Monthly Archives: Nisan 2020

GÖĞE BAKAN KOCAKARI 2020 MAYIS

Bizler evlere çekilince dünya kendini toparlamaya başladı. Denizlerin tabanları çocukluğumdaki gibi görülür hale geldi. Uzun yıllardan beri görülmemiş kuşlar göründü. Şehirlerde yaban hayvanları görülmeye başladı.  İstanbul boğazında yunuslar neredeyse kaldırımlara çıkacaklar.

Bu kadar kısa bir sürede doğa ana onda açtığımız yaralarını sarmaya başladı. Atmosferdeki ozan deliği kapandı. Uzaydan çekilen resimlerinde dünya daha mavi görünüyor. Biz bu dünyanın zararlısıyız, dünyaya zarar vermekten, onu tahrip etmekten başka yaptığımız bir şey yok. Bu salgın dünyayı kendi zararlı etkilerimizden nasıl kurtarabileceğimizi göstererek bize iyilik yaptı. İnsanoğlu içinde yaşadığı doğadan uzaklaştıkça, bindiği dalı kestiğini akıl edemeyecek kadar şuursuz bir halde.

Doğaya dönmeliyiz, eskiden insanoğluna rehberlik etmiş gökyüzüne daha bilinçli gözlerle bakmalıyız.

Mayıs ayında göğe bakan kocakarının gündeminde neler var?

Mayıs ayının başında ta Kasım başına kadar sürecek olan Hızır (sıcak aylar, bereket ayları) aylarına giriyoruz. Hızır ayları Hıdırellez günü yani 5mayıs/6 mayıs günü başlar. Orta Asya’dan, Orta Doğu’ya ve Anadolu’ya kadar büyük bir coğrafyada ve bir çok kadim inanışta doğanın canlanması anlamına gelen bu gün coşku ile kutlanır. Hıdrellez, bir çok ritüeli barındıran bir kutlamadır, genel olarak yıllık dileklerimizi yaptığımız ve doğaya niyetlerimizi söylediğimiz bir gündür.

Hemen her ailenin kendi Hıdrellez rutinleri vardır. Bizim ailede istekler bir kağıda yazılıp, gül ağacına asılır, suyun üzerinden geçecek şekilde bir gezi yapılır, sabah uyanınca pencereler, kapılar açılıp, iyilik, bolluk ve sağlık davet edilip, kötülük, hastalık, sıkıntı gibi şeyler dışarı gönderilir.

Daha dün bizim şimdiki köyde ‘Bugün Hıdrellez, yarın yaz’ şeklinde bir ata sözü olduğunu öğrendim.

Tam da Hıdrellez günleri, aynı zamanda ‘Eta Aquarit’ denilen göktaşı yağmuru zamanıdır. Benim kanaatime göre eskiden gökyüzünü çok iyi gözlemleyen insanlar, bu göktaşı yağmuru sonrasında sıcaklıkların arttığını gözlemleyip, Hıdrellez gününü  belirlemişlerdir. Daha sonra da bu kutlamalara zamanın kutsallık anlayışını ekleme ihtiyacıyla bereketin sembolü olan Hızır İlyas kültü ile ilişkilendirilmiştir. Çünkü bu tarihten sonra artık yaz bostanlarına fidelerin ekilme zamanı gelmiştir, topraktan bereket fışkıracaktır.

Bu yıl Hıdrellezden hemen sonra, yani ayın 7sinde akrep burcunda dolunay olacak. Su burçlarının en gizemlisi olan Akrep’in karmaşık ve birbiriyle çelişkili görünen özellikleri içerisinde dönüştürücü ve sağaltıcı yönü de vardır. Dolunay enerjisi bütünlüğü olduğu gibi, önündeki 2 haftalık zaman dilimi içerisinde giderek azalacak bir ifadeyi de barındırır. Hıdrellez dolunayından sonra salgının sönümlenmesini dileyelim o halde.

Ayın 13ünde Ay, Satürn ve Jüpiter, 22sinde Merkür ve Venüs oldukça yakın konumda olacaklar. Ayın 21inde Güneş, boğa burcundan ikizler burcuna geçecek.

Bu ay astrolojik olarak Venüs, Jüpiter, Satürn, Pluto, hemen bütün gezegenler sıra, sıra geri harekete başlayacaklar. Aslında geri hareket etmeyecekler tabii, ama dünyadan öyle görünecek. Bu ara pek öyle yeni başlangıçlar zamanı değil, eski sandıkları eşeleme zamanı gibi duruyor. Ayın 22sinde ise ikizler burcunda yeniay var, bu tarihten sonra artık yanılmıyorsam zihinsel faaliyetleri hızlandırabiliriz, yavaş yavaş dünyaya geri dönebiliriz.

Tabii Hıdrellez yazın habercisi dedikse de, yaz öyle hemen bir günde gelmiyor. Ay boyunca birkaç ‘isimli’ kocakarı fırtınası var, ayın sonunda fırtınalar artık sıcak rüzgarlar getiriyor.

Ayın 4ü Çiçek Fırtınası, 7si fırtına (2 gün) Doğu rüzgarları, 11i       Filizkıran Fırtınası, 19u Kokulya Fırtınası (2 gün), 21i        Ülker Fırtınası, 30u Kabak Meltemi (2 gün) (Yaz sıcakların başlama dönemi),  31i Bevarih rüzgarlarının başlaması (Şiddetli  sıcak ve rüzgarlar-Samyeli)

Bu yıl mayıs ayı hemen hemen Ramazan ile denk geldi, 19 Mayıs Kadir Gecesi, 24-26 Mayıs ise Ramazan Bayramı. Bu bayramı muhtemelen gene sosyal izolasyonda, evlerimizde geçireceğiz.

Bu yıl Kadir Gecesi, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramına denk geldi. Bu gün için çok ilginç kutlama yapılacak eminim. Hem dua, hem de İstiklal Marşı, ne güzel.

MECBURİ SOSYAL İZOLASYON BİZİM NESLİ BİLE DİJİTAL ÇAĞA GEÇİRDİ, ARTIK ISLAH OLMAYIZ

Bilgisayarlar  ilk çıktığında ben otuzlu yaşlardaydım, bilgisayarların her masaya hatta her kucağa konması, internetin icadı ve yaygınlaşması bir 15-20 yıl daha aldı. Fakültenin amfilerinin alt yapılarının da tamamlanmasıyla, ancak 40’lı yaşlarımda derslerimi bilgisayarda hazırlamaya başladım.

Bizden sonraki nesil çok daha erken yaşlarda sanal dünya ile tanıştı, onların çocukları olan şimdiki bebeler daha doğdukları andan itibaren akıllı telefonlardan müzik dinliyorlar. Bütün haberleşmeler, bankacılık işlemleri, alışveriş internet üzerinden yapılıyor. Hatta evcil hayvanlar için bile dijital oyunlar var.

Doğaldır ki, bizim nesil bu kadar geç yaşta tanıştığı sanal dünyayı bir türlü yeterince verimli kullanamıyor. Hatta biraz da ürküyor.

Ben doçentliğe hazırlanırken bütün kaynaklarımı üniversitenin kütüphanesinden bulmak zorundaydım. Bunun en büyük artısı, tıp dergilerinde basılmış bütün bilgilerin hakemler kurulundan denetlendiğini bilir, literatürden aldığımız bilgilere güvenirdik. Ancak bu olumlu madalyonun diğer yüzünde, kütüphanede, hem de iş saati içerisinde saatlerce literatür tarayıp, tam da bulmayı istediğin sayı dışında binlerce dergiyi karıştırıp, hüsran içerisinde geri dönmek, üstüne işinde bulunmadığım saatlerde biriken işleri yetiştirmek için fazla mesai yapmak vardı.

Şimdi evinde otururken, kucağındaki bilgisayardan, hatta telefonundan bütün dergilere ulaşmak mümkün. Bu durumun olumsuz tarafı ise bir sürü yalan yanlış, denetimsiz bilgiye de bu kolaylıkla ulaşabiliyor olmak.

Evet, sanal ortamda çok kötü ve zararlı şeyler de oluyor,  anladığım kadarıyla, uyuşturucu satabiliyor, fuhuş yapabiliyor, hatta istersen kiralık katil bile bulabiliyorsun. Bu kadar ileri gitmesen bile hiç anlamsız oyunlara takılıp, gerçek dünyadan kopabiliyor, zamanını büyük çoğunluğunu ekran karşısında harcayabiliyorsun. İnternet bağımlılığı artık uyuşturucu bağımlılığı kadar önemsenen bir davranış bozukluğu halini aldı,  tedavisi de hiç kolay değil.

Benim bu dijitalleşmeye başlayan dünyada bir türlü ayak uyduramadığım şey ise dijital kitap okumak. Genç nesil kolayca bilgisayar ekranından kitap okuyor, ama bizim nesil, gözü görse de ekrandan okuyamıyor, okumaya çalışsa da elinde tuttuğu kağıda yazılı kitaptan okuduğu gibi anlayamıyor. En azından ben böyleyim, konuştuğum akranlarımın çoğu da böyle.

Bizim zamanımızda evet, basılı kitap okurduk. Hatta, kitaplarımla aramda tuhaf bir bağlılık vardır, defalarca okumuş olduğum bir kitapta bile asla bir yıpranma, altı çizilmiş satır, yaprak kenarlarında, cildinde bozulma göremezsiniz, gözüm gibi dikkat ederim çünkü. Fakültedeyken, ders kitaplarımı okurken uykuya dalar, sabaha kadar kitabım koynumda uyurdum, gene de hiçbir kitabımı yıpratmadım, hiçbir satırı, kurşun kalemle bile çizmedim. Eğer dikkatimi çekmek istediğim bir bilgi varsa, küçük kağıtlara notlar alır, o notları kitap arasında saklardım. Mutlaka altı çizilmesi gereken bir yerler varsa, kitaptan fotokopi çektirir, fotokopileri çizerdim. Bir başkasının satır altlarını çizdiği kitabı asla okuyup da aklıma sokamazdım. Çünkü dikkatimi çizilen satılar çeler ve diğer bir cümlede yazılan daha önemli bilgiyi gözden kaçırırım diye düşünürdüm. Bu alışkanlığım hala devam ediyor, tekrar okumayacağım kitapları, ikinci el kitapçılara vermek gibi bir huyum vardır, kitabı alan her ne kadar yeni göründüklerine şaşırır.

Benim için sanal dünyadan çekinmek için iki önemli sebepten biri, ekrandan okuduğumu, özellikle de uzun metinleri tam olarak kavrayamamak. İkincisi ise ne zaman internet üzerinden alışveriş yapmaya kalksam ya yanlış ürün aldım, ya da banka kartımın numarasını çaldırıp, bir sürü zarar ettim.

Bütün çekincelerime karşın, gene de sanal dünyayı yaşıtlarıma göre çok daha verimli kullandığımı düşünüyorum.

Birden bire, dünyayı corona virüs pandemisi sardı, bildiğimiz hayat değişti. Aniden evlere kapandık.  Bir çok iş yeri, okullar kapatıldı. Toplu halde sanal dünyanın nimetlerine her zamankinden daha çok muhtaç kaldık.

Okullar derslerini online yapmaya başladılar. Böyle bir şeyin olacağını rüyamda görsem hayra yormazdım, ancak oldu işte.  Aslında birkaç yıl Sağlık Bakanlığının tedavi hizmetleri için 10 yıllık bir plan hazırlamıştık. Ben de sosyal pediatri masasında moderatör idim. O çalıştayda, hastanelerde yatan çocuklar için, tek merkezden yönetilen, online hastane okulu projesi yapmış ve sağlık bakanlığına sunmuştuk. Bu kısıtlı programın bile gerçekleşeceğini hayal sanırken, bir anda bütün ülkede bütün okullardaki eğitim online hale geldi.

Sadece okullar değil, bütün işletmeler de online derse başladı, örnek olarak ben de piyano derslerini online almaya başladım. Ne kadar yoga stüdyosu varsa hemen hepsi online eğitime başladı, ya da evde yapabileceğiniz videolar yaptı. Ben de Trabzon’daki hocalarımın videolarını ile evde yoga yapmaya başladım. Böylece bahçede paraladığım kaslarımı gevşetiyorum.

En çok zorlayan mesele ise eğlence mekanları kapalı, evlerde de buluşamıyoruz. Resmen insansız kaldık. İnsansız yaşam sahası da pek tatsız tuzsuz oldu. Durum böyle olunca sosyal ilişkiler de sanal dünya üzerinden yürümeye başladı. Aynı anda bir çok kişi ile görüntülü konuşabileceğiniz programlar anında yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Herkes kendi evindeyken telefondan kına gecesi yapan bile oldu.

Bir çok kişi, konuk davet ederek seri sohbet programları yapmaya başladı. Geçen gün Trabzon Devlet Tiyatrosu sanatçılarından biri olan Duygu Urhan bana telefon edip instegramda  böyle bir canlı sohbet programı başlattığını söyleyerek beni de davet etti.  Tabii hemen kabul ettim. SİS’li günler (Salgın, İzolasyon veya İlham ve Sanat) isimli bir söyleşi yaptık. Ben Çanakkale’de yatak odamda, o ise İstanbul’da evinde iken karşılıklı konuştuk. Dinleyiciler de istedikleri soruları yazarak sordular. Hem biraz bilimsel olarak bu günkü ve tarihteki salgınlardan, salgınların toplumsal düzeni nasıl değiştirdiğinden söz ettim. Daha sonra da bu izolasyon günlerinin aslında bizi istenmeyen sosyal ilişkilerimizden de kurtardığını, bu sessizliğin ruhumuzu ilhama açtığını, bir çok sanatçının benzer izolasyon günlerinde ürettiği sanat eserlerini , herkesin sanat eseri üretemeyecekleri gerçeğinden yola çıkarak en azından kalplerini iyilik yapma ilhamına açmalarını konuştuk.

Aslında 1saat süreceğini planladığımız sohbet genel istek üzerine 2 saate uzadı.

Belki bu yazdıklarımı yıllar sonra okuyan olur, ve ne kadar basit bir teknoloji kullandığımızı düşünür.  Daha önce bir çok canlı radyo ve TV programı yapmıştım, ancak sosyal medya üzerinden interaktif bir program gerçekten çok ‘yeni’ ve farklı oldu.

Galiba bizim nesil de ister istemez sanal dünyayı daha fazla benimsemek zorunda kalacak.

SİTTE-İ SEVR GÜNLERİNDE, SOSYAL İZOLASYONDA YIL DÖNÜMÜ, BAHÇE, İLHAM PERİLERİ VE 23 NİSAN

Güneş, Boğa burcuna girdi ve hemen ardından sitte-i sevr soğukları başladı. Nisan ayının 21’inde güneş, boğa takım yıldızının bulunduğu göksel alana girer ve hemen ardından 6 gün süren soğuklar olur. Bu sene Çanakkale’de 21 nisan yağmurlu geçti, 22, 23 nisan da ciddi poyraz var. Bu bölgede rüzgar, poyraz (kuzeydoğu) ise hava sıcaklığı bir hayli düşük hissediliyor.

Bu hafta köye yerleştiğimin 3. yılı dolmuş oldu. Aklımda şöyle orta boy bir sosyal etkinlik vardı, ancak bu izolasyon günlerinde ne dışarı çıkıp, ne de birkaç arkadaşı eve davet edip evde bir kutlama yapma imkanım yok. Ben de taşınma yıl dönümünde evin perdelerini yıkayarak, hiç olmazsa evin kendisine bir temizlik ritüeli armağan etmiş oldum. Perde yıkayıp, asmanın öyle güzellenecek bir tarafı yok, yorgunluktan başka bir şey değil, ama bu günlerde yaptığım her şeyi bir ritüel edasıyla yapıyorum, böylece günüme anlam atfetmiş oluyorum.

Buraya yerleşeli tam 3 yıl oldu ve ben bu yıla kadar bahçe ile çok az ilgilendim. Bahçe işi Nermin’e aitti, ben ise yılda en çok 3,4 gün yabani ot yoluyordum ama asıl ilgilendiğim, bostan hasadı ve hasat edilen ürünlerin kışa hazırlanmasıydı.

Bu sene bahçe ile ilgilenmeye karar verdim. Aslında niyetim köyden işçi çalıştırıp, onunla birlikte ufak tefek işler yapmaktı, ancak şartlar bu şekilde değişince, bahçenin işinin çoğunu yapmaya başladım. İzolasyon günlerinden önce havanın müsait olduğu günlerde, sadece 1,2 saat, o da eğer şehirdeki randevularımdan  fırsat bulabilirsem bahçede çalışmaya başlamıştım. Martın ortasından yani izolasyon başladığından beri, yağmur yağmadığı ya da aşırı rüzgar olmadığı sürece, günde 2-6 saat arasında bahçedeyim. Elimden çapa düşmez oldu. Hem bahçedeki işleri yapıyorum, hem kol ve sırt kaslarım güçleniyor, hem de bu rahvan günleri bayağı da yediğim halde kilo almadan geçiriyorum.

Çanakkale’de köy pazarına gitmek başlı başına bir sosyal olaydır. Pazar kurulduğu günlerde köylerde adam bulamazsınız. Bu yıl kalabalık dolayısıyla köy pazarına gitmek de riskli görünüyor. Pazara sadece Çanakkale’nin köy ve kasabalarından değil, çevre illerden de ürün geliyordu. Seyahatler de kısıtlandığı için pazarın bu yıl pek de zengin olacağını sanmıyorum. Yani bu yıl ciddi ciddi bostan yapmam lazım. Ben de işi daha da ciddiye aldım.

Zeytinleri bu yıl biraz farklı ilaçlattım. Okuduğum ve oldukça bilimsel bulduğum bir kitabın önerisine uyarak, kükürtlü, kireçli, bakır sülfatlı ve bu yıl ayrıca borlu karışımlarla tamamen doğal ilaçlama yaptık.  Tabii gübre olarak da, tamamen köyde serbest otlamış küçük baş hayvan gübresi kullandık.

Geçen yıl bizim zeytinlerin var yılı idi, bu yıl ise yok yılıdır.

Fakat bu yıl kışın ağaç gölgelerini güzelce kazdırdık ve oldukça derin budama yaptırdık, ilaçlamaları zamanında yaptık ve geçen yıllara ek olarak  bor da kullandık. Ağaçların altını bu hafta bir kez de makine ile kazdıracağım, önümüzdeki hafta damla sulama borularını serdireceğim.

Bu yılın verimine bakarak okuduğum kitabı denemiş olacağım. Eğer bu yıl zeytin olursa bundan sonra da bu yıl yaptığımız gibi devam edeceğiz. 

Bostanı ise bu yıl, önceki yıllara göre daha büyük yapmaya karar verdik. Hıdrellezden sonra kışlıkları hasat edip, yazlık fideleri ve tohumları dikeceğiz.

Bu yaz belli ki öyle başını alıp bir yerlere gitmek hayal. Ben de bahçe ile oyalanmayı düşünüyorum. Toprakla uğraşmanın garip bir tılsımı var, insan öğrendikçe öğrenmek, çalıştıkça çalışmak istiyor. Kendi ürettiğini yemenin de tadına doyum olmuyor. Marul yetiştirmeye başladığımdan beri salata yapmaya bile kıyamayıp, tavşan gibi kıtır kıtır yaprak yiyorum, yakında gibi ön dişlerim uzayacak. 

Şifalı ot bahçemin de dilinden daha iyi anlamaya başladım. Daha önce kıyıp da doğru dürüst budayamadığım çalılarımı bu mart başında eni konu budadım. Anladım ki çok yıllık bitkiler budama ile şenleniyor, hiç acımadan makaslayacaksın.

Yeşillendirmeye çalıştığım ve uygun yerlerine sarmaşıklar diktiğimiz duvarlar var. Geçen yaz bu sarmaşıklardan bazıları  bayağı dal çıkardı, budamayı beceremediğimiz için karmakarışık bir şekilde dallar birbirine girdi. Bu yıl onları da başka yerlerde gördüğüm örneklere göre dallarını seyrelterek budadım, iplerle demirlere doladım. Bir şekle sokana kadar da dolamaya devam edeceğim. Bu dolaktan sarkan kolları da duvar boyu budayarak şekillendireceğim, yoksa aman o dal kalsın, yaprak verdi, aman bu dal kalsın çiçek verdi diyerek, bir türlü yeşil duvar yapamayacağız.

Bahçe ile uğraşırken, benim gibi kara cahil isen en basit şeyleri bile ya okuyarak, ya köylüye sorarak, ya da daha önce yapan birinin örneğine bakarak ilerleyeceksin. Bizim köylüler bayağı bilgililer, ancak mesela bu güne kadar hiç bor kullanmamışlar. Ben kullanmak isteyince, ilaçlamayı yapan komşum, kendi zeytinlerine de bor attı. Hep birlikte sonucu göreceğiz.

Köyde hayat devam ediyor. Asıl şehirde dört duvar arasında zaman geçirmek oldukça zorluyor. Herkes, bu günleri bir şeylerle doldurmaya çalışıyor. Bu hafta sonu bir arkadaşımla internetten bir sohbet programı yapacağız. Sosyal izolasyonda zaman geçirmek için bize neler ilham olmalı  konusunda fikir üretmeye çalışacağız.

Dedim ya ben bahçe ile bayağı meşgul olmama rağmen, evde  yaptığım her şeyi bir ritüel duyarlığıyla yapmaya çalışıyorum. Yarın 23 Nisan 2020, yani, Türkiye Cumhuriyetinin, Birinci Büyük Millet Meclisinin kurulmasının üzerinden tam yüzyıl geçti. Gazi, bu günü yarınlara umut olması için Ulusal Egemenli ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmasına karar verdi.

Ne yazık ki bu yıl bu coşkuyu meydanlarda birlikte kutlayamayacağız, ancak millet olarak çok kararlıyız, herkes evlerini bayraklarla donatacağız ve hep birlikte pencerelerden balkonlardan İstiklal Marşımızı okuyacağız.

Bu yalnızlık günlerinde geleceğe umutla bakmak üzerine düşünmeyi de ihmal etmeyeceğiz.

Önceden bayrağı dışarı asıyordum, şimdi kapalı balkonun camının güneşliğine içerden takıyorum. Biraz önce Sermin’le birlikte, büyük bir saygıyla, bayrağı iğneledikten sonra güneşliği yükseltip, basbayağı göndere bayrak çekme merasimi yaptık.

BİR SALGIN YAZISI DAHA, GEÇEN BÜYÜK SALGINLA KARŞILAŞTIRMA, ŞİMDİ NELER OLACAK SORUSUNA CEVAP ARAMA ÇABALARI

Daha pandeminin başlarındayız, henüz tünelin sonunu tam olarak tahmin etmek pek mümkün değil. Dünya tarihinde birkaç çok belirgin hastalık salgını olduğu biliniyor. Bunların çoğu vektörler (taşıyıcılar, mesela veba örneğinde fareler) ve su yolu ile bulaşan (kolera) hastalıklardı. Amerika kıtasını bulan ilk Avrupalılar, beraberlerinde bir çok hastalığı da taşıdılar ve daha önce hiç karşılaşmadıkları mikroplarla karşılaşan insanlar büyük ölçüde kırıma uğradı. Mesela çiçek hastalığı ‘eski dünya’ üzerinde son 50 yıla kadar her zaman büyük problem olmuştur, ancak ‘yeni dünya’ insanları bu hastalıkla hiç karşılaşmamış, dolayısıyla hiç bağışıklık kazanmamıştılar. Kısaca yerliler çiçek hastalığından soy kırıma uğradı demek yanlış olmaz.

Bilinen salgınlardan bu günküne en çok benzeyeni ise birinci dünya savaşı sırasında ortaya çıkan ve İspanyol gribi diye adlandırılan salgındır. Bugünkü salgına sebep olan virüs, o zamanki virustan daha farklı bir virüstür, ancak bulaş şekli ve başlıca solunum yollarını tutması yönleriyle benzerdir.

Damlacık yolu ile bulaş olduğunda hastalık insandan insana yüz yüze yakın temasla ve ya da kapalı alanda birlikte bulunmayla geçer. Bu şekilde bulaşan bir hastalığın bütün dünyayı dolaşabilmesi, daha önceki yüzyıllarda pek de mümkün değildi, çünkü hem dünya nüfusu çok daha azdı, hem de çok daha düşük yoğunluklu topluluklar şeklinde yaşanıyordu, üstelik bu küçük topluluklar arasındaki seyahatler de oldukça kısıtlıydı.

Birinci dünya savaşında grip salgını ortaya çıktığında gençler, kışlalarda, yatakhanelerde, cephelerde (toplu halde) ve savaş koşullarında (yani sağlıksız ortamlarda) yaşadıkları için birbirlerine bulaştırma ve ölüm oranları yüksek oldu.  O salgında ölenlerin sayısı (40-100 milyon)  savaşta ölenleri geçmiş ve süresi 3 dalga halinde 2 yıla yakın sürmüştür.

Bu gün şartlar, o günkünden çok daha farklıdır. Her şeyden önce dünya nüfusu o günlerde 1,5 milyar bile değilken bu gün 8 milyara yaklaşmıştır. Ayrıca o zaman insanların %80’i köylerde yaşarken bugün %60’ından fazlası şehirlerde yaşamaktadır. Yani hem nüfus çok artmış hem de çok daha yüksek yoğunlukla, daha dar alanlarda yaşamaya başlamıştır. Üçüncü bir faktör de o salgında muhtemelen savaşan ordulara lojistik destek sağlayan birlikler ve yeri değiştirilen birlikler dışında pek de yerini değiştiren insan yokken, bugün ulaşım kolaylığı sayesinde sıradan insanlar olarak büyük kalabalıklar halinde dünyayı dört dönüyoruz. Mesela ben, Marco Polo’dan daha fazla gezdim.  

Bir başka önemli faktör de bu gün hem salgın bilimi (epidemiyoloji) hem de tıp bilimi açısından o güne nazaran çok daha üst düzeydeyiz. Dolayısıyla bu kesinlikle bu salgında o günkü kadar çok ölüm olmayacağını biliyorum, ancak süresi ve ilk dalganın ardından başka dalgalar yapıp yapmayacağı konusunda henüz bir ön görüm oluşamadı.

Şu anda hastalık belirtisi gösteren insanlardan sadece testi pozitif çıkanlar istatistiklere giriyor. Testi negatif çıkan ve klinik olarak corona hastası kabul edilip, tedavi gören, iyileşen, ölen bir çok  kişi daha var. Bu gurup hastalar rakamlara yansımıyor, ancak  testin pozitiflik oranına bakacak olursak, sayıları test pozitif çıkanlardan çok daha fazla olmalı.

Benim tahminime göre bu salgında ülkemizde kaç kişinin hasta olduğunu hiçbir zaman net olarak öğrenemeyeceğiz. Ancak yıllar sonra ölüm sayılarına bakıp, bu salgında kaç kişinin öldüğünü hesaplayabiliriz. Bu dönemde trafik kazası ile ölümler oldukça azaldığı için gene de salgından kaynaklanan ölümler yaklaşık olarak hesaplanabilecektir. Ölüm sayılarına bakarak kabaca gerçek hasta sayısını tahmin etmek mümkün olacaktır.

Bütün bu süreçte belli ki dünyanın yükünü sağlık ve lojistik alanlarında çalışan bir çok görünmeyen kahraman kaldıracak.

Bundan 5 yıl önce olsa ben de şu anda bu savaşta cephede (hastanede) olacaktım, ancak şu anda bana düşen görev,  hastalanmamak ve dolayısıyla hastalığı yaymamak için maksimum özeni göstermek. Yani sosyal izolasyon kurallarına uymak, zorunlu olmadıkça sokağa çıkmamak, çıkmak zorunda kalınca maske takmak ve insanlarla arama mesafe koymak.

Çünkü eğer ben hastalanmazsam, benim bulaştıracağım insanlar da hastalanmayacaklar. Yani bu durumda hastalanmamaya çalışmak, bu salgının kısıtlanması için yapılacak çok önemli bir toplumsal görev.  Bu savaşta en kolay iş bize düştü, sıkıldım demeye, sızlanmaya hakkımız yok.

Aslında en zor günlerde insanı umutlandıran o kadar güzel şeyler de oluyor ki, işte dünyayı bu güzellikleri yapan insanların niyetleri kalkındıracak. Bir çok kişi iyilik gurupları  oluşturdu, evlerinde maskeler dikmeye, yemekler yapıp sağlık çalışanlarına götürmeye, komşusunun alış verişini yapmaya, bakkal borçlarını kapatmaya başladı.

Bu salgın herkesi farklı şekillerde etkiliyor. Evde izolasyonda olanı farklı, hastalığı geçireni, yakınını kaybedeni farklı, sağlık ve lojistikte çalışanı farklı, işini kapatmak zorunda kalanı farklı, ama herkesi bir şekilde etkiliyor ve etkilemeye devam edecek.

Bu günler bize belirsizlikte yaşamanın ne demek olduğunu öğrettiği gibi, toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı da öğretecek. Salgın bittikten sonra öyle sanıyorum ki, akıl sağlığımızı, sosyal ilişkilerimizi, hayattaki önceliklerimizi gözden geçirip, yeni değerlere sahip çıkacağız.

ZORUNLU İNZİVA GÜNLERİ; ZAMAN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Oldum olası, zamana karşı  garip bir merakım ve farkındalığım  vardır.   

Günün her anında saate bakmadan da üç aşağı, beş yukarı saati tahmin edebilirim. Sabah gözümü açtığımda saatin kaç olduğunu bilirim. Sadece güneş takvimini takip etmem, ay döngülerinin de istemesem bile farkında olurum. Dolunay günlerinde gözüme uyku girmez mesela.

İnsanoğlunun zaman ölçüm birimleri ilgimi çeker. Her konuda onluk sayı sistemini kullanırken neden zaman birimleri bu kurala uymaz,  neden haftada 7 gün vardır, neden yıl 12 aya bölünmüştür, neden hiçbir doğa olayı ile örtüşmeyen bir gün yılın başı kabul edilmiştir gibi soruların yanıtlarını araştırır, bulurum. Okuduklarım çok merakımı daha da uyandırır.

(Zamanın ne hızla geçtiğine dair  matematiksel ölçütler kadar,  kuantum fiziksel ve felsefi boyutunu da düşünürüm. Zaman ne zaman başladı, sonlu mu sonsuz mu,  doğrusal bir şekilde mi geçiyor, yoksa her şey bir anda mı oluyor, evrenini her noktasında aynı hızda mı geçiyor, evren genişledikçe hızlanıyor mu, nedir, ne değildir sorularını da öğrenmeye gayret ederim. Elbette bu konular hakkında  aklımın alabildiğini pek iddia edemiyorum, ancak bir kitap okuduğum ya da bilen birini dinlediğim zaman resmen büyülenirim. Bu mesele gündelik hayatta konu dışı, ancak bu inziva günlerinde merak edenler için muhteşem bir araştırma konusudur.)

Zamanın bir de ruhsal/duygusal bir boyutu vardır ki, bununla da fazlasıyla ilgiliyim. Bazen bir dakika bir saat gibi geçer de, saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamazsınız bile.

Zaman karşı ilgim sadece akademik boyutta değil, örneği bütün hayatım boyunca, günlük hayatımı düzene sokmak için  kişisel ‘zaman yönetimi’  yaptım, zaten kafamda bu tür şablonlar olmasa, hiçbir işimi bitiremezdim.

Gündelik hayatımda, kafamda bir ölçülebilir olan ‘dışsal zaman’ var (seneler, aylar, haftalar, saatler, dakikalar). Bir de  zamanın, kendi içinden geçme süresi var, zamanın hissedilen geçme hızına da ‘içsel zaman’ diyorum.

Örneklendirecek olursak;

Bir şey yetiştirirken dört nala koşan zaman, bir şey beklerken kaplumbağa hızıyla geçer. Oysa kolunuzdaki saate bakarsınız, dışınızdan geçen zaman, içinizden geçenden çok farklıdır.

Zamanın ‘dışından’ geçme hızı ölçülebilir, matematikseldir, profesyonel anlamda işleri yaparken saate önem vermek, planlama gerektirir ve başarı getirir.  ‘İçinden’ geçen zaman ölçüye gelmez, ancak kaliteli geçirdiğin zaman mutluluk ve sosyal başarı getirir.

Bir cerrah olduğunuzu ve bir saat sürecek bir ameliyat yaptığınızı düşünün. Bu durumda, zamana profesyonel anlamda önem verirsiniz, her bir saniyeyi maksimum dikkatle ve teker teker geçirirsiniz. Büyük olasılıkla da bir saatin sonunda bir sorun çıkmadan çabucak bitti diye düşünürsünüz.

Şimdi bir de o ameliyat olan hastanın, ameliyathaneden çıkmasını bekleyen kişi olduğunuzu düşünün. O kapıda beklerken, o bir saniye maksimum dikkat içerisinde değil ama, maksimum kaygı ve beklenti içindesiniz. Bu bir saat, nasıl da uzadı da uzadı değil mi?

Bugüne kadar, çalışma arkadaşlarım tarafından da kolayca fark edilebilen oldukça iyi bir ‘dışsal zaman yönetimi’ kavramım vardı. Bu sayede her sınava girerken hazırlıklarımı tamamlamış olurdum,  işlerim ne kadar çok olursa olsun, günün sonunda yapmayı düşündüğüm çoğu şeyi bitirmeyi başarırdım. Bitiremediklerim de çoğu zaman ya başkalarına bağımlı olan, ya da zamana yayılması gereken işler olurdu.

Ben listeler yapıp ve yaptığı işlerin üzerini çizenlerdenim. Her zaman masamın üzerindeki takvimde, saatimde, gözümün önünde yapılacak işler listeler vardır. Emekli olduktan sonra günün saatlerini bu denli kılı kırk yararak ayarlamadım, ama gene de yapılacak günlük işler listesi kullanmaya devam ettim.

Neredeyse 5 yıllık emekliyim, sabahları öğlene kadar uyumak ya da sabahlara kadar oturmak, evde yatak kıyafetleriyle dolaşmak gibi alışkanlıklar geliştirmedim.  Günümü ve haftamı gene yapılacak işler listelerimle geçiriyorum. Böylece günleri, saatleri karıştırmıyor, yapılması gereken işlerin zamanını aksatmıyorum.

Ancak böyle bir ruhsal disipline sahip olan biri olarak, her zaman bir süreliğine inzivaya çekilip, düşüncelerimi gündelik hayattan koparmak ihtiyacı hissetmişimdir. Hatta yıllar önce bir arkadaşıma takılıp, bir gurubun küçük bir sahil kasabasında yapacakları inziva hafta sonuna katılmıştım.

Oraya giderken toplu taşıma kullanılmamıştı, gurupta arabası olan birkaç kişi arabasına bizleri almış ve motele öylece gitmiştik. Arkadaşım ve ben de dediğim dedik yaşlı bir adamın arabasıyla gittik. O zamanlar daha yeni doçent olmuştum, altımda da yeni kimse yoktu, işim kaldırabileceğimden çok daha ağırdı. Ne gecem ne gündüzüm vardı. 

Giderken yolda adam bize bu inzivadan ne beklediğimizi sordu, ben de telefonum kapalı olduğundan (hastanedekiler de bu durumu biliyordu)  bir hafta sonu, kimse beni bölmeden  kesintisiz uyumak, kafamı dinlemek istiyorum diye cevap verdim. Bu cevabım adamı o kadar kızdırdı ki anlatamam, insan gününü kendi planlarmış, kendine zaman ayıramayan beceriksizmiş, bana saymadığını bırakmadı.

Ancak o inzivada, tanışma sırasında meslekler de söylendi, benim doktor olduğum duyulunca, her bir katılımcı bana derdini anlattı, sorular sordu, nefes bile aldırmadı. Sadece bir ara arkadaşımla kaçıp sahilde biraz yürüyelim dedik, arkamızdan koşarak geldiler, beni geri çağırdılar. Baktım motel sahibi histerik kriz geçiriyor, burnuna kolonya sürüp ayılttım. Uzun sözün kısası o hafta sonunda güya telefonlar kapalı tutulacaktı, hiçbir dışsal uyarı almayacaktık, katılımcılar benim canıma okudular. Giderken bana bir sürü saydıran aksi ihtiyar, dönerken ‘kusura bakma, sen gerçekten dağın başına gidip inziva yapmalısın’ dedi.

Uzun sözün kısası,  inziva yapmaya uygun bir hayat yaşayamadım, ama yapabilmeyi isterdim. Şöyle gerçekten her şeyden ve herkesten uzakta bir hafta geçirmek ne güzel olurdu. Tabii ki olmadı.

Fakat işte bu güne gelindi, pandemi oldu, zorunlu olarak evlerimize kapandık.  Şu inziva (ben karantina demiyorum) günlerinde, hayatımda ilk kez saatleri olmasa da günleri birbirine karıştırdım, çünkü artık zaman ölçütüm, dışımdan geçen zaman değil.

Evde otururken (ne kadar inziva dedikse de gerçekçi olmak lazım) acaba hastalık kapar mıyım diye kaygılanırken, ben şöyle güzelce tefekküre dalayım, varoluşsal meselelerimi düşüneyim, fenafillah olayım demek de pek mümkün değil.

 Bu günlerde en önemli, evde zaman geçirirken, içinden geçen zamanı nasıl olur da kısaltırım, yani ne yaparsam daha kaliteli zaman geçiririm sorusuna yanıt bulmak. Bu sorunun cevabı herkese göre farklıdır. Ama çok rica ediyorum, daha az yiyip, daha fazla hareket yapmanın bir yolunu bulun.

CIRTCIRTLI BİR MUSİBET GELDİ, KENDİ AYAKLARI YOK AMA İNSANLAR ÜZERİNDE DÜNYAYI DOLANIYOR. ONU DURDURMAK İÇİN, SİZ DURUN, EVİNİZDE OTURUN.

Daha önceki bir yazımda sözünü etmiştim, corona virüsler kabaca bir RNA ve üzerinde çıkıntıları olan bir zarftan ibaret virüsler. Virüsler cansız ortamlarda çoğalamadıklarından çoğalmak için mutlaka canlı bir hücrenin içerisine girmeleri gerekiyor, bir kez hücre içerisine girince de, hücrenin kaynaklarını kullanarak kendi genetik materyalini (corona örneğinde RNA) aktive ediyor ve bir çok yeni virüs ortaya çıkıyor. Bu süreç içine girdiği hücrenin ölmesi ile sonuçlanıyor.

Corona virüsün  zarf ya da zar dediğimiz dış kısmı küçük çıkıntılarla dolu, sırf bu görüntü bile bana canlı hücreye yapışma özelliğinin ne kadar fazla olduğunu gösteriyor.

Şu anda, ayakkabıdan giysiye son derece sık kullanılan cırt cırtlar, neredeyse düğme ve fermuarların yerlerini tamamen aldı. Bu tip kapat aç mekanizmasının keşfi aslında 1948 yılında George de Mestral tarafından yapılmıştır. İlhamını ise doğadan almıştır, bir gün köpeğini gezdirirken tüylerine yapışan dulavratotu tohumlarından almıştır. Herkes bilir ki dulavratotu tohumları dış kısmında ince ve yapışkan çıkıntılara sahiptir, dokulu bir yüzeye yapıştı mı kolayına bırakmaz.

İşte bu corona virüsler de aynen dulavratotu tohumu gibi cırt cırtlı. Canlı hücre zarına bir yapıştı mı bırakmıyor anlaşılan. Aslında bu cins virüsü Ebola, SARS, MERS gibi salgınlardan tanımaya başlamıştık. Şimdi de COVID 19 pandemisi ile gündemde.

Daha önceki nispeten coğrafi sınırları içerisinde kalan salgınlarda çok daha saldırgan bir formdaydı. Çok kısa sürede hasta ediyordu ve öldürme oranı da çok daha yüksekti. Bu tip mutasyonlar uzun sürede virusun varlığını devam ettirebilmesi için müsait değildir. Bu durumda daha az saldırgan mutasyon gelişti, böylece virüs bütün dünyayı dolaşabiliyor, çünkü şimdi çok daha uzun sürede kişiyi hasta ediyor, böylece bulaştırıcılık oranı çok yüksek oluyor. Diğer formlara göre daha az öldürücü, ama hasta sayısı çok fazla olduğu için çok fazla ölüm görüyoruz.

Bu durumda bize düşen görev, hastalığın hızlı yayılmasına engel olmamak için bireysel olarak toplumdan soyutlanmak. Çünkü bu cırt cırtlı musibet, esas olarak damlacık yoluyla bulaşıyor, diğer bulaş yolları ise çok sınırlı. Yani kimseyle ağız ağıza gelmemek lazım. Bu tip bir bulaşa engel olmak için fiziksel bariyerler, ayni yüz maskeleri oldukça işe yarar.

Ben de çok yakında konunun uzmanlarının artık herkese sokağa çıkarken maske kullanmasını önereceklerini düşünüyorum. Evet, maskeler birden bire çok pahalı hale geldi, ancak ev yapımı maskeler de işe yarar, emin olun.

Çıkmak zorunda kalanlar lütfen yüz maskesi kullansın.

Bu cırt cırtlı musibeti oradan oraya gezdiren at/araba olmasın.

Dün 12 gün üzerine elzem ihtiyaçlar için şehre indim. Hastalanıp da hiç kimseye sebep olmamak için maske taktım.

Eczanede kapıyı bir masa ile kapatmışlardı, sokakta reçetemi gösterip, ilaçları öyle aldım.  Marketlerde ise ya içeriye sınırlı sayıda müşteri alıyorlar, ya çalışanlarına korunaklı yüz maskeleri dağıtmışlar, kapılara el dezenfektanları koymuşlar. Hazır dışarı çıkmışken kış lastiklerini değiştirmek istedim, kapıdan girerken ateşimi ölçtüler.

Bütün bu önlemler yeterli olacak mı?

Ben maalesef hiç sanmıyorum. Henüz bir çok kişi,  işin ciddiyetini anlamadı diye düşünüyorum.

Mesela dün şehirde oldukça fazla insanın, maskesiz öylece gezinip durduğunu gördüm.

Mesela dün Trabzon’da tetkik edilmekte olan bir hastanın oğlu tarafından hastaneden kaçırıldığını duydum.

Mesela dün İstanbul’dan arabasına atlayıp yazlıklarına göçen insanların Bodrum, Marmaris gibi yazlık yerlerin girişlerinde yaptıkları araba kuyruklarının resimlerine baktım.

VİRÜS KENDİSİ DOLAŞAMAZ, DOLAŞAN ONU BEDENİNDE TAŞIYAN  BİZLERİZ.

BİR DURUN, BİR OTURUN EVİNİZDE.

GÖĞE BAKAN KOCAKARI; NİSAN 2020

Göğe bakmayı bilenlerin zor günler senaryoları gerçekleşiyor. Bu günlerin sonu mutlaka gelecek. Şu anda çalışmak zorunda olmadığım ve en riski yaş gurubuna girmek üzere olduğum için; bana düşen toplumsal görev, hastalanmamaya azami özen göstererek, salgın zincirini kırmaya destek olmak.

Bu yıl Nisan ayının çoğu üç aylardan Şaban, 24 Nisanda ise Ramazan ayı başlıyor. Berat kandili 7 Nisan. Berat kandili Şaban ayının 15. günüdür ve şifaya kavuşmak için dua etmek için çok uygun bir zamandır.

Zaten ertesi gün de terazi burcunda bir dolunay gerçekleşecek. Terazi denge, dolunaydan sonraki zaman da bırakış enerjisi taşır, ben de bu dönemde denge ve salgının giderek hız yitirmesi anlamına gelmesini çok istiyorum.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ve Boğa burcunda gerçekleşecek olan yeniay günüdür. Boğa toprağı temsil eden bir burç olduğuna göre bu günde de ülkemize yeni başlangıçlar, umutlar diliyorum.

Eski zamanlardan beri süregelen gözlemlere dayanarak, Nisan ayında da bir hayli fırtına zamanı var. Bunlardan bazıları kırlangıç fırtınası, kuğu fırtınası, Sitte-i Sevr gibi isimlerle anılıyor. Ancak benim büyük annemden duyduğum soğuk Abril 5 yani Nisan 19’a karşılık geliyor. Bu da 6 gün (21/26 Nisan) süren Sitte-i Sevr  soğuklarının başlangıcı sayılır.

Korkma kışın kışından, kork abrilin beşinden dedirtecek kadar soğuk hava beklentisi vardır.

Bu Nisan ayında bol bol yağmur yağmasını diliyorum. Çünkü kış bayağı kurak geçti, toprağın suya doyması lazım.

Nisan başı Çanakkale için zeytinlerin ilaçlanma, ayrıca bir çok yaz sebzesi için de fide yetiştirme, baharda hiç bitmeyen yabani ot mücadelesi zamanıdır.

Show Buttons
Hide Buttons