Monthly Archives: Nisan 2022

GÖĞE BAKAN KOCAKARI; MAYIS 2022

Bu ayın ismi gene bir bereket tanrıçasından alınmıştır. Maia, Romalıların yağmur tanrıçasıdır; bu ayın başında kutlanan hıdrellez de su ile ilişkilidir, eski kültürlerin bunun gibi ortak noktalarının evrensel olması tesadüf değildir. Doğanın en güzel olduğu aylardan birine giriyoruz, her taraf yemyeşil, çiçekler açıyor, ancak bu yeşilliğin büyük bir su beklentisi var, önümüzdeki günlerde yağmur yağmaz ise yaz kurak geçerse beklenen ürünü almak mümkün olmaz. Dolayısı ile yağmur için niyetlenmeye değecek günler içerisindeyiz. Bunu yazınca Ankara’da geçen gençlik günlerimde sokakları bir anda sele boğan kırkikindi yağmurlarını hatırladım.

Bu yıl Mayıs ayına Ramazan Bayramı arife günü ile başlıyoruz, Ramazan bayramının ardından ise önemli bir doğa bayramı olan Hıdrellez geliyor. Hıdrellez gökte yıldız yağmurunun olduğu ve artık dünyanın kuzey yarıküresinin Hızır aylarına girdiği gündür, bundan sonra Kasım ayında Kasım günleri başlayana kadar yeşil kürede yaşayacağız.

Hicri takvime göre; 2 Mayısta Zilkade, 31 Mayısta Zilhicce ayları başlıyor.

Nisan ayının son günü güneş tutulmasını izleyerek, 16 Mayısta Akrep burcundaki dolunaya sırasında tam ay tutulması var,  30 Mayısta ise İkizler burcunda yeniay var.

Bu ay halk dilinde; Çiçek, Filiz kıran, Kokulya, Ülker, Kabak meltemi, Beravih rüzgarları gibi isimleri olan rüzgarlı günler de var. Ayın son gününde Sam yelleri yani sıcak rüzgarlar başlayacak. Mayıs ilkbahar ayı sayılmasına karşın artık pek çok bölgede deniz suyu da ısındığından denize girilebilen bir aydır.

Mayıs ayının balıkları oldukça çeşitlidir, normalde pek çok balığın lezzetli olduğu bir aydır, ancak geçen yıl olduğu gibi bu yıl da havanın ısınmasıyla birlikte deniz sümüğü ortaya çıkmaya başladı, bakalım bu yıl ne kadar balık yiyebileceğiz. Maalesef Marmara denizini balıkların yaşaması için uygun bir yer olmaktan çıkardık. İnsanoğlu; kendi yaşamının doğanın canlı olmasına bağlı olduğunu ne zaman idrak edecek, dünyanın insanlar için yaratıldığı yanılgısından ne zaman kurtulacak bilemiyorum.

Mayıs ayında sebzeliklerin hazırlanması ve fidelerin dikiminin tamamlanması uygundur. Bu yıl; yaz ayının oldukça kurak ve sıcak geçeceğine dair beklentiler var. Bu ekonomik durumda, herkesin balkonlarında, saksılarında, hatta pet şişelerde ufak da olsa üretim yapması çok uygun olur düşüncesindeyim.

REFİKA’DAN ESİNLENDİĞİM DİYET KARNABAHAR YEMEĞİ

Geçen hafta sonu İstanbul’daydım, Mısır Çarşısına da uğradık. Osmanlı baharatı diye bir karışım dikkatimi çekti, dükkan sahibi elbette formülü vermedi ama 19 çeşit baharat karışımı olduğunu söyledi. Döner dönmez bu baharatı denemem gerekiyordu.

Sıkı takipçisi olduğum Refika’nın tariflerinden onun ‘karnabahar İskender’ gibi bir isim verdiği tariften esinlenerek bir yemek uydurdum, gayet güzel oldu.

Elbette köyde yemek yaparken bahçeye çıkıp ne var ne yok diye bakmayı ihmal etmiyorum. Karnabahar değil ama soğan cücüğü bahçeden.

MALZEMELER

1 adet karnabahar

5 adet soğan cücüğü (bir orta boy soğan olabilir)

Osmanlı baharatı ( siz istediğiniz baharat karışımını kullanın, köri de çok güzel olur)

Zeytinyağı

150- 200 gram tek çekim orta yağlı kıyma

İyice çırpılarak homojen hale getirilmiş yoğurt

Tuz

YAPILIŞI

Neredeyse iki farklı yemek yapılıp tabakta birleştirdim. Yemeğin fırınlanmış karnabahar kısmı tek başına ya da yoğurtla da yenilebilir. Kavrulmuş kıymadan ibaret olan diğer kısım ise taze mısır ekmeği, makarna ya da istenen farklı bir sebze üzerinde de değerlendirilebilir.

Karnabaharın çiçeklerini ceviz büyüklüğünde parçalara ayırdım, üzerlerine karışım baharatı ve çok az zeytinyağı dökerek, iyice harmanladım, 180 derece fırında 30 dakika üzerleri kızarana kadar pişirdim. Kıymayı ise tavada iyice kavurdum. Rengi döndükten sonra tuzunu ve incecik doğradığım soğanları ekledim. Soğanlar yumuşayana kadar kavurma işlemine devam ettim.

Yemeği tabakta birleştirdim. Alta karnabahar, üzerine yoğurt, en üste de kıyma.

Refikanın tarifinden farkı, yoğurtta sarımsak yok, üzerinde salçalı tereyağı yok. Aslında çok iyi bir diyet yemeği oldu.

Normalde kıymalı sebze şeklindeki tencere yemeklerini pek sevmem. Bu şekilde kıyma ve sebzeyi aynı tabakta birleştirmek ağız tadıma daha uygun.

Afiyetle yedik.

ZAMANI YÖNETME ŞEKLİM ÇOK FARKLANDI, ZATEN AKLIM DA BİR GELİP BİR GİDİYOR ARTIK.

Zaman çok garip bir kavram, herkes farklı bir şekilde algılıyor, hatta aynı kişi bile farklı durumlarda farklı değerlendirme sistemine sahip olabiliyor.

Bana kişinin sözlerinden bir demet sunun size, söyleyenin kaç yaşında olduğunu söyleyeyim. Örnek mi; insan ergenlik yaşındayken kendini herkesten akıllı hissediyor, ancak çevresi tarafından ciddiye alınmadığını düşünüyor. Eğer birisi, ‘akıl yaşta değil baştadır’ atasözünün çeşitlemelerini kullanıyorsa bilirim ki en azından 25 yaşından daha gençtir ve ciddiye alınma talep etmektedir. Buna karşılık ‘insan hissettiği yaştadır’ sözü ve çeşitlemelerini sıkça kullanıyorsa bilin ki minimum 50 yaşındadır ve bedensel olarak artık eskisi gibi olmadığının da pekala farkındadır, ama kuyruğu dik tutma gayretindedir.

Eğer yaşlanmak yerine ‘yaş almak’ demeyi tercih ediyor ise bu birey bilin ki 60 yaş üzerindedir. Hafızasını oldukça güvenilir bulmaktadır, zevklerinin iyice rafine olduğunu, yaşam deneyimleri sayesinde özellikle fazla beden çalışması gerekmeyen işleri çok daha kolay halledebildiği için pek çok açıdan genç halinden daha üstün olduğunu düşünmektedir. Geçen günlerden birinde bir arkadaşım; yaşlanmayan, yaş alan bir insanın 60 yaş üzerinde çok daha değerli olduğunu öne süren bir yazı paylaştı. Buna cevap olarak bir başkası yaşla ilgili problem yok, mesele önümde az zaman kalması diye cevapladı. Bu söz üzerine bir hayli düşündüm, zaman nedir, az zaman, çok zaman ne demektir, yani felsefe yaptım kendimce.

Evet, biz modern toplumlarda zamanı hep doğrusal bir şekilde algılıyoruz, oysa tarım toplumlarında döngüsel algılanır. Çünkü şehir yaşamında işler mekanik saatle, tarım toplumlarında ise doğanın döngülerine ayak uydurarak yapılıyor.

Çalışırken işe gidiş saatim, hangi gün, hangi saatte ne yapacağım çok büyük ölçüde belliydi. Üstelik bütün işlerimi özellikle masa taksimlerine yazarak, oradan takip ettiğim için günlük zaman çizelgemi çok başarılı bir şekilde yönetebiliyordum. Her saat diliminde yapılması gereken işlerim belli olduğundan, o dilimdeki işi vakitlice bitirme gayretinde olurdum. Bu sayede günlük işleri bitirmek için saatlerce fazladan hastanede kalmam gerekmezdi. Hastaneden geç çıkma sebebim ya acil hasta ya da en fazla bizzat asistanımla birlikte okumam gereken bir çalışma filan olurdu.

Şimdi çok kısıtlı da olsa toprakla uğraştığım için, işlerimi ancak aylık, hatta mevsimlik olarak planlayabiliyorum. Zamanı planlama işi; hava şartlarının uygun olmasını beklemek ve bu uygun zamanlarda gereken ekipmanı ve elemanı bir araya getirmek şeklinde değişti. Örnek olarak bu ay sonuna kadar yazlık sebze tarhlarını hazırlamamız uygun olur, çünkü Hıdrelleze kadar dikim işini tamamlamak gerekiyor. Oysa şu anda çok şiddetli yağmur yağıyor, bütün dereler, su yalakları başına kadar dolu, toprak balçık gibi. Bu durumda önce yağmurlu günlerin bitmesini, daha sonra birkaç gün de toprağın üzerinde çalışılabilecek kadar kurumasını bekleyeceğim. Bundan sonra ise fideleri, naylonları, gübreleri, su borularını hazır edip, bahçıvan çağıracağım.  Bahçıvanımın bir sürü yapacak işi var, onu ayarlayabilmek için yağmurun bittiği günden önce aramam lazım. Daha önceden de bir işi yapabilmek için birçok değişkeni bir araya getirecek organizasyonları yapmam gerekirdi, ama o zaman önemli olan bu birlikteliği, şu gün bu saatte ayarlamaktı. Şimdi ise organizasyon yapabilmek için takvimden çok, meteorolojik verilere ihtiyacım var.

Aslında hem şehir hem de köy hayatı yaşadığım için, hem yapay hem de doğal zaman göre ayarladığım işler oluyor.

Geçtiğimiz hafta sonu yurt dışında yaşayan kuzenim Emre; İstanbul’a geldi, orada buluştuk. İstanbul’a gelme sebebi çok ilginç; birkaç ay önce nüfus idaresinde çalışan bir akrabamızdan Emre’nin bir silah ruhsatı için arandığını öğrendik. Meğer rahmetli annesinde aileden kalan antika bir tüfek varmış ve annesinin üzerine ruhsatlıymış, annesi öldükten sonra kimsenin aklına bu 100 yıllık Rus yapımı silahı (Çarık döneminden kalma, aile yadigarı) Emre’nin üzerine ruhsatlamak gelmemiş, yani yıllardan beri evde ruhsatsız silah bulunduruyor görünüyor. Emre de silahın ruhsatını üzerine almak için geldi, hem de  bu kısıtlı zamanı arkadaşları ve bizlerle buluşarak değerlendirmek istedi.  Ben de onu görmek için 2 günlüğüne İstanbul’a gittim.  Yeğenlerim, kuzenlerim ve onların arkadaşları ile zaman geçirmek güzeldi, ama ben gene paralel evrenlerde yaşadım. Emre’nin arkadaşları da kendisi gibi, masası dekanlar, rektörler, profesörler, dünya çapında adamlarla dolu oluyor.

Neyse bir akşam gayet lüks bir yerde resmen bir üniversite kurmaya yetecek kadar akademisyenle birlikte gırgır şamata yemek yiyoruz, aniden telefonuma Sermin’den şöyle bir mesaj geliyor; komşunun bahçesinde çakal gördüm (Daha önce sıkça yazdım, köyde oldukça değerli yaban hayatı var ).

Resmen komşunun, imam nikahlı olarak da benim kedim olan Sarıgacı geçen hafta doğum yaptı ve mekanına bu kadar sadık hayvan, ilk kez yavruları her zamanki ahırından farklı bir yere taşıdı. Birkaç gün ortalıkta görünmedi, çok merak içindeydim. Bahçesine çakalın dadandığını duyunca ortadan kaybolması anlam kazandı tabii. Bu hayvan dünya kedi federasyonu olsa başkanlığını yapabilecek kadar kedilik biliyor, bayağı gurur duydum onunla. Üniformaları içerisinde garsonların etrafımızda dört döndüğü bir masada aklımın çakaldan kaçan kedide olması paralel evren değil de nedir?

Merak etmeyin kedi sağ, bu gün gayet sırnaşık bir şekilde yemeye geldi, birkaç gün bende yemedi ya karnı iyice içine kaçmış; onun lüks lokantası da benim.

Anne babasının dilleri farklı olan bebeler gibiyim, bir köylü, bir şehirli, zaman bir öyle, bir böyle, aklım bir orda, bir burda.

BİTMEYEN KIŞIN ARDINDAN, ANİDEN İLKBAHAR BASTIRDI; ORMANLARDA GEZİP, BAHÇELERDE TER DÖKÜYORUM.

Bu yıl Mart ayı normal başladı, ortalarda bir yerde içine kutup kaçtı, ardından mis gibi ilkbahar bastırdı. Mart başında bademler bembeyaz çiçekliydi, çok şükür ki geçen yıl gibi zirai don yemeden yapraklanmaya başladılar, şimdi de şeftaliler pespembe çiçek açtı, yamaçlar boydan boya pembeye boyandı. Yerler anemonlar, çiğdemler, çeşit çeşit yabani çiçeklerle doldu. Zaten bütün yılda en sevdiğim aylar; eylül ve ekim ayları, ardından da nisan ve mayıs aylarıdır.

Bu ilkbahar da bir garip diyebilirim, bir ilkbahar, bir sonbahar havası yapıyor. Mesela bu hafta sonu hep güneş olacak ama benim adalar gene görünmeye başladı, bu da önümüzdeki hafta hava bozacak anlamına geliyor (meteorolojik tahminler de bu yönde). Bu güzel havalardan istifade etmek için, çevredeki ormanlarda yürüyüşler yapıyorum.

Köyün çevresinde pek çok keşif gezileri de yapıyorum,  ama tercih ettiğim birkaç güzergah var. Bu yıl en çok yürüdüğüm yol evden çıkıp, yokuş yukarı Yukarıokçular köyüne ve bu köyün son evinin önüne kadar yürümek (gidiş, dönüş 6 km) . Son günlerde bu son evin kenarından orman yoluna dalıp, tepenin etrafını dolaşarak yoluma 1,5/2 km daha katıyorum. Böyle yapınca bu köy bir tepe silsilesinin sırtında kurulu olduğu için, tepenin diğer tarafından başka bir vadiyi de görmüş oluyorum. Zaten bu köyün manzarası bizim köyden bile daha güzel. Şimdilik kuş sesleri eşliğinde geziyorum, yakında sürüngenler çıkmaya başlar bu kadar serbest gezemem. Gerçekten hava, orman, çiçek, böcek, kuş cıvıltısı, boğaz manzarası derken insan kendini bambaşka bir alemde buluyor.

Spor salonunda yürüyüş bandında yürürken aklıma her türlü düşünce gelirken, doğada yürürken istesem bile gam çekemiyorum. Muhtemelen bedenin zekası, düşmeyeyim, saldırıya uğramayayım, tehlike varsa fark edeyim, kısaca kendimi koruyayım diye, istesen de istemesen de; ayağını bastığın yerin, bir sonraki adımı atacağın yerin, etrafındaki bitkilerin hayvanların farkına varmanı sağlıyor. Bu farkındalıkla zihin içinde yaşadığın anda kalıyor, ne eskilerden bir düşünce ne de geleceğe dair bir plan yapmak mümkün olmuyor. Bence salonda yapılan sporlarla, doğada yapılanlar çok farklı. Doğa yürüyüşü bir meditasyon şekli.

Havalar ve köy hayatı artık dışarıda yaşamayı gerektiriyor, zaten bahçede Mart ayında yapmamız gereken bir sürü iş hava muhalefeti dolayısıyla bu aya sarktı. Kendim yapamadığım bahçıvana yaptırdığım bazı işler var; bu mevsimde çapa yapma, ağaç budama ve ağaçları ilaçlama işleri vardı, şükür bunlar bitti. Elbette, bütün ilaçları organik kullanıyorum. Bu mevsimde ağaçlara gülleci bulamacı ve bordo bulamacı atıyoruz, ağaçlarımda çinko eksikliği olduğundan çinko da attık.

Önümüzdeki günlerde taze baharatlar ve yaz sebzeleri için bahçeyi hazırlamamız lazım. Bu bayağı ciddi bir iş, hayli emek ve planlama gerektiriyor. Önce alanı çapalatıp, toprağın havalanmasını sağladık. Sonra sucuları çağırdık, damla sulama borularından bozulanlar değiştirildi, sulama delikleri kontrol edildi. Bundan sonra boruların döşeneceği yerler tekrar kazılacak,  organik gübre ve gülleci bulamacı koyup toprakla iyice karıştırılacak, iyice inceltilmiş ve gübrelenmiş toprakla fide tarhlarını hazırlanacak, sonra bu tarhların üzerine  damla sulama borularını döşenip, üzerlerini naylonla kapatılacak. Ancak bundan sonra su borularının deliklerine denk getirerek, naylonu delip fideleri dikeceğiz.

Bu malç (toprağı kapatmak) usulünü ilk kez deneyeceğim, böylece yabani ot mücadelesinde bir adım önce olacağız ve daha az su kullanacağız. Üstelik kış sebze bahçemiz için de tecrübe kazanmış olacağız.

Fidelerin bir kısmını kendimiz tohumdan yetiştiriyoruz, bir kısmını ise Lapseki ya da Çanakkale’den alıyoruz. Tohumları ya kendi ürünlerimizden hazırlıyoruz, ya da komşudan, arkadaşlarımızdan alıyoruz, ancak çok azı hazır tohum kullanıyoruz. Bu yıl Çanakkale belediyesinin tohum bankasından da atalık tohumlar aldım. Yani tohumlarımızın yüzde doksan beşi yerli tohum, ancak bazı özendiğimiz mesela yaban turpu gibi birkaç hazır tohumu da kullanıyoruz. Eğer fide şeklinde alacaksak, onları da mümkün olduğu kadar yerli fideleri tercih ediyoruz, ancak mesela salçalık biber gibi bazı ürünlerde hibrit tohumdan elde edilmiş fideleri kullanıyoruz.

Bahçemizden ne beklememiz gerektiğini yavaş yavaş öğrenmeye başlıyoruz. Bazı ürünler çok iyi yetişiyor, bazıları hiç yetişmiyor, bazıları ise özel bakım gerektiriyor. Bir de, bazı yıllar çok iyi olup, bazı yıllar hiç vermeyenler oluyor. Bal kabağı, kavun, karpuz gibi ürünler bazı yıllar hiç vermiyor, bazı yıllar çok başarılı.

Geçen yıl hibrit fidelerinden mor ve tombul patlıcanlar hiç iyi olmadı, buna karşılık yerli fide alacalı patlıcanlar çok iyiydi. Bu yıl sadece alaca patlıcan tohumlarından fide yapmaya çalışıyoruz. Geçen yıl kendi köyümüzün atalık patlıcanını çok beğendik, komşumdan, bu yıl patlıcan tohumu yapmayı öğreneceğim.

Diğer birçok üründen tohum yapmayı biliyoruz, bazı ürünler için ise tohum almaya bile uğraşmıyoruz, bazı bitkileri tohuma bırakıp, kendi kendine tozuşmasını sağlıyoruz. Kıvırcık marul, turp, dereotu, kişniş hatta rezene artık bahçenin doğal florası gibi oldu.

Nermin bir çok tohumu viyollere dikti, yakında fideler baş gösterirler. Burada fide dikme zamanı 23 Nisandan, Mayısın ortasına kadar devam ediyor. Mart ayında biraz geride kalmıştık, ancak 2 haftalık sıkı çalışmayla işler yetişti.

Bu gün nanelere ve sarıcı kekiklere bakım verdim, bitkileri seyrettim, köklerine çapa yaptım, aralarındaki yaban otlarını temizledim,   topraklarını gübreledim, suladım. Nane sadece güneşli havada büyüyünce güzel kokar, bu nedenle naneleri köklerine yakın kesip attım. Bunlar da boşa gitmeyecek, bahçenin farklı bir yerinde çürüyüp, toprağa gübre olacak. Kekiklere ise çok daha haşin bir şefkat gösterdim, alanın büyük kısmını derince kazıp, kurumuş kökleri söktüm, canlı kısımlara bolca bakım ve kolayca yayılabilmeleri için taze havalandırılmış, gübrelenmiş alanlar verdim. Daha ne olsun. Kaldırdığım köklerde bir sürü taze dal da vardı, yıkayıp kurutmak üzere balkonun gölgelik bir yerine serdik.

Bahçede köstebek var, kış sebzelerine bir hayli zarar verdi. Köstebekle mücadele için cam kırığından, eşek bokuna, tuzlu balıktan, tüfekle vurmaya kadar çeşitli öneriler var. Ne yapmalıyım bilemiyorum, ama araştıracağım, önerilere açığım.

Salata bahçesi
Sebze bahçesi olacak

Kök sebze alanı, havuçlar seyreltilecek

Köstebekten kurtulan soğanlar
Naneleri bu hale getirdim

YENİ NESİL ÇOCUKLAR, BİR AYDA BİTEN ASKERLİK, BİTMEK BİLMEZ MAHKEMELER

Geçen ay yeğenlerimizin ön planda olduğu bir aydı. Ege, ay başında asker oldu, ay sonunda terhis oldu. Her ne kadar uğurlama ve askerden alma seremonileri askerlik süresinden uzun sürse de oğlumuz çakı gibi asker oldu.

Bizim ailede en çok bulunan meslek tıp doktorluğudur, hemen ardından hukukçular gelir, diğer meslekler ise en çok 1-2 kişi ile temsil edilir. Yeğenlerim Nil Özgür ve Ege Özgür, iki kardeş aile geleneğini bozmayarak hukukçu oldular.

Nil üniversite sınavına gireceği zaman özellikle hakim anneanne ve dedesi başta olmak üzere hepimiz hukuk fakültesine girmesini istemiştik. Çocuk gerçekten de hukuk fakültesinde okudu, aman iyi ki de okumuş, yoksa yanmıştık.

Nil üniversitedeyken, bir gün Pazar’daki aile evinde 2 hakim teyzemin (Güneş Dobrucalı= Nil’in anneannesi ve Mualla Telatar) de bulunduğu bir odada, miras hukuku konusunda şakayla karışık konuşmaya başladı, kim kimden önce ölürse ona/ buna / bana ne kalır gibi problem çözmeye başladı. Söze karıştım, ben Nil’e ‘kızım, anneannen var, annen var, sana miras düşene kadar ya ihtiyarlayana kadar bekleyeceksin ya da  seri katil tutacaksın, en iyisi ben seni evlat edineyim, hiç değilse bir tek benim ölmemi beklersin, temiz iş’ diyerek şaka yaptım.

Aslında bu söz söylediğim o zaman bile şaka değildi, çünkü nedense bizim ailede ölen kişinin mirasının vakitlice bölüşülmesi gibi bir adet yok. Böylece ölenden kalan mal birkaç kişiye düşüyor, onların içinden ölenler olunca onların mirasçıları da işin içine giriyor, birkaç nesil geçince işler iyice arapsaçına dönüyor. Üzerinde 30 tane tapu görünüyor, her biri 30-60 ortaklı, sana düşen bir metrekare bile değil, ama sonuç olarak ortada çözülmesi gereken bir hukuki mesele var.  İşler o denli karışık ki mesela ortaklarını tanımıyorsun, nerede olduklarını bilmiyorsun, Türkiye’de yaşamayanlar bile var, bir yerle ilgili bir şey yapmak mümkün değil, çünkü 50 tane sahibi var.

Trabzon’da çalışırken biri Trabzonlu diğeri Giresunlu, 2 asistanımın babaları ölünce henüz kırkı çıkmadan kardeşler mal paylaşımı yaptılar. Ben önce çok şaşırdım, ama anında ne kadar doğru yaptıklarını düşündüm. Bizde, ölenin arkasından dünya malının peşinde görünmemek için malı bölüşmeye çalışmak ayıp sayılır. Böyle olunca da ailede son üç nesilden beri miras paylaşımı yapılmamış, artık işin içinden çıkılmaz hale gelmiş.

Sonuç olarak Nil, resmi avukatımız oldu ve miras işlerimizle uğraşmaktan benim diyen miras hukuku avukatından daha çok bilgi sahibi oldu. Yıllardan beri parça parça malların davalarını çözmeye gayret ediyor, tabii bu davalar resmi evrakla bizim adrese geliyor. Bu arada bizim bu ortaklı mallar üzerinden doğal gaz hattı geçiyor, BOTAŞ, ikide bir istimlak mahkemesi açıyor, onların mahkeme kağıtları geliyor. Yetmezmiş gibi yılbaşından beri bir de 50 yıldan beri görmediğim bir kuzenim mirasçısı olmadan ölmüş, bir de onun borçları, alacakları, malları, miras davaları geliyor.

Buraya yerleşeli tam 5 sene oldu, ay geçmiyor, hatta son zamanlarda hafta geçmiyor ki bize deste, deste mahkeme kağıdı gelmesin. Çoğu zaman da postacı bu evrakı  imza ile muhtara bırakıyor, muhtar panik halde bize telefon açıyor mahkemeden kağıdınız geldi, çabuk gelin alın diyor.  Kesin köyde bizim kanun kaçağı filan olduğumuzu sanıyorlardır.

Mahkemeler ise masal kahramanı gibi, az gidiyor uz gidiyor, hiçbir yere gidemiyor, yıllarca sürüyor. Bir dava çözülse bile, başka bir yer çıkıyor, bu sefer de onun davaları sürüyor, yıllardır hayatımda mahkemeler hiç değişmiyor.

Bu arada tamamen değişen şeyler de olmadı değil. Ege’nin kuluçka askerliği bitti, ablası (Nil) ve annesi (Sibel) gidip törenine katıldılar, çocuğu askerden aldılar. Meğer o gün Nil’in bir davası varmış. Tam 20 yıldan beri süren, dayımın oğluna annesinden kalan bir yerle ilgili bir davaymış. İnanılır gibi değil ama Nil, dönüş yolunda cüppesini giyip, bir petrol ofisinin bilgisayarından duruşmaya katıldı ve sıkı durun 20 yıldır sürüncemede olan, artık herkesin ümit kestiği davayı kazandı. Resmini görene kadar inanamadım, bu salgın hayatımızın her alanını sanal dünyaya taşıdı. Petrol ofisinde duruşmaya katılan avukat fikri rüya gibi değil mi? Çok şaşırdım, nasıl olabilir dedim, Nil petrolde çalışanlara heyecan oldu dedi.

Vallahi bana da heyecan oldu. Devir ne kadar hızlı değişiyor.

Bu arada kendi yaşımda birçok kişinin yeni nesile hiç güvenmediklerini, onları sorumsuz, beceriksiz, sığ düşünceli, eğlence düşkünü ve bencil bulduklarına şahit oluyorum. Oysa ben her zaman yeni nesile güveniyorum, onları hiç de beceriksiz bulmuyorum. Eğer beceriksiz olduklarını düşünen varsa, şimdiki gençlerin, benzin pompa göstergelerinin arasında güle oynaya 20 yıllık davaları çözebildiklerini hatırlasın.

Bu çocuklar dünyaya bizim baktığımız açıdan bakmıyorlar. Zaten fiziki olarak da aynı açıdan bakamazlar, boyları sırık gibi uzadı. Bizim Ege, 190 boyunda, yürüyüş kortejinde altıncı sıradaydı, en öndeki çocuklar 2 metrenin üzerindeymiş. Hele biri 210 cm imiş, ayağını görmek için 2 metre yukarıdan bakıyor.

Uzaylı gibiler vallahi, ayaklarına 2 metreden bakıyorlar, 28 günde askerlik bitiriyorlar, benzin istasyonunda duruşmaya katılıyorlar, gerçek dünyadan çok sanalda zaman geçiriyorlar, gece silahlı, gündüz külahlı geziniyorlar.

Biz dünyalı, gençler uzaylı.

Show Buttons
Hide Buttons