Monthly Archives: Temmuz 2020

GÖĞE BAKAN KOCAKARI 2020, AĞUSTOS

Çok şükür artık yarıdan fazlasını bitirdik. Muhtemelen, 2020 yılı hakkında birçok insan da benim gibi düşünüyordur.   İleride bu yılı salgın senesi olarak hatırlayacağımızdan eminim. Salgın, hayatımızda birçok kısıtlamalar yaptı, gök ve yeryüzü olayları ise hiç aksamadan devam ediyor.

Ağustos ayı, yazın en sıcak günleri, bahçelerde bolluk deniz ve tatil zamanı, ancak, Ağustos ayının adı bir iktidar ve kıskançlık hikayesi anlatıyor.

Çünkü Roma imparatoru Julius Sezar, temmuz ayında doğduğu için, bu aya kendi ismini verdi; Julius. Sezar’dan sonra tahta çıkan Augustus ise aşağı kalmamak için bir sonraki aya kendi adını verdi, bu da yetmezmiş gibi ağustos ayını da 31 güne çıkardı. Böylece o güne kadar sırayla 30 ve 31 gün olan ayların bu sırası bozuldu, bundan sonraki aylar tekrar 30/31 olarak düzenlendi ve sona kalan Şubat ayına da 28 gün düştü.  Defalarca değişime uğramış olan güncel takvime eklenen bu değişiklikler halen devam etmektedir.

Hicri takvime göre Zilhicce ayında ve 1441 yılındayız, ayın 20sinde ise 1442 yılına ve Muharrem ayına geçiyoruz.

Havalar sıcak diye fırtınalar sona ermiyor, mesela ayın üçünde hayvanlarda doğum arttığı için bu günde beklenen rüzgara doğum günü fırtınası, 23’ündeki fırtınaya ise sıcak rüzgarların bitişi anlamında Sam yellerinin sonu deniliyor.

Yılın en sıcak günleri olan 31 temmuz/ 7 ağustos arasındaki zaman ‘eyyamı bahur’ olarak isimlendirilir. Bu günlerde özellikle öğlen sıcağında deniz tuzu üzerinde kurursa ciltte renk değişikliği olur gibi bir düşünce vardır. Bu yıl eyyamı bahur erkenden oldu gibi görünüyor.

Ağustos ayına kurban bayramında giriyoruz. Bu bayram da geçen bayram gibi sokağa çıkma yasağı yok, ama biz ziyaretleri çok kısıtlı yapmaya karar verdik. Bir hekim olarak bu bayramdaki bayramlaşma süreci beni ürkütüyor. Bizim köy bile bu güne kadar hiç olmadığı kadar kalabalık, bu bayramdan sonra artık köyden de hastalar çıkabileceğini düşünüyorum.

Kısaca ay döngüsüne değinecek olursam, 3 Ağustosta, Kova burcunda dolunay, 19 Ağustosta Aslan burcunda yeni ay olacak. Bütün ay boyunca Jüpiter, Satürn ve Plüton hep yakın temasta olacaklar. Kişisel alanımızda da, iş hayatında da, toplumsal alanda da büyük dönüşümler, yeniden yapılanmalar söz konusu olabilir. Mars, 6 ay boyunca Koç burcunda olacağı için kişisel olarak atılım yapacak enerjiye sahip olmak mümkün.

Ağustos ayının en görkemli gökyüzü olaylarından biri de 12/13 Ağustosta gerçekleşen Perseid meteor yağmurlarıdır. Bu yıl bu dönemde ay oldukça büyük olacağı için pek gösterişli olmayacağını düşünüyorum, gene de görmek için çaba sarf etmeye değer.

YÜREĞİM ŞİŞTİ, HER GÜN BİR ORMAN YANGINI, HER GÜN BİR KADIN CİNAYETİ, NE OLUYOR YA HUUUU?

Bu son 2 hafta içinde, yakın çevremde 2 ayrı orman yangınına şahit oldum. Önce, Gelibolu yarımadasında,  neredeyse tüm gün süren bir yangında, toplamda 450 hektar orman alanı yandı. Bu yangın, bizim evin tam karşısında çıktı, güneye ve batıya doğru genişledi. Çaresizlik içerisinde, bütün öğleden sonra dumanların yayılışını, gece olunca alevleri ve bütün bu süreç boyunca yangın helikopterlerinin çalışmasını seyrettik.

Dün ise bize 10 kilometre uzaktaki köyde, 10 hektar alan yandı. Bu kez yangın değil ama yangın uçağının manevra alanı görüş alanımızdaydı. Galiba, Rusya’dan alınmış bir uçakmış, görünüşte normal bir ufak uçağa benziyor, fakat fonksiyonu çok faklı, bir martı gibi denize iniyor, karnını kıyıdaki sığ sulara iyice yaklaştırıp, belki de suyla direk temas ederek içine su alıyor. Hızla denizden kalkıp, suları havada saça saça yangın alanına gidiyor ve bir seferde, birkaç yangın helikopteri kadar suyu alana boşaltabiliyor. Bu uçak ve birkaç tane de yangın helikopteri çalışarak, birkaç saatte yangını söndürmeyi başardılar.

Bu ikinci yangın büyük olasılıkla, tarladaki otların yakılması sonucunda çıktı, çünkü yanan bölgenin çoğu buğday tarlasıydı. Normalde buğdayların önce başakları toplanıyor, sonra sapları hayvanlar için balya haline getiriliyor. En sonunda tarlalar neden yakılıyor pek anlayamadım, çünkü zaten geride çok fazla bir şey kalmıyor. Gerçi burada otlar benim alışık olduğum şekilde çürüyüp toprağa karışmıyor, neredeyse fosilleşip urgan gibi toprakta kalıyor, ama yakmanın mantığını gene de çözemiyorum, çünkü kimse toprağı elle kazmıyor, makineler kullanılıyor, bu durumda bir sonraki mevsimde kalan saplar da toprağa karışır diye düşünüyorum.

Bölgede kızılçam ormanları var. Çam ağaçlarının reçineleri güneşte prizma gibi davranıp kendiliğinden yanabiliyorlar,  üstelik kozalaklar birer el bombası ya da maytap gibi patlayarak yangını aniden çok uzaklara fırlatabiliyor. Gelibolu’daki yangında bu kozalak patlamalarını videoya çekip, gökten yangın bombası atıldı diye yayınlayanlar oldu. O yangın insan eliyle mi çıktı, yoksa kendiliğinden mi bilemiyorum.

Sonuç olarak çam ormanları zaten yangına karşı çok hassas, bir de insan eliyle çıkan yangınlar olmamalı. Gördüğüm ve bildiğim kadarıyla, kendiliğinden çıkan yangınların ekosistemde çok da büyük bir hasar bırakmıyor, yere düşen kozalaklardan ağaçlar kısa sürede yeniden büyüyor. Yani doğal yangınlar bir çeşit ormanın yenilenme mekanizması gibi de görev yapıyor. İşte bu noktada da yanan orman alanına insan eli değdirmemek, açılan alanda tarım ya da yerleşim yapmamak gerekiyor.

Benden sonra Trabzon’dan, Çanakkale’ye yerleşen bir arkadaşıma, esprili bir slayt gösterisi hazırlamıştım. İlk slayt Trabzon’dan, Çanakkale’ye gelmek 61den 17ye diye başlayıp, her bir slaytta mesela hamsiden, sardalyaya/ Sümeladan Truvaya/ karalahanadan, karalahnaya gelmektir gibi devam ediyordu. O slaytlardan birinde de köknar ormanlarından, meşe/kızılçam ormanlarına gelmektir gibi bir şey yazmıştım. O slayt, ne yazık ki, zihnimde yağmur ormanlarından, yangın ormanlarına gelmektir diye değişti, çünkü her yaz büyük küçük birkaç orman yangını çıkıyor.

Bizim köy bir orman köyü. Yüksekçe bir tepede orman işletmesinin gözetleme yeri var. Duman izliyorlar ve en ufak bir duman görünce hemen helikopter kaldırıyorlar. Bu durumda nasıl oluyor da bu kadar sık yangın çıkıyor, anlayamıyorum.

Bir de bu memlekette nasıl oluyor da bu kadar sık kadın cinayeti işleniyor, bunu da anlayamıyorum.

Bugün gene bir kadın cinayeti haberi aldık. Hemen her gün bir kadın cinayeti işlendiği için artık bu cinayetlerin haber değeri kalmadı. Gene de bazı cinayetler bir şekilde daha çok dikkat çekiyor, bugünkü de onlardan biriydi.

Çok genç ve hayat dolu bir kız öldürüldü. O kızın yaşındaki halimizi düşünüyorum da biz kendine güvenen, tuttuğunu koparan, aklına koyduğunu başaran, kendini ifade etmekten asla çekinmeyen, mağrur bir nesildik. Şimdi, nasıl oldu da ya da ne oldu da, kadınları maktul, erkekleri katil bir nesil meydana geldi? Kadın cinayetleri her nesilde vardı, şimdi sadece daha kolay duyuluyor da olabilir. İyi de, toplumda her konuda değişiklik oluyor, bir tek bu konuda mı işler hiç değişmeyecek?

Aslında geçen hafta çok daha dikkatimi çeken başka bir cinayet haberi vardı. İki kız kardeş, kendi öz abileri tarafından öldürüldü. Bu kızlar yıllar boyunca abilerinin cinsel tacizine maruz kalmışlar, sonunda biri hamile kalıp da işi annelerine söyleyince de öldürülmüşler. Kızın karnındaki çocuğa DNA analizi yapıldı, babası annesinin abisi çıktı. Yani bebeğin dayısı olması gereken adam, babası çıktı. Aslında galiba dünyanın çivisi çıktı.

Kadın öldürmek, içinde ne tür bir duygu barındırıyor, ne tür bir itki ile gerçekleşiyor bilemem, ama çok açıktır ki hayata, geleceğe karşı bir düşmanlıktır. Nedense failleri haklı çıkarmaya yönelik (yok tahrik var, yok açık giyindi, yok tutku, yok öyle böyle) söylemlerin hiç birine itibar etmek mümkün değildir.

Bu yazıları geleceğe bir mektup olarak yazıyorum. Biraz daha gayretle kadınları toptan yok edersek, zaten okuyacak kimse kalmayacak. O zaman mesele yok, biz olmasak zaten gezegen kendi yaralarını sarar. Peki, ya dünyayı ormansız bırakırsak? Gelecek nesiller, bizden, bizi neden ormansız, oksijensiz bıraktınız ve tertemiz bulduğunuz koskoca gezegeni, nasıl bu kadar kirlettiniz diye hesap sormaz mı?

HACETTEPE DERGAHINDA HEKİMLİK HIRKASI GİYMEK

Tasavvufta hırka giymek önemlidir. Mürşit, müridin artık ‘olduğuna’ karar verdiği zaman ona hırkayı kendi eliyle giydirir. Hırkayı giyen derviş, artık bu hırkanın edebine uygun bir şekilde, dünya hırslarından arınmış,  kendini adamış bir şekilde yaşamak zorundadır.

Hekim olmak da bir çeşit derviş olmak anlamına gelir, aynen eski zaman dervişlerinin yaptığı gibi bir göreve ömür boyu kendini adamak demektir. Bu sözler abartılı geldiyse,  dünyayı sarsan bu salgında,  insanlar kendi sağlığını korumak için bir maske takmakta zorlanırken, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının yaz sıcağında başkalarının sağlığı için itfaiye eri gibi giyinerek çalıştıklarını, hayatlarını riske attıklarını hatırlayın. Adanmışlık değilse neyle açıklayacaksınız?

Üstelik bu adanmışlık hali sadece böyle olağan dışı durumlarda değil, saat saat, gün gün, ay ay, yıl yıl, doktor olduğunuz günden öldüğünüz güne kadar devam eder. Artık sizin özel anınız yoktur, ne sinemada, ne sokakta, ne kuaförde, ne uykuda, ne tatilde, ne de inzivada hekimlikten muaf değilsiniz.

İşiniz bir yönüyle pek takdir edilir gibi görünse de aslında ev kadınlığı gibidir, gün boyunca yüzlerce iş yaparsınız eğer şanslıysanız, sofranız için bir ‘eline sağlık’ alırsınız, yaptığınız saatler süren sayısız iş, görünmezdir.

Annelik gibidir, işinizin saati ve süresi yoktur. Din adamlığı gibidir, herkes en karanlık sırlarını size anlatır. Pilotluk gibidir, sürekli alarm durumunda yaşarsınız. Mühendislik gibidir, sürekli okumak, gelişmeleri takip etmek ve yapıcı olmak gerekir. Lağım işçiliği gibidir, dışkı, idrar, kusmuk, kan, irin sizin işinizin olmasa olmazıdır.  Öğretmenlik gibidir demiyorum, zaten öğretmenliktir, ancak öğrencilerinizin yaşı sınırı ve algı yelpazesi bütün insanlıktır.

En zor ve en kutsal tarafı ise, insanların en zor, en kırılgan anlarını paylaşmaktır, işte işimizin bu kısmını karşılaştıracak, sağlıkçılar (hemşire, ebe, diş hekimi, veteriner, fizyoterapist vs) dışında çok fazla meslek yoktur.

Yani bir çeşit ‘derviş sabrı/uykusuzluk/çok okuma/çok düşünme/çok çalışma/çok yıpranma’ hırkası giymeden bu mesleği yapmak imkansızdır. Tabii bir de bu hekim hırkasını Hacettepe dergahından giyme faslı var. 

Geçenlerde Hacettepe’nin kuruluş yıl dönümüydü, sanırım ikinci ya da üçüncü dönem mezunlarından  Yücel Tanyeri, Tülay Kansu ve Emin Kansu’nun birlikte bir resmini gördüm. Her bir akademisyen olan bu üç büyüğümüzden Yücel Abi, Hacettepe ambleminin yaratıcısıdır, Tülay ve Emin Kansu da bize hocalık yapmış isimlerdir.

Onlar 1964 yılında okula girmişler, ben ise onlardan tam on yıl sonra 1974’te okula başlamışım. Biz de 81 mezunları olarak oldukça başarılı bir sınıf olduk, aramızdan çok başarılı hekimler, pek çok akademisyen çıktı.  Tülay Abla, Hacettepe’nin ilk günleriyle ilgili çok güzel bir yazı paylaştı, sonra da benden bazı anılarımı yazmamı istedi.

Her şeyden önce bizim zamanımızda sağ sol meselesi artık sokak kavgası boyutundan, her gün onlarca kişinin ölümüne sebep olan şehir terörü boyutuna ulaşmıştı. Yani bizim dönemde onun yazısında sözünü ettiği sosyal projeler hemen hemen hiç yoktu. Okul çıkışı nasıl sağ salim evlere, yurtlara ulaştığımızı bilemezdik. Akşam saat 18 oldu mu sokaklarda kedi, köpek bile kalmazdı.

Üstelik okulumuzun yumruğa benzer heykel olan orta meydanı, Ankara’da olan her olayda, nümayişi yapanların hedef noktası haline gelirdi. Yani karmaşa kentin hangi noktasında, hangi üniversitesinde başlarsa başlasın, yürüyüşçüler hurra bize doğru akın ederlerdi ve olayların son noktası genel olarak bizim meydan olurdu.

Her sabah okula giderken, akşama kadar ne olacağını asla tahmin edemezdik. O gün okul basılabilir, yürüyüş yapılabilir, camlar kırılabilir, yumruklar atılabilir, kurşunlar havada uçabilir, kan gövdeyi götürebilirdi. Akşama yurtta mı, karakolda mı, hastanede mi, morgda mı olacağımızı bilemezdik.

Bu karmakarışık siyasi atmosferde bir de son derece zor ve kapsamlı bir eğitim almaya gayret ediyorduk. Yani zor koşullarda moral bozmamayı, hedefe odaklanmayı iyi biliriz.

Ülkenin içinde bulunduğu siyasi ortam elbette bizi etkiliyor ve hayata bakış açımızı oluşturuyordu. Ancak bu zorlu dönemde dahi olağan üstü bir eğitim aldığımızı, yılların öğretim üyesi/ hem de eğitim sistemiyle çok ilgilenmiş, eğitim komisyonlarında sürekli görev almış bir öğretim üyesi/ olarak kolayca söyleyebilirim.

Şimdi artık bütün tıp fakültelerinde çekirdek eğitim programı (ÇEP) uygulanıyor ve bir standardizasyon sağlanmaya çalışılıyor. Ancak bizim dönemde Hacettepe diğer bütün tıp fakültelerinden daha farklı bir program uyguluyordu.  Diğer bütün fakülteler ders üzerinden not alırken biz entegre sistemle okuyor ve sınava giriyorduk. Sınav sistemimiz de içinde bir çok baraj sistemi barındıran, oldukça acımasız bir sistemdi. Aynı anda pek çok dersten birden sınava girerdik, ancak her dersten geçer not alamazsak kolayına sınavdan geçemezdik.

Hacettepe’nin bir diğer özelliği de bizi sadece teorik olarak üstün bir şekilde yetiştirmek değil, bir çok fakültenin aksine pratikte de üstün bir şekilde eğitmekti. Örnek olarak,  o zamanlar pek çok fakülteden mezun arkadaşlar, enjeksiyon yapma, reçete yazma ve daha pek çok konuda bizden çok daha tecrübesiz bir şekilde mezun olurdu.

Oysa ben bir çok hasta muayene etmiş, enjeksiyon yapmış, idrar sondası takmış, kalıcı damar yolu(cutdown) açmış, kemik iliği aspirasyonu yapmış, doğum yaptırmış şekilde mezun oldum. İdrar ve kan analizlerini yapmayı, kalp masajı yapmayı, EKG okumayı, dikiş atmayı, pansuman yapmayı bilirdim. Hepimiz bilirdik.

Dahası hastadan çekinmezdik, iğrenmezdik,  idrar, dışkı, kusmuk, irin ile ilgilenmek bizim için işimizin bir gereğiydi. Okuldan çıkıp da herhangi bir yerde çalışmaya başladığımızda, oranın sağlık çalışanları, hemşireler Hacettepe mezunları belli oluyor, siz hastaya dokunmaktan korkmuyorsunuz derlerdi.

Nusret Hocanın öğrencileriydik, Halk Sağlığı stajında ya bir epidemiyolojik çalışma, ya da bir filiasyon çalışması yapmış ve adeta tez hazırlamış olurduk. Şimdi fark ettiğim kadarıyla, bütün fakültelerde hastalıklar çok iyi öğretiliyor, ancak bu konular biraz geri plana itiliyor. Bu salgında bir çok yeni mezun  arkadaşımın filiasyon nedir ne değildir sahada öğrendiğine şahit  oldum.

İnsanın okulu, hayatına damgasını vuran bir şeydir. Biz, hekimlik hırkasını Hacettepe dergahında  giydiğimiz için pek gururluyuz. Galiba, çok önemli bir kaç özellikle yetiştirildik; her şeyden önce araştırmacı ve çözüm üretici bir ruhla yetiştik,  umutsuzluk, yenilgi kabulleniş nedir bilmezdik, iş varsa biz de oradaysak başkasından bir şey beklemezdik, kendimiz yapardık. Okulumuzdan aldığımız donanıma ve kendimize güveniyorduk, mesleki düzeyde her türlü zorluğun altına gözümüzü kırpmadan giriyorduk.

Ben kendi yaşadıklarımı yazayım. Mezuniyetimde mecburi hizmet yoktu, ben yeni mezunken değil, uzman iken mecburi hizmete gittim.  Düşünün yeni mezun bir uzmansınız, siz artık çocuk hastalar üzerinde yetkinsiniz. Bir poliklinik ve servis idare edecek eğitiminiz var. Buraya kadar çok güzel, ama ben mecburi hizmette Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi kurası çektim.

Bir üniversitede benim gibi yan dal uzmanlığı bile olmayan bir uzmanı ne yapacaklar ki herhalde poliklinikte hekim ihtiyacı var diye fikir yürüterek gittim. Ve öğrendim ki, pediatride benden başka hasta tedavi edebilecek, eğitim verebilecek hiç kimse yok.

Servis yok. Ekip yok. Alet yok.

Üstelik dördüncü sınıfa kadar gelmiş, hoca olmadığı için staj yapamayan, üçüncü sınıfta pediatri dersleri alması gereken öğrenciler var.

Ben 11 Kasım günü yani öğretim yılı başlangıcından 2,5 ay sonra iş başı yaptım. Normalde o sırada dördüncü sınıfların ilk stajının bitmiş olması gerekirdi.

Önümde 2 seçenek vardı. Ya muayenehane açıp para kazanacaktım, ya yardımcı doçent olup, pediatri bölümünü kuracak ve eğitim verecektim.

Hırkamı Hacettepe’de giymiştim, ikinci yolu seçmek zorundaydım, bana ihtiyaç vardı. Zaten çaresizlik nedir, pes etmek nedir bilmezdim. İş var, yapmam gerek dedim. Korkmadım.

Bundan sonraki 2,5 ay içinde geçirdiğim maceraları pek çok kez yazdım. Şimdi tekrar etmeyeceğim. Ama bu dönemde servis ve polikliniği kurup çalışır hale getirdiğim gibi, hem kendimi yurt dışından edindiğim kitaplarla öğretim üyesi olma yolunda eğitmeye başlamıştım, hem hemşirelerin meslek içi eğitim, asistanlarımın pediatri eğitim programını oturtmuş, dönem üçe bütün pediatri dersleri, üstüne üstlük dördüncü sınıflara, gayet  bilimsel  bir staj programı vermeye başlamıştım.

Ancak şimdi geri dönüp bakınca bu kadar tecrübesizken bu kadar kısa sürede bu kadar çok işi yapabilmiş olmam ve bunları yaparken yaptığım işi olağan kabul etmem, işte bu Hacettepe ruhu, Hacettepe hırkası.

Mecburi hizmete gidip,  köylere sahra helası yaptıran arkadaşım da,  il sağlık müdürü olup ilindeki aşı oranını %40lardan %100ye dayayan arkadaşım da aynı hırkayı giyiyordu.

Hela yaptıran arkadaşım, bir cerrahtı, hastaneye belli köylerden gelen çocukların çok fazla cilt enfeksiyonu olduğunu fark etmişti. Bu köyleri ziyaret edince evlerde tuvalet olmadığını bütün ihtiyaçların tarlalarda giderildiğini, dolayısıyla inanılmaz miktarda sinek olduğunu saptamış, enfeksiyonları sinek ısırıklarına bağlamış, hemen sahra helası nasıl yapılır öğrenmiş ve köylülere bin bir zahmet hela kurdurup, muhtarı örgütlemiş,  herkesin bunları kullanmalarını sağlamış,  bir hafta içinde çocukların ciltleri düzelmiş.

Diğer arkadaşım ise dahiliyeci olduğu halde aşı oranlarının neden ülke genelinin altında olduğunu araştırmış, ebelerin liderlik edilmemesine bağlı motivasyon eksikliğini fark etmiş. Bunun üzerine ebelerle eğitim çalışmaları yapmış, yetmemiş, onlarla ev ev dolaşıp, yüreklendirmiş. Sonuç olarak o yıl Türkiye’nin aşı oranı en yüksek ili olmuşlar. Öz güven kazanan ebeler arkadaşımdan sonra da canla başla bu oranı devam ettirmişler.

Her üçümüzde de yöntem aynı farkındaysanız. Önce sorun sapta, çözüm yolları araştır ve bunun altından kalkabilir miyim acaba diye düşünmeden dişinle tırnağınla sorunu çöz.

Her üç hikayede de, bir birinden habersiz 3 arkadaş sorun çözme ve başarı odaklı bir yaklaşımla yani Hacettepe ruhu ile destan yazmışız.

KORONA GÜNLERİNİN PEK DİLE GETİRİLMEYEN BİR YAN ETKİSİ; UYKUSUZLUK

Korona günlerinde bir çok kişi gibi ben de uykusuzluğun dibine vurdum. Zaten uyku düzenim mesleki deformasyon diyebileceğim şekilde çok bozuktur, son birkaç aydan beri iyice tuhaflaştı. Artık uykum bana ait değil, ya beni aldatıyor, başkalarına kaçtı, ya da artık bana hiç sevgisi kalmadı,  kendi otonom iradesine göre şöyle bir uğrayıp kaçıyor. Ve bu işleyiş bedenimin ihtiyaçları ile örtüşmüyor.

Bari bu vefasızla ilgili birkaç anımı sıra gözetmeksizin yazayım. Çünkü uyku düzensizliğinin modern hayatın getirdiği çok yaygın bir durum olduğuna inanıyorum. Bundan bir asır önce insanlar güneş ışığına göre günde 8/12 saat uyurlarmış. Belki bundan 100 yıl sonra bu yazdıklarımı okuyan biri olursa nasıl yani günde 3/4 saat uyuyup, sonra da uyuyamadım mı diyorlarmış diyecekler. Onlar belki de bir saat uyuyacaklar.

Elbette her zaman uyku problemi çekmedim, çocukluk ve gençlikte gayet düzenliydi. Ömrüm boyunca hafta sonları dahil erken yatıp, erken kalktım.  Sabah uykusu başımı ağrıtır, üstelik sabah saatleri günün en verimli ve keyifli zamanıdır.

Mesela Elazığ’da mecburi hizmet yaparken, 3 yıl boyunca, gece 23/24 gibi  yattığım halde her sabah güneş ışığının gözüme vurmasıyla cin gibi uyandım. Sabah 4/5 gibi uykumu tamamen almış olarak yataktan fırlayıp, bütün günlük işlerimi yapar, evle hastane arasındaki birkaç kilometreyi yürür ve saat 8’de odamda olurdum.

Bu durum çok verim artırıcı bir şey gibi görünse de aslında 3 ay sürecek olan ilk ve en ağır insomnia günlerinin ayak sesleriydi. Bu zor zamanımı daha önce yazdığım için tekrarlamayacağım, ama gittiğim psikiyatrist bana yüksek sesle uykuma sövüp bu gece de uyumasam ne olur ki diyerek yatmamı önermişti ve bu öneri gerçekten de işe yaramıştı.

Tanıdığım bir çok kişi gece bir türlü yatamayıp ise, sabah da kalkamıyor. Bu tip insan da sabah saatlerini hiç sevmez, hafta sonu çok geç saatlere kadar uyur.

Fakülteden arkadaşım Semra Uğurgelen, tam da bu ikinci guruptandır.  Bir gün saat 15.30’da arayıp, kahvaltı yapmakta olduğunu öğrenince ne söyleyeceğimi şaşırdım, çünkü ben tam da o sırada geç öğlen/erken akşam yemeği yiyordum.

İkimiz birlikte Rodos adasına gittiğimizde, bu karşıtlığı olanca haşmetiyle yaşadık. Semra’ya sorsan, her akşam daha güneş batmadan henüz sirtaki bile yapmamışken otele döndük, bana sorsan gece yarılarına kadar sokaklarda dolaştık.

Sabahları ise ayrı bir mesele, ben uyanıp, bütün sahili dolaşıp, hatta denize girip, geri dönüp artık Semra’nın uyanmayacağına karar verip kahvaltımı yaptıktan sonra, hanım ‘bu sabah erken kalktım’ diye gözünü ovarak aşağı indi.

Gene bu uykusuzluk dönemlerimden biriydi, o kadar uykusuz kalıyorum ki her gün şikayet halindeydim.  Tam da bu dönemde Gülay Karagüzel ile Hindistan gezisine gittik. Geziye çıktığımız gün, daha uçakta uyumaya başladım, bütün gezi boyunca her gece horul horul uyudum.  Zavallı kızcağız her sabah, hani uyuyamıyordun diyerek beni zorlukla uyandırdı. Bu geziden sonra  uyku problemim olduğuna asla inanmadı.

Uzak geziler bir çok sebeple uyku düzenini bozarlar. Bunlardan en iyi bilineni jetlag etkisidir, bu durum günlük belli bir ritimle salgılanan hormonların ritminin bozulması sonucunda meydana gelir ve normaldir. Ancak gezilerde uykuyu bozan pek çok başka sebep de var. Yol yorgunluğu olur, gündelik hayatından daha farklı hareket düzeni, yeme içme düzeni, hava değişimi gibi sayısız etken var.

Yurt dışında pek çok mesleki kongreye katıldım. Bu kongrelerde akşam yemekleri genellikle çok geç saatlere kadar kayar ve aşırı yemek yenilirdi. Bu yemeklere hiç katılmayarak yani çok geç saatte, çok dolu bir mideyle yatmayarak uykuma saygı göstermeye çalışırdım.

Ancak her zaman kendini koruyamıyorsun.

Asistanlığımda bir hafta sonu nöbetinde, Cumartesi olduğundan eminim, ben gene servis 35’te nöbetçiyim. Gene diyorum çünkü normalde servislerde çalışma süresi kıdemlilik dahil en çok 3 aydır, ben 35’te 6 ay filan çalıştım.

Neyse lafı uzatmayayım, o gün nöbet çok sakin geçiyor, sadece rutin birkaç iş yaptım, neredeyse bütün gün oturdum. Hiç unutmam Elif Dağlı acilde nöbetçi, gece 11 gibi telefon etti, nöbetimin nasıl geçtiğini sordu, çok rahat geçiyor deyince de iyi madem seni  sabahlatacak bir hasta gönderiyorum dedi. Saat 12 olmadan kapıdan içeri solunumu durdu, duracak, bilinci tamamen kapalı bir hasta soktular.

İlk bir iki saat hastayı entübe et, solunum cihazına bağla, hikaye al, muayene et, ilaçları başla derken oldukça yüksek aksiyonla geçti. Sanırım çocuğun göz bebeklerinin durumu nedeniyle zehirlenme düşünüldü. Fosfor ya da barbitürat olabilirdi. Baş asistan öncelikle fosfor düşünerek, 15 dakikada bir atropin enjeksiyonu ve yakın takip önerdi.

Yatağın yanına bir tabure çektim ve sabah kadar çocuğa atropin yaptım. Bir ara fark ettim ki, tıstıstıssss sesiyle başım kalkıp iniyor, meğer başım çocuğun üzerinde uyumuşum. Saate baktığımda son atropinden şu ana kadar 20 dakika geçmişti ve ben hala o 20 dakikanın ne kadarını uykuda geçirdiğimi bilmiyorum, ama eyvah ilacı geciktirdim diye fırlamıştım.

Tam da o anda başasistan (sabah saat 6/7 filan) servise gelip de hastayı sağ, beni ayakta görünce çok sevinip, sen yaşattın hastayı diyerek beni övmüştü. Abi bu çocukta hiçbir değişiklik yok, muhtemelen fosfor zehirlenmesi değil dedim, tamam ben EEG’yi açtırayım da bakalım barbitürat etkisi var mı, sen gene de o saate kadar atropine devam et dedi.

Saat 10’a kadar aynı şekilde devam ettim, tam EEG çekecek kişi geldi, çocuğu solunum cihazında ayırıp göndereceğim, nöbet değişimi zamanı oldu, yeni gelen arkadaşım halimi görünce, sen git çocuğu ben EEG’ye götürürüm dedi. Ambu yaparak EEGye giderken çocuk açılmış, konuşmaya başlamıştı, barbitürat zehirlenmesiydi ve evet beni uyutmama hastasıydı. Böyle geceler sayısız, ama bu aklımda yer etti işte.

KTÜ’de çalışırken her gece icapçı nöbetçiydim, her gece 4/8 kere acilden, servisten aranırdım. Yıllarca hep başasistan gibi çalıştım. Bu telefonlara o kadar alışmıştım ki uykumu kaçırmazlardı, hemen kaldığım yerden devam ederdim.

Benim asıl uykumun düşmanı,  bir ‘kara haberci’ rüyalarım vardı. Gecenin bir vakti, büyük bir sıkıntıyla, aklımda bir hasta ile uyanırdım. Bu hasta gerçekten de  ya o sırada kötüleşmiş olurdu, ya komaya girmiş de acile baş vurmuş olurdu, ya evinde ölmüş olurdu, ya da ertesi gün hastaneye baş vururdu. Bu hastaların hastaneye başvurmadan evvel neden benim rüyama başvurdukları ise bir muamma. Hiç yanılmadım, asla gece beni uyandırıp da kötüleşmeyen ya da ertesi gün gelmeyen bir hasta olmadı.

Bu korona günlerinde köyde olduğum için çok şanslıydım. Günlük rutin yürüyüşümü yaptım, açık havada bahçede çalıştım, aşırı yemedim, olabildiğince kötü haberlerden uzak durmaya çalıştım. Gene de bir türlü uyuyamadım.

Konuştuğum o kadar çok kişi de uykusuzluktan söz etti ki, bu global salgının, global bir uykusuzluk sebebi olduğuna inanmaya başladım.

Show Buttons
Hide Buttons