Monthly Archives: Haziran 2021

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2021 TEMMUZ

Temmuz ayının adı  bazı kaynaklarda Arapça, İbranice ya da Süryanice olarak bildirilse de bu dillere de çok büyük bir olasılıkla Sümerceden geçmiştir. Gılgamış destanında, Tammuz ya da Dumuzi olarak adı geçen bu tanrı, Sümerlerde İnnanna’nın, Akadlarda ise İştar’ın eşidir. Her iki durumda da bolluk, bereket, tabiatın yıl içerisinde yeşermesi ve sonra sararması ile ilişkili mitolojisi vardır. Musevilerin kutsal kitabı Tanah’da da bu inanıştan söz edilmektedir.

Bu yıl kurban bayramı Temmuz ayının 19/23 günleri arasına denk gelmektedir. KTÜ’de çalışırken çok uzun zamanlar eğitim komisyonunda çalıştım, eğitim programını doğru düzgün ayarlayabilmek için bayram tatillerine hafta sonlarının katılıp uzatılacağını tahmin etmek çok önem taşır. Bu nedenle programı yaparken hemen bayramların haftanın hangi günlerinde olduğuna bakardık. Tecrübelerime göre dini bayramlardan biri hafta sonunda ise ikisi de hafta sonu oluyor, böyle yıllarda iş kolay. Ancak, bundan sonraki sene ise ikisi de tam hafta ortasına rastlıyor ve her iki bayramda da tatil son anda uzatılıyor, eğer bu durum düşünülmeden program yapılırsa mümkün değil dersler yetişmiyor.

Herkese iyi bayramlar dilerim. Ve umarım ki aşılar son sürat devam eder. Temmuz ayında kısıtlamalar da kalkacağı için bu bayramda salgının artmamasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Bu ay 10 temmuzda sabah 04:16’da yengeç burcunda yeniay, 24 temmuzda ise sabah 05:36da kova burcunda bir dolunay meydana geliyor. Ayın döngüsüne göre hazırlanmış bir takvim olan Hicri takvime göre 11r temmuzda  1442 yılının zilhicce ayına giriyoruz. 

Ayın 27/28 gecesi delta aquarid göktaşı yağmurunun en güzel göründüğü gece olacak. Delta aquarid gök taşı yağmuru aslında temmuz ortasından, ağustos ortasına kadar sürer, eğer şehirden uzaktaysanız kayan yıldızları görmek mümkündür, perseid meteor yağmuru ile de çakışabilir. Bu gök taşı yağmuru, kova takımyıldızının olduğu yerden saçılır ve dünya yörüngesinin, 96P/Machholz kuyruklu yıldızının yörüngesi ile kesişmesi nedeniyle gözlemlenir.

Temmuz ayı geldi diye fırtınalar bitti sanılmasın; ayın 1’i yaprak fırtınası, 3’ü sam yelleri (sıcak rüzgarlar) , 9’u Çark fırtınası, 10’u Beravih rüzgarları sonu, 20’si gün dönümü fırtınası, 30’unda Kızıl erik fırtınası diye isimlendirilmiş fırtınalar vardır. Bu yıl havalar önceden hiç tahmin edilemez şekilde geçiyor. Hava tahmincilere göre, aşırı sıcaklar ve ardından fırtına, dolu gibi sert havalar mümkün imiş.

KORKUYA VERİLEN BEDENSEL CEVAP TİPLERİ, KORKUNUN BEDENDE BIRAKTIĞI (BELKİ DNA’ DA BİLE) KAYITLAR

Bu günlerde ‘Beden Kayıt Tutar’ isimli bir kitap okuyorum, kitapta yaşanmış travmaların (korkutucu deneyimler) bedende nasıl kayıt edildiği ve çeşitli hastalıklara zemin hazırladığından söz ediliyor.

Kitabı okudukça ‘korku’ deneyiminin insan üzerindeki etkileri, daha da çok korku duygusu ve kendi korku deneyimlerim üzerine düşünüyor ve bazı çıkarımlarda bulunuyorum.

Korku duygusunun ortaya çıkması başlıca iki şekilde oluyor. Korku; içinde yaşadığımız anda meydana gelen gerçek bir tehlike karşısında ya da herhangi bir tehdit yokken, görünürde korkutucu bir şeyler bulunmazken ortaya çıkabiliyor.

Gerçek bir tehlike karşısında ortaya çıkan korku organizmanın hayatta kalmasını sağlayan oldukça sağlıklı bir duygudur. Tehlike anında (çok kısa bir özetle) sempatik sinir sistemi aktive olur, adrenalin ve benzeri homonlar salgılanır ve bedende ‘savaş ya da kaç’ şeklinde fizyolojik cevaplar silsilesi meydana gelir. Kan basıncı artar, kaslara kan (ve şeker) hücum eder ve koşmaya ya da savaşmaya başlarsınız.

Mesela yakınlarda bir yerde elinde silahla sağa sola ateş eden birini gördünüz, freni patlamış bir araç üzerinize doğru geliyor, aniden patlayıcı bir ses duydunuz, bu gibi durumlarda korkmak en sağlıklı duygusal cevap olacaktır. Çünkü organizmanın hedefi hayatta kalmaktır.

Gerçek tehlike karşısında hormonların verdiği yanıt tektir, ancak her insan bu hormonal değişikliğe aynı şekilde tepki vermez. Adrenalin artmasına verilen fiziksel cevap KAÇ/SAVAŞ gibi özetlenebilse de hiç de azımsanmayacak bir gurup DONAKALIR. Hareket edemez, ses çıkaramaz (çok meşhur bir örnek olarak, karatede siyah kuşak sahibi bir kadının vahşi tecavüze uğraması sırasında saldırgana saldıramamasıdır).

Korktunuz ve adrenalin salgıladınız. Acaba fizyolojik cevabınız savaşmak mı, kaçmak mı, donakalmak mı olacak?

Genel olarak her insanın kendi adrenaline karşı verdiği fizyolojik cevap tek tip oluyor, bir insan savaşçıysa savaşıyor, kaçıcıysa kaçıyor, donucuysa donuyor. Yani bir insan stres karşısında bir gün donarak, diğer gün kaçarak ya da savaşarak cevap vermiyor.

Bu cevabı nasıl yaşadığınız (birçok hastalığın temelinde yatan ana nedenlerden biri olmalı) sizin daha önceki yaşam deneyimlerinize, genel ruh halinize, bedeninize ve hayatınıza bakış açınızla ilintili olacaktır.

Örnek verecek olursam, birçok kadın hissettiği ani bir korku karşısında çığlık atar (bu bir savaş mekanizmasıdır, yüksek ses düşmanı korkutabilir). Birçok erkek kendini tehdit altında hissettiği zaman sesini yükseltir, ayağa kalkar, kollarını açar (fiziksel bedenini olduğundan büyük gösteriyor) ya da gerçekten kavgaya tutuşur, bu da bir savaş durumudur.

Bazı insanlar ise tehlike sezdikleri ortamlardan uzaklaşır, başına iş çıkaracağını düşündüğü sohbetlere katılmaz, korktuğu kişiye fazla görünmez, bu gibi durumlar modern zamanda sempatik sistemin tetiklediği kaçma cevabıdır (ne de olsa eskiden olduğu gibi peşimizden yaban hayvanları kovalamıyor).

Donakalanlara gelince (hayvanlar da saldırıya uğradıklarında ölü taklidi yaparak bazı durumlarda avcıdan kurtulabiliyorlar), çığlık atamaz, kendilerine bir haksızlık yapıldığında cevap veremez, sözlü sınavda tutulur, hatta üzerine doğru gelen arabadan kaçamaz, öylece bakakalır.

Ben donakalırım, donmanın daha iyi anlaşılması için kendi deneyimlerimden örneklendireceğim.

Şehirlerde şiddetli ve sürekli terör yaşandığı bir dönemde üniversite okudum, bir olay patlak verdiğinde olduğum yerde kalakalırdım,  mümkün değil ayaklarım yerden kalkmazdı, bu sayede herkes koşarken geride kalırdım ve ben hiçbir hareket yapmadan tehlike benden uzaklaşmış olurdu. O zamanlar bu durumu ‘korkusuz’ olmama bağlamıştım.

Bu son cümle içinde de korkunun bir kaç önemli özelliği barınıyor. Bunlardan birincisi insan yaşadığı duygunun korku olduğunun farkında olmayabilir, korku hayatımızda düşündüğümüzden çok daha fazla yer kaplıyor.

Bir başka özellik de mesela savaşlar ya da aile içi şiddet gibi, eğer korkutucu durum çok uzun süreli olursa kişi kronik adrenalin deşarjına karşı tolerans geliştiriyor, fiziksel belirtiler bu kadar şiddetli hissedilmiyor.

Bu donakalma hadiselerimden birini ayrıntılı anlatayım. Mecburi hizmetteyken, bir akşam evimde misafirlerim vardı, o akşam, bekar evimdeki neredeyse bütün tabak çanağımı yıkamış ve tezgahta düzenlice dizmiştim. Ertesi gün yemek yedikten sonra çıkan bulaşığı  yıkadım, niyetim bunları kurulayıp dünden kalan tabak çanak yığınını da  toplarlayıp hepsini her zaman yaptığım gibi  duvarda asılı bulunan dolaba kaldırmaktı. Fakat kendi tabağımı yıkarken, içime  derhal mutfaktan uzaklaşmamı gerektiren garip bir his girdi (deprem öncesi hayvanların ne hissettiklerini biliyorum sanırım).

Elimdeki tabağı evyeye atıp kapıya yöneldim, tam çıkarken mutfaktan bir çıtırtı geldi geri baktım.  Ve bundan sonrası yavaşlatılmış çekim gibi, gözlerimin önünde mutfak dolabı duvardan koptu, önce musluğa çarptı, musluğu koparıp, yarım takla atıp, tezgahtaki bütün tabakları süpürerek yere düştü, bundan sonra taklasını tamamlayarak, karşı duvara yaslı duran buz dolabının kapısını göçerterek durdu.

Bu sırada kamyon kazası olabilecek bir gürültü çıktı. Ben mutfak kapısında öylece bakakaldım. Gürültü o kadar büyüktü ki bütün komşular koşup kapıma geldiler, kapıyı açtım ve  sadece parmağımla mutfağı gösterip ‘şey oldu’ diyebildim.

O kadar donuktum ki, komşum hemen evini açıp beni kendi evine itekledi, kızı süpürge faraş evime dalarak temizlik yaptı. İyiyim demem aldırmayıp, bileklerime kolonya sürdüler, şekerli sular içirdiler, biri nane yağı koklattı. Meğer korkudan donan bir insan için yapılabilecek en iyi şeyi yani sosyal desteği vermişler.

Korku eğer görünürde bir tehlike yokken ortaya çıkıyorsa, muhtemelen herhangi bir durum, daha önce yaşamış olduğunuz korku deneyimi tetikler ve bedeniniz o anda aynı tehlike karşısındaymışsınız gibi yanıt verir.

Şimdi anlatacağım bu tip ilgili bir deneyim.

Geçenlerde evde temizlik yapılıyordu, ben de köyde yürüyüşe çıkmıştım, temizlikçi kadın telefon açıp evde elektrik olmadığını söyledi. Jeneratör var, ama sadece köyün elektriği kesilince devreye giriyor, evin sigortası atması durumunda devreye girmiyor. Kadına sigorta atmıştır dedim ama hayır baktım sigorta atmamış dedi.

Ben birden bire donakaldım, eve dönmek istiyorum ancak bacaklarıma sanki taş oturdu, bacaklarımı adım atmaya bilinçli bir şekilde komut verip, yürümeye zorlayarak, perişan halde eve döndüm. Normalde kilometrelerce yürüyüş yapabilirim ama o 500 metre bacaklarımı mahvetti, 3 gün ağrıdan merdiven inip çıkamadım.

Çünkü, köye ilk taşındığımız günlerde köyün elektrik trafosuna yıldırım düşmüştü ve elektriğe takılı her şey bozulmuş, eve günlerce tamirciler gelip gitmiş, oldukça sıkıntı çekmiştik. Hatta elektrikli cihazlardan birinin bozuk olduğu ilk anda fark edilmemiş olduğundan bu olaydan aylar sonra ciddi bir yangın tehlikesi atlatmıştık.

Kadın bana sigorta atmamış dediği andan itibaren beynim sadece sigortanın attığını, kadının alt kattaki genel sigortaya bakmadığını söylemesine rağmen, bedenim bu zor durumu hatırladı ve korkuya verdiğim donma reaksiyonunu verdi. Sonuç olarak, beden korkuyu kayıt ediyor, tehlikeyi sadece hatırladığında da aynı tepkiyi veriyor.

Şimdi anlatacağım ise çok daha farklı bir şey. Sizin hiçbir zaman karşılaşmadığınız, karşılaşma imkanınızın çok düşük olduğu durumlara karşı da korku geliştirebiliyorsunuz. Mesela sürüngen, kemirgen, örümce, böcek korkusunun, hayatında gerçek fare, yılan görmemiş, apartman dairelerinde yaşayan insanlarda bile ne kadar yaygın olduğunu görünce, çok eski dönemlerde insan genlerine epigenetik olarak işlenmiş bir şey olduğunu düşünüyorum.

İnsanların korktuğunu kolayca anlayamamalarının bir diğer sebebi de korkunun midede, kalpte ya da başka organlarda ağrı ya da rahatsız edici duygularla ortaya çıkmasıdır.

Korku, dozunda ve yerinde yaşandığı zaman sağlıklı bir duygu olmasına karşılık, beyin ve beden üzerinde kalıcı etkiler bırakıp, adeta ruhunu damgalayarak insanı zapt  edebilir. Bu hastalık hali akut, tekrarlayıcı ve kronik olabilir.

Acaba hastalık geliştirme riski daha yüksek olan bir fizyolojik cevap tipi var mı? KAÇ/SAVAŞ gibi aksiyon alarak cevap verenler daha şanslıdır, DONAN ise hastalık geliştirmeye, kapanmaya, sosyal izolasyona daha yatkındır diye düşünüyorum.

O anda yaşanılan tehlike, ya da daha önceki bir deneyime atfen ortaya çıkan korku karşısında insanın bilinçsizce verdiği kaç, savaş, don şeklindeki cevabını değiştirebileceği güvenilir bir yöntem var mı, bilemiyorum.

Son olarak cesaret korku duymamak değildir, riski hesaplayarak göze almaktır. Risk hesabı yapmadan ortaya atılmak başka bir şeydir (akılsızlık, kendine zarar verme isteği…).

GEÇEN GÜN LAPSEKİ PAZARINI GEZDİM, BİR DOLU HATIRA CANLANDI, NOSTALJİNİN DİBİNE VURDUM

Geçen hafta aylar hatta bir yıldan daha uzun süreden beri ilk kez doya doya Lapseki pazar yerini gezdim.

Hayatta gezmekten en çok keyif aldığım yerler üreticinin kendi ürününü sattığı pazar yerleridir. Muhtemelen insanların içinde bir yerlerde şehirde yaşamanın getirdiği anlatılmaz yaşanır bir özlem var ki, tanıdığım hemen herkes üretici pazarlarında gezmeyi sever.

Çocukken, Trabzon’da, Kunduracılar caddesinde yaşardık, o dönemde, pazara gittiğimizi pek hatırlamıyorum, ancak pazarı aratmayacak tazelikte sebze meyve satan bir bakkalımız olduğunu ve ondan alışveriş yaptığımızı hatırlıyorum.

Bakkal aldıklarımızı, her esnaf gibi, eski usul terazi ile ölçerdi. Bu terazide ölçü yapmak için üzerinde kaç gram olduğu yazan demir ağırlıklar vardı, bir kefeye sebzeyi koyar, diğer kefeyi de bu ağırlıklarla dengelerdi, zaman içinde göz kararları gelişmiş olmalı ki, genellikle aldığın malzemeyi dengelemeyi çok kısa sürede başarırlardı. Aldığın sebzeyi ise ham kağıttan yapılmış, birleşim yerleri alçı gibi bir şeyle yapıştırılmış, kese kağıtlarına koyarak bize verirlerdi. Bizde de ipten örülmüş file olurdu, bu filelerle eve taşırdık. Zaman zaman evde birikmiş gazete kağıtlarını bakkala götürür, kese kağıdı yapması için verirdik.

Alışveriş dönüşü ambalaj çöpü diye bir kavram yoktu.

Çocukluktan hatırladığım ilk köy pazarı ise, Annelerle (anneannemiz) yazın, Rize’nin Pazar ilçesinde gittiğimiz köy pazarıdır. Biraz daha büyüyünce yazlarımızı, Trabzon ile Akçaabat arasında bulunan Yıldızlı köyündeki doktor evlerinde geçirmeye başladık. O zaman da Annelerle, Akçaabat’ta pazara gittiğimizi hatırlıyorum.

Anneler bu pazarlardan canlı tavuk alır, bu tavukları iki hafta kendi eliyle besledikten sonra keserdi. Tavukların tüylerini yolmasını, ince tüyleri tütsülemesini bu gün gibi hatırlıyorum. Bu tavuklar şimdiki çiftlik tavuklarından çok farklıydı. Hem pişmesi inanılmaz derecede zordu, hem etleri çok daha koyu renkliydi, hem de çok daha farklı bir lezzeti vardı.

Akçaabat’taki pazarda ‘zaguda’ pazarı denilen bir kısım vardı. (Karadeniz bölgesinde de, Marmara ve Ege kadar olmasa da zeytin ağaçları vardır. Trabzon’da yeşil zeytinin taşla kırılmış, suda bekletilerek acısı alınmış şekline zaguda denilir.)

Daha sonra Trabzon’da küçük Ayvasıl kilisesinin olduğu sokağa yerleştik, böylece ‘Pazarkapıya’ çok daha yakın oturmaya başladık. Pazarkapıda bir sürü manav, bakkal dışında bir de kapalı köylü pazarı vardır. Bu pazarda haftanın  her günü, kadınlar kendi ürettikleri ürünleri satarlar. Bu pazardan alışveriş yapmayı çok severdim.  

Boztepe’ye taşındıktan sonra en çok bu pazarı özlemiştim, daha sonra birkaç sokak öteye Pazar günleri köy pazarı kurulmaya başlandı. O dönemde her pazar sabahı mutlaka bu pazara gider, haftalık alışverişimi yapardım.

Aslında hiçbir şey almasan bile pazar yerlerini gezmenin, insanı mutlu eden, tuhaf bir büyüsü vardır.

Dünyada bir çok memlekete turist olarak gittim, hemen her ülkenin köy pazarlarını gezdim. Şimdi beni bir Pazar yerine koysanız, pazarın şeklinden, ürün çeşitlerinden hangi memlekette olduğumuzu kabaca söylemem mümkündür.

Mesela Avrupa’daki pazarlar, genel olarak sınırları oldukça belirgin bir alanda, küçük bir parkta ve onu çevreleyen sokaklarda kurulur.  Satıcıların önünde neredeyse seyyar bir dükkan denilebilecek, tezgahlar bulunur. 

Satılan ürün eğer sebze, meyve ise küçük şeffaf plastik kaplar, hatta bardaklar içerisinde, bazıları dilimlenmiş şekilde, tane işi olanlar da neredeyse sayılabilecek kadar az miktardadır. Ürünlerin çoğunluğu, işlenmiş et (salam, sucuk, pastırma), pasta, ekmek gibi hamur işleri, dondurma ya da atıştırmalık alabileceğiniz yiyecek tezgahlarıdır. Bu pazarlarda genellikle canlı çiçekler de bulunur.

Eğer mesela Uzak Doğu’da bir Pazar gittiyseniz, burada egzotik meyveler, balık ve su ürünleri ön planda olabilir. Eğer eski Sovyet topraklarındaysanız, ürünler bizim pazarlara benzer, ancak sergilenişi çok daha düzenlidir. Bir kere pazar yerleri bayağı tanzim edilmiş, sırf bu işe ayrılmış alanlarda kurulmuştur, ikincisi de ürünler tezgahlarda neredeyse askeri nizamda dizilidir, üçüncü olarak benzer ürünleri satan tezgahlar bir araya toplanmıştır.

Beni en çok etkileyen pazar yeri ise Peru’da gezdiğim ve hala unutamadığım pazardır. Burada şehirde, ucu bucağı olmayan, tanıdığım, tanımadığım her türlü sebze meyvenin her  çeşidinin olduğu bir pazar, köylerde ise daha ufak ve yöresel ürünlerin satıldığı bir sürü pazar gezmiştik. Papaya, ejder meyvesi, ananas, adını bilmediğim bir sürü tuhaf meyve, bir sürü kök sebze görmüştüm. Ayrıca bildiğimiz her türlü meyve de vardı, üstelik bin bir çeşitlerdi. En çok aklımda kalan ise mısır ve patateslerdeki renk, şekil  ve boy farklılıklarıydı. Oradan getirdiğim mısırları üretememiştik, yıllar sonra gene güney Amerika kıtasından getirdiğim domates ise bizim bahçede şekil değiştirdi.

Türkiye’de ise bölgeden bölgeye satılan ürünler değişiyor, Ege bölgesi malum çeşit çeşit otları ile ünlü. Doğu’da bir pazara gitseniz, tahıl, peynir, salçalar gibi ürünler dikkatinizi çeker.

Çanakkale bir tarım havzası, pazarlar gerçekten sosyal hayatta hayati önem taşıyor, her iş köy pazarlarına göre ayarlanıyor. Örnek olarak Cuma günleri bizim köyde hiç kimseyi bulamazsınız, çünkü herkes şehirdeki köy pazarındadır. Pazarlar, sadece alışveriş alanı değil, sosyal hayatın vaz geçilmezi, diğer köylerden ve kasabalardan haber alınmasını sağlayan kadim bir gelenektir.

Hemen her kasabada özel Pazar yerleri yapılmıştır, ancak Gelibolu ve Lapseki’de pazarlar hala sokaklarda kuruluyor. Şimdi karantina nedeniyle şehirdeki sebze ve tuhafiye pazarı günleri ayrıldı, ama önceden birlikte olurdu.

Biz salgın öncesinde hemen her hafta Çanakkale’deki, arada Lapseki’deki, zaman zaman da Çan, Biga, Ezine, Gelibolu pazarlarına giderdik. Bir kere de Bayramiç pazarına denk geldik, eski köy pazarlarına en fazla benzeyen galiba oydu. 

Lapseki pazarı da, eski köy pazarlarına şehirdekine göre çok daha fazla benzer. Geçen gün Lapseki’ye yürüyüş için gittiğimde, pazara denk geldim. Yolun deniz tarafındaki sokaklarda kıyafet, kumaş filen satılan kısım kurulmuştu, havludan, payetli şalvar kumaşına kadar her şey satılıyordu, eski usul kara lastik bile vardı, nostalji yaparak bahçede giymek için kendimize kara lastik ayakkabı aldım.

Yolun yukarısındaki sokaklarda daha da büyük nostalji yaptım, her türlü sebze meyve, kadınların evde pişirdiği ekmek vs vardı. Ancak iki şey var ki beni hatıraların dibine vurdurdu.

Hani eskiden açıkta satılan, kesme şeker diyemeyeceğiniz kadar büyük, sert mi sert çay şekerleri olurdu, hatta bunları istediğiniz ölçüde kırmak için özel  kıskaçları olurdu. İşte yıllar sonra bu şekerlerden buldum ve aldım.

Daha da inanılmazı canlı civciv bile vardı. Hem tavuk hem de ördek, ya da kaz civcivi satılıyordu. Bir de bu bölgede beçtavuğu bir hayli yetiştiriliyor. Bu tavukların yumurtaları beyaz olmuyor, aksine mavi, yeşili kahverengi, sarının her tonu rengarenk oluyor. Bu renkli yumurtalardan da gördüm.

Bu şehirde bir de Giresun, Ordu taraflarından alışık olduğum, zamanları geldiğinde yerel mantar görmek de mümkün. Kültür mantarı ise her zaman satılıyor. İzmir pazarlarındaki kadar çok yabani ot satılmasa da her pazarda hangi otun zamanıysa bulmak mümkün.

Yerel tohumlar aslında arz kürenin, o noktasındaki toprağın, suyun, havanın birleşiminden oluşan doğal çevreye en  uygun haliyle milyonlarca yıldan beri evrimleşmiş, yöresel DNA bankasıdır. Bir bakıma o coğrafi bölgenin ‘Levh-i mahfuz’udur.  Umarım bizden sonraki nesiller de bu biyolojik çeşitliliği görme şansına sahip olur.

Bu yıl denizdeki salyaları gördükçe dünyaya neler yaptığımızı ve daha ne kadar zarar verebileceğimiz düşünmeden edemiyorum. Pazar yerini gezerken duyduğum sevinç, şimdi yazarken yerini kaygıya bırakıyor.

Perudan çeşitli patatesler
Peru gördüğüm en güzel pazar diyebilirim
Dijon pazarı
Dijon pazarı, kulağımdan Emre çıkıyor
Beçtavuk yumurtası
Show Buttons
Hide Buttons