Monthly Archives: Eylül 2019

SEVGİLİ FARABİ HASTANESİ,

Bu mektubu sana, meslek hayatının en verimli yıllarını senin için çalışarak geçirmiş bir hekim olarak, derin üzüntüler içerisinde yazıyorum. Duydum ki borç batağındaymışsın ve başın ciddi beladaymış. Trabzon Tabip Odası başkanı, Dr Ebru Sivri çok dokunaklı bir yazı ile Farabi Hastanesine sahip çıkmış.

 Ebru Sivri’nin mesleki ablası sayılırım ve ona duyarlılığı için teşekkür ediyorum. Ondan izin almadan bu yazısını aynen buraya ekledim.

Yanındayız KTÜ Farabi

Sabit bir geliriniz var ve ev geçindirmeye çalışıyorsunuz. Geliriniz hep aynı ama giderleriniz artıyor. Yıllar içinde elektriğe, suya, mutfakta kullandığınız temel tüketim malzemelerine zam geliyor. Çocuklarınız okula gidiyor masrafları artıyor, vergiler artıyor ama sizin geliriniz yine aynı. Evinize misafir geliyor onların masraflarını da karşılıyorsunuz , hatta onlarıda evin kadrosuna almanız isteniyor giderlerini siz karşılıyorsunuz, harçlıklarını siz veriyorsunuz . İçinde oturduğunuz ev zamana yenik düşüyor, tadilat yaptırmanız gerekiyor çatı akıtıyor, musluklar bozuluyor giderler artıyor ama sizin gelir yine aynı. Hadi evinize temizliğe yardımcı gelmiyor diyelim ama ortak kullandığınız alanın temizliğini, güvenliğini sağlayan personel var onun maaşına zam geliyor , bu gider kalemi de yine sizin aile bütçenize yansıyor. Geliriniz sabit ama yıllar içinde giderleriniz ne kadar da artıyor. Gelir gideri karşılamayınca borçlanıyorsunuz, borçtan çıkmak işin siz uğraşa durun giderler hala artıyor. Atalarımızın dediği gibi “Kaşıkla geliyor, kepçeyle gidiyor”. Şimdi sorarım size bu durumda evini geçindiremiyor diye kime kızarsınız. Yıllarca ailenin bu durumunu izleyip müdahale etmeyen, giderlerinin arttığını görüp hatta yeni gider kapıları açıp, gelirini arttırmayanın suçu yok mu.
Ülkemizdeki tüm üniversite hastanelerinin durumu yukarıda izah etmeye çalıştığım gibidir İlimizde de ne yazık ki durum aynıdır. Ama tüm bu gerçeklere rağmen nedense çuvaldızı kendine batırmayanlar suçlayacak kişileri bulmuş, hedef tahtasına oturtmuş KTÜ Farabi Hastanesi yönetimini haksız yere karalamaktadırlar.

Bölgemizdeki A grubu ameliyat dediğimiz büyük ameliyatların % 96 sı Farabi’de yapılıyor. -2018 yılı verisi 3213-
Doğu Karadeniz’de helikopter ambulans ile hasta kabulu yapan tek hastanemiz Farabi.
İlimizde terör çatışmalarında yaralılara hizmet veren hastane yine Farabi
Bölgemizde Cumhurbaşkanı için referans olan tek hastane Farabi
Türkiye’nin en büyük acil servis binasına sahip hastane Farabi
Hasta yükü en fazla olan hastane , hem il içinde diğer hastanelerden gelen , hem de çevre illerden gelen hastaların kabulu yapıyor. -2018 verileri 802.076 poliklinik, 89.112 ameliyat, 137.795 acil hasta-
Sevk zincirinin son halkası, teşhiste veya tedavide hastayı yönlendirdiğimiz veya komplikasyon dediğimiz bir ilacın ya da hastalığın doğuracağı istenmeyen yan etkiler dediğimiz komplilasyon durumlarımda hastayı sevk ettiğimiz bölgemizdeki tek hastane Farabi
Doğu Karadeniz’de organ transplantasyon merkezi olan tek hastane Farabi ( toplamda 100 böbrek, 30 karaciğer nakli yapılmıştır)
Bölgemizde yanık ünitesine sahip tek hastane yine Farabi
Yoğunbakım üniteleri, yan dal branşları, kemoterapi üniteleri ile de hizmet veriyor.
43 Anabilim dalı ve bu anabilim dallarına bağlı olarak kurulmuş 25 bilim dalı ile eğitim, araştırma ve hizmet sunumuna devam ediyor.
Yaklaşık 1400 doktor, 500 tane araştırma görevlisi sayısı ile sıralamada Türkiye’ de ilk 15 üniversitenin içinde.
Bir gece nöbetinde toplam hastane bünyesinde yaklaşık 45 doktor görev alıyor, hiç de azımsanacak bir sayı değil.
URAP verilerine göre Türkiye’nin 2018-2019 yılı en iyi tıp fakülteleri sıralamasında 14. Sıradadır
Şehrimizin tek üniversite hastanesidir.
Dolar inanılmaz bir şekilde artmış , tıbbi sarf malzemelerini döviz üzerinden alıyorsun, gelirin belli giderin artmış, durum böyleyken içine düştüğü mali açmazda yönetimini suçlamak haksızlıktır, üniversite hastanelerini bu duruma getiren sistemin hiç mi suçu yok. Büyük resme bakalım, oturup durumu düzeltmek için neler yapılabilir diye konuşalım, çözüm önerilerini tartışalım, asıl bunları yüksek sesle konuşalım ki sesimizi duyuralım. KTÜ Farabi Hastanesi de ilimiz için marka değeri olan köklü bir eğitim ve bilim yuvasıdır, güçlü bir hastanedir ve bu mücadelede yanındayız KTÜ Farabi.
Ebru Sivri
Trabzon Tabip Odası Başkanı

Formun Üstü


Bir Kasım günü (1989), KTÜ Tıp Fakültesi, Farabi Hastanesinde  çalışmaya başladığımda, henüz 31 yaşına girmiş, mecburi hizmetini yeni bitirmiş genç ve hevesli bir Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanıydım. İşe başladığımda Trabzon’da evim olduğu için üniversitenin lojmanlarında kalmıyordum. Dolayısıyla hastanemiz hakkında neler söylendiğini çok daha kolay duyuyordum. O yıllarda Farabi Hastanesine gelmek isteyen hastalar, oraya gidip de asistanların elinde kalmak, deney tahtası mı olmak istiyorsun diye  uyarılırdı. Açık konuşmak gerekirse bu uyarıyı genellikle Trabzon’da, diğer hastanelerde çalışan hekimler yapardı. Aradan geçen çeyrek asırda Farabi Hastanesinin bölge hekimleri arasında ne kadar itibar kazandığının bir göstergesi Dr Ebru Sivri’nin sözlerinde saklı duruyor.

Ebrunun söylemeyi unuttuğu bir gerçeği de ben dile getireyim. Farabi Hastanesi, bölge hekimlerimizin kendileri ya da en yakınları ciddi sağlık problemlerini çözmek için güvendiği hastanedir. Bu bana göre, bir bölge hastanesinin  en önemli güvenilirlik göstergesidir.

Sevgili, uğruna saçımı süpürge ettiğim, gençlik yıllarımı tükettiğim hastanem, şimdi biraz benim kendi yaşantımda yer eden gelişiminden söz etmek zamanıdır.

Ben sende çalışmaya başladığım ilk yıllarda, sanırım 50/60 öğretim üyesi ya var, ya da yoktu. Sen şimdiki yerinde tek bir bloktan ibaret bir hastaneydin.

Benden önce çalışmaya başlamış olan büyüklerimden, Göğüs Hastanesindeki halini bol bol dinledim. Sadece hastanenin o zamanki halini değil, etrafında otlayan inekleri, damlarından akan kova kova suları da dinledim, ancak o halini ben görmediğim için yazmaya kendimi yetkin görmüyorum.

Ben işe başladığımda dedim ya tek bloktan ibarettin. Planınla ödül kazanmış olduğun söyleniyordu, ama bu ödülün gerçekliğinden, ya da ödülü veren jürinin gerçekçiliğinden her zaman şüphe ettim. Çünkü 11 katlı olmana rağmen asansörün 3 gözdü, yangın merdivenin, hasta bekleme salonların yoktu ve daha bir çok tuhaflığın vardı, yani bana göre hiç de ödül alacak bir mimarin yoktu. Ancak ben işe başladığım andan itibaren sürekli tamirat, tadilat geçirdin, ek binalar yapıldı, sonunda içinde sürekli kaybolunacak bir labirent haline dönüştün.

Mesela ben işe başladığımda koridorlar, tuhaf bir mozaikti, mermer döşendi, bayağı güzel göründü. Asansörler artırıldı. Hatta bu asansörlere yer çıkarmak için bizim geceleri servisin ön tarafında gece gelen acil hastalara baktığımız odamızı feda ettiğimiz için Çocuk Acil açılmıştı. Bu asansörlerin yapılmasına bu nedenle minnettarım.  

Yangın merdivenlerinin yapılması sırasında servisime kıvılcım atlayıp, yangın çıktığını da hatırlatmadan geçemeyeceğim.

Daha sonra yuvarlak ek bina yapıldı. Bu bina bitince hep birlikte oraya taşındık ve eski bina sil baştan elden geçti. Şimdiki yuvarlak binanın zemin katında yıllarca Acil, Acil binası yapıldıktan sonra da yoğun bakımlar  olarak kullanılacak olan bölümde biz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Servislerini taşımıştık. Tam bir yıl o kısımda bütün yaş guruplarını bir arada yatırdığımız, sadece kemoterapi, enfeksiyon ve bebek hastalarımız biraz izole edebildiğimiz bir yıl geçirdik.

Bütün o taşınmalar sırasında neler yaşadığımı daha önceki bir çok yazımda yazmıştım. Şimdi onları  tekrarlamayacağım.

Ancak  biz gerçekten büyük bir fedakarlıkla ve vatan severlikle çalıştık. Öğretim üyesi  ve asistan sayımız arttı elbette, ancak daha önemli olan eğitim ve sağlık hizmeti kalitemiz arttı.

Mesela KTÜ Tıp Fakültesi, Türkiye’de eğitimde akreditasyon alan ilk fakültelerden biridir. Bu güne gelmek için kaç kişinin kaç yıllar boyunca ne kadar emek verdiğini anlatmaya kalksam şimdi sayfalar yetmez. Şu kadarını söylemek yeterlidir sanırım. KTÜ Tıp Fakültesi mezunları, çalışmaya başladıkları her yerde olumlu yönde fark edilirler. Eğer canları ihtisas yapmak isterse kazanamayacakları bir sınav da yoktur. Elbette kişisel farklılıklar olacaktır, ancak KTÜ Tıp Fakültesi mezunu olmak, ya da KTÜ Tıp Fakültesinde ihtisas yapmış olmak bir ayrıcalıktır.

Bunu çok inanarak söylüyorum ve bu başarılı doktorları yetiştirirken senin hastane olarak rolünü bu mektupla hatırlatıyorum.

Hasta hizmetlerini Ebru Sivri hatırlatmış zaten.

Sevgili Farabi Hastanesi, yaptığın hizmetlerle çok önemlisin. Borcun varmış, boş ver, boynunu bükme. Borç yiğidin kamçısıdır. Elbet bu günleri de atlatırsın. Biz senden daha çok hizmet bekliyoruz.

Sevgiyle kal.

Prof Dr Ayşenur Ökten.

Emekli Öğretim Üyesi

KREMALI DOMATES HASADI ÇORBASI

Domates hasadı zamanında istemediğin kadar domates oluyor. Yeterince salça, ve kahvaltılık sos yaptıktan sonra hala bir çok domates var. Ne yapayım derken nefis bir domates çorbası çıktı ortaya.

İÇİNDEKİLER

4 kilo domates

1 paket süt kreması

2 kaşık tarhana

2 kaşık kırmızı mercimek

1,2 diş sarımsak

Tuz, bir kaşık toz şeker, kırmızı toz biber, fesleğen yaprakları.

Üzeri için istenirse taze kaşar rendesi.

YAPILIŞI

Domateslerin yarısı, çekirdekleri çıkartılıp rendelenir. Ben daha kolay olması için domatesleri ikiye bölüp, rondodan geçirdim. Daha sonra kalın bir tel süzgeçten geçirerek, çekirdek ve kabukları attım. Taze domates suyu elde etmiş oldum.

Kalan domatesleri ise kalın dilimler halinde doğrayıp, 200 derece fırında 40 dakika fırınladım. Daha sonra kabuklarını çıkartıp, fırınladığım domatesleri de rondodan geçirdim. Fırınlanmış domatesten domates sosu elde etmiş oldum.

Mercimekleri ve tarhanayı bir tencereye alarak 2 bardak su ile topaklanmayı önlemek için sürekli karıştırarak pişirdim. Mercimekler iyice haşlandıktan sonra tuzunu, baharatlarını, domateslerin ekşiliğini almak için şekeri, dövülmüş sarımsağı, kremayı ve her iki domates sosunu ekleyip kıvamını ve tuzunu kontrol ettim. 

Çorbaya istediğim kıvama gelene kadar kaynar su ekleyip, çiğ domates kokusu geçene kadar pişirdim.

Biz üzerine başka bir şey koyma gereği görmedik, ama istenirse taze fesleğen yaprakları ve kaşar rendesi ile servis edilebilir.

NOT;

Tarhana, Karadeniz ikliminde kurutulamadığı için, pek alışık olduğumuz bir tat değildir. Ben de yıllardan beri tarhanayı çorbaları bağlamak için un niyetine kullanırım. Bu benim en önemli lezzet sırlarımdan biridir. Bunu denerseniz en basit çorbanın bile ne kadar farklı bir lezzete kavuşacağını göreceksiniz.

Mercimeğe gelince sadece sonu kalmış azıcık mercimek vardı, hadi bunu da çorbaya katayım deyince çok güzel bir sonuç aldım. Bundan sonra domates çorbalarına her zaman katacağım.

Resim çekmeyi ihmal ettiğim için rengi benim yaptığım çorbaya en çok benzeyen resmi internetten aldım

MÜZEHHER GÜVENÇ, ESKİ ANILAR, SOL YANIMIZ ÇOCUK KALMIŞ, SAĞ YANIMIZI NE SEN SOR NE BEN SÖYLEYEYİM.

Geçen ay Gülçin Olcay ile Gökçeada’da tatildeyken, Müzehher Güvenç’ten bir telefon geldi.   Bozcaada’ya bir arkadaşının bağında bağ bozumu için gelecekmiş, dönmeden bir kaç gün bende kalmak istiyormuş. Tabii çok sevindim.   

Çok gezene Sivas’ta ‘ayağı yanık it gibi’ derler, Ege’de de ‘göğü kaldıran kuş gibi’ terimi varmış. Bunu genel olarak bana söylerler ama benim hemen bütün arkadaşlarım bu tanıma uyuyor galiba.

Hal böyle olunca benim trafik bazen karışıyor. Gökçeada’dan dönüp,  Gülçin gittiği gün Yavuz Özoran Hoca, oğlu Emre’nin düğünü için Çanakkale’ye gelmişti. Tam düğün bitti, Yavuz hoca gitti, aynı gün Müzehher geldi  (Bu karmaşada bir de sınıf arkadaşımız geldi, ama artık onunla Zafer ilgilendi).

Müzehher ile arkadaşlığım oldukça eskidir, ta asistanlık yıllarıma dayanır. Müzehher aslında Ankara Tıp mezunudur, sadece birkaç aylık oldukça kötü bir Hacettepe macerası vardır. Buna karşılık hayatı garip bir şekilde bir çok sınıf arkadaşımla öyle yada böyle kesişmiştir ve hatta benim sınıf arkadaşlarımdan bazıları ile benden daha yakından görüşür.

Ben Hacettepe’de Pediatri İhtisası yaparken, en yakın arkadaşlarımdan biri olan Ayşen (Coşkun) da Psikiyatride asistandı. Sanırım Müzehher’le onun vasıtası ile tanışmıştım. Müzehher de Psikiyatride asistandı, sanırım 4/5 aylık asistan iken bir gece, tam da Müzonun nöbetinde serviste yangın çıkmıştı. Bu yangını aslında kendini yaralamasın diye duvarları korumalı özel bir odada yatan hastalardan biri çıkarmıştı. Daha sonra birkaç hasta bu duvar izolasyonlarının yanmasıyla ortaya çıkan zehirli dumanı soluyarak ölmüştü.

Ben o gece nöbetçi değildim, ama duyduğuma göre Hacettepe’nin devasa binasının orta yerinde bulunan servise, itfaiye araçları da yaklaşıp müdahale etmekte oldukça yetersiz kalmışlardı.

O gece Müzehher’in çektiği korku ve geçirdiği ölüm tehlikesi bir tarafa, bir de yıllarca mahkemelerde süründü. Tabii olayın bir başka sonucu da hemen psikiyatriden vaz geçmesi ve daha sonra kadın doğum uzmanı olması oldu.

Müzehher, bizim üniversiteden ayrılınca yıllarca görüşmemiştik.  Sonra hiç beklenmedik bir şekilde yeniden bir araya geldik. Ben mecburi hizmetim için Elazığ’a gitmiştim. Daha önce hikayesini defalarca anlattığım bir şekilde kuradan Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi çıkmıştı. Ben pediatride tam bir yıl boyunca yalnız çalıştıktan sonra önce Dr Kenan Kocabay, ondan bir ay sonra Dr Hüseyin Güvenç ve hemen ardından Prof Dr Sırrı Bektaş geldiler.

Biz Hüseyin ile hemen anlaşıp iyi arkadaş olmuştuk.

Hüseyin’in eşi o sırada ihtisas yaptığı için ondan bir yıl sonra geldi. Meğer Hüseyin,  Müzehher ile evliymiş. Böylece bu çiftin, biri eş durumundan değil, her ikisi de ayrı ayrı benim arkadaşım oldular.

Müzehher, devlet hastanesinde çalışıyordu, böylece muayenesi de vardı ve yerel halk ile iletişimi bizden çok daha farklı bir seviyede idi. Muayenesinde orta yaşlı bir yardımcısı vardı. Üç dil bile sekreterim var diye arkadaşlar arasında hava atardı. Kadıncağız gerçekten de Kürtçe ve Zazaca bildiği için Müzoya bir hayli tercümanlık yapmıştı.

O yıllarda, Elazığ’da sosyalleşmek için yapabileceğimiz çok az şey vardı. Biz de sık sık kendi aramızda toplanır, yemek yerdik. Bir gün de Hüseyinlerde toplanacaktık. Müzehher, bana sen erkenden gel, biz hazırlanırken, bir yandan da sohbet ederiz demişti.

Ben de yemek saatinden bayağı önce, işten çıkar çıkmaz gitmiştim. Bir yandan yemek hazırlıyorlardı, her ikisi de mutfakta bir şeyler yapıyorlar fakat benim  yardım etmeme izin vermiyorlardı. Bir sandalye gösterip beni mutfağa oturttular. Meğer biraz önce ufak bir şeyden ötürü tartışmışlar ve her ikisi de olayı kendi bakış açısı ile bana anlatıp, kendi tarafını tutmamı istiyorlar, bir yandan da fırıl,  fırıl dönüp yemek hazırlıyorlar. Ben diyorum ya ikisi de benim arkadaşım. Her ikisini de dinleyip makul bir cevap vermek istiyorum, ama biri bir şey söylüyor, öbürü bir şey söylüyor, bir yandan da bir o yana bir bu yana koşuşup duruyorlar. Bunları dinleyeyim, yüzlerine bakayım derken başım döndü.  Zaten saçma sapan bir şeyden ötürü kavga etmişler, bir ara bulucuya ihtiyaçları yok, bir nefes alıp bir dakika sussalar kavga bitecek. Birden bire ‘’bir dakika, şimdi siz benden hakemlik yapmamı mı bekliyorsunuz’’ diye sordum. İkisi birden evet dediler. Ben de tane tane ‘’siz kesinlikle anlaşamıyorsunuz, en iyisi bir an önce boşanın’’ dedim. İkisi birden o kadar da değil artık diye itiraz ettiler. Ben de ‘’o halde dırdırı kesin, yetti be, güya bir tabak yemek yedireceksiniz, kafamı şişirdiniz’’ dedim.

Bu galiba benim bir karı koca arasındaki ilk ve tek hakemlik deneyimimdir. Neyse ki kesin olarak kavga bitti. Hem de kahkahalarla.

Diyorum ya biz ayrı hastanelerde çalışıyoruz, yani hafta içi gündüzleri pek görüşemiyoruz.  Bir gün Müzehher, kimseye bir şey söylemem koşuluyla sır dolu bir telefon etti. Bir yere gitmesi gerekiyor ancak, tek başına gitmek istemiyor, ben ona eşlik edersem gidecek.

Sonunda baklayı ağzından çıkardı; kuaförde cinsiyet değiştirme ameliyatı olmuş bir kadın ile tanışmış. Bu kadın Elazığ’ın en meşhur falcısı olduğunu söylemiş ve gel senin de falına bakayım deyip adresini ve telefon numarasını vermiş.  

O zamanlar,  kafam hıyardır diyene tuzla biberle koşuyorum hiç böyle bir fırsatı kaçır mıyım. Tabii gittik. Gitmeden önce de Müzehher güya kadını kandırmak için, bakalım doğru biliyor mu diye yüzüğünü filan çıkarttı. Oysa falcı muhtemelen kuaförden Müzoyla ilgili bütün bilgileri almıştır.

Saçları koyu sarıya boyanmış, kocaman bir kadın, üstünde memelerini iyice belli eden dar bir penye, ucuz ve büyük bir kolye, bacağında çiçek desenli bir şalvar,  kocaman ayaklarını altına almış,  divanda oturuyor. Kalın bir erkek sesi ile bize kahvelerimizi nasıl istediğimizi soruyor. Sonra da Müzoya 45 dakika, bana ise  toplamda 10 dakika bile sürmeyen fal bakıyor. Tabii ne de olsa ben piyangodan çıkmıştım. Hakkımda hiçbir şey bilme imkanı yoktu. Tabii söylediği hiçbir şey çıkmadı, ama çıkmasını da beklemiyordum. Zaten söylediklerinden çıkan olduysa bile, ne dediğini hatırlamadığım için falının çıktığını da anlamazdım.

Ama kendisi, yani seksenli yıllarda, Elazığ gibi tutucu bir yerde, transseksüel kimliği açıkça yaşayan  ve tahtında pardon sedirinde düşkün bir kraliçe gibi  oturan bu savaşçı kadın, bayağı  hafızamda yer etmiş.

Müzehher de bu falcı maceramızı hatırlıyor.

Ertesi gün artık yorgunluğumuz geçti ve Müzehher’i, bizim evden 42 kilometre uzaklıkta olan ‘Su ve Vicdan Nöbeti’ne götürdüm.

Bu yıl haziran geldi, aniden hava yaz oldu. Duygusal açıdan ise hiç de yaz halimiz olmadı. Dağlarımızdaki doğa kıyımı bize ne kadar kırılgan olduğumuzu hatırlattı sürekli.

Neyse ki, Kaz Dağlarında yapılması planlanan siyanürlü altın arama işine  ciddi bir direnç gösterildi. Haftalar aylar süren çadırlı ‘’Su ve Vicdan Nöbeti’’ tutulmaya başlandı. Her türlü iletişim aracı ile bu dağlarda yapılan kıyımın boyutları gözler önüne serildi. Fazıl Say tam da ağaç kesiminin yapıldığı bölgede, dağda piyano konseri verdi. Bu konser sayesinde bölgede yapılanlar dünyada da yankı uyandırdı.

Şimdi sözüm ona altın arama işleri biraz geri durmuş gibi görünse de, birkaç ay sonra neler olur, hiç kimse işte bundan emin değil. Böylece nöbet tutanlar kışın da orada olabilmek için hazırlık yapmaya başladılar.

Müzehher ile gittiğimizde, nöbet tutan gençlerle biraz sohbet ettik. Müzo kocaman selfi çubuğunu çıkartıp bir sürü resim çekti. O gün tanıştığımız nöbetçiler bize kesimin olduğu alana kolayca gidebileceğimizi söylemişlerdi. Ancak biz o konuşmayı yaparken, alana giden toprak yola barikat kurulmuştu. Hemen geri dönüp, barikatı haber verdik, onlar da gidip yolu açtılar.

Ertesi gün de gel sana bir sertifika alalım diye onu Babakale’ye götürdüm. Köyün muhtarından, Asya kıtasının en batı noktasına geldiğimize dair sertifika aldık.

Bu ay sonunda planladığım Karadeniz gezisine katılmaya karar verip, uçak biletini alması ise 10 dakika filan sürdü.

Diyorum ya, benim uzun süreli arkadaşlarımın hepsi  yanık ayaklarla gök kaldırma derdinde.

KİRAZLI BALABAN SU VE VİCDAN NÖBETİ
ASYA KITASININ EN BATI NOKTASI

HAYATIMIN ÇEŞİTLİ DÖNEMLERİNDEN DOSTLAR VE ÇANAKKALE’Yİ ÇEVRELEYEN ADALAR; BOZCAADA, GÖKÇEADA, SEMADİREK VE MİDİLLİ

Türkiye’nin 3 tarafı denizlerle çevrili olmasına karşılık, neredeyse parmakla sayılacak kadar az adası vardır. Mevcut adaların da bir çoğu Marmara denizindeki adalar. Çanakkale iline bağlı olan Bozcaada ve Gökçeada büyüklükleri bakımından diğer Ege ve Akdeniz adalarımızı gölgede bırakıyorlar.

Geçen haftaya eski dostlar ve bu adalar damga vurdu.

Geçtiğimiz hafta farklı arkadaşlarla her iki adaya da gittim. Lise çağlarımdan beri tanıdığım arkadaşımız Ayşen Güner birkaç günden beri bizdeydi. Kızı Hülya, annesini almaya geldiğinde Bozcaada’ya gitmek istedi, hep birlikte  günü birlik gittik.

Bozcaada, ana karadan 6 kilometre uzaklıkta, 40 kilometre kare büyüklüğünde bir adadır ve Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesidir. Eski adı Tenedos olan bu adada aslında 2500 kişi yaşıyor, yani kış aylarında oldukça tenha, yazın ise tam bir turizm cenneti oluyor. 

Adaya ulaşım genellikle Geyikli’den kalkan feribotla sağlanıyor. Ancak bu feribota arabanızla binmeye teşebbüs ederseniz, oldukça zor zamanlar geçirebilirsiniz. Çünkü trafiğin yoğun olduğu günlerden birinde adadan ana karaya geçmek için arabamın içinde tam 3 saat feribot kuyruğu beklemiştim. Yani bizim gibi günü birlik gidenler için yaya geçmekte fayda var. Bir de Çanakkale’den karşılıklı deniz otobüsü seferleri varmış, bu daha da iyi bir seçenek olabilir, tek sakıncası ise gidiş ve dönüş için belirli bir saate bağımlı olmak.

Ada, kalesi, soğuk ve berrak denizi, rüzgarı, temiz havası, bağları ve şarapları ile meşhur.

Adaların, özellikle de çevresinde yakın yerleşim yerleri bulunan adaların tarihi korsanlar, çeşitli devletlerin işgalleri ve  deniz savaşları ile yazılır. Bozcaada’nın çevresinde ise dünya tarihinin en ünlü savaşları olan Truva ve Çanakkale savaşları yer almıştır. Tabii ki Bozcaada da bu savaşlarda üs olarak kullanılmış ve daha bir çok savaşta elden ele geçmiştir.

Fatih Sultan Mehmet tarafından,  1455 yılında Gökçeada ile birlikte Osmanlı topraklarına katılmış ve bu tarihten sonra Piri Reis haritalarında ismi Bozcaada olarak yer almıştır.

Çanakkale savaşında Birleşik Krallık ve Fransa tarafından işgal edilen ada, Lozan Antlaşması ile Türkiye topraklarına katılmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinde Gökçeada gibi, Bozcaada da mübadeleden muaf tutulmuştur, ancak daha sonraki yıllarda adadaki Rum nüfus giderek azalmıştır.

Bu günlerde Bozcaada’da yapılacak en güzel şeyler, güzelim plajlarda denize girmek, küçük lokantalarda meze ve balık yemek, rüzgar güllerinin bulunduğu burunda gün batımını seyretmek, Eylül ayında bağbozumu şenliklerine katılmak ve adadaki şarap üreticilerinin birinde şarap tadımı yapmak olarak özetlenebilir.

Aslında bağcılık ve şarapçılık Bozcaada’nın var oluş biçimidir dersek yalan olmaz. Derler ki adaya adını veren Tenes, adada yabani asma bulmuş ve onu bugünkü haline getirmiştir. Bozcaada’nın eski paralarının üzerinde mutlaka üzüm vardır. (Gerçekten, ben de Çanakkale’de, üzüm dahil bir çok meyvenin yabani hallerinin bulunduğuna şahidim.)  Bozcaada’da bir çok ürünün tarımı için yeterli su kaynağı yoktur. Asmanın az su istemesi, ve adanın toprağını ve ikliminin de  bağcılık için oldukça uygun olması, Bozcaada’daki başlıca tarımsal faaliyeti bağcılık olarak kısıtlar.

Bu durum adanın, ekonomik getiri ürünü olarak şarapçılık kültürünü geliştirmesinde başlıca etkendir.

Adaya özgü, şarap yapmaya uygun, 4 farklı çeşit üzüm bulunmaktadır. Kırmızı şarap için Kuntra( karasakız) ve Karalahna üzümleri, beyaz şarap için de Çavuş ve Vasilaki üzümleri adaya özgüdür. Bunların yanı sıra şarap yapmaya uygun diğer üzümler de yetiştirilmektedir.

Adaya gidince şu anda faaliyet gösteren bir şarap üretim merkezine gidip, özellikle adaya özgü şarapları tatmadan dönmemek lazım. Tabii bu benim fikrim.

Eski adı İmroz (rüzgarlı) olan, Gökçeada ise 286 kilometrekare büyüklüğü ile Türkiye’nin en büyük adası, aynı zamanda en batıda bulunan kara parçasıdır.  Suyu kendine yeten, içerisinde adada olduğunuzu unutturacak kadar büyük, oldukça dağlık  bir adadır.

Coğrafyası oldukça renkli olan bu adada, çok güzel plajlar, akarsular, hatta bir şelale bulunmaktadır.  Sualtı dalışları ve rüzgar sörfü yapmak için çok uygun alanları ve çamuru ile ünlü bir tuzla gölü, çok şirin köyleri bulunmaktadır.

Türkiye’nin ilk Cittaslow’larından birisidir ve gerçekten de bu adada zaman yavaş akar. Adaya ulaşım, Gelibolu’daki Kabatepe limanından kalkıp, Kuzu limanına ulaşan feribotlar ile yapılmaktadır.

 Son yıllarda birkaç Türk filmine sahne olana kadar da turistik açıdan pek tercih edilen bir yer olmadı. Şimdilerde ise gerek sörfçüler arasında gerek de çok sıcak olmayan bir bölgede deniz tatili yapmak, kafa dinlemek  isteyenler arasında oldukça turist çekmeye başladı.

Geçen hafta üniversiteden, sevgili arkadaşım Gülçin Olcay ile deniz tatili yapmak üzere Gökçeada’ya gittik. Bol bol sohbet ettik, denizde girdik, deniz ürünleri yiyip, Semadirek adasının manzarası eşliğinde güneşin batışını seyrettik, yöresel ürünlerden aldık. Çok güzel kafa dinleyip, bundan sonra da, fırsat buldukça tekrar gelmeye karar verdik.

Adada otantik halleri ile korunmuş birkaç Rum köyü var, biz bu köylerden birinde kaldık ve diğerlerini de kahve içmek, ya da bir şeyler yemek için ziyaret ettik. Köy meydanlarında Rumca konuşan bir çok insanla karşılaştık. Oysa gitmeden önce adadaki Rum nüfusun çok azaldığını okumuştum.

Bu paradoksun sebebini ise ancak adanın tarihini yerel insanlardan öğrenince anladık. Gökçeada, stratejik adalarda olduğu gibi bir çok savaşta önemli rol oynamış ve bir çok savaşa sahne olmuş. Bu savaşlardan biri de Çanakkale Savaşıdır. Bu savaşta, itilaf devletlerinin Gelibolu cephe komutanı olan Ian Hamilton, karşısındaki gücü küçümsediğinden mi yoksa vizyonsuzluktan mı nedir bilinmez, bu boyutlardaki bir savaşı uzaktan kumanda edebileceğini sanarak,  komuta gemisinin üssü olarak Gökçeada’yı seçmişti. Karada verilen savaşı, bir türlü kafası basmadığı için Anafartalar bölgesinde üçüncü bir çıkartma yapmış, burada müthiş yenilgilere uğradıkları zaman ise ‘ordunun burada neden başarısız olduğunu anlamak mümkün değil’ şeklinde bir rapor yazmıştı.  Sadece bu raporundan bile yürütmekte olduğu savaştan nasıl da bihaber olduğu anlaşılıyor. İtilaf devletleri nihayet  Gelibolu cephesinden geri çekilme kararı verdiğinde, cepheyi boşaltma işini, çok daha gerçekçi bir başka komutan gerçekleştirmişti.

Kurtuluş savaşından sonra nüfus mübadelesi işleminden Gökçeada’da yaşayan Rumlar muaf tutulmuştu. Fakat aynen Bozcaada’da olduğu gibi daha sonraki devirlerde burada yaşayan halkı yıldırma siyaseti güdülmüş, belki de sadece bu sebeple, bu cennet köşesine açık cezaevi yapılmış. Bu ceza evine oldukça tehlikeli suçlular gönderilmiş ve söylenene göre bu suçlular, köylerde yaşayan ahaliyi canından bezdirmişler. Rumlar satabildikleri mallarını çok ucuza ellerinden çıkartmış ve hatta mallar o kadar ucuza satılır olmuş ki, satmaya bile gerek duymayıp, Yunanistan’a göçmüşler. Tabii mübadele edilmedikleri için orada bunlara toprak verilmemiş, bayağı sıkıntı çekmişler. Şu anda ise  bazı insanlar tapulu mallarına geri dönüyorlarmış, genellikle adada  yılda 6 ay yaşayıp, kışın geri dönüyorlarmış. Yunanistan hükümeti, bu insanlara sırf adayı tamamen terk etmesinler diye maaş ödüyormuş. Bizim adada o kadar çok Rum’la karşılaşma sebebimiz de buymuş.

Geçen hafta arkadaşlardan biri gitti, bir diğeri geldi. Son olarak da mecburi hizmet arkadaşım Müzehher Güvenç geldi. Onu da hadi seni Asya kıtasının en batısına götüreyim diyerek Babakale’ye götürdüm. Devasa Midilli adasının siluetini seyrettik diyeceğim ama, ada o kadar yakın ki binalar bile görülüyor. Artık Midilli’ye de gelecek yıl giderim.

Gökçeadadan Semadirek adasının görüntüsü
Bozcaadada Sermin, ben Ayşen ve Hülya
Gülçin ve ben Gökçeadada
Müzehherile ben Babakaleden Midillinin görüntüsü
Show Buttons
Hide Buttons