Monthly Archives: Mart 2019

EFESTE LUVİ İZLERİ ARAMAK

İzmir’e daha önceki her gidişim mutlaka bir bilimsel toplantı sebebiyle olmuştur ve bunlardan pek çoğunda toplantının yapıldığı otelin yakın çevresinde gezebildiysem kendimi başarılı saymıştım. Tatil için gittiğim zamanları da Şirince, Alaçatı, Çeşme gibi tatil kasabalarında zaman geçirdiğim için İzmir’in şehir merkezini pek bilmem.

Geçen hafta biraz alış veriş yapmak, biraz da şehir içinde zaman geçirmek için İzmir’e gitmeye karar verdik.  Kendi aracımla gidersem, biraz yolu uzatıp, sahil yoluna girerim, Çanakkale tarafındaki Dikili, Çandarlı, Foça gibi yerleşim yerlerini de görmüş olurum diye yola düştüm.

Giderken, ana yoldan sapıp Dikili üzerinden Çandarlı’ya vardık. Buradaki güzel koyda güzel bir balık yiyip, oldukça güzel korunmuş Ceneviz kalesini de gezdik. O zamanlar ya insanlar 3 metre boyundaydı, ya da ergonomi nedir bilmiyorlardı. Kalenin ikinci katına çıkıp çevreye göz atmaya kalkışınca basamakların yüksekliğinden kendimi cüce gibi hissettim.  Üst katta bütün yarımadayı gözledikten sonra yuvarlanmadan, incinip, bir yerimi kırmadan, inmeyi de becerince toprağı öptüm. Kale çok güzel ve ihtimal iyi bir tamirat da geçirmiş çünkü çok sağlam görünüyordu.

İzmir’de, Bornova’da, Forum yakınlarında bir otelde kaldık. Ne de olsa asıl amacım alış veriş yapmaktı.

Çalışırken hastalar hediye getirdikleri zaman, bunları ‘’iyi doktor fonum’’ diye isimlendirirdim. Mesela bir kolye getirmiş olsalar, taktığım zaman biri beğenir de nereden aldın diye sorar ya, bu soruya ‘bilmiyorum, bu kolye iyi doktor fonumdan geldi’’ derdim. Bazen de öğrenciler, asistanlar hediye getirirlerdi. Ona da ‘iyi hoca fonu’ derdim. Öyle ya, demek insanlar benim hatırımı sayıp hediye getirmiş, kötü olsam getirirler mi?

Bu günlerde, artık 3 yıldır emekli olduğum halde, eski öğrencilerimden ‘’iyi hoca fonum’’ aşırı işliyor. Geçen gün Gaziantepli bir asistanım beni düğününe davet etti. Ben de, gitmeye karar verdim, ama kızın kınası da olacak. Daha önce ne zaman kına gecesine gitsem kaftan giymeye özenirim. İzmir’e asıl gitme nedenim bir kaftan almaktı, hal böyle olunca da elbette modern alış veriş merkezlerinde istediğimi bulmam mümkün olamadı.

Daha da iyi oldu, çünkü kaftan aramak uğruna ‘’Kemeraltı’’ çarşısını uzun uzadıya gezdik, buradan Saat kulesi meydanına ve Kordona çıktık. Nihayet İzmir’in tarihi kısımlarında yaya olarak tam bir gün geçirmiş oldum. Amaca gelince tam üzerime olan, sade bir kaftan bulmayı başardım, yani işlem tamam. Bundan sonra kına gecelerine kaftanlı gideceğim.

Hava dışarıda gezmek için çok uygun olunca bir gün de Efes’e gitmeye karar verdik. Efes, en fazla turist çeken antik şehirlerden biri olduğu için, görmeyen çok az insan olduğunu düşünüyorum. Ancak ben de gözden kaçan bir özelliğine dikkat çekmek için yazmayı uygun buluyorum.

Birkaç yıl önce, Aleviliğin kökenine dair yazılmış bir kitapta yazarın, Alevi kelimesinin Luviler’den geldiğini iddia ettiğini okumuştum. O günden sonra Luviler hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştıysam da bu konuda yazılmış tatmin edici bir kitap bulmak hiç de kolay değildi.

Her şeyin bir zamanı varmış, ben Luvilerin yaşadığı topraklara göçtükten sonra Luvilere ait oldukça etkileyici, arkeolojik gerçekleri ortaya koymaya çalışan birkaç kitap bulmayı başardım. Meğer Luviler, Hititler ve Mikenlerle eş zamanlı yaşamışlar, ancak her nedense Hititlerle karıştırılmış, ya da gölgesi altında kaldıkları için göz ardı edilmiş, bir türlü modern zaman insanından, hak ettikleri ilgiyi bulamamışlar.

Oysa ki, Luvililerden kalan bir çok antik şehir arkeolojik olarak kazılmış, ancak bu şehirler de, üzerlerine kurulan Helen ya da Roma şehrinin görkemi altında kalmışlar. Dünyanın en önemli eserlerinden biri olan Odesiya ve İliyada destanları da aslında Luvililiere karşı yapılan bir savaştan söz etmektedir.

Evet, en bilinen antik şehirler olan Truva ve Efes ve daha bir çokları aslında Luvililerin şehirleridir, onların kalıntıları üzerinde yükselen Roma veya Helen şehrinin tarihinde kısacık söz edilseler de bu iki şehir de Luvi uygarlığı için çok önemli gösterge taşlarıdır.

Truva, Homeros’un destanları kadar ünlü edebiyat eserlerine konu olduğu için dünya tarihi açısından bir gösterge taşı niteliğindedir. Aslında edebi olarak bir aşk hikayesi gibi işlenmiş olsa da, bu savaşın destanlara konu olmasının sebebi, o günkü dünya göz önüne  alındığında, Truva savaşının global bir  dünya savaşı olmasıdır.  Truva şehrinin bir başka özelliği de dünya üzerindeki hemen hemen ilk arkeolojik kazı olmasıdır. Gerçi bu günkü anlayışa göre buna arkeolojik kazı demek de pek mümkün değildir, resmen hazine hırsızlığıdır, ama sonuç olarak kendi içerisinde bir çeşit akıl belirtisi ve yöntem taşıyan, sistemli bir şehir kazısıdır.

Efesin ilk nüvesi ise, Ayasaluk tepesi üzerinde kurulan Apasa isimli bir Luvi şehridir ve Apasa, Luvi şehirlerinin başkentidir. Luviler kendilerine ait hiyeroglif yazıları olan muhteşem bir uygarlık kurdular. Mesela Girit’te bulunan ve üzerindeki yazının gizemi uzun süre çözülemeyen Phaistos diskinin yazısının Luvi hiyyeroglifi olduğu anlaşılmıştır. Hattuşa’da bulunan Nişantaş, bilinen en uzun Luvi yazısıdır. Genellikle yazısı olan medeniyetler pek gözden kaçmazlar, ama nasıl olduysa Luviler kaçmış.

Antik kentlerin önemli özelliklerinden biri bir birinin üzerine kurulmuş, çok çeşitli katmanlardan meydana gelmeleridir. Hatta bu durum zamanla dışarıdan kolayca fark edilebilen bir dağ şeklini alır. Bunun sebebi şudur, bölgeye ilk yerleşenler, suya yakın, korunaklı, iklimi müsait bir bölgeye yerleşirler. Daha sonra gelenler de mümkünse daha önce yerleşilmiş bir yere yerleşmeyi tercih ederler. Çünkü zaten avantajlı bir konumu vardır, üstelik artık iskan edildiği için yerleşime daha da müsaittir. Gerekirse yeni yapılacak binalarda kullanılmak üzere kesilip hazırlanıp kullanılmış yapı malzemeleri de vardır. Savaşta yarısı yıkılmış bir binanın taşları derhal yeni yapılacak olanda kullanılır. Böylece taşı işlemek de gerekmediği için zamandan tasarruf edilir. Tarlalar zaten önceden açılmış, belki su yolları kazılmıştır. Yollar, limanlar bir şekilde hazırdır. Artık genişletmek yeni gelene kalır.

İlginç bir şekilde bu antik kentler şu anda toprakla kapalı bile olsalar, o bölge insanlarının kollektif hafızalarında mevcuttur. Anadolu’da ‘höyük’ veya ‘tell’ denilen her tepenin altında bir antik kent vardır.

Efes’in şu andaki durumunda ise elbette Luvilerin başkentinin üzerinde kurulmuş,  İyonyanın 12 şehrinden biri ve muhtemelen en önemlisi  görülmektedir.

Bu hali de görülmeye çok layıktır,  şehirdeki kütüphane, muhtemelen Türkiye tanıtımı için en çok kullanılan simge yapılardan biridir.

Şu anda bütün şehri gezmek için en az 3 saat gerekiyor. Daha önceki gidişlerimde ya antik şehrin bu kadar çok yeri ayağa kaldırılmış değildi, ya hava çok sıcaktı ya da aşırı turist kalabalığı vardı, sonuç olarak ilk kez ne fazla kalabalık ne de aşırı sıcaklık, her şey tam kıvamında olunca doya doya gezmeyi başardım.

Tıp sembolü, bir birine sarılı iki yılandır ve bu sembole Kadüse adı verilir. Turistlik yapayım derken caddelerden birinin başında gördüğüm kadüse ile birlikte poz vermeyi de ihmal etmedim doğal olarak.

Tabii Meryem Ana’nın son günlerini geçirdiği düşünülen kiliseye de gittim. Buranın Meryem Ananın yaşadığı yer olduğu iddiası, bence biraz tartışılabilir. Ancak bu tartışmayı yapacak kişi ben değilim, bu güne kadar buraya birkaç Papa, birkaç ABD başkanı ve daha kim bilir kimler gelip de aksini iddia eden olmadığına göre, beni de ilgilendirmez zaten.

Burayı gezmek için de çok uygun bir zamandı, nispeten tenha ve muhtemelen hava koşullarının en uygun olduğu gündü.

Çandarlı
Çandarlı kalesi

İzmir saat kulesi tamirdeydi

BAHÇE ZAMANI GELDİ, ZEYTİNLER DİKİLDİ, OT BAHÇESİNE TOHUMLAR EKİLDİ, CAN SUYU KOCAKARI SOĞUKLARINDAN, BOSTAN HAZIRLIKLARI BAŞLADI

Bu hafta kocakarı soğukları haftası,  saatli maarif takvimi bu yıl da şaşmadı, bir önceki haftaya göre oldukça soğuk, rüzgarlı ve yağmurlu bir hava var.

Daha önce hiç bahçe yapmamıştım. Yavaş yavaş öğrenmeye başladım. Oysa bizim kızların her ikisi de bahçe yapma hakkında bir çok şey biliyorlar. Sermin yıllarca Çaykur’da çalıştı, Nermin ise yıllarca Rize/ Pazardaki evde bahçe/ bostan yaptı. Nermin bahçıvanlığa oldukça takıntılı bir şekilde heveslidir. İki yıl önce buraya taşındığımızda, bütün inşaat artıkları bahçenin içerisindeydi, üstelik yapılan inşaatlar nedeniyle arazinin topoğrafyası da bayağı bozulmuştu. Nermin araziye şöyle bir bakıp, bu bahçeyi adam etmek 2 yılı bulur, ondan sonra da ağaçlar büyür, eh işte 5 yıl içerisinde bahçe bir şeylere benzer demişti. Ben ise her zamanki acul iş bitirici halimle bahçenin adam olması için 6 aylık bir süre düşünmüştü.

Önce bahçenin çevresine tel çevrildi ve inşaat artıkları temizlendi. Daha sonra da bahçeye şekil verildi,   bir sürü küçük duvar örüldü, merdivenler yapıldı,  su tutan yerler düzleştirildi, yağmur suları için  su olukları yapıldı. Bir sürü toprak getirtildi, boşluklara dolduruldu.

Bu düzenlemeler yapılırken mümkün olduğu kadar kullanılmış malzemeler yeniden kullanıldı.

Köyün çıkışında içince 8/ 10 zeytin ağacı olan bir arazi daha almıştık, o arazinin zeytinler dışında  kalan kısmı ise oldukça taşlı bir yerdi. Burayı düzenlemek için kocaman bir araç geldi, toprağın üstteki bir metresini hallaç pamuğu gibi atarak toprağı ortaya çıkardı. Bu işlemden sonra o tarladan sanırım 7/8 traktör dolusu kireç taşı çıktı.

Evin etrafındaki bahçeyi düzenlerken işte buradan çıkan yerel kireç taşlarını kullandık. Hem taşa para vermemiş olduk hem de oldukça gösterişli oldular.

Bahçenin asıl problemi evin  altında kalan kısmın oldukça eğimli olması idi. O kadar eğim var ki, araba yolunu zikzak çizecek şekilde yaptırmıştık, böylece arazinin yol dışında kalan kısmı daha da şekilsiz bir hale gelmişti.

Bahçenin en çok uğraştıran bölümleri de bu kısımlar oldu.  Araba yolunu giriş kapısının yanında bir de yaya girişi var. Bu kapıdan girilince oldukça dik bir merdiven ve bu merdivenin yanında nasıl düzelteceğimize bir türlü karar veremediğimiz bir yamaç vardı.  Bu yarma benim aşırı derecede sinirlerimi bozuyordu. Mutlaka bir şekilde çare bulunması gerekiyordu, çünkü aşırı bir yağmurda yıkılma tehlikesi taşıdığına inanıyordum.

Her nasıl bir çözüm yolu bulursak bulalım, Nermin bir türlü razı olmuyordu. Ben güzel bir taş duvarla kapatmak istiyordum ama Nermin’in aklı yatmıyordu. Çünkü ona göre bu yarmayı öyle bir kapatmalıydık ki, altındaki merdivene hiç yük bindirmemeliydi, duvar ise çok ağır olurdu ve zamanla merdiven üzerine yıkılırdı.

Sermin internetten bir sürü  kafesli yamaç örtücüler buldu. Böylece hem yarmanın yıkılmasını önleyebilir hem de aralarına bitkiler dikebilirdik. Ancak bu tip malzemeleri bulamadık. İyi ki de bulamadık, çünkü dediğim alanda yabani çalılar ve dikenler bitiyordu, eminim ki bu tür bir malzemeyle örtsek sonunda o alan yeniden bu çalılarla kaplanacaktı.

Sonunda bir gün parlak bir fikirle Nermin’in yanına gittim merdivenle, yamaç arasını kullanılmış araba lastikleri ile doldurmayı teklif ettim. Bu fikir Nermin’in son derece aklına yattı, çünkü araba lastikleri hem yamacın ağırlığını merdivenin üzerinden alacaktı, hem de bir çeşit saksı vazifesi görecekti.

Fikir akla gelince hemen uygulamaya koyduk. Merdivenle yamaç arasında bir sıra araba lastiğinden koruma yaptık. Daha sonra da yamaca artık Nermin’in de itirazı olmayan duvarı ördürdük.  Bununla da yetinmeyip bir de evin adının yazıldığı levha koydum. Çok şükür uzunca bir süre bir türlü ne yapacağımızı bilemediğimiz yamacı restore etmiş olduk. Önceden çok kötü görünen yamaç artık, değirmeni olmayan bir yel değirmeni gibi görünüyor.

Araba yolunun  diğer tarafı, böyle dimdik bir yamaç olmasa da oldukça düzensiz eğimli   araziydi. Bu kısımda önce eğimi düzene sokmak için eski tiyatrolara benzer şekilde iki duvar örüldü.  Sonra Sermin internetten çok romantik bir merdiven buldu. Biz de bahçenin bu bölgesine, basamakları kalaslardan yapılmış, bir kenarı yerel taşlarla bezeli benzer bir merdiven yaptırdık. Daha sonra da bu merdivenlerin  ulaştığı  çınarın altını oturmaya uygun bir şekilde kayrak taşları ile döşettirdik. Burası benim zen bahçem olacak.

Sonunda bahçe gerçekten de şekle girmiş oldu.

Bütün bunlar yapılırken de boş durmamış, bahçenin etrafına tel çektirdiğimiz andan itibaren, ağaç dikmeye bostan yapmaya başlamıştık. Yıllarca boş duran ve inşaat artıkları ile iyice toprak vasfını kaybetmiş olan toprağı ıslah etmek için traktörler dolusu toprak ve hayvan gübresi döküldü. Zeytinlik için fazladan toprak getirtmek gerekmedi ama oraya da bol bol gübre döküldü. Artık her iki bölgenin de toprağı ilk geldiğimiz günlerde olduğu gibi çöl kumu gibi görünmüyor, güzel bir toprak halini aldı.

Bu sonbaharda (Nermin’in öngördüğünden 6 ay önce, benim ön gördüğümden bir yıl sonra) bahçenin nihayet inşaat işleri bitti. Yani bu mevsimde geniş ölçüde ağaç dikme zamanı geldi. Zeytinlikte epeyce fidan dikimi yaptık. Bu mevsim ayrıca ağaç budama ve zeytinleri ilaçlama zamanıydı.

Evin çevresinde de biraz dikim yaptık. Geçen gün nihayet, bahçenin az güneş alan bir bölümünü kokulu ot bahçesi ilan ettim ve çeşitli otlar diktim. Otlarımın can suyunu  kocakarı soğukları verdi. Şimdi heyecanla ne olacağına bakacağım.

Bundan sonrası bostana hazırlık zamanı artık.

Ağaç dikme işini de neredeyse tamamladığımıza göre önümüzdeki yıllar artık bahçeyi daha da olgunlaştırmakla geçecek. İşler yolunda gitsin diye dua ediyorum.

Buraya taşınma sebebim bahçe idi. Emeklilik ve bahçe birbirine çok yakışıyor.

Taraçalar

Yamaca lastikleri dizerken
Yamacın son hali

Zen bahçesi
Ot bahçesi

Zeytinle budandı ve ilaçlandı

Yeni fidanlar dikildi

Bostan hazırlıkları başladı

TROAS ALEKSANDRİA, APOLLON SMİNTHEUS, BABAKALE; TROAS KIYILARINDA ZAMAN BÜKÜCÜ BİR GÜN

Çanakkale ilinin Anadolu’da kalan toprakları Biga yarımadası üzerinde bulunuyor. Eskiden Biga yarımadasına Troas denilirmiş. Troas bölgesinde hemen hemen her köyde bir antik kent bulunuyor desem yanlış olmaz. Anladığım kadarıyla bölgedeki insan yerleşimi daha neolitik çağlarda başlamıştı ve eşsiz coğrafyası sayesinde, dünya nüfusu henüz milyonlarla ifade edilirken, bu bölgede günümüzde olduğundan daha fazla insan barınıyordu.

Geçen gün Asya kıtasının ve Türkiye’nin en batı ucu olarak ünlenmiş Baba kale köyüne gitmek için yola düştüm. Aslında Türkiye’nin en batı noktası kesinlikle Babakale köyü değil, örneğin Trakya’da Meriç nehrinin Ege denizine döküldüğü noktadaki Enez köyü çok az daha batıda, ama zaten bunu tartışmaya hiç gerek yok, Türkiye’nin en batı noktası Gökçeada’da bulunuyor.

Asya kıtasının en batı noktası olmasına gelince işte bu doğru. Zaten kıtaların haritasına bakılırsa, Türkiye topraklarının büyük çoğunluğu Avrupa ve Afrika kıtaları hizasında bulunuyor. Gerçekten de Nazım Hikmet’in söylediği gibi ‘Dört nala gelip Orta Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan’ bir coğrafyada yaşıyoruz. Ne mutlu ki bu ülkede doğmuşum. Bence dünyanın tam ortası ve bütün dünyanın en güzel arsası.

Babakale köyü Çanakkale’ye 110 kilometre uzaklıkta imiş, bir 10/12 kilometre de bizim köy için eklersek, oldukça uzun bir yol yapacaktım. Üstelik yolun oldukça eziyetli bir yol olduğunu okumuştum. Hal böyle olunca sabahın seherinde  kahvaltı bile yapmadan yollara düştüm. Ancak bu günü kendime güzel bir tatil günü yapacağımı da kafama koymuştum. Önce Çanakkale’den Ezine’ye giderken yolda, boğaza doğru güzel bir kahvaltı yapıp, yol güzergahını iyice inceledim.

Bu haritaya uyduğum için Ezine girişinde gerçekten de oldukça zahmetli bir yol üzerinden gittim, ancak dönerken Ezine’nin çıkışından çok daha kolay gidebileceğimi anladım. Bundan sonra elbette bu sonradan öğrendiğim yolu kullanacağım.

Yolun bazı yerleri Bozcaada’ya giden yol olduğu için oldukça düzgün, ama bunun dışında da (Ezine’de yanlış çıktığım yol hariç) oldukça güzel köy yolları idi.

Bozcaada (Geyikli) yolundan güneye dönen kavşakta bir çok kahverengi levha var. Aslında  o gün hiç antik şehir dolaşma niyetim yoktu, ama Troas Aleksandira 3 kilometre levhasını görünce dayanamayıp, yoldan saptım.

Şimdiki Dalyan köy ile Kestanbul kaplıcaları arasında kalan muazzam bir antik kent burası. Şehrin arkeolojik kazıları çok yakında yapılmaya başlanmış. Dünyanın pek çok yerinde büyük İskender’in ismini taşıyan şehirlerden biri, diğerlerinden ayırt edilmesi için Troas Aleksandira yani Troas  bölgesindeki İskenderiye adı verilmiş. Kestanbul ismi ise ‘Eski İstanbul’ lakabının bozulmuş bir söyleyişi imiş.

Dalyan köyü kenarında şehrin antik limanı bulunuyor. İç limanın önü yıllar içerisinde kumul tepeleri ile kapandığı için gölet halini almış. Dış limanın kalıntıları ise çok net görünüyor. Şehir vakti zamanında çok görkemli imiş. Limanın eski halini gözünde canlandırınca neden uzun yıllar boyunca buranın Troya sanıldığı anlaşılıyor, zaten Troya’nın en fazla 20 kilometre güneyinde bulunuyor.  Bu kıyıda böyle 20 kilometrelik aralarla dizi dizi antik şehir var. Bu bölgenin eski zamanlardaki görkemini düşününce akıl duruyor.

Ben önce limanı daha sonra da şehrin bazı kalıntılarını gezdim. İç limana, yani gölete gitmek için kumullarda yürümek gerekiyor, şimdi kumların üzerinde bol bol çiçek var, yazın yürümek isteyeceğimi ise sürüngen tehlikesi nedeniyle pek isteyeceğim bir şey değil. Dış limanın çevresinde dalış yaparak kalıntıları deniz altında da görmek mümkün imiş.

Sanıyorum ki arkeologlara daha çok iş düşüyor. Ancak şu anda bile görünenler orada nasıl bir medeniyet olduğunu gösteriyor. Bulunan lahitler çok zarif, şehrin hamamı Anadolu’da bulunan en büyük Roma hamamı, forumlar, tapınaklar, anıt çeşmeler, yollar, surlar, daha neler var. Araba ile tarlaların arasında ilerlerken çevredeki ufak tefek kalıntılardan aslında şehrin düşünülenden de daha büyük olduğu anlaşılıyor

Daha çok yolum olduğunu düşünerek çok da ayrıntılı gezmeden tekrar yola düştüm.

Babakale köyü yolu üzerindeki Gülpınar köyünde 1980’lerden beri arkeolojik çalışmalar yapılan Apollon tapınağını da gezmek istedim. Burada da muhteşem bir şehir var. Hatta Troas bölgesindeki ilk prehistorik yerleşimin izleri burada bulunmuş. Burası Anadolu’da bulunan en önemli Apollon tapınaklarından biridir. Smintheion adını ise içinde farelerin baş rolde olduğu bir efsanesinin olmasından almış.

Bu kazı alanına giriş serbest değil. Geçen ay Truva’da aldığım müze kart ile girdim. Benim burada en çok dikkatimi çeken şey yüzey toprağının ne kadar sulak olması oldu. Sanırım bu sebeple her zaman bol bol fareler ve diğer kemirgenlere yuva olmuştur. Bu gün yarım da olsa ayağa kaldırılmış olan tapınağın basamaklarında onlarca fare heykeli yapılmış olması çok ilginç bir görsel sunuyor.

Beni çok ilgili görünce müze görevlisi bana bir broşür verdi. Bu broşürde sanırım İÇDAŞ gurubunun kazı çalışmalarına sponsör olduğu antik kentlerin bir haritası vardı. Bu eksik harita bile bölgenin bir zamanlar ne kadar kalabalık bir yerleşme alanı olduğunun ispatı gibi.

Burayı da kısaca gezdikten sonra asıl hedefim olan Babakaleye doğru yola devam ettim.

Geyikliden itibaren bütün bu güzergah boyunca, her taraf yazlık sitelerle dolu. Bütün bölgede sadece antik şehirler, su kemerleri,  taş ocakları, limanlar yok, aynı zamanda Osmanlı zamanından kalma camiler, kaleler, köprüler ve daha bir çok kalıntı var.  Yoldan fazla çıkartmayacak olanları gezerek yol aldım.

Gülpınardan, Babakaleye kadar kıyı bayağı dikleşiyor.  Yol boyunca uçurumlardan, derin yarıklardan ve yazlık sitelerle dolu yamaçlardan geçerek Babakale’ye varıyorsunuz. Babakalede çok güzel bir Osmanlı Kalesi var. Önce bu kaleyi gezdim. Kaleden küçük köyün yaslandığı yamaca, Midilli adasına, limana ve açık denize baktım.

Açık denize bakarken Asya kıtasının en batı ucunda olduğunu gerçekten hissediyorsun. Köyün muhtarı, parlak bir düşünceyle, isteyene Asya kıtasının en batısında bulunma sertifikası veriyor.

Köy, güzel bir Osmanlı köyü ama bunun ötesinde bir duygusu var. Kendini adada gibi hissediyorsun. Zaten daracık tek bir yolla gelindiği için adadan pek de farkı yok. Bu köyde de zaman adalarda olduğu gibi yavaş akıyor. Ancak öyle kötü bir yavaşlama değil. Mesela  sınav kapısında, ameliyathane kapısında, ya da gelmeyen arkadaşı, ustayı, otobüsü beklerken de zaman yavaşlar ve bir türlü geçmek bilmez. Ama bu yavaşlamada zaman yoğuşup, katranlaşır, ağdaşır ve insanın yüreğini kanırtarak geçmez, geçemez olur.

Oysa burada zaman bir derenin kuytularda dinginleşip, yavaşlaması gibi yavaşlıyor. İnsana kendini tam da yaşadığı anda olduğunu hissettiren, huzurlu ve ılık bir yavaşlama ile akıyor.

Zaten gün boyunca antik kalıntılardan, modern sitelere kadar zaman gezginliği yaptığım için böyle bir süreç çok rahatlatıcı idi.

ZERDEÇALLI, PORTAKALLI, BALLI, ZEYTİNYAĞLI PIRASA

İÇİNDEKİLER

Üç sap pırasa

Bir kaşık pirinç

Bir orta boy havuç

Bir limon

Bir portakal

Bir parmak boğumu büyüklüğünde taze zerdeçal

Bir tatlı kaşığı bal

Zeytinyağı

Tuz, su

YAPILIŞI

Tencereye birkaç kaşık zeytinyağı koyulur. Soyulup, dilimlenmiş havuçlar ve küçük parçalara bölünmüş taze zerdeçal kısa süre ile sotelenir. Tuz bu aşamada katılır, eğer taze zerdeçal yoksa toz zerdeçal da kullanılabilir.

 Üzerine 4/5 santim uzunlukta kesilmiş pırasalar eklenerek bir müddet kendi suyunda yumuşatılır. Daha sonra üzerine bir limon ve bir portakalın suyu ilave edilir. Pırasa portakal suyunu çekene kadar pişirilir. Portakal suyu tam olarak bitmeden önce , silme bir kaşık pirinç ilave edilir.

Üzerine yarım su bardağı içinde bir tatlı kaşığı bal eritilmiş su eklenir. Kısık ateşte bir müddet daha pişirilip suyu çektirilir.

Pirincin ve pırasanın piştiğinden emin olunca ateşten indirilir.

Servis tabağına aldıktan sonra üzerine bir miktar daha sıkma zeytinyağı dökülür.

Soğuduktan sonra servis yapılır.

Pırasayı bir de bu şekilde denemenizi öneririm.

PEDİATRİK ENDOKRİN, GÜN DOĞUŞU VAKA TOPLANTILARININ YİRMİNCİSİ

Bu yıl kış oldukça sert geçti. Hiç beklenmedik bir şekilde şubat ayının son haftasında da şiddetli rüzgarların eşlik ettiği kar yağışları oldu. Mart ayının ilk hafta sonunda Mardin’de toplantımız olduğu için acaba gidebilecek miyim diye bayağı endişe ettim.

Bundan 20 yıl önce bir pediatrik endokrin toplantısı sırasında İstanbul ve İzmir’de çeşitli hastanelerde çalışan pediatrik endokrinologların ayda bir, bir araya gelerek sorunlu vakalarını tartıştıklarını duyduk. O sırada bizim çözümsüz vakalarımızı tartışacak bir konsey yapmamız pek mümkün değildi. Çünkü Ankara’nın doğusunda ben KTÜ’de, Ayşehan Akıncı, İnönü Üniversitesinde çalışıyorduk. Atatürk Üniversitesinde de Zerrin Orbak, pediatrik endokrin ihtisasını yapıp gelmişti. Sanırım eş zamanlı olarak da Van, Yüzüncü Yıl üniversitesine Yaşar Cesur geldi. Dicle üniversitesinde endokrin vakalarla ilgilenen bir arkadaş vardı. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, bir de Fırat Üniversitesinde geçici süre ile bir arkadaş işe başlamıştı.

O toplantıda Ayşehan ile baş başa verip çözüm bulamadığımız vakaları tartışmak için bir platform oluşturmak için bir toplantı icat ettik. Gayri resmi bir gurup oluşturup, adımıza üniversitelerimizin ilk harflerinden oluşan KİDYAF (KTÜ, İnönü, Dicle, Yüzüncü Yıl, Atatürk, Fırat) akrostişi altında yılda hiç olmazsa bir kez bir şehirde toplanıp vakalarımızı tartışmaya başladık.

Bu toplantı yıllar içerisinde vaka toplantısı şeklinden çıkıp, mini bir sempozyum halini aldı. Ayrıca, zamanla Ondokuz Mayıs üniversitesi de dahil oldu. Her bir üniversitenin hoca sayısı arttı, yandal asistanlarımız oldu. Üstelik bölgeye bir çok Pediatrik Endokrin uzmanı arkadaşımız yan dal mecburi hizmeti için geldiler.

Sonuç olarak ilk toplantılarımızı 8/10 kişi ile yaparken, bu en son toplantı 40/50 kişilik bir toplantı oldu.

Şimdi KİDYAF isminden vaz geçtik, Doğu gurubu adını aldık, arkadaşlar benden kısa bir tarihçe istedikleri için bu yazı yazıyorum. Yazarken adımızı pediatrik endokrin gün doğuşu gurubu olarak yazmak daha romantik geldi.

Ben emekli olduktan sonra katıldığım tek bilimsel toplantı da bu gün doğuşu gurubunun yaptığı toplantılar oluyor. Her toplantıda da toplantının genel konusuna uygun bir ‘sanata dayalı tıp’ konuşması yapıyorum. Bu yıl konu iskeletin genetik hastalıkları olduğu için ben de ‘Antik  Mısır’da,  bazı akanodroplazili vakalardan söz ettim.

Bu yıl toplantıyı Diyarbakır gurubu üstlenmişti, ancak toplantı yeri olarak Mardin’i seçmişlerdi. Mardin’de de yan dal mecburi hizmeti yapan bir arkadaşımız olduğu ve o da bu işe gönüllü olduğu için böyle düşünmüşler. Galiba gelecek yıl toplantı Çorum’da olacak.

Bu kez İstanbul, Ankara ve İzmir’den de konuşmacılar vardı. Özellikle metabolizmaya ayrıldığı için artık endokrin toplantılarına katılmayan, Mahmut Çoker arkadaşımızı yıllar sonra gördüğüm için çok sevindim.

Toplantımız bilimsel olarak gene çok eğitici oldu.

Toplantı mekanımız ise masal diyarı Mardin, bize gene görsel bir şölen sundu. Mardin için ‘gündüz seyranlık gece gerdanlık’ denir. Ben ise en çok deli güneşinden etkilenirim. Mardin’e, hemen her mevsimde ve en az 10 kez gitmişimdir. Her mevsimde olduğu gibi kışın bile güneş deli gibi gözüne gözüne  giriyor, kör oluyorsun.

Mardin’in, bir de deli merdivenleri var. Zaten bölgenin coğrafyası derin vadilerin yardığı kireç kayalıklarından meydana geliyor. Mardin de bu kireç tepelerinden birinin yamacına kurulmuş bir kent. Oldukça eski bir kent olduğu için arabaların geçtiği daracık ve sınırlı sayıda caddeler var. Bu caddelere paralel sokakların çoğu araç giremeyecek kadar dar. Bu sokakları birbirine bağlayan dik sokaklar ise merdiven şeklinde. Hem de ne merdivenler,  45 derece dik, her bir basamağı 2 normal basamak yüksekliğinde merdivenler. Bir göz atmak bile yılgınlığa kapılıp yolunuzu değiştirmeye yetiyor. Bir gece lokanta haline getirilmiş, taş konaklardan birinde yemek yedik. Kapıdan içeri girip de ikinci kattaki yemek salonuna ulaşana kadar dağ tırmandık desem yeridir. Hemen ne kadar nazlı olduğumuzu düşünmeyin, tavan yüksekliği çok fazla olduğu için en az 4 katlık merdiven çıktık. Hani şöyle dar bir pantolon giymiş olsan kesin çıkılmaz. Yani sadece merdivenli sokaklar değil, bina içlerindeki merdivenler de deli.

Mardin’e en az 10 kez gittim ama her seferinde de başka bir gezinin parçası olarak Mardin’den geçtim, en uzun kaldığım sanırım 48 saattir. Hal böyle olunca da her seferinde başka keşifler yapmak mümkün oldu.

Mesela ilk kez yeni şehirdeki bir otelde kaldım. Otele girince üçüncü kata girmiş oluyorsunuz, çünkü arkası bütün coğrafyanın özeti olacak derin bir vadi.

Mesela bu gidişte daha önce hiç görmediğim alt çarşı denilen kapalı çarşıyı keşfettim. Daha önceki gidişlerimde almayı aklıma koyduğum cam altı tekniğiyle boyanmış bir ‘şahmeran’ aldım. Şahmeranı, hekimlik bilgisini yer yüzüne ulaştıran ilk bilge olarak, Lokman hekimin hocası olarak ayrıca dünyanın ilk feministi olarak düşünür, pek saygı duyarım.  Bu güne kadar şahmeran figürlü takılarım olmuştu, şimdi de duvarımda bir şahmeranım oldu.

Tabii daha önce gitmiş olduğum yerlere de gurupla gittim. Örnek olarak yine Deyrulzaferan manastırına gittik. Bu manastırı ilk gördüğüm zamanlarda girişteki, tuvaletler, dükkanlar ve çayhane yoktu. Neyse ki bu eklentileri çevreden çıkartılan doğal taşları kullanarak, kadim manastırın mimarisine çok uygun bir şekilde yapmayı başardılar. Sadece burayı ve Mardin müzesini görmek için bile Mardin’e gitmek gerek. Manastır içerisinde, kendinden önceki inançlara  saygı olarak ateşe tapanların şapeli de halen korunuyor.

Daha önceki gezilerimde hem Deyrülzaferan hem de Morgabriyel manastırlarını birkaç kez ayrıntılı olarak gezmiş olduğum için, bu sefer artık manastır içerisindeki geziye katılmadım. Dışarıdaki çayhanede oturup, Süryani kahvesi içerek, Mardinli Süryani bir aile ile yarenlik ettim.

Dara antik kentine de gittik. Daha önceki gidişimizde kenti ve zindan denilen siloları görmüştüm. Bu kez nekropol kısmını daha ayrıntılı gezdik. Şehrin tarihi Ahameniş (Pers)  imparatorluğu ile başlayıp, Büyük İskender, Bizans ile devam ediyor. Oldukça etkileyici bir nekropol(mezarlık) alanı var.  Ölüleri önce toprağa gömüp, bir müddet etlerin çürüyüp, kemiklerin temizlenmesi bekliyorlar. Daha sonra da bu kemikleri topraktan çıkartıp, artık ruhlarının cennete uçabileceği, etkileyici bir bacası olan bir katakompa (toplu mezar olarak kullanılan koridorlar) yığıyorlar.

Ölüleri ilk kez gömmek için kullandıkları mezarların bazıları duvar şeklindeki kayalara oyulmuş, bazıları da yerde idi. Gerçekten görülmeye değer bir alan. Galiba UNESCO tarafından korunması gereken yerler listesine de alınmış, ya da alınacakmış.

Sokaklarda gezerken herkes birbiri ile Arapça konuşuyor. Ancak ilginç bir şekilde, konuştukları dil, Irak’tan, Suriye’den gelenlerle pek tutmuyormuş. Son yıllarda Mardin çok popüler bir turizm merkezi haline geldiği için sokaklarda çocuklar size Mardin tarihçesi anlatmak, ya da popüler bir noktada resminizi çekip, biraz para kazanmak istiyorlar. Biz de, havaya girip, Gülay’la birlikte, Ulu Cami minaresini iter gibi yaptığımız bir resim çektirdik.

Tabii ki bir çok hanımın olduğu her gurupta olduğu gibi çarşıları talan edip, şehrin ekonomisine katkıda bulunduk. Bu arada Trabzon’dan gelen  kazaziye tekniğiyle yapılmış bir çok takının da satıldığını görmüş oldum.

Son olarak da; dönüş yolunda havaalanında 2 kez botlarımızı bile  çıkarttırıp, ciddi ciddi aradılar. Bu da yetmezmiş gibi, uçağa binince pilot, uçağımıza kendi yolcumuz olmayan biri bindi, bu nedenle el bagajlarınızı yeniden arayacağız diye anons etti. Önce şaşkın yolcu indirildi. Daha sonra bütün el bagajları hostesler tarafından tek tek sorgulandı. Ancak yabancı bir bagaj olmadığından emin olduktan sonra uçuşumuz başlayabildi.

Alt çarşı
Otelden görüntü
turistik resim

Sokaklar ve sokak çalgıcısı
<DAra
Depolar (ZİNDAN)
Zerrinle nekropol önünde
mezarlar
toplu kemikler
ruh bacası
Show Buttons
Hide Buttons