Monthly Archives: Aralık 2021

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2022 OCAK

Ocak ayı herhangi bir göksel döngünün başına denk gelmemekle birlikte bu yıl birçok göksel başlangıç enerjileri barındırıyor. Ayın 4ünde hicri takvime göre 1443 yılının cemaziyelevvel ayı bitip cemaziyelahir ayı başlayacak. Ayın 14’ünde ise rumi takvime göre ocak ayı başlayacak.

Ayın 2’sinde oğlak burcunda yeniay, 18’inde yengeç burcunda dolunay gerçekleşecek. Bu yıl ay ve güneş tutulmaları artık oğlak/yengeç döngüsüne girdi.  Bu döngüde aile, kökler, vatan, kanunlar gibi konuların ön plana çıkar. Ocak ayının bu konular üzerinde  başlangıç enerjisi ile başlaması bence çok anlamlı.  

Ayrıca ocak ayı aslında yıllık bereketi gösteren bir aydır, çünkü zemheri de denilen en soğuk günlerin ve kar yağışının beklendiği bir zamandır, bu soğuklar, karlar olmayınca yer altı suları dolmaz, haşere nüfusu azalmaz, toprakta bereket olmaz.

Bu ay benim bildiğim bazı yerel kutlamalar vardır. Örnek olarak Karadeniz bölgesinde ayın 14ünde Kalandar günü kutlanır, 18inde ise Keşan ilçesinde Bocuk gecesi kutlanır. Ben Kalandar Ana olarak elbette bu yıl da ekmeklerimi dağıtacağım. Bocuk gecesi bu yıl aynı zamanda 25 Aralıktan sonraki ilk dolunay gününe denk geliyor yani Nardugan bayramıdır. Dolayısıyla birkaç eski geleneğin gereğini yerine getireceğim günler geçireceğim, önümüzdeki yılın bütünün hayrına olacaklar için niyet göndereceğim.

İçine düştüğümüz iklim krizinde, bu ay havaların mevsim normallerinde seyretmesini diliyorum.  Toprak ana bu ay bize lahana, havuç, pırasa, ıspanak, karnabahar, turp, pazı, balkabağı, marul gibi sebzeleri  sunar. Deniz bereketi ise; uskumru, lüfer, istavrit, çinekop gibi balıklar bol ve lezzetlidir. Hamsi kar yağdığı için artık yağlanmış ve iyice lezzetlenmiştir.

Hepimize sağlıklı bir yıl diliyorum.

KENDİ HALİNDE EV AŞÇISI İKEN, YEREL ÖZELLİKLERİ SAVUNMAK ADINA BİRDENBİRE KENDİMİ GASTRONOMİ DERNEĞİ GENEL SEKRETERİ BULDUM

Geçen haftalarda Çanakkale Gastronomi Derneği adı ile yeni bir dernek kuruldu. Birkaç kişi, birkaç aydan beri,  kendi aralarında konuşup, bu şehirde böyle bir derneğe ihtiyaç olduğunu düşünmüşler. Bu çekirdek ekibin içerisinden biri beni tanıdığı için son anda dahil olmamı istedi, ben de derneğe kurucu üye olacak kişilerden bazılarının adını daha önceden duymuş olduğum için hevesle kabul ettim.

Nasıl oldu anlamadan yönetim kuruluna da adımı yazdılar. Böylece son birkaç haftadan beri, ben de diğer yönetim kurulu üyeleriyle birlikte bir valiye bir belediyeye, (gelecek ay artık kim bilir hangi kamu ya da sivil toplum kuruluşlarına bilmem) koşturup duruyorum.

Dernek resmi olarak kuruldu, şimdi geriye üç nalla bir at kaldı.

Bu derneğe katılma sebeplerimin başında hem üyelerin içinde ciddi derecede doğa meraklısı, yerel üreticilerin olması, hem de derneğin özellikle yerelliği savunması.

Globalleşme adı altında ‘tek tipleşme’, ‘aynılaşma’ hareketinden aşırı derecede rahatsız oluyorum. Her şeyde moda var ve sen bu modaya uygun değilsen ayrıksın. Herkes aynı kotu giyecek, aynı estetik ameliyatı olacak, aynı saati takacak, aynı kahveyi içecek, aynı şey yiyecek, aynı mekanda eğlenecek, of be of.

Hadi her insan dilediği gibi yaşamakta özgürdür diyelim, ama bütün toplumlar bin yıllardan beri kendi yaşam şekillerini, yaşadıkları coğrafyayı, sahip oldukları kaynakları, iklimi, inanç sistemlerini ve daha bin bir ayrıntıyı damıtarak, kendilerine en uygun bir şekilde geliştirmiştir. Bu gün ise globalleşme adı altında herkesin benzer şekle girmesi bekleniyor. Çok yanlış.

Daha da vahimi bitkiler ve hayvanlar da yaşadıkları coğrafyaya uygun bir şekilde binlerce yıldan beri evrilerek bu günkü hallerini aldılar. Bir bölgede yüzyıllardan beri en iyi taneler seçile, seçile ulaşılan bir tohum, o bölgenin iklimine, börtü böceğine, toprağının bileşimine en uygun DNA’yı taşımaktadır. Oysa tarımda, glaballeşme adı altında DNA’sıyla oynanmış, kısır, bölgenin koşullarına uyumsuz ve diğer bitkilere saldırarak gen aktaran işgalci tohum kullanılıyor. Bu hem toprağı kırılgan hale getiriyor, hem de üreticiyi dışarıya (emperyalist ülkelere) muhtaç bırakıyor. Hem doğaya hem ekonomiye hem de akla zarar bir tutum.

Bütün coğrafi bölgeler, dağıyla, ovasıyla, deniziyle, rüzgarı, karı, güneşi, bitkisi, hayvanı ile benzerleri olan ancak tıpa tıp aynısı olmayan, dolayısı ile biriciklik özelliği taşıyan çevrelerdir. Her bölgede yaşayan insanların besin elde etme, saklama, pişirme, beslenme alışkanlıkları, hatta sofra adabı   yeme içme (gastronomi) kültürü adı altında yerel kalması ve gelecek kuşaklar için korunması gereken somut olmayan kültürel mirastır. 

Çanakkale bölgesi de bu bağlamda tarihi, coğrafyası ve beşeri özellikleri ile gerçekten de gastronomi şehri olmayı hak ediyor.  Birkaç yıllık gözlemlerime dayanarak tespit ettiğim bazı özellikleri paylaşmak istiyorum.

Bölgenin gastronomi tarihi oldukça renkli; mesela zeytin bolca yetişen bir ürün,  zeytin ağacının olduğu bölgeler neredeyse Roma İmparatorluğunun sınırlarını gösterir, Romalılar da zaten soylarını Truva’ya dayandırırlar. Bundan başka  üzümün ilk kez Bozcaada’da ehlileştirildiğini, Osmanlı Sarayının et ihtiyacını Biga çevresinden karşıladığını, Gelibolu’da on yedinci yüzyıldan beri balık işleme atölyelerinin olduğunu biliyoruz. Bunlar ve daha bir çok ürünle ilgili çok önemli tarihi bilgilerin gün yüzüne çıkartılması gerekiyor.

İkincisi coğrafi konumu nedeniyle hem Akdeniz mutfağının hem de Anadolu mutfağının özelliklerini taşıyor. Akdeniz mutfağı deyince akla gelen deniz ürünleri, otlar, şarap ve zeytinyağı dörtlüsünün, dördü de var. Anadolu mutfağı deyince hemen akla gelen hayvancılık, süt ve süt ürünleri, et ve et ürünleri, tarım ürünü olarak buğday, pirinç üretimi  var.

Üçüncü özellik ise  bu şehrin yakın tarihinde mübadeleler çok önemli yer tutuyor. Kısa zaman içerisinde, bu etnik ve kültürel farklılıkların önemini kavradım, hemen her ailenin tarihinde Balkanlardan ya da başka yerlerden göç hikayesi var. Böylece birçok kültürün birleşmesinden meydana gelen, melez bir mutfağı olmalı diye düşünüyorum.

Mesela kahvaltı salçası diye hazırladıkları sos, klasik balkan sosları ile oldukça benzeşiyor. Bölgenin kültüründe çok önemli yeri olan ‘hayır’ yemeklerinin, hatta cami önlerinde, sokaklarda, nohutlu tavuklu pilav dağıtılmasının, Alevilerin ‘lokma’ paylaşımı geleneğinden geldiğini düşünüyorum.

Bölgenin seramik kap kaçak açısından da tarihi değeri çok büyük, tarihin her devrinde seramik üretimi önemli olmuş, mesela Parion antik kentinde dünyanın ilk biberonları ortaya çıkarıldı.  Bu gün bile seramik önemli, şehrin simgelerinden biri hatta ismi bile ÇANAK.

Bu özelliklerin yanı sıra Çanakkale bölgesinin ekonomisi hala büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa bağlı, en büyük sanayi tesisleri balık işleme ya da seramik fabrikaları.

Fakat burada büyük sorunlar var, benim tespit ettiğim bazı sorunlar şu şekilde sıralanabilir.

Tarım büyük ölçüde yabancı tohumlarla yapılıyor. Neyse ki, köylerde halen birçok üründe atalık tohum mevcut, son yıllarda Çanakkale Belediyesi atalık tohum bankası da kurdu.

Tarımda çok önemli bir başka sorun da aşırı miktarda zirai ilaç ve bilinçsiz su kullanılıyor olması. Nedense suyun temizliği de kimseyi ilgilendirmiyor. Ne yazık ki köylerde bütün çöpler derelere dökülüyor, bunun önüne geçmek neredeyse imkansız görünüyor.

Bu bölgenin meyvesi sebzesi çok lezzetli oluyor, talep olunca herkes meyve ağacı dikiyor. Üreticinin en büyük sorunlarından biri de ürününün elinde kalması oluyor. Köylerle yakın teması olan kişilerden aldığım bilgiler, genellikle meyvelerin elde kaldığını gösteriyor.

Bölgede bol miktarda yenilebilir otlar ve aromatik bitkiler endemik olarak bulunuyor. Şimdilik bunların ekonomik değere dönüşmesi de son derece sınırlı.

Önümüzdeki yıllarda ise, boğazdaki köprünün bölgeye aşırı nüfus çekmesi ve tarım arazilerinin şehirlere, eko turizm adı altında turistik tesislere kaydırılması, tarım ve hayvancılığı zora sokacaktır.

Geçen yıl bir karabasan gibi denizlere çöken kirlilik, en büyük işvereni balık işleme fabrikası olan bu kentte nasıl sonuçlar verir görmemek için kör olmak lazım.

Yani gastronomi açısından hem bir sürü avantajı hem de çevre kirliliği, nüfus ve globalleşme baskısı altında bir sürü dezavantajı olan bir şehir.

Bunlar benim kendi  gözlemlerim, şimdi bir de işleri bilen kişilerle bir araya geleceğim. Umarım bu dernekte iyi bir sinerji yakalar ve faydalı projeler yaparız.

LODOSUN YAŞLI GÖZÜ KANAMAYA BAŞLADI

Çanakkale rüzgarı ile ünlü bir kent, öyle ki antik zamanlarda bu bölgenin rüzgarına özel bir isim bile vermişler; adı BOREAS. Ege denizinden gelen gemiler boğaza ulaştığında, rüzgar boğazda ilerlemeye uygun yöne dönene kadar Truva şehrinin limanında beklermiş. Antik dönemde, bu coğrafyanın rüzgarına özel isim verilmesine şaşırmamalı, o zamanın denizcileri rüzgarı adeta gemi motoru niyetine kullanmışlar.

Truva şehrinin bir zamanlar bu denli önemli olma sebebi, iki denizi birleştiren yolun çok önemli bir kavşak noktasında yer almasıdır. Beşeri tarihin o dönemi için dünyanın en önemli su yollarından birine hakim pozisyonda olmanın her açıdan ne kadar değerli olduğunu anlamak için çok düşünmeye gerek yok, benim kendi düşünceme göre Truva savaşları bir erkekle kadının yasak aşkı sonucunda değil, çok önemli ticari kavşağı elde etme ve bölgenin ticaretine hakim olma çabasıyla belki de görünürde çok sudan (belki gerçekten de uygunsuz bir ilişki) bir sebeple çıkarılmış bir savaştır.

Yüzyıllar içerisinde Truva şehrinin çok korunaklı limanı nehrin taşıdığı alüvyonlarla dolduğu için şimdi burada koy değil, verimli bir sulak ova (Çanakkale domatesi bu ovada yetişiyor) bulunmaktadır.

Gerçekten de hemen her gün bazen tatlı, tatlı çoğu zaman kendini hissettirecek şekilde, bazı günler ise amansızca esen rüzgarların iklime damga bastığı bir coğrafya burası.

Kuzey yönünden gelen bütün rüzgarlara (karayel, yıldız, poyraz)  genel olarak poyraz deniliyor ve burada yaşadığım 5 yıl içinde iklimle ilişkili olarak en net anladığım şey; kuzeyden gelen rüzgarlar bölgeye soğuk hava getiriyor ve şiddetli rüzgar ısıyı daha da düşük hissedilmesine neden oluyor.

Güneyden gelen rüzgarlara (keşişleme, kıble, lodos) ise genel olarak lodos deniliyor, lodos elbette sıcak hava ile ilişkili, bu mevsimde esen lodosun ardından yağmur geliyor. Bu nedenle burada lodosun gözü yaşlıdır deyimi var. Genellikle Kasım ayında güneyden esen rüzgarlar yağmura neden olduğunda genellikle yön değiştirip poyraza dönüyor ve kış havaları bastırıyor. Bu yıl bu hava değişimi kasım sonuna denk geldi ve yağışlar Aralık başında başladı.

Gün doğumu ve günbatımından esen rüzgarlar ise çok sık olmamakla birlikte esince boğazda ani fırtınalara, ardından da ani sıcaklık düşüşlerine sebep oluyor.  

Fakat şu var ki, dünya gezegeni birkaç on yıl sonrasında beklediği iklim krizinin içine bir anda düştü ve hazırlıksız yakalandı. Son iki yıldan beri olan her iklim olayı normal sınırlarının oldukça üzerinde ve felaket boyutlarında meydana geliyor. Geçtiğimiz hafta yaşanan meteorolojik olaylar, bölgede normalde de yaşanan lodos, ardından gelen ısı düşmesiydi, ancak alışılagelenden çok daha sertti. Lodos fırtınası, çatıları uçuracak, tırları devirecek kadar güçlü oldu ve maalesef can kayıplarına bile sebep oldu. Ardından gelen yağmurlar eğer eylül ekim ayları kurak geçmemiş olsaydı (toprak kuru idi) sellere neden olacak kadar güçlüydü. Yüksek yerlere yılın ilk karı düştü.

Fırtına dindikten sonraki gün şehre inerken benim bir ton gelen dolayısıyla çok sağlam bir yer tutuşu olan aracım, sözüm ona hafiflemiş rüzgardan yoldan havalanacak gibi etkilendi. Ardından 10 dakika içerisinde sert bir sağanak, bir dakikalık dolu yağışını, ayaz ve güneş izledi.

Bir günde hatta bir saatte dört mevsim geçişini Karadeniz’de çok yaşadım, ancak burada bu denli ani ve sert değişimi ilk kez görüyorum. Gerçekten de beklenen iklim krizinin aniden koynuna düştüğümüzü fark etmemek imkansız.

Bu sene ilk kez hiç olmazsa bazı ağaçları  sararak kış soğuğundan korumayı düşünüyorum.

Show Buttons
Hide Buttons