Tasavvufta
hırka giymek önemlidir. Mürşit, müridin artık ‘olduğuna’ karar verdiği zaman
ona hırkayı kendi eliyle giydirir. Hırkayı giyen derviş, artık bu hırkanın
edebine uygun bir şekilde, dünya hırslarından arınmış, kendini adamış bir şekilde yaşamak zorundadır.
Hekim olmak
da bir çeşit derviş olmak anlamına gelir, aynen eski zaman dervişlerinin
yaptığı gibi bir göreve ömür boyu kendini adamak demektir. Bu sözler abartılı
geldiyse, dünyayı sarsan bu salgında, insanlar kendi sağlığını korumak için bir
maske takmakta zorlanırken, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının yaz sıcağında
başkalarının sağlığı için itfaiye eri gibi giyinerek çalıştıklarını,
hayatlarını riske attıklarını hatırlayın. Adanmışlık değilse neyle
açıklayacaksınız?
Üstelik bu
adanmışlık hali sadece böyle olağan dışı durumlarda değil, saat saat, gün gün,
ay ay, yıl yıl, doktor olduğunuz günden öldüğünüz güne kadar devam eder. Artık
sizin özel anınız yoktur, ne sinemada, ne sokakta, ne kuaförde, ne uykuda, ne
tatilde, ne de inzivada hekimlikten muaf değilsiniz.
İşiniz bir
yönüyle pek takdir edilir gibi görünse de aslında ev kadınlığı gibidir, gün
boyunca yüzlerce iş yaparsınız eğer şanslıysanız, sofranız için bir ‘eline
sağlık’ alırsınız, yaptığınız saatler süren sayısız iş, görünmezdir.
Annelik
gibidir, işinizin saati ve süresi yoktur. Din adamlığı gibidir, herkes en
karanlık sırlarını size anlatır. Pilotluk gibidir, sürekli alarm durumunda yaşarsınız.
Mühendislik gibidir, sürekli okumak, gelişmeleri takip etmek ve yapıcı olmak
gerekir. Lağım işçiliği gibidir, dışkı, idrar, kusmuk, kan, irin sizin işinizin
olmasa olmazıdır. Öğretmenlik gibidir
demiyorum, zaten öğretmenliktir, ancak öğrencilerinizin yaşı sınırı ve algı
yelpazesi bütün insanlıktır.
En zor ve en
kutsal tarafı ise, insanların en zor, en kırılgan anlarını paylaşmaktır, işte işimizin
bu kısmını karşılaştıracak, sağlıkçılar (hemşire, ebe, diş hekimi, veteriner,
fizyoterapist vs) dışında çok fazla meslek yoktur.
Yani bir
çeşit ‘derviş sabrı/uykusuzluk/çok okuma/çok düşünme/çok çalışma/çok yıpranma’
hırkası giymeden bu mesleği yapmak imkansızdır. Tabii bir de bu hekim hırkasını
Hacettepe dergahından giyme faslı var.
Geçenlerde
Hacettepe’nin kuruluş yıl dönümüydü, sanırım ikinci ya da üçüncü dönem
mezunlarından Yücel Tanyeri, Tülay Kansu
ve Emin Kansu’nun birlikte bir resmini gördüm. Her bir akademisyen olan bu üç
büyüğümüzden Yücel Abi, Hacettepe ambleminin yaratıcısıdır, Tülay ve Emin Kansu
da bize hocalık yapmış isimlerdir.
Onlar 1964
yılında okula girmişler, ben ise onlardan tam on yıl sonra 1974’te okula
başlamışım. Biz de 81 mezunları olarak oldukça başarılı bir sınıf olduk,
aramızdan çok başarılı hekimler, pek çok akademisyen çıktı. Tülay Abla, Hacettepe’nin ilk günleriyle
ilgili çok güzel bir yazı paylaştı, sonra da benden bazı anılarımı yazmamı
istedi.
Her şeyden
önce bizim zamanımızda sağ sol meselesi artık sokak kavgası boyutundan, her gün
onlarca kişinin ölümüne sebep olan şehir terörü boyutuna ulaşmıştı. Yani bizim
dönemde onun yazısında sözünü ettiği sosyal projeler hemen hemen hiç yoktu.
Okul çıkışı nasıl sağ salim evlere, yurtlara ulaştığımızı bilemezdik. Akşam
saat 18 oldu mu sokaklarda kedi, köpek bile kalmazdı.
Üstelik
okulumuzun yumruğa benzer heykel olan orta meydanı, Ankara’da olan her olayda,
nümayişi yapanların hedef noktası haline gelirdi. Yani karmaşa kentin hangi
noktasında, hangi üniversitesinde başlarsa başlasın, yürüyüşçüler hurra bize
doğru akın ederlerdi ve olayların son noktası genel olarak bizim meydan olurdu.
Her sabah
okula giderken, akşama kadar ne olacağını asla tahmin edemezdik. O gün okul
basılabilir, yürüyüş yapılabilir, camlar kırılabilir, yumruklar atılabilir,
kurşunlar havada uçabilir, kan gövdeyi götürebilirdi. Akşama yurtta mı,
karakolda mı, hastanede mi, morgda mı olacağımızı bilemezdik.
Bu
karmakarışık siyasi atmosferde bir de son derece zor ve kapsamlı bir eğitim
almaya gayret ediyorduk. Yani zor koşullarda moral bozmamayı, hedefe
odaklanmayı iyi biliriz.
Ülkenin
içinde bulunduğu siyasi ortam elbette bizi etkiliyor ve hayata bakış açımızı
oluşturuyordu. Ancak bu zorlu dönemde dahi olağan üstü bir eğitim aldığımızı,
yılların öğretim üyesi/ hem de eğitim sistemiyle çok ilgilenmiş, eğitim
komisyonlarında sürekli görev almış bir öğretim üyesi/ olarak kolayca
söyleyebilirim.
Şimdi artık
bütün tıp fakültelerinde çekirdek eğitim programı (ÇEP) uygulanıyor ve bir
standardizasyon sağlanmaya çalışılıyor. Ancak bizim dönemde Hacettepe diğer
bütün tıp fakültelerinden daha farklı bir program uyguluyordu. Diğer bütün fakülteler ders üzerinden not
alırken biz entegre sistemle okuyor ve sınava giriyorduk. Sınav sistemimiz de
içinde bir çok baraj sistemi barındıran, oldukça acımasız bir sistemdi. Aynı
anda pek çok dersten birden sınava girerdik, ancak her dersten geçer not
alamazsak kolayına sınavdan geçemezdik.
Hacettepe’nin
bir diğer özelliği de bizi sadece teorik olarak üstün bir şekilde yetiştirmek
değil, bir çok fakültenin aksine pratikte de üstün bir şekilde eğitmekti. Örnek
olarak, o zamanlar pek çok fakülteden
mezun arkadaşlar, enjeksiyon yapma, reçete yazma ve daha pek çok konuda bizden
çok daha tecrübesiz bir şekilde mezun olurdu.
Oysa ben bir
çok hasta muayene etmiş, enjeksiyon yapmış, idrar sondası takmış, kalıcı damar
yolu(cutdown) açmış, kemik iliği aspirasyonu yapmış, doğum yaptırmış şekilde
mezun oldum. İdrar ve kan analizlerini yapmayı, kalp masajı yapmayı, EKG
okumayı, dikiş atmayı, pansuman yapmayı bilirdim. Hepimiz bilirdik.
Dahası
hastadan çekinmezdik, iğrenmezdik,
idrar, dışkı, kusmuk, irin ile ilgilenmek bizim için işimizin bir
gereğiydi. Okuldan çıkıp da herhangi bir yerde çalışmaya başladığımızda, oranın
sağlık çalışanları, hemşireler Hacettepe mezunları belli oluyor, siz hastaya
dokunmaktan korkmuyorsunuz derlerdi.
Nusret
Hocanın öğrencileriydik, Halk Sağlığı stajında ya bir epidemiyolojik çalışma,
ya da bir filiasyon çalışması yapmış ve adeta tez hazırlamış olurduk. Şimdi
fark ettiğim kadarıyla, bütün fakültelerde hastalıklar çok iyi öğretiliyor,
ancak bu konular biraz geri plana itiliyor. Bu salgında bir çok yeni mezun arkadaşımın filiasyon nedir ne değildir sahada
öğrendiğine şahit oldum.
İnsanın
okulu, hayatına damgasını vuran bir şeydir. Biz, hekimlik hırkasını Hacettepe
dergahında giydiğimiz için pek
gururluyuz. Galiba, çok önemli bir kaç özellikle yetiştirildik; her şeyden önce
araştırmacı ve çözüm üretici bir ruhla yetiştik, umutsuzluk, yenilgi kabulleniş nedir bilmezdik,
iş varsa biz de oradaysak başkasından bir şey beklemezdik, kendimiz yapardık. Okulumuzdan
aldığımız donanıma ve kendimize güveniyorduk, mesleki düzeyde her türlü
zorluğun altına gözümüzü kırpmadan giriyorduk.
Ben kendi
yaşadıklarımı yazayım. Mezuniyetimde mecburi hizmet yoktu, ben yeni mezunken
değil, uzman iken mecburi hizmete gittim. Düşünün yeni mezun bir uzmansınız, siz artık
çocuk hastalar üzerinde yetkinsiniz. Bir poliklinik ve servis idare edecek
eğitiminiz var. Buraya kadar çok güzel, ama ben mecburi hizmette Fırat
Üniversitesi Tıp Fakültesi kurası çektim.
Bir
üniversitede benim gibi yan dal uzmanlığı bile olmayan bir uzmanı ne yapacaklar
ki herhalde poliklinikte hekim ihtiyacı var diye fikir yürüterek gittim. Ve
öğrendim ki, pediatride benden başka hasta tedavi edebilecek, eğitim
verebilecek hiç kimse yok.
Servis yok. Ekip
yok. Alet yok.
Üstelik
dördüncü sınıfa kadar gelmiş, hoca olmadığı için staj yapamayan, üçüncü sınıfta
pediatri dersleri alması gereken öğrenciler var.
Ben 11 Kasım
günü yani öğretim yılı başlangıcından 2,5 ay sonra iş başı yaptım. Normalde o
sırada dördüncü sınıfların ilk stajının bitmiş olması gerekirdi.
Önümde 2
seçenek vardı. Ya muayenehane açıp para kazanacaktım, ya yardımcı doçent olup,
pediatri bölümünü kuracak ve eğitim verecektim.
Hırkamı
Hacettepe’de giymiştim, ikinci yolu seçmek zorundaydım, bana ihtiyaç vardı.
Zaten çaresizlik nedir, pes etmek nedir bilmezdim. İş var, yapmam gerek dedim.
Korkmadım.
Bundan
sonraki 2,5 ay içinde geçirdiğim maceraları pek çok kez yazdım. Şimdi tekrar
etmeyeceğim. Ama bu dönemde servis ve polikliniği kurup çalışır hale getirdiğim
gibi, hem kendimi yurt dışından edindiğim kitaplarla öğretim üyesi olma yolunda
eğitmeye başlamıştım, hem hemşirelerin meslek içi eğitim, asistanlarımın
pediatri eğitim programını oturtmuş, dönem üçe bütün pediatri dersleri, üstüne
üstlük dördüncü sınıflara, gayet bilimsel bir staj programı vermeye başlamıştım.
Ancak şimdi
geri dönüp bakınca bu kadar tecrübesizken bu kadar kısa sürede bu kadar çok işi
yapabilmiş olmam ve bunları yaparken yaptığım işi olağan kabul etmem, işte bu
Hacettepe ruhu, Hacettepe hırkası.
Mecburi
hizmete gidip, köylere sahra helası
yaptıran arkadaşım da, il sağlık müdürü
olup ilindeki aşı oranını %40lardan %100ye dayayan arkadaşım da aynı hırkayı
giyiyordu.
Hela yaptıran
arkadaşım, bir cerrahtı, hastaneye belli köylerden gelen çocukların çok fazla
cilt enfeksiyonu olduğunu fark etmişti. Bu köyleri ziyaret edince evlerde
tuvalet olmadığını bütün ihtiyaçların tarlalarda giderildiğini, dolayısıyla
inanılmaz miktarda sinek olduğunu saptamış, enfeksiyonları sinek ısırıklarına
bağlamış, hemen sahra helası nasıl yapılır öğrenmiş ve köylülere bin bir zahmet
hela kurdurup, muhtarı örgütlemiş,
herkesin bunları kullanmalarını sağlamış, bir hafta içinde çocukların ciltleri düzelmiş.
Diğer arkadaşım
ise dahiliyeci olduğu halde aşı oranlarının neden ülke genelinin altında
olduğunu araştırmış, ebelerin liderlik edilmemesine bağlı motivasyon
eksikliğini fark etmiş. Bunun üzerine ebelerle eğitim çalışmaları yapmış,
yetmemiş, onlarla ev ev dolaşıp, yüreklendirmiş. Sonuç olarak o yıl Türkiye’nin
aşı oranı en yüksek ili olmuşlar. Öz güven kazanan ebeler arkadaşımdan sonra da
canla başla bu oranı devam ettirmişler.
Her üçümüzde
de yöntem aynı farkındaysanız. Önce sorun sapta, çözüm yolları araştır ve bunun
altından kalkabilir miyim acaba diye düşünmeden dişinle tırnağınla sorunu çöz.
Her üç
hikayede de, bir birinden habersiz 3 arkadaş sorun çözme ve başarı odaklı bir
yaklaşımla yani Hacettepe ruhu ile destan yazmışız.