok yaban hayvanı gördüm. Gözüme acaba üzerine harekete duyarlı kamera mı yerleştirsem diye düşündüğüm bir ağaç bile kestirdim.

Bu ufaklığı böyle sevimli gördünüz ama ağzındaki bir kuş

Sarı gacının ufak gacıları

Sincaplar 3 taneydi ama en güzel resim bu

Çakallardan kahverengi olanı

ZİNCİRDEN BOŞALMIŞ GİBİ KORONADAN BOŞALDIK, BU SEFER DE ENDOKRİN EKİBİYLE BERABERDİM, BİRAZ PEDİATRİK ENDOKRİN TARİHÇESİ ANLATACAĞIM

Geçen hafta tam 7 yıl üzerine bizim pediatrik endokrin ekibi ile ulusal kongreye katıldım. Bizden büyük hocaların maalesef bir kısmını kaybettik, bazıları da sağlık sorunları nedeniyle katılamıyorlar, sonuç olarak en eski hoca gurubunun içindeyim. Zaten ben bu ekibin henüz 15-20 kişi olduğu zamanlardan beri birlikteyim, toplantılarda 35 kişi olduğumuzda artık çok kalabalık olduk diye düşündüğümüz günleri hatırlıyorum, şimdi ise sayı 400’e yaklaşmış.  Bilimsel program oldukça iyiydi, otelin rutin programı dışında yok gala, yok bilmem ne, ayrıca masraf yapılmamış olmasını da beğendim, ancak otelin her şey dahil, yanında golf sahası olan bu kadar lüks bir otelde olması gerekli miydi, doğrusu çok şüphelerim var.

Geriye dönüp bakınca bayağı tarih olmuşum. Ben Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezunum ve ihtisasımı da Hacettepe’de yaptım. Bu eğitim kurumları insanlık tarihinden beri orada imişler gibi gelse de Hacettepe, Ankara Üniversitesinin bünyesinden çıkmış görece yeni bir üniversitedir.  Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın yenilikçi vizyonu sayesinde Ankara Üniversitesinde ihtisas alan bazı doktorlar, ABD’lerine üst ihtisas için gönderilmiş, yurda döndüklerinde ise yepyeni bir ruhla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinin çekirdeğini meydana getirmişlerdir. Çocukluk anılarımda annemin ABD’lerinde bulunan rahmetli dayım ve yengeme (Hasan ve Ferzan Telatar) yazdığı mektuplar (daha sonra okuma fırsatı da buldum) belirgin yer tutar. Hacettepe ilk kurulduğu zaman tıp tahsili ve hasta yaklaşımına yepyeni bir yaklaşım getirdiği için oldukça ses getirmişti.

İlk öğrencilerini 1963 yılında almış (ben 5 yaşındayken) ve ilk mezunlarını da 1969 yılında vermiştir. Ben 1981 mezunu olduğuma göre 13üncü dönem mezunuyum, yani aslında yepyeni ama eğitimi çok sağlam temellere oturmuş bir dönemde mezun oldum. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ihtisasımı da 1982-1986 yılları arasında yaptım. Bizim zamanımızda Hacettepe dahiliye ve pediatri bölümlerinde her türlü yan dal departmanı vardı, ancak henüz resmi olarak yandal ihtisası olmadığı için hocalarımızın hepsi yurt dışından ihtisas almış ya da konu hakkında uzun deneyimler edinmiş hocalardı.

Benim yengem de dahiliyede endokrinci olduğu için öğrenciliğimde ona mahcup olmamak için zor anlaşılan ve zor not alınan bu branşa inanılmaz derecede çalışmış ve mekanizmaları çok güzel anlamıştım, sınıfta (400 civarında öğrenci) en yüksek notu (A) alan 5 kişiden biriydim. Daha sonra da bu mekanizmaları hiç unutmadım, endokrin bana hep çok kolay geldi. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ihtisası yaparken, hocam benim çalışmamı çok beğenmişti ve kendisi de o dönemde yalnızdı. Hal böyle olunca ben dört yıllık ihtisas süremin aralıklarla en az bir buçuk yılında Endokrin departmanında çalıştım.

Ben uzman olduğum zaman henüz yandal ihtisası diye bir kavram yoktu ve uzman olur olmaz da hemen mecburi hizmete gidiyorduk. Ben de mecburi hizmet yapıp KTÜ’de yardımcı doçent olduğum sıralarda yavaş yavaş yandal işleri başladı. İlk dönemlerde hocaların tercih ettikleri öğrenciler alınırken zaman içerisinde (yanılmıyorsam 2001’de TUS başladı, bundan 8-10 yıl sonra da YUS) merkezi sınavlar başladı.

Benim mezun olduğum zamanlarda her ne hikmetse özellikle de pediatrik endokrin doktorların pek sevmedikleri hatta bulaşmak istemedikleri bir konuydu. Mecburi hizmette benden başka endokrin seven kimse olmadığı için dahiliyenin endokrin hastalarını da bana konsülte ederlerdi. KTÜ’ye başladığım sırada daha önce orada bulunan ve ülkedeki pediatrik endokrin duayenlerinden biri olan Tahsin hocamız henüz ayrılmıştı. Böylece KTÜ’de belli bir pediatrik endokrin hasta potansiyeli zaten vardı ve hiç de sürpriz olmayarak endokrin hastalar bana miras kaldılar.

Yani aslında ben endokrini seçmedim endokrin beni seçti. Hiç unutmuyorum doksanlı yıllarda ilk kez pediatrik endokrin gurubu olarak toplanmaya başladığımızda bizden önceki nesil hocalarımızla birlikte topu toplamı 15-20 kişi toplanıyorduk. Ne zaman ki 35 kişi olduk, kendimize bir hayli kalabalık geldik ve yanılmıyorsam 1995 yılında 50-60 kişiyle ilk Ulusal Pediatrik Endokrin Kongresini (UPEK) yaptık. Yedinci kongreyi 2002 yılında KTÜ’de yapmak üzere ben üstlenmiştim.

Nasıl bir tarih yazdığımın anlaşılması için şu kadarını söyleyeyim, bu tarihten sadece birkaç yıl önce Milli Pediatri kongresini yapmıştık, o zaman kongreyi organize edecek bir turizm firması bile bulamamıştık. UPEK yaparken ise hem Trabzon’da iyi bir otel hem de kongrenin turistik kısmını üstlenecek firma vardı. Ben de daha önceki kongreden bilimsel program yapma konusunda oldukça tecrübe kazanmıştım.

Benim düzenlediğim UPEK’te sanırım 150 civarında katılımcı vardı ve kongreyi Zorlu Otelde yapmıştım.

O tarihlerde; Pediatrik Endokrin camiasında uzmanlık belgesi açısından karmaşık bir durum söz konusuydu. Henüz kimse ihtisas yapmak için merkezi bir sınavla girmiyordu, ama resmen mevcut departmanlarda ihtisas yapan yeni uzmanlar vardı. Uzun zamandan beri endokrin departmanı yöneten ilk hocalardan bir kaçının resmi uzmanlık belgesi yoktu. Bu hocaların çoğu, kendi seçtikleri bir jüri oluşturup, sınava girdiler ve resmen uzman oldular.

Benim uzmanlık belgemi almam ise oldukça garip oldu. Kendim anabilim dalı başkanı olduktan sonra YÖK’e hastanemizin hasta potansiyelini ve mevcut imkanlarını bildiren dilekçeler yazdım ve yanılmıyorsam o sırada resmen tanımlanmış olan (mesela metabolizma, yoğun bakım, acil tanımlanmamıştı) 8-10 yandal departmanını YÖK’ün onayıyla resmen kurmuş oldum.

Yıllardan beri hastanemizde görev yapmakta olup da henüz resmen yandal uzmanı olmayan arkadaşlarımızı, ayrıca yeni gelen yardımcı doçentleri yandal ihtisası yapmak üzere gönderdim. Henüz o zaman sosyal ilişkiler sayesinde yandala başlandığı için çoğu yardımcı doçenti Hacettepe’ye gönderdim. Ben ise bir jüri oluşturup sınava girdim. Atatürk Üniversitesinde (yollarda git gel canım çıktı ama, çok değerli dostlar edindim) rotasyon yaptım, süre dolunca da kendi kendime bir tez yazıp, farklı bir jüri oluşturarak sınava girdim. Sonuç olarak bu ülkede benim gibi yıllardan beri endokrin hastalarına bakıp, tek bir sınavla uzman olmayan, aksine ciddi ciddi ihtisas süreci yaşayan, tez yazan muhtemelen tek örnek oldum. Bu işi de tam zamanında yapmışım zira birkaç ay sonra resmen uzman olmayan kişilerden büyüme hormonu reçetesi yazma yetkisini kaldırdılar.

Ben UPEK yaptığım sırada yanılmıyorsam ya yeni uzman olmuştum, ya da hemen arkasından sınava girdim, tam emin değilim.

Bu yıl 26’ıncı ulusal pediatrik endokrin kongresi yapıldı, ilk kongreden beri katılırım, ama emekli olduktan sonra ilk kez katılıyorum. Toplamda 400 civarında uzman ya da yandal asistanı var, bu yıl 50 kişiye yakın hekim yandala alınmış (bence gereksiz bir sayı) . Gençleri elbette tanımıyorum. Bizden yaşlı hoca kalmamış ya vefat ya da sağlık sorunları nedeniyle aramızda olamadılar. Benden daha yaşlı sadece birkaç hoca toplantıya katılmıştı, artık iyice yaşlanmışız.

Geçen yazılarda birinde insanın çoklu sürü hayvanı olduğunu söylemiştim. Pediatrik endokrin sürümle de 7 yıl sonra bir araya geldim. Bireylerde bir hayli değişiklik olmuşsa da sürü aynı sürü.

KOngre duyuruları toplu halde
Otelden denize doğru
ZERRİN CİĞİMLE
Show Buttons
Hide Buttons