Category Archives: Mistik deneyimler

KARMA BİZİM MEMLEKETTE NASIL İŞLİYOR?

Karma felsefesi, Hindistan’da ortaya çıkmış, son zamanlarda hemen bütün dünyaya yayılmış bir düşünce sistemidir. Kabaca; ‘eden bulur’ ya da ‘ne ekersen onu biçersin’ inancıdır. Bu ekme/biçme işi bu dünyada meydana gelir, eğer bu hayatta yeterince ödeme yapamadıysan, sonunda borç/alacak kalmayana kadar tekrar tekrar dünyaya gelip durursun.

Buna karşılık semai dinlerde bu dünya hayatında yaptığın işlerden öbür dünyada sorumlu tutulursun, ceza ve ödül ahirete intikal eder. Borçlarını ödeyebilmek için yeniden doğuş yok, bu da mantıklı; çünkü ödeme yapmaya geldiğin her yeni yaşamda yeni borçlar edinmeyeceğinin garantisi yok. Böylece döne döne dünya hayatına geri gelmeye gerek kalmaz.

Yıllar önce, okuma yazması bile olmayan bir kadının anlattığı bir olay, bana halk arasında Müslümanlık inancının içine sindirilmiş bir çeşit karma inanışı olduğunu anlamamı sağlamıştı.

Zaten ‘etme bulma dünyası’ diye özdeyişi olan bir milletten başka ne beklenirdi ki?

Kadın bir gün sokakta çok aç bir hayvan görmüş ve elinde ekmek varmış, ancak sadece kendi tüketecekleri kadar olduğu için aklından geçtiği halde köpeğe ekmek vermemiş, sonra da evine varmadan kaldırımda düşüp, bir hayli berelenmiş.

Kaldırımda açık bir rögar kapağı vardı, ama ona göre düşmesinin tek sebebi köpeğe ekmek vermemesiydi, (bana sorarsanız hata kaldırımı döşeyende, çok mu harici düşündüm?). Kadın ise tamamen faklı kafada, hafif suçların bu dünyada, daha ağır suçların ise diğer dünyada cezalandırılacağına gönülden inanıyordu. Bu da fena bir düşünce sayılmaz, düşüp bacağını morartıyorsun, böylece esas cezandan eksiltiyorsun.

Aslında hayatım boyunca bu düşüncenin izleriyle karşılaştım.

Mesela benim migrenim vardır, mecburi hizmetim sırasında baş ağrısı şekil değiştirmişti, tam altı hafta boyunca aralıksız başım ağrımıştı, öyle böyle bir ağrı değildi, hemen her gün hastaneye gidip damardan ilaç almak zorunda kalmıştım. Başımın ağrısı dayanılmaz hale geldiği zamanlarda beni görenlerin ödü patlıyordu. Bir arkadaşım da bu perişan halimi görüp bana çok özenmişti, söylediklerinden anladığıma göre bu dünyada ahiret cezalarımı çekiyordum, yani Allah’ın şanslı kullarından (dünyada ceza çekecek kadar az günahlı) biriydim.

Evli olmadığı halde hamile kalan bir arkadaşım vardı, o dönemler için bu durum pek de kabul edilebilir bir durum değildi. Teyzelerimden biri; sakın ola onu yargılama, sen de genç bir kızsın, dalga geçersen senin de başına gelebilir diye beni sıkı sıkı öğütlemişti. Yani, onu ayıplamayarak, başıma benzer bir şey gelme ihtimalini ortadan kaldıracaktım. Empati de neymiş? Ya da ben kimim ki onu yargılayayım? Bilemedim.

Yaşım ilerledikçe, öyle bazı olaylarla karşılaştım ki bazı insanlar için karma bu dünyada ve bu hayatta işliyor diye düşünüyorum.

Örnekler ise oldukça bol ve çeşitli; yine bir tanıdığımın başına gelen bir şey bana kuvvetle ‘karma işliyor’ duygusu yaşattı. Oysa her zaman olan olduğu gibidir, olaylara biz duygu atfederiz diye düşünürüm ya da öyle düşündüğümü zannederim.

Fakat daha farklı eden bulur hikayelerini anonim olarak anlatacağım. Bir hemşire arkadaşımı, senin çalışma saatlerin belli değil, kim bilir nöbette doktorlarla neler yapıyorsunuz diyerek terk eden ve yıllar sonra çalıştırmadığı karısını kendi evinde ve yatağında, bir polisle basan adam mesela.

Aşırı çapkın bir arkadaşımın, nihayet evlendiğinde kadının ondan daha çapkın çıkması mesela. Bu çocuk evlenmeden benim yatağa atamayacağım kız yoktur diyerek övünen ve gerçekten de her hafta farklı bir kızla gezen biriydi. İlginç olarak, kızlar terk edildikten sonra çok üzülür ve aylarca ardından koşarlardı. Günün birinde çok tatlı bir kızı çok üzmüştü, ben de bak ah alıyorsun sonunda elbet seni de aldatacaklar demiştim, beni boynuzlayacak kadının alnını karışlarım cevabını vermişti.

Nihayet evlendi, bir çocuğu oldu ve gerçekten de duruldu. Derken bir sürü olaylar olmuş, karısı bundan boşanabilmek için onu aldattığını açıklayarak ( hatta ispatlayarak) dava açmış. Bizimki, hakim bey, ben karımı seviyorum, bizi boşamayın, yuvam yıkılmasın diye yalvarmış. Hakim bile dayanamayıp, bizimkine ağzına geleni söylemiş.  

Sarp kapısı açılıp da bütün Rusya Federasyonu halkının, Doğu Karadeniz bölgesine akın ettiği o zamanlarda bir nesil kadın kendilerini ailesi için feda etti, burada seks işçisi olarak çalışıp memleketteki ailelerine baktılar. Bu kadınlardan biraz daha şanslı olanı kendine bir erkek bulup, çoğu ikinci eş (nadiren ilk eş) olarak yaşayarak, o adamdan bir de çocuk yapıp, bir dereceye kadar kendilerini de kurtarmış oldular. Bu yıllar bizim tarihe tanıklık ettiğimiz bir başka sosyal olgudur. Bu ikinci eş, metres, seks işçisi olarak ailelerini bakan kadınlar arasında Bolşoy balerininden tutun, tıp doktoruna, makine mühendisine kadar ne kadınlar vardı.

Her neyse bu farklı bir konu, ama bizim akrabalardan biri çok yüksek sesle kocası bir metres tutmuş diğer akrabalarla dalga geçiyordu. Kahkahalar atıyor, zalimce eğer siz kadın olsanız, kocanız başka karı aramazdı, adam da ne yapsın bakıyor evde bir gudubet, tabii gidip o güzelim kadınlar birlikte oluyor filan diyordu. Ayrıca aldatılan bu kadınlarda birazcık gurur olsa boşanacaklarını, kocalarının başka bir kadınla birlikte olduğunu bile bile nasıl olup da birlikte yaşadıklarını, gayet müstehcen ve kaba sözlerle anlatır dururdu.

Burada olayın devamını yazmama gerek yok herhalde.

Son duyduğum olay ise bu kadar basit değildi. Olay, çok tanınabilir ve acı verici olduğu için yazmıyorum, ama bu olay yaşandığı dönemlerde, kimsenin toplum içinde çizdiği resme göre yaşamadığını düşünmüş ve konuya dahil olan herkesle arkadaşlığımı sınırlamıştım.

Son duruma bakıp, eğer yukarıdaki teori doğru ise demek ki bazen daha büyük günahların cezası da bu dünyada çekilebiliyor diye düşündüm.

BİLGE BİR MANOLYA AĞACI

Köye yerleştiğim zaman sınıf arkadaşım Semra bana ev hediyesi almak istemiş, neye ihtiyacın varsa onu alayım diye bana sormuştu. Ben de ondan bahçem için bir kaç fidan istemiştim, onun aldığı fidanları evin etrafına sıra, sıra dikmiştik. Bu fidanlardan biri de bir manolya fidanıydı.

Manolya fidanına Semra adını vermiştim. Her nedense onun aldığı fidanların hepsi tuttu, fakat bir hayli cılız oldular. Mesela onun narı minnacık iken 5 metre uzaktaki nar şimdi ev boyunu geçti. Yine iğde  de, kızılcık da minicik kaldılar. Manolya ise güzelce büyüdüğü halde bir türlü çiçek açmadı.

Ağaçları diktikten bir buçuk yıl sonra arkadaşım oldukça saldırgan, yıkıcı bir hastalık tanısı aldı. O tanıyı aldıktan sonraki kış oldukça sert geçmişti. Hatta bir sefer oldukça yoğun yağan kar, manolya Semra’nın tepe dalını kırdı. Kırılan dalı düzgünce kesince, ağacın boyu yarıya düştü.

Bu sene ise, Semra’nın hastalığı ağırlaştıkça, ağaçları daha da üzüldüler. Mesela, şubat ayında oldukça sıkı bir fırtına oldu, ertesi sabah, onun aldığı ve bir türlü büyüyemeyen iğde ağacını kökünden kopmuş, boylu boyunca yere uzanmış halde buldum. Tuhaf bir şekilde ağacın sanki hiç kökü yoktu.

Bu yıl, bütün kış boyunca her kar yağdığında manolya Semra’nın bir dalı daha kırıldı. En son olarak asıl ağaçta hiç dal kalmadı, fakat altında yeni bir filiz sürdüğü için ağacın kökünü kaldırmamıştık.

Bu filiz, geçen yaz baş göstermişti, ancak sadece 2,5 yaprağı vardı, büyümüyordu. Son iki aydan beri arkadaşımın durumu iyice ağırlaştıkça o minicik fide de hastalandı, yaprakları üzerinde kahverengi lekeler çıktı.

Artık o fidenin de sonu geldi diye düşünüyordum.

Fakat geçtiğimiz Salı günü arkadaşım vefat etti. Benim bahçedeki minik manolya fidesinin tepesindeki kavrulmuş gibi görünen ve aylardan beri hiçbir hayat belirtisi göstermeyen yaprak açıldı ve içinden taze yaprakçıklar çıktı.

Bu eş zamanlılığı hiçbir yorum eklemeden not ediyorum. Bakalım bu minik manolya fide kendini kurtarabilecek mi?

Minik fidecik
Son dal da gitti
Tepe daldan sonra yavaşça dallar kopuyor
Son kalan dal

ZOR ZAMANLAR, ÜSTÜNE BİR DE BAŞ ROLDE URANÜSLE MAVİ BİR BOĞA DOLUNAYI, DNA’LARIMIZDAKİ ŞAMAN ORTAYA ÇIKTI

Bu yıl, artık şaşırmayı unuttuğumuz, her korkutucu olayı ‘ bu yıl, bu da olmasaydı şaşardım zaten’ diye göğüslediğimiz bir yıl oldu. Sanırım ileride, insanlık tarihi içerisinde, bizim yaşadığımız bu kısıtlı zaman diliminin en çok anılacak yılı bu yıl olacak, en azından tıp tarihi açısından böyle olacağını iyi biliyorum.

Çünkü bu salgın ve nasıl devam edeceği ve sonlanacağı konusu henüz meçhul, bu ve büyük olasılıkla gelecek yıldan salgın bilimi açısından alınacak bir sürü ders olacak.

Salgın başladığı günden itibaren, insanlık tarihine damga vurmuş diğer salgınlar dikkat çekti. Ancak bu deneyimlediğimiz salgın, önceki veba salgınlarına bir çok açıdan hiç benzemeyen bir salgındır. Damlacık yolu ile bulaşan bu boyutlarda salgının tek örneği, 100 yıl önce birinci dünya savaşında ortaya çıkan salgındır. Çünkü o zaman dünya savaşı dolayısıyla, daha önce örneği görülmemiş şekilde, kıtalar arası insan taşımacılığı ve ordu düzeni içerisinde toplu yaşam koşulları mevcuttu.

Dünya bu tarihten önce bu kadar sıkışık yaşamıyor, bu kadar uzaklara bu kadar yoğun insan dolaşımı olmuyordu, dolayısıyla damlacık yolu ile bulaşan bir viral salgının bu kadar hızla dünyayı dolaşması mümkün değildi.

Şimdi de hem çok kalabalık bir insan nüfusu var, hem de çok işlek bir insan dolaşımı var. Aslında bu yaşam şeklimizle, insanoğlu olarak, bulaştırıcılığı fazla, ölüm oranı düşük, damlacıkla bulaşan bir virüsün pandemi yapması için tam da uygun bir matriks oluşturuyoruz.

Bundan sonra da insan nüfusu en azından yakın gelecekte, azalma eğilimi göstermeyecek, şehirlerde toplu halde yaşamaya giderek daha da kalabalıklaşarak devam edeceğiz ve dünyayı giderek daha da bir birine yaklaştıran seyahat, ticaret alışkanlıklarımız da azalmayacak.

Sonuç olarak bir sonraki damlacık (hava yoluyla bulaş) pandemisi çok daha uygun bir ortamda, çok daha kolayca yayılacak. Çünkü virüslerin yaşam döngüsü böyle, onlar yaşamlarının devamlılığını sağlamak için, sürekli değişiyor( mutasyon).

İnsanoğlu evrim süreci içerisinde, en güçlü en dayanıklı tür olduğu için değil,  çevre koşullarına en iyi adaptasyon gösteren ve çevreyi kendi lehine (kısıtlı da olsa) değiştirebilen bir canlı olduğu için bu gün besin zincirinin tepesinde bulunuyor. Sonuç olarak bu salgın, gözlem yapıp bilimsel veriler ışığında gelecekteki salgınlar için başa çıkma modellerine ilham verecek.

Evet bu yıl işimiz sadece salgın olsaydı, belki de bu yılın uğursuz bir yıl olduğunu düşünmeyecektik, ama yıl boyunca meteor düşmesi dahil, her türlü doğal afetler de bir türlü hız kesmedi.

Dün, bizim de evde otururken ciddi derecede hissettiğimiz İzmir depremi oldu. Aslında bugün gerçekleşecek olan mavi dolunay, boğa burcunda, Uranüs etkisinde ve ülke astroloji haritasının çok stratejik bir noktasında olduğu için, astrologlar 31 ekim tarihi civarından kasım ortasına kadar deprem riskinin arttığını bildirmişlerdi. O nedenle, zaten bütün yıl boyunca ülkede neredeyse bütün fay hatları da aktif olduğundan deprem şaşırtmadı.

Beni asıl şaşırtan astrolojinin bu kadar iyi işlemesi oluyor. Çünkü bütün ömrüm boyunca, ‘burcun ne’ muhabbetlerine, kız tavlama taktiği ya da İngilizlerin ‘bugün yağmur yağıyor’ demesi kadar iletişim kurmak için boşluk doldurma sözleri olarak bakmıştım. Ancak son yıllarda yakın sosyal çevremde de astroloji ile ilgilenen bir çok kişi birikti, hatta eğer konuya bu kadar yabancı kalırsam giderek konuşmalardan bir şey anlamamaya başlayacağım diye korktum. Emekli olduğum yıl online bir eğitim bile aldım. Ancak o zaman bile pek de aklım yatmamıştı ama şimdi ne yalan söyleyeyim bu yıl en çok takip ettiğim kişiler astrologlar oldu.

Astroloji, gökyüzüne, yeryüzünden bakan ve gök cisimlerinin konumlarının daha önceki deneyimleri göz önüne alarak bizi nasıl etkileyeceğini tahmin etmeye dayalı bir yöntem.

İçinden geçtiğimiz zaman dilimi bize besin zincirinin tepesindeki konumumuza rağmen doğa karşısında ne kadar naif olduğumuzu kafamıza vura vura öğretiyor. Hal böyle olunca da doğa gözlemine dayalı ve ona zarar vermeyen her yöntem kabulüm. Hatta, günler geçip yaşım ilerledikçe, giderek  içimdeki şaman kendini daha fazla ortaya çıkarıyor. Bu dolunay anında biz de kendimizce bir toprak ritüeli yapacağız.

Tasavvufta, kuantum fiziğinde ve daha bir çok öğretide insanın ilahi gerçeğe ulaşabilmesi için kendi içine bakması gerektiği öğütlenir. Çünkü hem felsefi, hem de bilimsel olarak aslında bütün varlıklar gibi biz de evrenin materyalinin (fiziksel boyutta, enerjitik boyutta) bir parçasının yoğuşmuş (paketlenmiş) bir parçacığıyız. Bizi oluşturan her bir atom tanesi bizi çevreleyen ortamla sürekli değişim halindedir. Yani birkaç ay içerisinde şu anda içimizde var olan her bir atom değişmiş olacak.

Bu bağlamdan bakınca içimize bakmak gerçekten de ilahi hakikate ulaşabilmenin bir yöntemi gibi duruyor. Ancak insan duyum ve algıları bunu fark edebilecek düzeyde değil.

Galiba ilahi gerçeğin (bütün varoluş) sırrına ermek için içe bakmak kadar dışarı, bizi çevreleyen her şeye bakmak daha da  önemli. Çünkü en azından bu durumda 5 duyumuzu işin içine sokabiliyoruz.

Bu kadar laf kalabalığını yapmaktan kastım, bu dolunayda yapacağım gibi doğaya adanmış ritüellerin göründüğünden daha derin anlamlar taşıdığını anlatabilmek. Aslında doğanın bir parçası olduğumuz bilgisi DNA’larımızda mevcut. Atalarımızın her bir doğa olayı için başka bir tanrı düşünmeleri hiç de anlamsız değil. Modern insanlar olarak sadece her şeyin, her varlığın, tek şey, tek varlık olduğunu anladık. Hepsi bu. Yani mesela suya, toprağa, gökyüzüne yaptığımız bir niyet (ritüel) bütün evrene yaptığımız bir niyettir.

ZİHNİ DİNGİNLEŞTİRMEK, SADECE RUH SAĞLIĞININ DEĞİL, GÜNLÜK HAYATTA ZAMAN YÖNETİMİ VE BAŞARININ DA ÖN KOŞULUDUR.

Doğu felsefesinde insanın sağlıklı olabilmesi için, ruh, beden ve zihin dengede olmalıdır. Bu betimlemedeki zihin kelimesinin anlamı herkese göre bir miktar değişmekle birlikte oldukça belirsizdir. Zihin, akıl ve zeka birbirleriyle çok karışan ve günlük konuşmalarda eş anlamlı kullanılan kelimeler olmasına karşın aralarında anlam farkları vardır.

Akıl; düşünme, anlama, kavrama, olaylar arasında bağlantı kurma, problem çözme, hatırlama yeteneklerinin tümüne birden verilen bir kavramdır. Akıl; eğitim ve deneyimle geliştirilebilir bir şeydir. Akılla ilgili söyleyebileceğim en doğru şey, herkesin sadece kendi aklını beğenmesidir.

Zeka ise gerçekleri kavrama, sonuç çıkarma, değişen durumlara ayak uydurma yeteneğidir. Genel olarak doğuştan gelen bir kapasitedir ve ölçülebilir bir şeydir. Ancak kişinin zekası, hayatın çeşitli mecralarında birbirine denk olmayabilir. Örneğin bir bilgisayar kurdu, sosyal ilişki kurma açışından son derece beceriksiz olabilir. Bu nedenle zeka tanımı sadece analitik zekayı kapsamaz, son dönemlerde sosyal zeka ve ruhsal zeka gibi farklı kavramlar geliştirilmiş ve analitik zeka kavramından bile daha önemli olduğu anlaşılmıştır.

Zihinden kasıt ise kabaca düşünce üretme kapasitesidir. Düşünce gücü olmasa, düşünemesek, insan uygarlığını kuramaz, bilim üretemez, sanat eserleri yapamazdık, gündelik hayatımızı planlayamazdık.

Ancak insan zihninin çok belirgin bir zayıf tarafı da vardır, çünkü zihin sadece bilinçli ve hedefi olan düşünceler üretmez. Arka planda, dur durak bilmeden, bir biriyle ilgisiz, amaçsız, daldan dala atlayan binlerce düşünce kaynaşır. Aslında insan çoğu kez, zihninden geçen düşünceler karmaşasında (kirliliğinde) ne yapacağını bilemez ve yenik düşmüş haldedir.

Üstelik bu tür düşünceler genellikle içinde yaşanılan anla da ilgili olmaz. Zihin sürekli olarak, ya geçmişte başına gelmiş bir haksızlık, söylenmiş bir sözle kurcalanır, ya da gelecekte ne olacağının ihtimalleri ile didiklenir durur.

Genellikle geçmişe dair düşünceler, yoksunluk, kızgınlık ve incinme duyguları taşırken, geleceğe dair düşünceler korku ve kaygı taşır. Hatta, uç seviyelerde, paranoya, takıntı, depresyon, fobi gibi gerçek dışı sanrılar, hastalıklar geliştirir.

Hastalık durumlarında tıbbi yardım almak şartken, gündelik düşünce kirliliğinden kurtulabilmek için kişisel gayret gerekir.

Yani zihin denetlenebilir bir şeydir ve denetlenmesi gereklidir.

Zihni boş düşüncelerden kurtarma yollarından en önemlerinden biri içinde bulunulan ana ve o anda olan şeye odaklanmaktır. Eğer şu anda yaptığın işe tamamen ona odaklanarak yapıyorsan zihin sadece odaklandığın konu ile ilgili düşünce üretiyor.

Eğer yaptığın işe odaklanmazsan, zihin oradan oraya savrulur, bir türlü yaptığın işi bitiremezsin. Bu sürede, yapmak zorunda olduğun işi de, yapmak istediğin işleri de yapamadığın için, işkence içerisinde uzun zamanlar harcamış olursun. Çünkü harcanmış her zaman uzundur. Oysa elindeki işe odaklansan, işini bitirince yapmak istediğin şeye de zamanın kalır.

Gün boyu, sürekli bir takım işlerle boğuşan ancak günün sonunda işlerini yetiştiremeyen bir sürü insan tanıyor olmalısınız. Sorumluluklarım gereğinden fazla, günler nasıl geçiyor anlayamıyorum, bana 24 saat yetmiyor diyen bu kişi siz de olabilirsiniz. Eğer bu sözlerin amacı işinize ne kadar bağlı olduğunuzu anlatmak ve karşınızdakine hava atmaksa, bunlar çok talihsiz seçilmiş sözler. Dünya nasıl olsa, sırf siz işinizi yetiştirin, hatırınız kırılmasın diye daha yavaş dönmeye başlamayacak. Hatta iddia ediyorum, eğer günler 30 saate çıksa bile, siz gene de işinizi bitiremeyeceksiniz.

Eğer işleriniz yetişmiyorsa bence ihtimaller şunlar; a) sevmediğiniz, yapmak istemediğiniz bir iş yapıyorsunuz, b) yeteneklerinizin, eğitiminizin, bilginizin üzerinde bir iş yapıyorsunuz, c) iş tanımınız, görev tanımınız yanlış, üzerinize fazla iş yükü aldınız, kendi göreviniz olmayan işler yapıyorsunuz.

En büyük olasılıkla da; d) zaman yönetimini iyi yapamıyorsunuz. Gündelik iş akışı sırasında yapmanız gerekenleri, alacakları süre açısından, aciliyet açısından ya da önem açısından gereken özende sıralamayı beceremiyorsunuz.

Ancak genel olarak işlerin bitmeme sebebi yeterince odaklanamamaktır.

Kendimden çok net bir örnek vereyim. Yıllar önce bir kongrede ön hipofiz embriyolojisi (anne karnındaki gelişimi anlatan bilim) anlatmam istenmişti. Bu konuyu layığıyla anlatabilmek için önce biraz yüz embriyolojisi okumaya karar verdim. Çünkü yıllardan beri konuya uzağım, terimler, kavramlar bana bir hayli yabancı kalmış. Çok güzel bir kaynak da buldum.

Kaynak 15 sayfa uzunluğundaydı, yani roman olsa en çok yarım saatte okuyabileceğim, iyice özümseyerek çalışmak için ise taş çatlasa 2 saatimi alacak bir metindi. Kongreye kadar yeterince vaktim olduğunu düşündüğüm için çalışma hayatım boyunca hiç düşmediğim bir hataya düştüm, bu metni hastanede fırsat buldukça yavaş yavaş okumaya karar verdim.

Metin çalışma masamın üzerinde, gözümün önünde üç hafta boyunca, anlaşılmaz bir şifre gibi durdu. Çünkü her okumaya kalkışımda daha birinci cümleyi bitiremeden, odaya biri girip bir şey sordu, telefon çaldı, aklım yatan bir hastaya gitti. Tam 3 hafta boyunca azimle okuma gayreti içinde oldum, ama nafile,  tek kelime bile anlayamadım.

Üç hafta sonra kısa süreli bir tatilim vardı, giderken belki okurum diye bu bukleti de yanıma almıştım. İnanılmaz bir şekilde uçaktayken, ilahi bir aydınlanma yaşar gibi, bir saat içerisinde bütün metni okuyup, tamamen kavradım. Uçaktan inerken hostes, bana merakla, o kadar hevesle ne okuduğumu sordu. İkram dağıtmak üzere yanıma geldiğini hiç fark etmemişim. Dalgıç gibi okuduğunuzun içine dalmıştınız dedi. Bu dalgıç gibi dalma sözünü hiç unutamadım.

Sadece odaklanmıştım. Hem de nasıl odaklanmışım ki o bir saatlik süre içerisinde zihnime hiçbir parazit düşünce sızamamış, böylece 3 haftanın yetmediği işi yapmaya 1 saat yetmişti.

Zihin sağlığı için ikinci önemli şey de çok sevdiğin bazı işleri yapmak ve dinlenmek için zaman ayırmaktır. Bağlama çalarak, bezik oynayarak, filim izleyerek, doğada yürüyerek ya da sevdiğin bir şey yaparak geçirilmiş zaman asla boşa geçirilmiş, harcanmış zaman değildir. Sevdiğin işi yaparken hem mutluluk hormonu salgılarsın hem odaklanmak için bilinçli çaba sarf etmen gerekmediği için o süre boyunca zihnin parazit düşünceler üretme hızı düşer. Kendine kaliteli zaman ayırmayı bilen kişiler çalışma hayatında da çok daha başarılı olurlar.

Zihni dinginleştirmek için üçüncü bir yol da kişinin kendi seçimine bağlı olarak, doğada zaman geçirmek, ibadet etmek, meditasyon, yoga, nefes çalışmaları yapmak gibi yollardır.

Sadece ruh sağlığını korumak için değil, modern dünyada iş hayatında başarılı olmak için de dingin bir zihin gerekir.

Ayrıca dingin bir zihin, daha az parazit düşünce üreteceği için, sezgilere, ilhamlara, yaratıcı düşüncelerin, farklı bakış açılarının gelebileceği bir alan açılır.

CORONA ÇEMBERİ GİDEREK DARALIRKEN, ARTIK İÇİMDEN SIKILDIM, DIŞIMA, DOĞAYA BAKMAYA BAŞLADIM. DÖRT TARAFIM DÖRT ELEMENT; TOPRAK, SU, ATEŞ VE HAVA.

Aylardan beri salgınla yatıp, salgınla kalkıyoruz. Resmi rakamlara göre hasta sayısı azalmış olmasına rağmen gerçek hayatta işler öyle görünmüyor. Bizim köyde henüz bilinen hasta yok ama etrafımızdaki çember giderek daralıyor.

Başlangıçta salgına ruhen çok hazırlıksız yakalanmıştık. İlk aylarda evin içerisinde ne yapacağımızı, nasıl zaman geçireceğimizi bilemedik. Sosyal ilişkilerimiz, günlük aktivitelerimiz iyice azaldı. Bu durumu bir inzivaya, kendi içine dönme fırsatına çevirip, daha yüksek bir ruhani titreşim yakalayanlar mutlaka olmuştur. Bana gelince içe dönmek pek de işime yaradı diyemeyeceğim,  aylarca uykusuzluk çektim, gençliğimde yaşadığım terör travmaları ile cebelleştim.

İç bir şeye benzeyecek ki ona dönmek yarasın, bende ters tepince, dışa dönmeye karar verdim. Varoluşun dört elementi ile haşır neşir oldum.

Dışa dönüş aktivitesi olarak önce bahçeye dadandım. Aylardan beri toprakla çok samimi oldum, yoruldum, didindim, sonu gelmez yabani ot savaşına giriştim, bu yıl pek verimsiz olsa da sebze bahçesiyle ilgilendim. Şimdi sonbaharın ilk belirtilerini hissettiğimiz bu günlerde kadim Anadolu geleneklerinin izini sürüyorum. Hasat ve kış hazırlıkları yapma zamanının hakkını veriyorum.

Bu yıl bahçe ile ilgili ana projemiz, geldiğimiz günden beri düşünüp de bir türlü yapmaya fırsat bulamadığımız patates yetiştirmekti. Bozulmaya yüz tutan patatesleri, köklenmeye başlayan kabukları, kumlu ve geçirgenliği yüksek bir toprağa gömerek bile üretim yapılabilir.  Bu yaz, bahçenin bir köşesini bir sıra briketle yükseltip içine kumlu toprak doldurup,  patates yatağı yaptık. Sonbaharda patates kabuklarını gömmeye başlayacağım. 

Bu köyü tercih sebeplerimizin biri de suyunun bol olması ve yaz aylarında su sıkıntısı çekmemesiydi. Gerçekten köyümüzün genişçe bir orman alanı ve kendi kaynak suyu var ve köyün çeşmesine de, evlerine de yetiyor. Hayvanlar ve bahçeler için ise kuyular ve yaz aylarında dolu olan kanallardan su temin ediliyor.

Bu yıl kışın yağış az olduğundan, su oldukça kıt. Evin önündeki dere  çoktan kurudu, sarnıcımız dolmadı.  Bu ay süt sağımı saatlerinde köyün suyu azalıyor, hatta kesiliyor.  Yani köyde su oldukça değerli.  Meğer bizim zeytinlikteki kuyuda bol bol su çekiyorlarmış.   Bu yıl kuyunun suyu da geçen yıllara göre az olduğu için ve kapasitesinin üzerinde su çekildiği için kuyu kendini iptal etti. Tamir için 20 gün uğraşıldı. Sonuçta kuyuyu kurtardık, ama kuyuyu açtırırken yaptığım masraf kadar masraf yaptım. Türkün aklı sonradan gelirmiş,  kuyunun musluğunun, motor kapağının, ana tahliye borusunun, deponun su çıkışlarının, bahçe kapılarının hepsini kilit altına aldım. Bahçenin bütün sulama işlerini de kendim yapmaya başladım. Bahçeye giderken beni görmek gerek, hapishane gardiyanı gibiyim, belimden kocaman bir anahtar destesi sallanıyor.

Suyun azalması asıl yangınların artışı şeklinde kendini belli etti. Bizim çevremizdeki orman, Çanakkale’deki en yaşlı kızılçam ormanı. Kızılçam zaten yanmaya çok müsait bir ağaç, kabuk reçineleri prizma görevi yapıp, kendi kendine bile yanabiliyor, bir de yaşlı olunca daha da kolay yanıyorlar.  Ormanın çok yaşlı olduğunu her sene daha da artan Ağustos böceği seslerinden de anlıyoruz, neyse ki çevremizde  yoğun bir orman gençleştirme çalışması var.  

Bu yıl son bir ay içinde bizim evin etrafındaki  3-15 kilometre çaplı alan içerisinde ondan fazla yangın çıktı. Bu yangınların çoğu anız yangınıydı, ancak tarlaların arasında  ufak orman parçaları var, bir hayli ağaç da yandı. 

Hava elementine gelince, onu da özel önem veriyoruz.

Gün doğuşlarını, batışlarını, gece takımyıldızlarını, samanyolunu, meteor yağmurlarını izlemeye doyamıyoruz.

Yani dört elementle de bol bol meşgul oldum.

Geçen hafta, yine bir at çiftliğinde yoga çalışması yaptık. Yoga yaparken amaç, bedeni imkansız pozlara sokarak kas geliştirmek değildir, anda kalarak, zihin, beden, ruh bütünlüğünü araştırmaktır. Bu çalışmayı açık alanda yapmak,  salonda yoga yapmaktan çok daha farklı bir deneyimdir.

Geçen yaz ilk kez, atlarla birlikte ormanda yaptığımız yoga ise bir bahçede yoga yapmaktan daha da derin bir şuur (farkındalık) araştırması.

Her şeyden önce yoga matlarımızı, gerçek bir orman arazisine, ağaçların altına seriyoruz. Matları serdiğimiz alan önceden bizim için hazırlanmış bir platform değil, hatta alana neredeyse insan eli değmemiş, sadece at binenlerin ormanda kaybolmaması için toprak yollar var.  Bu yolların birleşip hafif bir genişlik yaptığı bir alanda yoga yaptık.

Mat serdiğim alan düz değildi, bedenimin sağ tarafı daha aşağıdaydı, belimin bir yerine ağaç kökü denk geliyordu, elim kolum mat dışına çıkınca kuru çam iğneleri batıyordu.

Üstelik etrafta biri bağlı olmayan, diğerleri yakın ağaçlara bağlanmış, birkaç adet at vardı.

Bedenimde, beş duyumun tam kapasite çalıştığı bir alan açıldı. Yoga pozlarının ortaya çıkardığı iç hisleri şuurlu bir şekilde izlerken, aynı zamanda her fırsatta ellerimi mat dışına köklendirerek toprağa dokundum,  rüzgarın ağaç dallarında çıkarttığı sesleri dinledim, ormanı kokladım, toprağı ve gök yüzünü seyrettim. Son dinlenme pozunda bile gözlerimi yumamadım, avuçlarımda toprağı duyumsarken, çam dalları arasından gökyüzünü izledim.

İki saat süren bütün çalışma süresi boyunca, etraftaki ağaçlara bağlı atlar dışında, geçen yıl gene bize eşlik eden tay (Nevruz) serbestçe aramızda dolaşıyordu.  Nevruz, gençliğinin verdiği enerji ile kıpır kıpır, tam da yoga yaptığımız alanın ortasından son hızla, bir mamasına koşuyor, bir annesine, bir bize.

Artık beni geçen yıldan mı tanıdı bilemem, bu küçük hanımdan açıkça özel ilgi gördüm, çalışmanın ilk anından sonuna kadar sürekli bana doğru geldi, burnunu burnuma sürdü, birkaç kez hafifçe  tosladı.  Küçük dediysem gene de benden büyük elbette, ilginç bir şekilde bana koşarken acaba bana zarar verir mi diye en ufak bir endişe duymadım, aksine içim sevinç doldu.

Karamsarlığa çok açık olduğumuz bu günlerde hepimize şifa olan bir zaman dilimiydi.

Yoga hocamız Elçin, bu çalışmayı ‘doğa beden bütünlük’ çalışması olarak isimlendiriyor.

Karameli kendime gelmesi için kandırıyorum

ŞİFACININ, ŞİFA BAHÇESİ YAVAŞÇA KENDİNİ BELLİ ETMEYE BAŞLADI, BAKALIM DEVAMINDA NELER OLACAK

Nermin emekli olduğu zaman, Trabzon’daki evinden, Pazar’daki eve taşınmış ve kalp ameliyatı oluncaya kadar 10 yıla yakın evin kenarındaki bahçede sebze yetiştirmişti. Sermin ise bahçe ile bizzat ilgilenmediği halde uzun yıllar Çaykurda çalıştığı için, onun da,  organik tarım ile ilgili bir hayli bilgisi vardı. Bitkiden, topraktan anlamayan, bu konuda ümmi olan tek kişi bendim. Mesela buraya ilk taşındığımız zaman toprak bileşenlerinin analiz yapıldığını duyunca kendimi Mars’ta gibi hissetmiştim, oysa Sermin bu analizleri hangi kurumun yaptığını bile biliyordu.

Taşındıktan sonra, Çanakkale’de yaşıyorsan mutlaka  küçük, büyük bir miktar toprak sahiplenip, en azından hafta sonlarında toprakla ilgilenmek gerektiğini çok kısa zamanda fark ettik. Mesela aslen buralı olup da okulu bitince, emekli olunca geri dönmüş ya da  hasbelkader mecburi hizmet dolayısıyla buraya gelip, sonradan yerleşmiş neredeyse bütün hekimlerin aileden kalan ya da kendi edindikleri topraklarla ilgilendiklerini gördüm. Hiç olmayanın 1 dönüm arazisi var, üzerine bir karavan atmış, hafta sonlarını orada geçiriyor. Bazıları ise kalıtsal ya da edinsel toprağını bağ, bahçe, zeytinlik,  meyvelik olarak kullanıyor, hatta hayvancılık yapıyor.  Yarı amatör, yarı profesyonel peynir, şarap üretiyor. Toprak almayıp da 49 yıllık gibi uzun süreliğine kiralamak da bir hayli kullanılan bir yöntem.

Hal böyleyken, bizim de önümüzde bahçede neler yapmak istediğimize dair bazıları oldukça bilindik bazıları ise bayağı ufuk genişleten yollar açıldı.

Birinci yol, elbette coğrafi işaret olarak zeytin başta olmak üzere birkaç çeşit meyve ağacı istiyorduk. Zaten, içinde, yıllardan beri hiç bakım görmemiş 8/ 10 tane yetişkin zeytin, birkaç yerel armut, çınar, meşe ve ahlat  ağacı  olan ormana bitişik ikinci bir arazi  almıştım. Bu araziye bir artezyen kuyusu açtırdık. Bu kuyuya ruhsat alabilmek için, önce Çanakkale Ziraat Odasına kayıt olmam gerekti, pek bir şey anlamasam da odanın kayıtlı çiftçisiyim. Daha sonra, dönüm başına en az 10 tane yani toplamda 60/70  ağaç dikmemizi istediler. Araziye uzaydan bakıp, fidanları sayarak ruhsat verecekleri söyledikleri için biz de  zeytinleri artırıp, ceviz, dut, elma gibi birkaç çeşit fidan daha diktik. 

Gerçi kuyuya ruhsat aldım ama ruhsatım tarlaya elektrik çektirmeme yetmedi.   Çünkü suyu çekmek için elektrikli motor gerekliydi.  Buna da köyün elektrik sistemi yeterli değilmiş, elektrik şirketinden bizden trafo alıp onlara hediye etmemizi ve direkleri de tarlaya kadar  kendi imkanlarımızla dikmemizi istediler. Böylece, tarlalarından  direk için yer isterken komşularla papaz olduğum yetmemiş gibi, bir de dünya para verip, trafo alıp, şirkete hediye edecekmişim ama sonra aynı şirketten elektriği gene de parayla alacakmışım. Annelerinin güzellikleriyle ilgili merakımı gidermek istemedim, su deposuna güneş paneli koyarak kendi elektriğimi üretmeyi uygun buldum. Sonuçta şimdi damlama sistemi ile sulanan, bütün yollardan uzak, tam organik bir meyve bahçemiz var, şimdiden meyve vermeye bile başladılar. Birkaç yıl sonra fidanlar büyüyünce harika olacak.

İkinci yol yine oldukça klasik, Nermin, her gün elini oyalayacak,  birkaç sebze dikebileceği bir bostan istiyordu. Evin arkasında toplamda bir dönüm bile etmeyen bahçede küçük bir meyvelik,  bostan  ve fidelerini yetiştirebileceği küçük bir sera yaptık.  Burası hasat ettiğimiz ve sarnıçta bekletilen su ile sulanıyordu. Bu yıl sarnıçta çok az su var, o nedenle bostanı da köyün diğer tarafındaki zeytinliğe, fidanların arasına yaptık.

Elbette üçüncü yol olarak da, evin etrafında göze hoş görünen, güzel kokulu birkaç çiçek yetiştirdik.

Birkaç ağaç, birkaç çiçek ve sebzenin olduğu bir bahçe gayet tatmin edici, heveslendirip, sevindirici sonuçlar vermeye yeterlidir. Ancak ben bizim memlekete göre oldukça ucuz bulduğum için toplamda neredeyse 10 dönüm arazi almıştım.

Üstüne üstlük hem organik tarım hakkında hem de, köyümüzün bir orman köyü olması nedeniyle ormanlar hakkında birkaç şey öğrendim. Genellikle su kenarlarında konuşlanan ve orman açıklığı denilen yerlerde hayvanların beslendiği yaban meyvelerinin olduğunu fark ettim.

Böylece önümde daha buraya yerleştiğimiz ilk aylarda dördüncü bir yol açıldı; artık çeşitli orman meyveleri ve yabani meyveleri yetiştirmek istiyordum. Epeyce yaban meyve fidanı diktim ama henüz  nasıl sonuç vereceğinden emin değilim. Şimdilik yerli ve yabancı fidanları gözlüyorum. Yerini sevenleri artırıp, olmayanlardan var geçeceğim. Zaten bu ormanlarda doğal olarak yetişen bir çok yaban meyvesi var, bu nedenle, orman meyvesi bahçemden de beklentim oldukça büyük.

Elbette beşinci yol olarak da ta gençliğimden beri içimden bir gün mutlaka gerçekleştireceğimi bildiğim  önce baharat bahçesi gibi başlayıp, daha sonra tıbbi ve aromatik bitkiler bahçesi şekline dönüşen  hayalimi gerçekleştirmek vardı.

Bu bahçe benim şifacı kimliğime ve  şaman köklerime uygun bir bahçe olacaktı. Şifacı kimlik, şaman kökler filan derken hiç abartmıyorum. İnsan anlına yazılanı yaşıyor, benim de yazgım şifacı olarak düzenlenmiş. Kabul etmem lazım.

Bizim ailede nesillerdir bir çok hekim var. Ben daha lisede okurken (ve elbette fakültede de bu adet devam etti), doktor olan pederim, artık ne düşündüyse, ne gereği varsa, beni hastaneye  götürür, ameliyatlara sokar, dahiliyeci arkadaşlarının vizitlerine katardı. Oysa ben 4 kardeşin sonuncusuyum, gayet iyi bildiğim kadarıyla diğer kardeşlere böyle bir staj sistemi uygulanmadı.

Bütün bu çaba bende ters tepmişti ve üniversiteye hazırlanırken, yakamı silkeleyerek ‘tıp olmasın da neresi olursa olsun’ diyerek çalıştım. Zaten eczane kokusundan fenalaşır, yanımda sivilce sıkılsa bayılırdım. Benden bir doktor çıkacağına nasıl hükmettiler bilmiyorum. Fakültede stajlarda kaç kere bayıldığımı hatırlamıyorum bile.

İstemli bilincimle hiçbir zaman istemeden, sırf üzerimde çok hakkı olan MUKE teyzem tıp yazmazsan hakkımı helal etmem dediği için nasıl olsa kazanamam diye yazdığım tek tıp fakültesini kazandım ve okudum.

Ve,  sınav sonuçları geldiği zaman, henüz zarfı açmadan,  tıp fakültesini kazandığımı biliyordum. Biliyordum işte. Birkaç gün önce rüyamda bir doktor ve akademisyen  olan dayım bana cübbesini giydirmişti. O, bir haberci rüyaydı, sadece hekim olmakla kalmadım, aynı zamanda da akademisyen oldum. 

Sadece okuldan hekim olarak çıktığım için şifacı olduğum düşünülmesin.  Hayatın bir çok cephesinde, sezgilerim pek düzensiz ve cılız olmasına karşın, hastalarımla ilgili konularda, düşünceler, zihnime kolayca akardı. Nereden geldiğini bilmediğim, ancak çok okumaktan kaynaklandığını umduğum bir çeşit esin kaynağım olduğundan kuruntulardım.

Daha 2 gün önce kuzenlerimden biri bana yeğeniyle ilgili bir soru sordu. Hemen,  çocuğun apandisit olduğundan emin oldum.  Çocuğa her türlü tetkik yapılmış, ancak karın ağrısına bir türlü tanı koyulamadığı için yatırılmış. Mutlaka bir cerrah görsün diye ısrar ettim. Zaten cerrah tarafından gözlendiğini öğrendik. Bu sefer de  apandisite öyle  tomografi ile tanı koyulmaz, ulratasonu da çok iyi bilen biri yapmalı ki anlasın, doktor adam gibi eliyle muayene edip hemen ameliyata alsın diye ısrar ettim. Durumdan beni de haberdar edin dedim, ama nedense aramadı,  ertesi gün ben aradım.

Aynen dediğim gibi olmuş, doktor bir türlü tanı koyamadığı için bir sürü tetkik daha yaptırmış, hatta bir de MR çektirmiş. Sonunda,  nihayet muayene bulgularına güvenerek, neyse ki kızın apandisiti henüz delinmeden ameliyata almış.

Bana sorarsan kuzenim çok net bir apandisit hikayesi verdiği için uzaktan tanı koydum, kuzenime sorarsan  ‘yok bacım bu öyle bir şey değil’.  Evet, kuzenimle konuşurken, bir şekilde çocuğun apandisit olduğunu biliyordum. Hani polisler ‘örümcek sezgisi’ derler, suçlunun kim olduğuna dair kuvvetli bir hisleri vardır. Bende de sanırım örümcek sezgileri hastalık tanısı koyarken devreye giriyor.  Buna artık ‘şifacı sezgiler’  demekten çekinmiyorum, nasıl olsa artık aktif hekimlik yapmıyorum.

Çocukluğumdan beri,  Annelerin (anneannem) babasının (büyükbaba), ermiş olduğu hikayeleri ile büyüdüm.  Onun geleceğe dair söyledikleri olduğu gibi çıkarmış, üstelik de öyle genel geçer sözler değil, son derece spesifik, nokta atışı kehanetler. Onun  bir mistik, bir şaman olduğu çok açık.

Yani, genlerimde de bir çeşit şifacılık damgası var. Hayat yolum böyle kurgulanmış. İlk kez toprakla uğraşıyorum ve hemen şifa bahçesi kurmak telaşına düştüm. Tatminkar bir başlangıç yaptım diyebilirim.

KORONALI, SANAL GÜNLERDE GELDİ ÇATTI HIDRELLEZ, HIDIRELLEZİ NASIL KUTLAYACAĞIM

Kendimizi karantinaya aldığımız, 10 gün sonra 2 ay olacak.  Neyse ki son bir haftadır salgın dalgası sönümlenmeye başladı gibi görünüyor. Ancak bizler hala evdeyiz, mantıkla düşününce sızlanmaya hakkımız yok, yine de insansız günler uzadıkça katlanması daha zorlaşıyor, zaman zaman karamsarlığa düşmemek elden gelmiyor. Bugün, bir de puslu, nemli keyifsiz bir hava var, yani tam depresyon havası, ben de yaptığım hiçbir şeyi hevesle yapmadım, her şeyi baştan savdım. Klasik davranış stilimdir, depresyon tedavisi olarak, bol bol karbonhidrat yedim, hiç pişman değilim. Ancak sadece birkaç saatlik depresyona iznim var, fazlası bana yaramaz.

Hıdrellez kapıya dayandı, üzerime çullanan bu bıkkınlığı atmak için çok güzel bir fırsat. Her sene yaptığım gibi Hıdrellezde bir çok ritüel yapacağım. Hatta bu yıl her zamankinden biraz daha fazla ya da farklı ritüeller yapmaya karar verdim. Mesela bu yıl diğer yıllardan farklı olarak dileklerimi 5 Mayısın ilk saatlerinde yazacağım, kağıdı gül dalına asmak işini her zamanki gibi.

Her yıl gerçekleşmesini istediğim şeyleri bir kağıda yazar, hatta resim çizer, 5 Mayıs akşamından bir gül dalına asarım, çok da sıkıca bağlamam ki rüzgar dileklerimi uçursun. Hıdrellez dileklerimin gerçekleşmeme ihtimali oldukça azdır. Bazen dileğimde hafif kaymalar olur ama gene de gerçekleşir, eğer gerçekleşmeyecek bir şey dilemiş isem, zaten ertesi sabah dilek kağıdımın halinden anlaşılır.

Bir sene, büyük bir kendini beğenmişlikle, gerçekleşeceğinden emin olduğum bir şeyi de yazmıştım. O gece feci bir rüzgar balkondaki saksıyı yerden yere vurmuş, bütün toprağı balkona sermiş, gülü kökünden çıkarıp, balkona fırlatmış fakat buna karşılık kağıdımı uçurmamıştı. O yıl isteğim gerçekleşmedi, büyük bir hezimetti. Yani Hıdrellez dileklerine çok inanırım.

Bu yıl istek kağıdımı (dilekçe) bir gece önceden hazırlama sebebim, 5 Mayıs gününün ilk saatlerinde Merkür’ün, Güneşin tam kalbinde olması. Bu birleşme astrolojik olarak yılda sadece birkaç kez meydana gelir ve 1,2 saat kadar sürer, bu süre içerisinde düşüncelerinize dikkat etmeniz gerekir, çünkü gerçekleşme olasılığı oldukça yüksektir. Ben de bu Hıdrellezde mademki böyle bir tesadüf oldu, fırsatı kaçırmayayım dedim.

Ülkemizde Hıdırellez kutlamaları, en coşkulu Hatay civarında yapılır. bu yörede Hıdırlık denilen ve Hıdırellezde ziyaret edilen su kenarları vardır. Bizim ülkede bulduğumuz her suyun kenarının mesire yeri olmasının bir sebebi var değil mi?

Her yıl mutlaka bir suyun kenarına gitmeye özen gösteririm. Çünkü Anneler (anneannem) her Hıdrellezde bir kayığa biner, 7 dere ağzı geçer ve bir de sanırım şimdi havaalanı inşaatı altında kalan denizin içindeki delikli bir taşın içenden geçerdi.

Trabzon’da iken benim Hıdrellez suyum Yanbolu Irmağıydı, orayı ziyaret ederdim. Eğer Yanbolu’ya gidemeyeceksem, mutlaka Değirmendere’yi ziyaret ederdim. Çanakkale’de ise boğazı ziyaret ediyoruz. Bazen Gelibolu yarımadasına da geçiyoruz.

Bu yıl yapacağım su ziyareti gene boğaz olacak, bu sene öyle uzak yerlere gitmek pek mümkün görünmüyor, evin önündeki ufak dereye gitmek de tuhaf olur. Yakın bir tarihte keşfettiğim, Umurbey sahilindeki ıssız, sulak alanda, boğaz kıyısında yürüyeceğim, nasıl olsa benim sokağa çıkma yasağım yok.

Hıdrellez sabahı, pencereleri açıp, içeriye bolluk, bereket, sağlık davet edeceğiz. Henüz hava tam aydınlanmadan ev halkından kısmetli biri evin kapılarından dışarı çıkıp, eve girecek.

Duygu ile Hıdrellez üzerine instegram sohbeti yapacağız. Bu sohbet için başka ne ritüeller yapılıyor diye araştırırken, cüzdan ve tencerelerin kapaklarını açık bırakıp, bereket davet edenler varmış, çok beğendim ben de yapmaya karar verdim.

Hıdrellez, Hızır ile İlyasın kavuştuğu, dünyaya bereketin geleceğinin habercisi olan gün olarak tanımlanıyor. Hızır ile İlyas’ın 2 ayrı karakter mi, yoksa tek bir insan mı ( varlık mı) olduğu bile net değil.  İlyas, bütün kutsal kitaplarda sözü edilen, her din tarafından kabul gören bir peygamber. Hızır ise, çok daha eski bir öğretiden geldiği belli olan, hiçbir kutsal kitapta adı geçmediği halde bütün semitik dinler tarafından kabul gören bir kült. Sanki kadim batını bilgilerle, semitik dinleri birbirine bağlayan bir köprü gibi.

Şu anda Kuran’da hiç adı geçmediği halde, Müslümanlar arasında Hz. Muhammet ve Hz. Ali’den sonra en çok hürmet edilen şahsiyet Hızır.

Hızır, bir peygamber değil, daha çok bir veli/Salih kişi olarak tanımlanıyor. Buna rağmen bu kadar geniş bir coğrafyada tanınması, herkes tarafından benimsenmiş olması, Hızır inanışının çok daha derin anlamlar taşıdığını düşündürüyor.

Bana sanki tek bir kişiden ziyade her insanın dönüşebileceği bir hal gibi geliyor. Yoksa,  Musa Peygamberle konuşan kişinin, Ahmet Yesevi’ye ders veren kişi ile aynı insan olması nasıl söz konusu olabilir?

Öyle ya herkes yeri gelir, bir başkasının derdine ‘Hızır gibi yetişir’. Hızır inanışını, doğaya yeşillik, insana bolluk, bereket, gönül ferahlığı veren hal olarak da tanımlamak mümkün.

Eskiden insanlar tabiatın kurallarına uygun olarak yaşar, dünyayı ve gök yüzünü çok iyi gözlemlerdi. Bütün varlıkların hava, su ateş ve toprak olmak üzere 4 elementten meydana geldiğine inanılırdı. Semavi dinler öncesindeki inanışlarda kutlanan 4 mevsimdeki, 4 bayram, 4 element ve doğa olayları ile ilişkilidir.

Her ne kadar, yazılı kaynaklarda, Hıdrellez bahar bayramı olarak geçiyorsa da, bundan pek emin değilim. 

Öyle ya ilk bahar bayramı açıkça Nevruz’dur, çünkü tam da ilk baharın başladığı gün kutlanır. Tam olarak gündüz ve gecenin eşitlendiği günde ( ilk bahar ekinoksu) kutlanır. Bu bayramda şenliklerin en önemli özelliği Nevruz ateşidir, bence ateş elementinin bayramı İlkbahar bayramıdır.

İki farklı ilk bahar bayramı olması biraz tuhafıma gidiyor, bence Hıdrellez yazın habercisi olan bir doğa bayramıdır. Hıdrellez, Eta Aquarit gök taşı yağmuru zamanına denk gelir. Bu gök taşı yağmuru dünyanın yörüngesiyle Halley kuyruklu yıldızının yörüngesinin kesiştiği günlerde meydana gelir. Hıdrellez, açıkça su ile ilişkilendirilir. Hatta Hızır denizlerin, İlyas karanın bereket habercisidir diye düşünülür. Hıdırellez, toprağın su ile buluşma, ağaçlara su yürüme zamanıdır diye açıklayanlar da olur. Sonuç olarak Hıdırellez bolluğun, bereketin, tarımın, sıcaklığın başladığı günlerin habercisidir.

Hıdrellezden sonra artık tarım zamanıdır,  aylarca eğlenecek zaman bulmak zor. Ancak hasat yapıldıktan sonra, elde edilen ürünü kutlamak için şenlik yapılır, hasat sonrası ise imeceyle kışa hazırlanılır. Hasat zamanı, pek çok ürün ve bahçeler için genellikle Eylül ayıdır. Açıkça toprakla ilişkili olan bu doğa bayramı, göksel değil, yeryüzünde gerçekleşen bir olayı kutsamak için yapılır ve bu nedenle tarihi net değildir.

Kış bayramı ise daha sonraları önce Mintraizmde Mintranın doğum gününe daha sonra da Noel’e evrilen, Nardugandır. Bu bayram da tam olarak günlerin uzamaya başladığı günde (25 Aralık) kutlanır ve asıl olarak hava (soğuk) elementi ile bağdaşır.

Bu salgın bize, doğanın güçleri karşısında ne kadar savunmasız olduğumuzu ve doğaya saygılı olmanın gerekli olduğunu tekrar hatırlattı. Şehir yaşantısında bu söylediklerim insana saçma gelebilir, ancak köyde yaşayınca bütün bu bilgilerin ne kadar önemli olduğunu yeniden fark ediyorum.

SUŞİ DEYİP GEÇMEYİN, BUNDAN SONRA BENİM İÇİN ‘ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİKLERİME’ ve GEREKSİZ ‘KONFOR ALANLARIMA’ KAFA TUTMA ŞİFRESİDİR.

Hayatımda ilk kez, üstelik de yeni tanıştığım birisi (Yegane Hanım) ‘seni kim doktor olmak için zorladı, öyle hiç de doktor olmayı seçecek bir insana benzemiyorsun’ diyerek beni şaşırttı.

Oysa bütün ömrüm boyunca doktor olmayı isteyerek seçmedim dediğimde bunu kimse ciddiye almadı. Çünkü bunu söylediğim kişiler beni tanıyordu, beni öncelikle doktor kimliğimle kabul etmişlerdi, üstelik nasıl canla başla çalıştığımı da biliyorlardı.

Benim hakkımda en doğru çıkarımı yapan kişi ise sadece bloğumdan birkaç yazımı okumuştu, benim tıp doktoru olduğumu ise sadece ben söylediğim için biliyordu. Yazılarımı okuyunca hayata,  kendi annesi dahil tanıdığı diğer doktorlardan çok daha farklı bir pencereden baktığımı düşünmüş, asıl hangi mesleği yapmak istediğimi sordu, bu soru da benim için bir ilkti.

Anılarımı okuyarak hakkımda bir fikir oluştururken zihni serbestti, çünkü benimle ilgili bir ön kabulü yoktu, bana bakınca ‘doktor’ görmeye şartlanmamıştı, Ayşenur’u gördü.

Bir konuda şartlanmış değilsek konuya çok daha geniş açıdan bakabilme şansımız var. Bu çok önemli bir mesele bence, sanırım, dâhilerin bir konu ile ilgili bilgileri olsa da şartlanmıyorlar, böylece yepyeni bir bilgiyi ortaya koyabilecek, esnek bir düşünce yapısına sahip olabiliyorlar. Eğer bu esneklik olmasa gözünün önündeki gerçeği göremezsiniz. Çok bilinen örnekler verecek olursam, Watson ve Crick, yaptıkları deneylerde ortaya çıkan iplikçikleri, uzun süre denatürasyon (bozulma) iplikçikleri olarak tanımladılar ve üzerinde çalıştıkları hücrelerin bozulduğunu düşündükleri için deneylerini yarıda kestiler. Ancak uzun zaman sonra, bir anda, şartlanmaları çözüldü ve sonra aradıklarının aslında bu iplikler olduklarını anladılar. Yani DNA’yı buldukları, gözleriyle gördükleri halde uzun zaman bunun farkına varamadılar. Yine Kristof Kolombun sırf Hindistan’a yeni bir gidiş yolu bulacağım (şartlandı) diye sefere çıktığı için yeni bir kıta keşfettiğini anlamaması gibi.

Beyin esnekliği (plastisitesi) istesek de istemesek de yaşla giderek kısıtlanıyor. Örnek olarak yeni doğmuş bir bebek beyni dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dili, hatta birden fazla dili, bir iki yıl içinde kolayca öğrenebilir.  Çocuklar da kolayca dil öğrenir, 8 yaşından sonra yabancı bir dili öğrenmek oldukça zorlayıcı bir şeydir, çünkü beyin esnekliği azalmıştır.

Zamanla beynin zihinsel yetenekleri farklılaşır, yavaşça yeni bilgilere kapanıp, bildikleri hakkında, deneyim kazanmaya, gelişmeye odaklanır.

Farkında olsak da olmasak da hayatımızdaki her şey hakkında bir kabul geliştirmiş yani şartlanmış olarak yaşıyoruz. Bir şey ya da konu ile ilgili ön kabulümüz eğer yaşadıklarımıza (tecrübe)  ya da bilgiye (bilim) dayalıysa bu durum bizim hayatımızı çok kolaylaştırır. Mesela daha önce yaptığımız bir yemeği kolayca yapabiliriz (tecrübe), daha önce hiç yapmadığımız yemeği, tarifini bir yemek kitabından (bilgi/bilim) alarak da yapabiliriz. Yoksa yemeği berbat etmek, ya da yapmaya niyetlendiğimizden çok daha farklı bir sonuca varmak mümkün.

Ancak bu ön kabuller temelsiz ya da yanlış bilgiye dayalıysa bir kara büyü gibi hayatı kısıtlar. Mesela ben bu yemeği yapamam diye şartlanırsanız, gerçekten de yapamazsınız.

Şimdi gelelim suşiden aldığım hayat derslerine.

Bundan çeyrek asır önce, henüz Türkiye’de suşi hiç bilinmezken, o zamanlar Amerika’da yaşayan dayıoğlu Emre, bir gün her ne hikmetse suşiden söz etmişti. Emre, en basit bir şeyi anlatırken bile, detaylandırarak, karşısındakinin anladığından tamamen emin olacağı bir şekilde anlatır.

Gündelik bir konuşma sırasında, hatır için çiğ tavuk yenir sözünden mi, o anda yediğimiz Türk yemeklerinden mi, yoksa iki ülke arasındaki yaşayış farkından mı söz açıldı bilinmez, Emre bana ayrıntılı bir suşi tanımı yaptı ve çiğ balık konusunda ön yargılı olmayıp yersen gayet lezzetli bir yemek olduğunu anlatmıştı.  

Ne kadar ayrıntılı anlatmış ve gözümde canlanmasını sağlamışsa artık, ilk suşi gördüğümde hemen denemek istedim ve gerçekten de çok sevdim. Ha bu arada not düşeyim, o gezide bizim guruptan suşi deneyen tek kişi bendim.

Çünkü Emre beni, bizim için çok farklı bir deneyim olan çiğ balık konusunda bilgilendirmişti. Bu bende açıkçası bir merak uyandırmıştı. Diğer arkadaşlarım ise çiğ balık konusunda net bir ön yargıya sahiptiler ve denemeyi  ret ettiler.

Buradan çıkarılacak ders; bilgi, hele de güvenilir bir kaynaktan alındıysa merak uyandırıyor ve ön yargıları kırıyor. Eminim ki eğer yıllar öncesinden Emre’yle yukarıdaki konuşmayı yapmamış olsaydım, o gün ben de denemeye kapalı olacaktım.

Daha sonra suşi salgını bizi de sardı, moda oldu. Moda olan bir şeyi denemek neredeyse sosyal bir baskı yaratır,  denemezsen günü yakalayamamış bir dinozor olursun (bu da farklı bir ders). Şimdi eminim o gün denemeyen arkadaşların hemen hepsi suşi denemiştir ve en az bir kısmı yemeye bayılıyordur.

İşte suşi Türkiye’ye geldiği günlerde benim malumatfuruş arkadaşlarımdan biri yapmayı denemiş ve başarmıştı. Sanırım yasmin cinsi pirinç kullanmıştı, o zamanlar bu tip pirinç de çok yaygın bildiğimiz bir şey değildi. Galiba sırf bu pirinci biraz zor bulduğu ya da ne bileyim sadece hava atmak için, bana suşi yapmak için özel bir pirinç gerektiğini ve zor bulunduğunu, başka cins bir pirinç yapışmayacağı için suşi yapılamayacağını söylemişti. Onun ‘özel pirinci’ bulduğu market zinciri de Trabzon’da yoktu.

İşte bu minik konuşma da bende bir ön yargı, ön kabul  yaratmış.  Aferin bana. Gerçi bu ön yargım hayatımı hiçbir şekilde etkileyecek bir şey değildi yani zararsızdı ama olsun, ön yargı edinmek için gereken bütün zihinsel basamakları izlemişim.

  1. Madem ki ‘özel pirinç’ benim yaşadığım şehirde bulunamıyor, o halde benim bunu bulma şansım yok. ŞARTLARIM UYGUN DEĞİL DÜŞÜNCE BASAMAĞI.
  2. Bu pirinci bulmadan suşi yapma şansım yok. ARAŞTIRMADAN, KULAKTAN DOLMA BİLGİYE İNANMA BASAMAĞI.
  3. Bu durumda ben suşi yapamam. ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK BASAMAĞI ya da ZİHNİN YENİ BİR DENEYİMDEN KAÇINMA HİNLİĞİ ya da KONFOR ALANINDAN ÇIKMAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ BASAMAĞI.

Böylece suşi yapmayı denemeyi aklımdan bile geçirmemişim. Yani daha denemeden yapamayacağımı kabul etmişim.

Daha sonra da yıllar boyunca aklımdan suşi yapmayı denemek geçmedi bile. Oysa mutfak işi severim, hele de evde dünya mutfağı denemekle övünürüm. Gittiğim ülkelerde yediğim yemekleri, bunlarda kullanılan baharatları aklımda tutar, dönüşte mesela İran, Hint, Viyetnam  mutfağından yemekler yaparım. Gene de suşi yapmak aklımdan geçmedi.

(Demek ki şartlanmayı pek ala becerebiliyorum, oysa yeni deneyimlere açık olmakla bilinirim. Kim bilir daha ne konularda şartladım, kısıtladım kendimi?)

Yahu sadece pirinci haşlayıp, sıcakken üzerine birkaç kaşık tuzlu, şekerli sıcak sirke döküyorsun, pirinç soğuyunca yapış yapış oluyor, istediğin gibi, istediğin malzemeyle sar gitsin.

Derken kilo verme konusunda da ‘nasılsa bir türlü veremiyorum, o halde bu konuda bir şey yapmama gerek yok’ düşünce yapısına sahip olduğumu fark ettim.  

Bu zehirli düşünceyi fark edince beslenme düzenimi değiştirdim. Sadece zayıflamak değil amacım, aynı zamanda öğrenilmiş çaresizliğime sığınarak (nasıl olsa kilo veremeyeceğim), konfor alanlarımın (neden kendimi durduk yerde zora sokayım) içine giderek daha da çok gömülerek yaşamaktan kurtulmak da istiyorum.  

Belki başka konular da fark edeceğim bakalım göreceğim.

BU YIL BİRAZ FARKLI BİR YENİ YIL KARŞILAMASI YAPMAYA KARAR VERDİM

Bu yıl biraz eğlenceli bir yılbaşı kutlaması yapmaya karar verdim.

Çanakkale’ye taşındığım yıldan beri benim 19 aralıkta, Semra’nın 23 ocaktaki doğum günlerini de ortalama bir zamanda beraberce kutluyoruz. Bu toplu doğum gününü de yılbaşı eğlencesine katmayı düşündüm.

Bir kısmı Çanakkale’de edindiğim, diğer kısmını da uzun süredir tanıdığım birkaç arkadaşımı davet ettim. İstediğim şey onlara hatıralarında yer edecek bir gün yaşatmaktı.

Bu nedenle günler öncesinden hazırlıklara başladım. Her şeyden önce canlı bir ağaç aldım. Ladin bulamadığım için büyükçe bir limon çamı aldım ve onu geleneksel bir şekilde ışıklar, melekler, toplar vs ile süsledim.

Renkli kağıtlar alarak merdiven, kapı süsleri, bir tarafı yapışkan parlak renkli kağıtlar alarak camlara yapışacak yeni yıl dilek yazıları, mumlar, çanlar, kar kristalleri, oyun kağıdı simgeleri kestik, kırmızı, beyaz, yeşil çuhalar alarak kardan adam, çizme, kızak, geyik, çam ağacı motifleri yaptım ve salonu, balkonu, bütün koridoru süsledik.

Her güne bir adet olmak üzere toprak kaplar içerisinde altın rengine boyadığım çam kozalakları, cevizler, kuru meşe yaprakları, tarçın kabukları, fındıklar, pamuktan karlar, çuhadan kesilmiş, yeşil, kırmızı yapraklarla süsler hazırladım. Bunları da gerçek kabaklarla yan yana koyarak misafirlerimin geleceği yollara, masalara koyduk. Evde her şey şenlikliydi, mumlar, melekler, çiçekler, kukuletalar, ağaç altındaki hediye paketleri ile ortalık gerçekten bayram yeri gibiydi.

Yemeği de geleneksel yılbaşı yemeklerinden menü düşünerek hazırlamıştım.

Asıl önemli hazırlık ise arkadaşların davet edilme süreciydi. Toplantıdan 2 hafta önce ‘Nardugan’ adı altında bir watsap gurubu kurdum ve guruba önce herhangi bir mesaj yazmadım. Tabii bu durum saatler içerisinde dikkat çekti. Ne oluyor diye sorular başladı, arkadaşlardan bir Nardugan hakkında araştırma yapıp bilgi verdi. Ben de bu bir gizem gurubudur, size her gün ya bir muamma soru vereceğim, ya da ufak bir bilgi vereceğim. Daha sonra birlikteyken bu bilgileri bir araya getireceğiz diye merak uyandırdım.

Gerçekten de daha sonra her gün bir bilgi verdim, ya da bir soru sordum. Sonraki gün, 21 Aralıktaki şebi yelda (en uzun geceler) denk gelen soltsis (gün dönümü) kavramlarını açıkladım. Soltsis ve ekinoks (gün tün eşitliği) günlerinin mevsimsel döngülerle ilişkisi hakkında bilgi verdim.

Bir sonraki gün ise Mintraizm hakkında bilgi verdim. Bu eski din İran ve Hindistanda yaygın olarak inanılan ve güneş kültü ile ilgili bir dindir. Daha sonra Roma İmparatorluğunda yaygın olarak inanılmış, ancak dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğunun resmi din olarak Hristiyanlığı kabul etmesi üzerine artık ortadan kaybolmuş bir inanış olduğunu açıkladım.

Bir sonraki gün benim doğum günümdü, bunu ilan ederek iyi dilekleri kabul ettim. Arkadaşlarımdan biri o günü Ayşenurdugan günü ilan etti. Ben de çoktan kabul ettim. Çünkü gurubun ismi Nardugan; nar= güneş, dugan= doğan anlamına geliyor. Bu bilgiden sonra bir başka arkadaşımın sen bizim Narımız oldun iltifatına mahzar oldum.

Bundan sonraki gün 1 Ocak gününün neden yılın ilk günü olduğu sorusunu sordum, ancak buna cevap vermedim. Bunun cevabını geniş bir şekilde daha sonra yapacağım, insanoğlunun zaman kavramı ve zamanı hesaplama yöntemleri şeklindeki bir araştırma yapacağım ve bu da bir sonraki toplantının konusu olacak.

Sonra geldi şebi yelda yani 21 aralık, o günde herkese nar kırdırıp, yedirdim. Böylece evlerinden bereket ve sağlık eksik olmayacak.

Bir sonraki gün bunun bir pagan geleneği olduğunu, paganların göklerle ve doğayla bağlantılarının ve bilgilerinin aslında bizlerden çok daha engin olduğunu yazdım.

Daha sonra Yahudilerin Hanukan bayramı ve Hiristiyanların Noel bayramının 25 aralık günü olarak bir biri ile örtüştüğünü yazdım.

Bu gün aslında yılın en uzun gecelerinin uzamaya başladığı gecedir. Hanukan bayramı aydınlığın doğuşu gibi bir anlama sahip olup, direkt olarak bu doğa olayı ile ilişkilidir. Benzer şekilde Mintraizm dininde Mintranın yani güneşin doğumu da 25 aralıktır. Hristiyanlıkta bu gün İsa peygamberin doğum günü olarak bilinir.

Daha sonra Noel baba kimdir ve neden kızakla kayar, kırmızı kukuleta takar diye sorular sordum. Tam da bu anda Gamze telaşa kapıldı, çünkü ondan toplantıda anlatmak üzere Noel babayla ilgili bir sunum istemiştim. Ancak ben de Noel ile ilgili daha fazla bir ipucu vermedim elbette.

Bir sonraki gün Oğlak burcunda gerçekleşen bir yeniay ve halkalı güneş tutulması vardı. Bu durumun çok kısa bir astrolojik değerlendirmesini yaparak, yeni yapılacak başlangıçların kalıcı olacağını ancak oldukça da yorucu olacağını yazdım. Zafer (ameliyat oldu), Sıdıka (yeni iş yeri kuracak) ve Gamze ( yeni şehre tayin olacaklar) kişisel olarak algıladılar.

Son gün de Rua nedir diye sordum.

Arkadaşlar bütün ipuçlarını internette araştırmışlar, hepsini öğrendikleri halde Rua nedir sorusunun cevabını bulamamışlar. Bu oldukça ezoterik gizemler içeren 25 aralık ve 5 ocak arasındaki 12 geceyi kapsayan bir zaman sürecidir. Ay ve güneş takvimleri arasındaki farkı kapatmak için güneşin bu süre içerisinde durup ayı beklediğine inanılır. Elbette 12 sayısındaki şifreler oldukça fazladır, 12 ay, 12 imam, 12 havari, 12 burç vs vs liste uzar gider.

Toplantımızda tanışma, yeme içme, hediye açma, Elazığ’dan bir öğrencim de olduğu için o günlerden konuşma fasılları oldu.

Sermin bize Orta Asya müzikleri, Noel müzikleri, Semra ve bana doğum günü şarkıları çaldı.

Daha sonra Gamze bize bir internet oyunu oynattı. Noel baba ile ilgili 13 soru sordu ve biz de telefonlarımızdan bir cevap işaretledik. Noel babanın geyik sayısı hariç bütün sorulara doğru cevaplar vererek oyunu  birinci bitirdim.

Daha sonra Nardugan bayramının 22 aralıktan sonraki ilk dolunayda (2020 yılında 10 Ocakta ve30 Ocakta, 2 tane Nardugan var) kutlanan bir bayramdır. Diğer pek çok toplumda da kutlanan bir bayrammış. Eski Türklerde ise bir da Ayaz Ata denilen iyilik sever bir soğuk atamız da varmış.

Bence Hrsitiyanlık dini ilk yayılmaya başladığı zaman, etkilemek istedikleri kısıtlı sayıda Yahudi toplumu, çok daha geniş pagan toplumu ve Mintraizme inanan Roma imparatorluğu halkları vardı. bu yeni dinin kolayca kabul görmesi için İsa’nın doğumu ile Mintranınkini aynı güne yerleştirmek, Hanuka bayramı ile de aynı günde kutlamak oldukça mantıklı. Pagan inanışına sahip bir de bütün Nardugan adetlerini, geleneksel Türk kıyafetleri de dahil Noel babaya adapte etmek akıllıca olmuştur. Yoksa Antalyalı Noel babanın ren geyikleri ile kızak kayması akla uygun olmayacaktı.

Sonuç olarak ne kadar farklı görünse bile bütün kültürler özünde bir biri içine giriyor. İşte bütün bunları konuştuk.

Çocuklar gibi eğlendik.

Çok net ben artık Nardugan kutlaması yapmaya devam edeceğim.

ellerimle yaptım
Elazığdan ilk öğrencilerimden Ahmet Coşkun

YUKARI MEZOPOTAMYA’NIN SAKLADIĞI SIRLAR; ARKEOLOJİK BULGULAR VE GÖBEKLİTEPE’NİN 12BİN YILDAN BERİ DEVAM EDEN ENERJİSİ.

Göbekli Tepe, kazılmaya başlandığı günden itibaren dünyada gerçekten çok büyük ilgi ile karşılandı. Nasıl karşılanmasın, daha düne kadar tarih Sümerlerle başlatılırken, şimdi Sümerlere dünkü çocuk dedirtebilecek bir uygarlığın ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı.

Göbekli Tepe, aslında bu bölgede Çayönü, Nevali Çöri gibi ören yerlerinde ilk işaretleri saptanan, ancak henüz bir isim verilememiş olan muazzam bir uygarlığın çok güçlü bulgularını çok daha belirgin bir şekilde gözler önüne serdi.

Bu yıl da gene Urfa’da, Göbekli tepenin kardeşi denilen KarahanTepe kazıları başladı. Mardin Dargeçit’te eş zamanlı ve Çayönü’nde bulunana benzer, tapınak olduğu düşünülen bir yapı saptandı. Sadece Urfa’da değil yakın çevre illerde de Göbekli Tepedekine benzer T şeklinde stellerin toprak üzerinde bile görüldüğü bir çok ören yeri ise henüz hiç kazılmadı.

Görünen odur ki, yakın bir zamanda insan uygarlığının başlangıcı, aşağı Mezopotamya’dan,  yukarı Mezopotamya bölgesine doğru kaydırılacak.

Umarım, benim ömrüm dahilinde, ortak değerleri olduğu yapı stillerinden belli olan bu uygarlığa dair çok daha fazla bilgiye sahip oluruz. En büyük ümidim ise, bir şekilde ön yazı sistemine sahip olduklarının keşfedilmesidir. Kim bilebilir, belki bir hikaye anlattıkları çok belli olan steller üzerindeki hayvan şekillerinin bile ilkel bir yazı şekli olduğu keşfedilir. Ya da bulgular arttıkça, açıkça yazı öncülü kabul edilebilecek bulgulara rastlanır. Eğer böyle bir buluntu olursa, işte o zaman artık tartışmasız bir şekilde tarih Anadolu topraklarından başlatılacak.

Tabii ben içimden geçen arzuyu dile getiriyorum. Gene de bu bölge ile ilgili teoriler içerisinde ayakları en çok yere basan teori, birkaç on yıl içerisinde bu bölgede özgün bir uygarlığın varlığının daha da belirginleşeceğidir. Yani bölgenin gizemini bilim kurgu değil, gerçek bilim çözecek.

Bir arkeoloji meraklısı olarak, bölgede ortaya çıkan her buluntuya karşı inanılmaz bir heves besliyorum. Göbekli Tepe’ye birkaç kez gittim. Klaus Schmidt’le yani ilk resmi kazı başkanı ile ve Göbekli Tepe’nin bulunduğu tarlanın gerçek sahipleri ile tanışma fırsatım oldu. Bu arada şunu ifade etmem gerek, Göbekli Tepe ile ilgili en mütevazi ve gerçeği en çok yansıtan teori Klaus beyin teorisidir.

Benim aslında bu bölgede çok dikkatimi çeken bir şey daha var. Göbekli Tepe’nin üzerini kapatan tepenin üzerinde tek bir ağaç vardır, bu ağaç günümüzde ve hatta bölgenin arkeolojik önemi anlaşılmadan önce bile dilek ağacı olarak kullanılmaktaydı.

Yani Göbekli Tepe’nin tapınak olduğu, henüz insanoğlunun görünürdeki bilgi dağarcığında yokken, kollektif bilinç demeyi tercih ettiğim bir bilgi ile insanlar o bölgeyi kutsal bellemişti.  Dilek ağacının etrafındaki mezar taşları ise kurban adakları için bir çeşit sunak olarak kullanılmaktaydı. Hatta arazi sahibi olan kişiler buraları tarla olarak kullanırlarken, tarlada çalıştırmaya başladıkları çocuklarına, öncelikle buranın kutsal topraklar olduğunu ve eğer çişleri gelirse, asla tepelere değil, tepenin aşağısına giderek aşağılarda işemelerini tembih ederlermiş.

Bu bilgileri bir araya getirince, 12bin yıllık, şu anda bilinç düzeyinde hakkında hiçbir bilgi kalmamış tapınağın nasıl olup da yöre halkı arasında hala kutsal kabul edildiğini akılla anlamak pek olası değil. Çünkü bu yapıların ortaya çıkması en çok 20 yıllık bir mesele, daha önce bu konuda hiçbir buluntu, bilgi yoktu. Göbekli Tepe örneğinde farklı uygarlıkları ispatlayan, üst üste katmanlar bulunmadı. Yani Tapınak bin yıllarca sahipsiz kaldı, ama gene de modern insanlar o bölgenin kutsal olduğunu biliyorlardı.

Oysa, bir çok arkeolojik sit alanı katmanlar halinde bir çok uygarlığın kalıntılarını taşır. Yani, yeni gelip ülkeyi zapt eden, muhtemelen savaş sırasında mahvettiği şehrin yıkıntıları üzerinde, binalardan kalan inşaat kalıntılarını ve şehrin alt yapıları kullanarak kendi binalarını yapar, böylece yeni şehir eski şehrin bütün lojistik imkanlarını kullanarak daha az çaba sarf ederek kurulur. Mesela eski şehrin limanı, yolları, tarlaları, sağlam binaları, harap binalardan kalan inşaat malzemeleri, su kanalları, sarnıçları ve her türlü imkanı kullanılır. 

Bu durumda da çok dikkatimi çeken bir olgu, eski şehirdeki tapınağın, yeni şehirde de tapınak olarak kullanılmasıdır. Bazen, şehir din savaşları ile ele geçirilmiştir, yeni gelen, eski gelenin dinine karşıdır. Buna rağmen, her nedense eğer tapınak yıkık değilse, ufak değişikliklerle, yeni dine uyarlanır. Yıkılmış ise, kuvvetle muhtemeldir ki yerine yeni dine ait tapınak, hem de eski binadan kalan taşlarla inşa edilir.

Mesela Anadolu’da önce ateş tapınağı olup, üzerine kilise ya da manastır inşa edilmiş, ya da kilise olup da, bir minare ilavesiyle camiye çevrilmiş pek çok örnek vardır.

Mesela Mardin’deki Deyrül Zaferan Manastırında neden ateş tapınağı yıkılmamış, olduğu gibi muhafaza edilmiş. Öyle ya yeni din ateşe tapınmaya tamamen karşı, o küçük binaya da ihtiyaç yok, öyleyse neden muhafaza edildi.

Ya da koskoca Osmanlı’nın yeni Cami binası yapacak parası yok muydu da kiliseleri olduğu gibi muhafaza edip, sadece bir minare ve birkaç yazı ekleyerek camiye dönüştürdü. Hadi diyelim sağlam binaları feda etmek istemediler, ama binayı başka amaçlarla kullanabilirlerdi. Neden kiliseleri mesela bimarhaneye değil de camiye çevirdiler?

Bence burada akıl dahilindeki bilgi ile algılanmayan bir olgu var.

Niyet baloncukları, ya da bilinç köpükleri demeyi uygun bulduğum bir olgu.

Niyet önemlidir. Mesela niyet etmeden namaz kılınmaz, oruç tutulmaz. Önce yapacağın ibadete (eyleme/ çalışmaya) karar vereceksin, sonra da bu kararını dile getireceksin ki yaptığın ibadet, ibadet sayılsın. Yani yapmakta olduğun eyleme farkındalık (şuur, kollektif bilinç, adına ne dersen) katacaksın ve bu farkındalığı kendi bilincinden daha yüce (geniş, ulu) bir alana bildireceksin.

Bence tapınaklarda insanlar niyet ede ede, o mekanda, diğer mekanlardan farklı bir boyut (kollektif bilinç odaları/köpükleri) meydana getiriyorlar. Bu bilinç boyutu, bu enerji alanı, o mekanda var olduğu ve bu farklı enerji de insanlar tarafından sezgisel olarak algılandığı için, tapınak mekanları tapınak olarak kalıyor. Yani eski şehrin sadece su kanalları, köprüleri değil, enerji alanları da yeni şehirde kullanılmaya devam ediyor.

Üstelik Göbekli Tepe örneğinde olduğu gibi tapınak tamamen yeryüzünden kalksa bile o enerji alanı hala fark ediliyor. Göbekli Tepede bugünlerde bir yandan azimli bölge halkı göbekteki ağaca çaput bağlamaya devam ederken, diğer yandan New Age akımı çılgınlığına kapılan insanlar dünyanın öbür ucundan gelip ay dönümlerinde, gün dönümlerinde çeşitli ritüeller uyguluyorlar.

Her iki ritüel cinsinde de modern insanın bildiği ilk atalarının niyet kapsüllerine kendi niyetlerini ekleme çabası var. Kendi farkındalığını, çok daha yüce, köklü, kalabalık bir farkındalık (bilinç, şuur, enerji, niyet) alanına eklemeye, on binlerce yıllık bir enerji zinciri oluşturmaya gayret ediyor.

Çok büyük, çok köklü, çok görkemli bir şeylere şahit olmak, ait olmak yada eklenmek için.

Show Buttons
Hide Buttons