Monthly Archives: Haziran 2022

GÖĞE BAKAN KOCAKARI; TEMMUZ 2022

Mısır takvimine göre yılın ilk günü Temmuz ayının yirmisidir, çünkü bu gün gökyüzünde Sirius yıldızının en parlak göründüğü gündür. Yıllık Nil nehri taşkınları da bu tarihlere denk gelir, Nil Nehrinin bu coğrafyada ne kadar hayati bir önem taşıdığını hatırlarsak, eski Mısır uygarlıklarının bu tarihi yılın başı olarak değerlendirmesinin ne kadar anlamlı olduğunu kolayca anlayabiliriz. Sirius Yıldızı (Akyıldız) gökyüzünde güneş ve aydan sonra görülen en parlak cisimdir ve aslında çıplak göle görülen, bizim güneşimizin 2 katı büyüklüğünde bir beyaz cücedir, hemen her antik toplumda bir efsaneye konu olmuştur. Özellikle antik Mısır uygarlıklarında çok önemli bir yere sahiptir, dünyanın hemen her yerindeki antik uygarlıklarda sirius yıldızı için düzenlenmiş ritüeller mevcuttur, bir çoğunda Siriusun gazabından kurtulmak için kurbanlar kesilir.

Anadolu’da halk arasında isimleri olan bir çok rüzgarlı gün olsa da artık son yıllarda iklim değişikliği çok belirgin bir biçimde hayatlarımızı etkiliyor, mevsimler bilindik kurallara uygun gitmiyor. Bütün dileyebileceğim, inşallah bir taraftan sel, diğer taraftan orman yangını haberleri almayacağımız bir yaz geçirmek. Gökyüzünün atmosfer üzerindeki katmanlarında ise işler daha alışıldık şekilde yürüyor. Dolunay 13 Temmuz günü Oğlak burcunda, yeniay ise 29 Temmuz günü Aslan burcunda gerçekleşecek. Dolayısıyla ay döngülerine göre düzenlenmiş olan Hicri takvime göre 30 Temmuz’da Zilhicce ayı bitip Muharrem ayı başlıyor. Bu yıl kurban bayramı da 8-12 Temmuz günlerine denk geliyor.

Temmuz ayı, yaz günleridir. Eski Türkçede Tamu-z kelimesi, “çok sıcak” ve “cehennem” anlamına gelirdi, Türkçede ayrıca bu aya “orak ayı” veya “ot ayı” denmektedir. Ayrıca sözcüğün kökeni olan Tammūz, bir Babil ve Asur tanrısıdır (Sümerler’de Dumuzi olarak bilinir). Verimlilik tanrısı olan bu tanrının, baharda doğaya can verdiğine inanılırdı.  Bu isimlerin ne kadar anlamlı olduğunu toprakla biraz olsun uğraşan herkes kolayca anlayacaktır. Dumuzi, Sümerlerin çoban tanrısıdır. Kitabı mukaddeste (Hezekiel 8:14)  bereket tanrısı olarak adı geçmektedir.

Sümer destanı “Çoban ile Çiftçi arasındaki anlaşmazlıkta” her ikisi de tanrıça İnanna’ya talip olan Dumuzi ile Enkidu arasındaki çekişme konu edinilmektedir. İnanna’nın ağabeyi Utu çoban tanrı Dumuzi’yi kardeşine münasip görürken tanrıça  tarım tanrısı Enkidu’yu ancak sonunda Dumuzi ile evlenmiştir.

Ayrıca  Dumuzi’nin rüyası adlı destanda ve “İştar’ın İnişi” adlı efsanede baş roldedir.

İştar ve Dumuzinin hikayesinde yılın yarısında yaprakların yeşil, diğer yarısında ise dökülmesinin nasıl olduğunu anlatılır. Dumuzi ölüp yer altına girdiğinde karısı İştar peşinden gider, geri dönüş yolunu da bulmuştur. Ancak bir şekilde kocasına sinirlenir ve iblislere onu tekrar yeraltına götürmelerini emreder. Daha sonra pişman olur ve yılın altı ayı kız kardeşi ile dönüşümlü olarak yeraltında bulunmasını sağlar. Böylece Dumuzi kış aylarında yarım yıl yeraltında kaldıktan sonra bahar aylarında yeryüzüne çıkar ve tekrar karısıyla birleşir.  Bu dönemde ağaçlar yeşillenir, hayvanlar çoğalır, doğa uyanır ve bereketlenir. Gılgamış destanında Sümer krallarının Çoban Tanrısı Dumuzi’nin soyundan geldiğinden bahsedilmektedir.

Bence hikayesi en güzel ay isimlerinden biridir.

Temmuz ayı bahçelerde otlar ve zararlılarla mücadele edilmesi gereke bir zamandır. Yaz sebzelerinin bir çoğu artık olgunlaşır, ıspanak, marul, yeşil soğan ve üreticiler için ikinci sebze dikimlerinin yapılacağı zamandır.

Temmuz ayında balıklardan; başta istavrit olmak üzere  sardalya, çinekop, sarıağız, akya, orkinos, kaya balığı, trança, sinarit lezzetlidir.

Temmuz ayı, kurumsal çalışanlar için en gözde tatil zamanlarından biridir, özellikle deniz tatili için çok uygundur.

Bu yıl ve önümüzdeki yıllarda herkesin bilinçlenip, ormanlarda mangallı piknikler yapmaması dileğimi tekrarlıyorum.

NEREDEYSE ÜÇ YIL ÜSTÜNE TRABZON’A GİTTİM, BİR-ÇEŞİT-TÜRKAN-ŞORAY OLARAK KARŞILANDIM.

Önce şu Türkan Şorayın anlamını açıklayayım; yıllar önce asistanım Sevcan (Adanalı) ile şehirde yürüyordum, yolda her karşılaştığımız bana selam verdi, ben alışığım ama Sevcan bayağı etkilendi ve ‘hocam siz de bir çeşit Türkan Şoraysınız’ dedi. Trabzon’da doğdum, bir de üstüne 25 yıl bilfiil doktorluk yaptım, çevredeki 6 ilde elimin değmediği çocuk kalmamıştır, üstelik bu çocukların çoğunu yıllarca takip ettim, çocukların büyüdüklerini izledim. Çocuklar ve aileleri beni tanıdı. KTÜ’de hocalık da yaptım birçok öğrencim oldu, çevredeki hekimlerin çoğu beni tanıdı. Zaten tanınmış bir ailenin çocuğuyum. Bütün bunlar bir araya gelince yerel bir şöhret kazandım tabii. Yani ‘birçeşittürkanşoray’ lakabını hak ediyorum. Sadece Trabzon sokaklarında değil, mesela Giresun’da benzincide, Erzurum’da otel sorarken, otoparkta boş yer ararken, birçok kez beni tanıyan insanların desteğini aldım. Daha da iyisi; Zigana, Rize dağlarında kaybolduğumuz ve yol sorduğumuz ilk kişinin, doktor hanım sizi burada görmek ne güzel diye dediği çok olmuştur. Bu anılar bana, o sırada yanımda bulunan arkadaşlarım tarafından sıkça hatırlatılır. Hatta Trabzon’da benimle görece geç tanışan bir kişinin bir hafta sonra hayretle ‘seni  Trabzon’da tanımayan yok’, daha sonra Çanakkale’ye geldiğinde aynı hayretle ‘seni burada tanımıyorlar’ dediğini de unutamam. Yani benim türkanlığım burada geçerli değil.

Trabzon’a son olarak 2019 yılının sonbaharında gene KTÜ pediatrinin yaptığı bir kongre dolayısıyla gitmiştim. O zaman, Çanakkale’den bazı arkadaşlar, Karadeniz’i çok merak ettikleri için, bir hafta önceden gitmiş, hafta boyunca onlarla özet ama dolu dolu bir Doğu Karadeniz turu yapmıştık. Bu turistik gezinin sonunda ise Trabzon’da kongreye katıldım, ancak gezide galiba virüs kaptık, birçoğumuz o son gün ateşlendi. Ben de kongre boyunca sadece konuşmamı yaptım, bir de zorla galaya katıldım, kalan zamanda yorgan döşek yattım, sonuç olarak pek de kimseyi göremedim.

İki yıl izolasyonda kaldıktan sonra bu yaz mutlaka Trabzon’a gitmeye karar vermiştim. Karadeniz’de havaların en güzel olduğu mevsimler bence ya Mayıs, ya da Eylüldür, acaba hangi ay gitsem diye düşünürken, KTÜ’den Prof. Dr. Murat Çakır aradı ve bu yıl yapacakları kongrede bir konuşma önerdi. Tabii derhal kabul ettim ve biletimi kongre sonrasında da bir süre kalmak üzere ayarladım.  Neredeyse 3 yıl üzerine uçağa bindim, sadece ben değil birçok kişi de yolculuğu kısıtlamış olmalı ki hem uçak saatleri değişmiş, hem her gün uçuş yok. Bu gezide anladım ki gerçekten artık kimse maske takmıyor.

Gidiş yolunda, Esenboğa havaalanında 10 saat beklemem gerekiyordu. Ben de Hacettepe’ye uğradım Fatma Gümrük, Ayşegül Tokatlı ve Nural Kiper ile yemek yedik, hasret giderdik. Kıdemliler masası pozu vererek resimler çektirdik, muhtemelen onuncu kez beni ziyaret etme sözü verdiler. Hacettepe benim öğrencilik zamanımdan oldukça farklı, ufak bir sanat müzesi bile yapılmış, korku hissimizi köreltecek, travma sonrası stres bozukluğu yaşatacak kadar terör içerisinde yaşadığımız o mekanlardaki bu değişim bana çok anlamlı geldi.

İlhan da kongreye geliyormuş, havaalanına birlikte dönmeye karar verdik, yemekten sonra muayenehanesine gittim, maskesiz kahve içtik, arabası ile havaalanına gittik, CİP salonunda ağız açık yemek yedik, Trabzon’da kahvaltıları birlikte yaptık, bolca konuştuk. Perşembe akşamından Cumartesi sabahına kadar sürekli birlikteydik. Cumartesi günü otelden çıktım, kuzenimde kalmaya gittim. Salı sabahı Fatoş beni arayıp İlhanın korona olduğunu söyledi. Neyse ki bana bulaşmamış, teyzeme bulaştırsam vicdan azabından ölürdüm. Zaten Trabzon’da tanıdığım herkes en az bir kez hastalanmış, hem aşısız iken hem de aşılı iken hasta olan bile var, dikkatimi çeken bir başka şey de, arkadaşlarımın içinde son 3 ayda hastalanan bir hayli kişi olması.

Bu kez zaten neredeyse 3 yıl sonra gitmişim, birkaç hasta ailesi geleceğimi duymuş, çocuklar geldi. Eski bebeklerimden kiminin boyu boyumu geçmiş, kimi evlenip çocuk sahibi olmuş, doktor çıkıp ihtisas kazanan bile var, bundan büyük güzellik olur mu? Üstelik bu çocuk beni örnek alıp doktor oldu, şimdi de gene beni örnek alıp pediatrist olmaya karar verdi. Eski asistanlarım ile birkaç fasıl toplanıp eski günleri andık, kahkahalarımız mekanı sardı. Benim de unutamadığım birkaç hastayı ve bunlara yaklaşım şeklimi hala bu gün olmuş gibi hatırlıyorlar. Meşhur cıva zehirlenmesi, korkunç suçiçeği ve taciz sanılan ve bakar bakmaz nöroblastom dediğim hastalar uzun uzadıya konu oldu. Hiç biri onları nasıl deliler gibi çalıştırdığımı unutmamış. Birlikte çalıştığımız hemşirelerin çoğu hala çalışıyor, onlarla buluşmak da çok güzeldi. Her gün 3/5 ayrı program yaparak birçok kişiyle buluştum, daha görmediğim de birçok kişi var. O kadar ki, kuzenim Sibel bile bu kadar tanındığıma şaşırdı, çünkü onun sitesinde de gören yanıma koştu.

Tabii Pazar’a da gittim, bu kez de MUKUT ekibi ile zaman geçirdim.

Trabzon çok değişmiş. Bir sürü yol yapılmış, tarihi kısımda çok yıkım olmuş, gerçekten de tanımakta zorlandım, hele araba kullanmaya kalksam sanırım hiç beceremeyecektim. Boztepe’ye yapılan viyadük ve tüneller ise şehrin coğrafyasını bile değiştirmiş. Bir çok yeni otel açılmış, bunlardan birinde kongre için 2 gece kaldım, bir diğerinde ise bir hasta sahibim işlettiği için bir yemek yedim. Trabzon deniz kıyısında olduğu halde sırtını denize dönmüş bir şehirdir, yakın zamanda Arsin tarafına doğru çok büyüdü, o kısımda birçok plaj yapılmış, denize girilebilecek geniş alanlar var.

Rize tarafında ise en büyük fark bizim eve çok yakın hava alanı. Bizim evden görünen Cenevizlilerden kalma, eski haberleşme kulelerinden biri olan ve deniz içindeki bir kayada bulunan ‘Kızkule’ artık havaalanının dalgakıranı içerisinde kalmış. Bu manzaraya alışmam pek mümkün değil.

Sonuç olarak gördüğüm insanlardan pek memnunum, gördüğüm değişikliklerin bazıları güzel, bazıları ise içimi acıttı. Galiba bir daha bu kadar uzun süre uzak kalmamakta fayda var.

Ankara
Kongre
KIZKULE
Bebeğim artık meslektaşım
Yoga ekibiyle
TEV
Sibelle
Avrasya Üniversitesinde
Eski asistanlarla

İZOLASYON GÜNLERİNDE ONLİNE YAŞAMAK VE BİR DE AÇIK ÖĞRETİM DİPLOMASI

Bu bloğu yazmaya, gelecek kuşaklar için sivil tarih örneği olması amacıyla başladım. Elbette en iyi bildiğim kendi hayatım olduğu için bu devirde ne yedik, ne yaptık onları geleceğe devretmek için kendi hayatımı yazmaya başladım. Bun bilgilerin önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü insanoğlu çevreyi çok değiştiriyor ve değişim hızı da giderek artıyor, bundan 30 yıl sonra nelerin değişeceğini bu günden düşünmem pek mümkün görünmüyor. Emin olduğum tek şey giderek artan oranda sanal dünyaya ve yapay zekaya bağımlı yaşanacak. Gene emin olduğum şey insanoğlu olağandışı durumlarda olağandışı uyum yeteneği geliştirecek. Son 2 yıldan beri global bir salgının içerisinden geçiyoruz. Olağan saydığımız bir çok şeyin nasıl değerli olduğunu idrak ettik. Hiç düşünmediğimiz ve başımıza gelen birçok duruma uyum sağladık. Burada biraz kendi izolasyona uyum sağlama sürecimden söz etmek istiyorum.

Pandemide, ülkemizdeki ilk vakalara 2020 yılının ilk aylarında tanı koyulmaya başladı, Mart ayının ortalarında ise ilk izolasyon tedbirleri alınmaya başladı. Elbette, biraz olsun epidemiyoloji (salgın bilimi) bilen biri olarak, bu salgının öyle birkaç ayda bitmeyeceğini anlamam hiç de zor değildi.

İlk izolasyonda 65 yaş üzerine sokağa çıkma yasağı geldi, şehirde oturanlar her şeyi eve getirttiler (birçok kurye trafik kazasında vefat etti, maalesef).

Bizim köye herhangi bir kurye hizmeti yok, haftada bir gün Ptt dışında hiçbir paket servisi kapıya gelmiyor, yani market alışverişini telefonla yapmamız mümkün değildi. Evde benden başka 65 yaş altında kimse yok, bizim kızların sokağa çıkma yasağı vardı, böylece şehre inip markete gitmek hep benim işim oldu. Fakat başlangıçta henüz hastalıkla ilgili herhangi bir bilgi yoktu, dolayısıyla çok endişeliydik. Eve hastalık taşırım endişesiyle, şehre mümkün olduğu kadar az indim. Sanırım 10/12 günde bir market için gittim, şehre inmek beni hiç mutlu etmedi, sokaklar terk edilmiş gibiydi, çok keyifsizdi.

Zaten ne bir arkadaşınla buluşabiliyorsun, ne misafir kabul edebiliyorsun. İzolasyon başladığında Sermin köydeki kadınlara okuma yazma kursu veriyordu, yaşlı olduğumuz için hastalık taşımayalım diye gelmekten vaz geçtiler.

Bizim eve iki haftada bir temizlik şirketi geliyor, Nermin onlar da gelmesin diye tutturdu, ama buna razı olmadım. Aylarca eve bu kadınlardan başkası girmedi, onlarla da evin içinde köşe kapmaca oynadık.

Bütün hayatım boyunca, günde minimum birkaç yüz kişi ile muhatap olmuş bir insan olarak hep şöyle 3 ay boyunca insan yüzü görmesem, insan sesi duymasam diye dua ettim. Demek bazıları eşref saatine denk gelmiş, 2 yıl insan yüzüne hasret kaldım. Ne istediğine dikkat etmek lazım, en tuhaf istekler bile gerçekleşebiliyor.

Benim en büyük şansım köyde yaşamak oldu, yaz kış demeden kendimi dağa bayıra vurdum, köyün etrafında nereye kadar yürüyebileceksem, yürüdüm. Köyün etrafında ne kadar dere yatağı, orman yolu, mezarlık, eski kalıntı varsa keşfettim. Neyse ki turistik bir alanda değilim, turistik alanlardaki köylerde jandarma dolaşıp yürüyen insanları evlerine gönderdi. Evcil hayvanı gezdirmek serbest olduğu için duyduğumuza göre, insanlar sıra ile sokak köpeklerine tasma takıp gezdirmişler, hatta bugün bu köpeği gezdirme sırası bendeydi diye kavga bile çıkmış.

Bunun dışında her gün bahçede deli gibi çalıştım, ot yolmaktan, dünyayı yabani ot gibi görmeye başladım. Gene de kara kara kışı nasıl geçirebileceğimi düşünmeye başladım. Eve bir sürü el işi malzemesi ve kitap yığdım, fakat zaten bunları yaparım, belli ki bana bambaşka kaliteli zaman geçirme yöntemleri gerekliydi. Bu ıssızlıkta ben de herkes gibi telefona ve internete sarıldım.

Normalde yıllardır düzenli yoga yaparım, Çanakkale’ye yerleşeceğim zaman ilk aradığım şey yoga salonu olup olmadığıydı. Tabii izolasyonda bütün salonlar kapandı, neyse ki derhal zaman ayak uydurup, online dersler vermeye başladılar. Ben de yatak odamın rahatında yoga yapmaya başladım. Kimse baş üstü durabildiğimi falan düşünmesin, ancak sırtımın kamburunu biraz olsun düzelttiğini, ya da en azından ilerlemesini durdurduğuna iman ettiğim için ısrarla devam ediyorum. Üstelik kendimi iyi hissetmemi sağlıyor.

Sadece yoga dersleri almadım, birçok değişik konularda seri sohbet toplantılarına da katıldım, öyle ki hemen her akşam bir programım vardı. Bu programlar sayesinde haftanın hangi gününde olduğumu takip ediyordum desem yalan olmaz, çünkü günler birbirinin aynı geçiyordu.

Çanakkale’ye geldikten bir yıl sonra piyano dersleri almaya başlamıştım, bu dersleri de online yapmaya başladım. Piyano konusunu da biraz açmak gerekirse, buraya göçtüğüm sene arkadaşım Semra Haver Uğurgelen çok mutsuzdu, çünkü anne ve babası birkaç ay ara ile vefat etmişlerdi. Ben arkadaşımı son bir yıl içerisinde en az 10 yıl yaşlanmış görmüştüm, onu mutlu etmek için bir sürü toplantılar, geziler yapmıştım. O da beni Güzelyalı’daki evinde bizi ağırlamayı severdi. O evde bir piyano var (evle birlikte onu da satın almıştı), her gidişimizde birilerini bulup bizim için piyano çaldırdı. Ben de çocukken evimizde piyano olduğunu, benim de ufacıkken birkaç sene ders aldığımı, ancak hiç yeteneğim olmadığını, tamamen unuttuğumu söylemiştim. Bu konuşmanın üzerine ikimiz birlikte piyano dersi almaya karar verdik, asıl çalmak isteyen oydu, ben ona eşlik edecektim. Sonra ne olduysa oldu, ben ders almaya başladım, bir piyano aldım, Semra bir türlü başlayamadı, derken hastalandı ve uzun bir mücadele sonucunda rahmetli oldu. Sonuç olarak ben 4 yıldan beri piyano dersi alıyorum ve hala çalmayı beceremiyorum, ama inatla ders almaya devam ediyorum.

Her gün düzenli olarak yürüyüş yaptım, piyano çalıştım, ne kadar fastfood çeşidi varsa yaptım. Şimdi madem bunca işin var, daha bela mı arıyorsun diye düşünen olabilir, ancak bütün bunları yapıyorum, gene bir sürü zaman kalıyor. Çünkü televizyon izlemem. Uykum da iyice kısaldı. Roman okumaya konsantre olamıyorum. Elişi yapmayı da canım pek istemedi. Günler bir türlü bitmek bilmiyordu.

Önümde izolasyonla geçecek uzun bir zaman var, bir konuda online eğitim alayım diye düşündüm. Buraya geldiğimden beri tıbbi ve aromatik bitkiler yetiştirdiğim için, fitoterapi eğitimi almaya karar verdim, bir kurs bulup katıldım. Sonuç olarak bütün dünyada kullanabileceğim bir sertifika aldım, ancak eğitimi hiç beğenmedim, hiçbir şey öğrendiğimi de düşünmüyorum, üstelik daha kış gelmeden, sadece 3 ayda bütün kursu bitirdim.

Bu kez bari ikinci üniversite okuyayım diye düşündüm. Doçent olduktan sonra, biraz tıp dışı bir şeyler öğrenmek amacıyla açık öğrenime başlamıştım. O zamanlar açık öğrenim için yeniden üniversiteye giriş sınavına girmek gerekiyordu. Ben de 20 yıl aradan sonra yeniden sınava girdim, bayağı da yüksek puan aldığım için gargaraya gelip, en yüksek puanla girilen işletme bölümüne girdim. Fakat hem konular ilgimi çekmedi, hem de sınavlar hep benim yurt dışında kongrede olduğum zamanlara denk geldi. Ben sınavlara girmeyince sonunda beni okuldan attılar.

O zamanlar yanılmıyorsam sadece Anadolu Üniversitesinde açık öğrenim vardı, şimdi birkaç üniversitenin daha açık öğrenim bölümleri var. Üstelik bir üniversite okuyan bu bölümlere sınavsız giriyor. İkinci üniversite için, arkeoloji ve sanata meraklı olduğum için, Anadolu Üniversitesinin, 2 yıl süren, Kültürel Miras ve Turizm bölümüne kayıt yaptırdım. Üniversiteden, yurttan ömürlük arkadaşım Olcay ise, fotoğraf bölümüne kayıt yaptırdı.

Çok doğru bir karar almışım, derslerin birçoğu benim oldukça ilgimi çeken konulardı. En güzel tarafı da kış sabahlarında yapacak bir işim oldu. Zaten, sabah erken kalkarım, biraz uyusam bütün gün başım ağrır; izolasyon sürecinde uykum iyice kaçtı, sabah beş, beş buçuk gibi uyanmaya başladım. Bu memlekette özellikle Aralık ayında sabah dokuzda hava aydınlanıyor. Bu karanlık sabah saatlerinde ders kitaplarım ilaç gibi geldi. Üstelik daha önce bilgisayar ekranından okuduğum hiçbir şeyi anlayamazdım, inatla ekrandan okudum, böylece ekrandan okuma kısıtlılığımı da biraz kırmış oldum.

Aslında Türkçe, İngilizce, Cumhuriyet Tarihi gibi derslerimiz de vardı. Benim ana amacım zaman geçirmek olduğu için bu dersleri de almak istedim, fakat sistem ilk sınava bir hafta kala beni zorla muaf tuttu. Sonuç olarak her yarıyılda dörder dersim vardı. İlk sene sınavlar da online yapıldı. Yaz okulunda, 5 dersi aşmamak koşuluyla, ikmale kaldığın dersler dışında önündeki yıldan da ders alabiliyorsun. Yaz okulunda son senenin her iki yarıyılından birer ders aldım. Çünkü ikinci yıl artık hastalıkla ilgili bilgiler çok artmıştı, nasıl korunacağımızı öğrenmiştik, aşılarımızı da olmuştuk, yavaş yavaş da olsa mekanlar açılmıştı, arkadaşlarla yüz yüze sosyalleşmeye başlamıştık. Böylece, ikinci yıl her yarıyılda sadece 3 ders çalıştım.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden 3,65 not ortalaması ile mezun olan ben, bu okuldan 2,79 ile mezun oldum. Olsun, azmettim bitirdim ya ona bakarım. Bu diploma hiçbir işime yaramayacak, ama istesem resmen profesyonel turist rehberi olabilirim. 

AYŞE NUR ÖKTEN

DİPLOMA TARİHİ 23.05.2022

DİPLOMA NOTU 2,79

Mezuniyet Türü

ÖNLİSANS

Fakülte

AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ

Bölüm

KÜLTÜREL MİRAS VE TURİZM

Fakülte Giriş Türü

SINAVSIZ İKİNCİ ÜNİVERSİTE

Yabancı Dil

İNGİLİZCE

Kayıt Tarihi

01.09.2020

Büro

ÇANAKKALE

Sınav Merkezi

ÇANAKKALE

Show Buttons
Hide Buttons