Monthly Archives: Şubat 2021

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2021 MART

Bugün kullandığımız takvimin ilk hali Romalılar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Bu ilk takvime göre yılın ilk ayı Mart ayı idi, adı da savaş tanrısı Mars’tan gelmekteydi, çünkü ağır kış iklimi bitmiş, gün/gece eşitlenmiş ve artık dünyevi işlerle ve gerçek anlamıyla savaş zamanı gelmişti. Mart ismi de Türkçeye Latinceden geçmiştir ve Mars ile ilişkilidir.

Hicri takvime göre bu ayın 14ünde Şaban ayına yani yani üçayların ikincisine geçeceğiz ve ayın 27sinde ya da başka bir deyişle Şaban ayının 14ünde Berat Kandili olacak.

Bu ay gökyüzünde hiç retro gezegen yok, 13’ünde yeniay, 28inde ise dolunay,  21 Mart ise  ilkbahar ılımı (gün/tün eşitliği) gerçekleşecek. Artık İlkbahar zamanı başlıyor. Zaten 6 Mart günü üçüncü cemrenin toprağa düştüğü gündür.

İsimli fırtınalara gelince 11/17  Mart arası Berdeülaciz, yani kocakarı soğukları, 23 Mart ise tozkavuran fırtınası (Kuzey Ege ve Marmarada lodos), 26 Martta çaylak fırtınası sayılabilir.

Bu ay bahçelerde yapılacak bir hayli iş var. toprağın kazılarak havalandırılması, ağaçların ve çok yıllık çalıların budanması, yaz fidelerinin hazırlanmaya başlaması gerekiyor. Gül çeliklemek için çok uygun bir tarih.

Mart ayında gümüş, izmarit, mezgit, kalkan, mersin, kaya balığı, mezgit, kefal, levrek, yayın balıkları lezzetli ve bol bulunan balıklardır. Özellikle kalkan, levrek ve kefal mart ayında hem bol hem de çok lezzetlidir. Martta uskumru çiroz olmaya başlamıştır.

Güneş ışıklarından yararlanmak için çok uygun bir aydır.

BALIK MENÜSÜ

Karadeniz’den, Ege kıyılarına gelince yediğimiz balık çeşitleri de değişti doğal olarak. Şimdi zaten dışarıda yemek mümkün değil ancak, serbest olduğu zamanlarda ne zaman balık yemeye gitsek, mezelerle karnımızı doyurup, balıktan pek bir şey anlayamadık. Zaten bizim alışık olduğumuz, buğulama, çıtlama gibi yöntemler hiç kullanılmıyor. Sadece kızartma ya da ızgara balık yiyebiliyorsunuz.

Bu tecrübelerden sonra eğer, Gelibolu, Karabiga gibi bir yere gitmemişsek, balığı çoğunlukla evde yemeye başladık. En çok kullandığımız pişirme şekli de fırınlama oluyor.

FIRINDA SEBZELİ KARIŞIK BALIK

İÇİNDEKİLER

1 adet levrek

2 dilim somon

6,7 tane köy biberi

2 büyük soğan

1  baş sarımsak

2 adet limon

Taze biberiye

Tuz

Zeytinyağı

YAPILIŞI

Tepsinin alt kısmı, 3,4 milim kalınlığında kesilmiş soğan dilimleri  ile döşenir. İçi temizlenmiş  ve biraz tuzlanmış levrek soğanların üzerine yatırılır. Tepsinin bir yarısına köy kuşbaşı büyüklüğünde parçalara ayrılmış somonlar ve köy biberleri koyulur. Sarımsak ise soyulmadan, sadece kök kısmı ve en dıştaki zarları temizlenerek,  bütün olarak enlemesine  ortadan ikiye bölünür, kesik kısımları tepsinin altına gelecek şekilde yerleştirilir. Balıkların üzerine tuz serpilir. En üste istenen miktarda ince kesilmiş limon dilimleri ve biberiye dalları koyulur. Son olarak bir iki kaşık kadar zeytinyağı eklenir.

Önceden ısıtılmış 180 derece fırında 35-40 dakika pişirilir.

Somonla biber birbirine çok yakışıyorlar, bu tarifi bibersiz yapmayın.

İki balığı aynı anda pişirmek istiyorsanız, daha geç pişen balığı  küçük parçalar halinde pişirmek gerekir.

YUMURTASIZ KARAMELİZE SOĞANLI PATATES SALATASI

Çok küçük bazı ipuçları ile klasik patates salatası çok az malzeme de koyulsa çok daha lezzetli bir  hale geliyor.

İÇİNDEKİLER

3 tane patates

Bir avuç nar tanesi

1 adet soğan

Taze kişniş (tadını sevmeyenler için maydanoz ya da dere otu)

2,3 adet kornişon turşusu

Limon

Zeytinyağı

Tuz

YAPILIŞI

Patatesler haşlanır, küp halinde doğranır. Soğan piyazlık doğrandıktan sonra az bir zeytinyağı ile iyice sotelenir. Soğanı salataya hafifçe karamelize edilmiş haliyle koymak salatayı çok farklı bir noktaya taşıyor. Soğan ve patates karıştırılır ve istenen miktarda ince doğranmış kornişon ve  maydanoz eklenir. Limon, tuz ve zeytinyağından meydana gelen çok basit bir sos yapılır. Salatayı tamamlamak için üzerine limon kabuğu rendelenir. Limon kabuğu rendelemek de salataya çok farklı bir tazelik katar.

En üste biraz renk katmak amacıyla genellikle siyah zeytin koyarım, ancak bu kez ekşi nar vardı, nar taneleri koydum.

TAVADA ELMA TATLISI

Bu tatlı evde az miktarda kalmış, elma, ayva, üzüm, erik gibi meyveleri çok az emekle çek lezzetli bir tatlı haline getiriyor.

İÇİNDEKİLER

3 adet yeşil, ekşi elma

Bir avuç kuru üzüm

1 kaşık toz şeker (aslında her bir elma için 1 kaşık şeker koymak uygun, ama üzüm oyacağım için daha az şeker koydum)

1 tatlı kaşığı tarçın

1 kaşık tereyağı

Bir avuç kalınca dövülmüş ceviz

YAPILIŞI

Şeker tavada ağır ateşte, rengi koyulaşana kadar karamelize edilir. Şeker karamelize olunca içine tereyağı katılır. Tereyağı eridikten sonra  ince dilimler halinde doğranmış elmalar eklenir, yüksek ateşte, elmaların her iki yanı da hafifçe renk alıncaya kadar pişirilir. Üzümler, elmaların bir yüzü renk alıp, ikinci yüzü çevrildiği sırada  eklenir. Elmalar tabağa alındıktan sonra üzerine tarçın ve ceviz serpilir.

Kuru üzüm yerine çekirdeksiz yaş üzüm de çok güzel oluyor. Hatta daha da renkli bir görünüm sağlamak için kuru kayısı, siyah üzüm kurusu bile koyulabilir.

Karamelize şeker olduğundan elmaların birbirine yapışmaması için genişçe bir servis tabağına mümkünse tek sıra halinde yerleştirmek lazım.

Patates salatası, ortada bir baş sarımsak turşusu var. Bu salataya dahil değil
TEPSİDE BALIK
TAVADA ELMA TATLISI

BİR AYLIK YAĞMURU BİR KAÇ SAATTE BOŞALTAN SAĞNAKLAR, ARADA YAZ KAÇAĞI SICAKLAR, BADEM ÇİÇEKLERİNE YAĞAN KARLAR, YOLLAR KAPANMADAN HEMEN ÖNCE YETİŞEN AŞILAR.

Bu kış havalar çok tuhaf gidiyor. Normalde bizim köyde her sene Aralık ayının ortasından Şubat ayının son haftasına kadar aralıklarla,   13-15 gün arabamı çıkartmama engel olacak kadar kar yağardı.

Bu kış biri Ocak ayının ortasında, bütün bir gün boyunca yağıp, 3-4 günde eriyen, diğeri de tam bir ay sonra Şubat ortasında 36 saat aralıksız yağan, sonra aralıklarla 48 saate uzanan kar yağışı oldu.

Bu iki kar yağışı arasında ise iki haftadan daha kısa süreyle tam iki kez sele sebep olacak derecede yoğun yağmur yağdı. Her iki selde İzmir’de Çanakkale’den çok daha büyük ölçekli sel olduğu için biz arada kaynadık. Ancak, İzmir’de sel olduğu günlerde Çanakkale’ye de bir ayda yağması gereken yağmur, 7/8 saatte bardaktan değil de kovalardan boşalırcasına yağdı.

Her iki yağmurda da köydeki dereleri besleyen bütün minik derecikler coştu taştı, kazılmış tarlalar suyu tutamadılar, çamurlar yollara aktı, tarlalar, meyve bahçeleri bir karış su altında kaldı, toprağın yüzey suyu günlerce  çekilmedi. Komşu Yukarıokçular köyüne doğru giden yol boyunca yeni elektrik direkleri dikilmişti, yolun kıyısı boyunca sel yatağıymış, bütün direklerin temelleri oyuldu, yeniden betonlandı. Aşağıdaki Özbek ovası ve Umurbey ovaları zaten aslen bataklık alanlarmış, buralarda günlerce toprak üzerinde koca koca göletler kaldı. Bütün kuru sel yataklarından günler boyunca  dereler aktı.

Tarlalardan sular çekilir çekilmez ikinci büyük yağış oldu. Bu sefer gene İzmir’de çok daha büyük hasar olduğu için, Çanakkale yine gözden kaçtı. Zaten bir önceki yağmurdan toprak suya oldukça doygundu, bu ikinci yağmurda meyve bahçeleri daha derin sular altında kaldı, tarlalardaki göletler daha büyük oldu. Bizim aşağımızdaki Musaköy’ün meyve bahçelerinin sulama kanalı Umurbey barajından geliyor. Buraya geldiğimden beri ilk kez kışın barajın fazla suyunun tahliye edildiğini gördüm.

Bütün bu kısa süreli bozuk hava olaylarının yaşandığı günler arasında ise 20 dereceye varan hava sıcaklıkları oldu. Mesela son sel yağmuru öncesinde,  gün boyunca hava 20 dereceye yakındı, hatta komşu bir köyde orman yürüyüşü yapmıştık. Ormanda, anemonların, vargellerin mevsimsiz açtıklarını gördük, zaten bütün yaban erikleri, normal erikler,  bademler de çiçeklenmişti.

Meteroloji, Şubat ortasında bütün ülkede çok ciddi kar yağışı ve dondurucu soğuk uyarısı verdi. Bu Cumartesi günü, gece saat dokuzdan itibaren 36 saat aralıksız süren bayağı kuvvetli rüzgarlarla birlikte yoğun kar yağışı oldu. Rüzgar karları oradan oraya sürükleyerek, sahra kumları gibi kimi yerde tümsekler, terekler, tuhaf şekillerle kar yığdı, kimi yeri ise dibinden süpürerek cam gibi buz haline getirdi. Kaç yıldan beri bunca kar yağışı gördüm, ilk defa deniz kıyısına kadar kar yağdı. İlk defa evin camları buzlandı.

Cumartesi gecesinden, Pazartesi öğlene kadar aralıksız yağdıktan sonra rüzgar biraz dindi, güneş açtı. Kar sonrası günlerde şimdi her taraf buz altında. Esas kötü olan şey bu kar yağdığı zaman bütün bademler, erikler çiçek açmıştı, daha da kötüsü bir çok tarla, meyve bahçesi bir karış su altındaydı. Sonuç olarak bu donda Çanakkale’de meyve ağaçları önemli hasar gördü.

Biz her kar yağışında özellikle kar biriken garaj yolu sebebiyle evde mahsur kalıyoruz. Bu nedenle kar öncesinde taze meyve, sebze stokluyoruz. Köyde mahsur kalmak şehirdekinden biraz farklı mesela elektrik kesintisi ihtimalini düşünerek jeneratörde mazot deposunun dolu olduğundan emin olmak, hatta bir miktar yedek mazot bulundurmak da gerekiyor. Bunlar dışında herhangi bir şey depolamaya gerek yok. Bakkalda zaten yok yok, ya da mesela yoğurt kalmasa komşudan sütü, mayayı taze taze almak mümkün.

Normalde kar yağdığı zaman muhtar hemen bir traktör ayarlar, köyün ana yolu çok kısa bir sürede açılır. Bu kez karın esas yoğun yağdığı gün zaten sokağa çıkma yasağı vardı, yani acil bir durum olmadıkça şehre kimse gitmeyecekti. Bizim köyde hayvancılık yapılıyor, büyük baş hayvan sütleri fabrikası Trakya’da olan bir firmaya veriliyor, yani köye süt almaya gelen süt tankerleri Gelibolu’dan feribotla geçmek zorunda. Boğaz trafiği fırtına nedeniyle kapatılınca, süt tankeri de gelemedi. Böylece muhtarın yolu açmak için bir sebebi de kalmadı. Zaten açsaydı, o fırtınalı havada 10 dakika içinde yol tekrar kapanırdı.

Daha önceki hayatımda hiç aklımdan geçmeyen olaylar dönüyor çevremde, adeta 60 yaş öncesi hayatımla paralel bir evrende yaşıyor gibiyim. Hayatım boyunca hiç, süt tankeri nasıl olsa gelemiyor diye açılmasa da olur bir yolum olmamıştı.

Bizim evin yolu ise köyün ana yolundan birkaç gün daha uzun süre ile kapalı oluyor. Acil bir durum olsa köyden şehre kendi araçlarımız dışında bir seçenekle gideriz diye düşündüğüm için, evin yolunun karını açmıyoruz, kendiliğinden açılmasını, yani ‘lodos paşa’nın ziyaretini bekliyoruz.

Tabii bu durumda kar öncesinde dışarıda yapılacak işleri tamamlamaya çalışıyoruz. Mesela geçen yıl Sermin, otobüsle İstanbul’dan dönerken kar yağışı başladı. Sermin, Çanakkale merkeze bilet almıştı (yol 1 saat gibi uzuyor, ancak feribota otobüs içinde biniyorsun). Kar yağmaya başlayınca, Sermin’e telefon açıp otobüsten Gelibolu’da inmesini, yaya olarak feribotla karşıya geçmesini söyledim. Ben de onu Lapseki’de bekledim. Böylece birkaç yüz metre valiz taşımış oldu, ama neredeyse 1 saat erkenden eve ulaştık. Eve girdikten yarım saat sonra kar yağışı göz gözü görmez şekilde arttı.

Geçen yıl Sermin’i terim yerindeyse sokaklardan ucu ucuna toplamıştım, bu yılın kar yağışları ise gene son saatlerde  covit aşısı olmamıza izin verdi.

Çanakkale’ye yağan yılın ilk karından hemen önce ilk aşımı oldum. Birkaç saat sonra kar yolları kapattı.

Benim aşı olmam sadece benimle ilgili olmadı hane halkının da aşı ile ilgili endişelerini ortadan kaldırdı. Aşı yapma sıralama listesini incelediğimde ablalarım yaşları dolayısıyla ilk guruba giriyorlar, ancak ben riski en düşük gurupta yer alıyordum.

Aşı konusunda bir sürü varsayımlar ortaya atılmış ve insanlarda önemli ölçüde bir aşı karşıtlığı hatta korkusu yerleşmişti. Benim ablalarımdan biri televizyona, diğeri de telefonuna yani internete yapışık yaşadıkları için bu dezenformasyondan etkilenmiş olabilirlerdi. Aşıların yapılmaya başlandığı gün, Nermin’i karşıma alıp, aşı sırasının onlara erkenden geleceğini, bana ise muhtemelen gelmeyeceğini, belki sonradan ücretli aşı olacağımı anlatmaya çalışmıştım. Fakat o gün  ‘ben  hemen aşı olmayacağım, önce birileri olsun,  yan etkileri  göreceğim, sonra düşüneceğim’ diyerek, itiraz etti.  

İşin tuhaf tarafı, o gün önce bana aşı hakkı çıktı, ertesi sabah gidip aşımı oldum. Daha 12 saat önce ben öyle aşı olmam diyen ablam bu andan itibaren, en keskin aşı taraftarı halini aldı. Bu günden sonra da her gün kendine ne zaman sıra geleceğini düşünerek endişelendi. Her gün defalarca ‘ölme eşeğim ölme yaz gelince yonca bitecek de yiyeceksin’ diyerek sabırsızlığını dile getirdi.

Sağlık çalışanlarından hemen sonra, yaş guruplarına göre aşı yapılmaya başlandı. Nermin 70 üzeri olduğundan, onun aşısı istesek evde yapılabilecekti, aynı anda evde 65 yaş üzeri kişiler varsa onlar da aşı olacaktı. Önce bu seçeneği düşündük. Sonra 70 ve 65 yaş üzerine bir gün ara ile aşı sırası verileceğini öğrendik, bu durumda ikisine aynı anda hastaneden randevu almayı daha uygun bulduk. Tam benim ikinci aşı zamanım gelmeden 2 gün önce Nermin’in, bir gün önce de Sermin’in yaş gurubuna aşı hakkı çıktı.  Böylece benim ikinci dozumla birlikte onlar da ilk dozlarını yaptırmış oldular.

Meteoroloji uyarılarına göre cumartesi gününden sonra, en az 9/10 gün evden çıkamayacağımızı biliyorduk.  Aşılarımızı olduktan birkaç saat sonra da kar başladı, günlerdir köyden inemiyoruz.

Kar, bu yıl da bize nezaket gösterdi, dışarıdaki işlerimizi bitirmeden yağmaya başlamadı.

SÜREKLİ EVDE KALMAYA KARŞI GELİŞTİRDİĞİM HAYATTA KALMA ÇANTAM (BAGAJIM), SANAL DÜNYAYI YA DA BASİT ANI TETİKLEYİCİLERİNİ KULLANARAK İYİ VAKİT GEÇİRME ÖNERİLERİM

Kuzenlerimden biri 11 Şubat doğumludur, geçen yıl 60 yaşına bastı ve sanki bir daha uzun süre görüşemeyeceğimiz içine doğmuş gibi, geniş ailesini ve yakın arkadaşlarını toplayarak, güzel bir kutlama yaptı. (Kuzenimin resmi doğum günü 12 Şubat, gerçekte 11 Şubat doğumlu olduğunu birkaç yıl önce tesadüfen fark ettik.)

O tarihte en büyük derdim, ‘acaba kar yağar, köyün yolları kapanır da gitmeme engel mi olur’ idi. Neyse ki havalar bana engel olmadı ve ben İstanbul’a, o toplantıya gittim. Ailenin Basa tarafının çoğunu, yıllardan beri görmediklerim dahil,  görmüş ve çok eğlenmiştim.

Fırsattan istifade onu da görmek için Gülçin’in evinde kalmıştım, bir akşam da bir kaç arkadaş Gülçin’in evinde güzel bir yemek yemiştik. Eve döneceğim sabah, Gülçin kendi işe giderken beni uyandırmaya kıyamamıştı. Köpeği Alya, benim de evden gideceğimi ve yalnız kalacağını anlayınca çok üzülmüştü. Hayvan o kadar acıklı bakınca onunla uzunca vedalaşıp öyle çıkmıştım. Gemlik’ten İstanbul’a giderken Gülçin’e götürmek için, dönerken de kendimiz için zeytin almıştım. Yol boyu Türk sanat müziği çalan bir kanalı açmış, bağıra çağıra eşlik etmeye çalışmıştım.

Bütün bunları çok net hatırlıyorum, çünkü bu geziden sonra, tam bir yıldır aralıksız her gece aynı evdeyim.

Düşününce, hayatım boyunca hiç bu kadar uzun süre aralıksız, hep aynı evde uyumadım. Çocukken okul zamanı kışlık evde olsak da, yaz geldi mi ya Pazar’a, ya da Yıldızlı’ya giderdik. Daha sonra Ankara, Elazığ, Trabzon ve Çanakkale’de yaşadım. Okuldayken yazın eve giderdim, asistanken izinde tatile giderdim, sıkça nöbet tutardım. Daha sonra da gezmelere başladım.

Evet, ev hayatını severim, ama sevdiğin şeylere de mola vermek lazım. Yoksa kabak tadı veriyor.  Normal bir yıl olsa hiç değilse biri yurt dışı olmak üzere en azından 3,4 geziye gitmiş, her ay mutlaka Çanakkale çevresinde günü birlik geziler yapmıştım. Hayatımda ilk defa tam bir yıldan beri her gece aynı evde uyuyup uyanıyorum.

Ben evde otursam, arkadaşlarım gelse gene çekilirdi, ancak dışarıda yemek, ev gezmesi gibi son derece doğal şeyler de tamamen kısıtlı yaşıyoruz. İnsan sağlığı için elzem, arkadaşlık, sohbet,   tokalaşmak, sarılmak gibi ne çok vitamin varmış, eksiklikleri akıl sağlığına hiç de iyi gelmiyormuş, bunu çok net anladım.

Tabii dijital çağda yaşamanın bazı faydaları var. Hepimiz sosyal ağları her zamankinden çok kullanır olduk. Görüntülü konuşmalar, toplantılar, eğitimler hemen hayatımızın vaz geçilmezleri halini aldı.

Mesela bizim bir gurubumuz var, haftada bir gün somatik farkındalık çalışması yapıp, bir gün de felsefi sohbet yapıyoruz. Arkadaşlarla herhangi bir formatı olmayan serbest akışkan bir sohbetin yerini tutmuyor elbette. Geçenlerde, bir akşam herkes kendi evinde içkisini, çayını eline aldı ve sanal ortamda bildiğiniz kadın günü yaptık.  Yakında benzer bir sanal sohbet gününü tekrarlamayı düşünüyoruz.

Benim kuzenlerimden biri Lozan’da yaşıyor. Çoğu akademisyen, ya da alanında dünya çapında bilim insanı, gayet elit, geniş  bir arkadaş gurupları var. Normal zamanlarda birkaç ayda bir Fransa’ya geçer, bir hafta sonunu Burgonya vadisinde şarap tadımı ve alımı yaparak, Michelin yıldızlı lokantalarda yiyerek geçirirler. Zaten sürekli gittikleri lokantaların pek çoğu da Michelin yıldızlı, butik mekanlar. (Bizi götürdüğü yerlerde ne yediğimizi tabağımıza bakarak değil de ancak söyledikleri zaman anlayabildik.)

Tabii ekibinin hepsi de bilgisayar dehası. Bunlar aylardan beri bir araya gelemiyorlar ya, şöyle bir çözüm bulmuşlar, mesela bu hafta ben arkadaşlarımı yemeğe davet ediyorum. Belli bir akşam kararlaştırıyoruz. Sonra bildiğim ve hepimizin sevdiği lokantadaki  aşçıyla ne yapabileceği konusunda anlaşıyorum. Arkadaşlarımın yemek zevkini bildiğim için eğer daha önce denediğimiz yemekler önermişse hemen, eğer aşçı çok farklı bir seçenek sunmuşsa, arkadaşlarla menüde mutabık kaldıktan sonra ısmarlıyorum.   

Sonra aynı menüden her bir arkadaşın evine kaç kişilerse o kadar kişi için yemek geliyor. Her bir evde gayet şık bir sofra kuruluyor, yemekler sofrada, büyük boy televizyonlar sofraları görecek şekilde ayarlanmış oluyor,  telekonferans  başlatıyorlar, herkes kendi evinde, ama aynı sofrayı paylaşırmışçasına, aynı yemekleri yiyerek, saatlerce sohbet edip, güzel vakit geçiriyor.

Bu yöntem o kadar hoşlarına gitmiş ki sıkça birbirlerini yemeğe davet ediyorlar. Yemekten sonra alkollü araba kullanmak derdi de olmadığından bu yöntemi belki ileride de devam ettirirler.

Bu kadar organize olmayan şekli de işe yarıyor. Bizim yaptığımız gibi sadece çay, çörek  ve sohbet daveti  de yeterli oluyor.

Tabii eğer imkan varsa kendi adıma açık havada bir şeyler yapmayı tercih ederim. Dışarıda da mümkünse insanların az olduğu alanlarda zaman geçirmek gerek. Arabama deprem sırasında kullanılmak üzere hayatta kalma çantası hazırlar gibi ‘tesis olmayan yerlerde’ hayatta kalma bagajı hazırladım.  Arabamda rejisör koltukları, kamp masası,  küçük bir çadır,  yoga matları gibi bir sürü eşya var.  Gerekirse, mangal, semaver, termos vb  kolayca eklenebilir.

Çanakkale’de insanlar, her mevsimde boğazın kenarında rejisör koltuklarında oturup çay kahve içmeyi, saatlerce sohbet etmeyi çok seviyorlar. Ben de bunu yapmaya çok özeniyordum.

Gençliğimizde ana karakteri Basri ve Fatoş isimli evli bir çift olan bir çizgi roman vardı. Basri, sürekli olarak hastalanır, başına buz torbası koyar, ayağını sıcak su leğenine sokar, içinde her şey olan kocaman sandviçler yerdi (O zamanlar sandviçlerde çok az şey olurdu, mesela ekmeğe yağ sürer ve zar gibi incecik salatalık dilimi koyarsanız İngilizlerin en meşhur sandviçlerinden birini hazırlamış olursunuz). Böyle bol malzemeli sandviçler benim sözlüğümde Basri sandviçidir.

Asistanlığım sırasında birkaç kez Çorum’daki Hitit şehirlerine günü birlik geziler düzenlemiştik. Bu gezilere genellikle Namdar Uluşahin önayak olurdu.  Aramızda otobüs ve yiyecekler için para toplardık. Ayşegül Tokatlı’nın babası asker olduğu için askeriyenin kantinlerinden alışveriş yapabiliyordu. Kantinden mayonez, peynir, yumurta, salam ve turşu gibi çeşit çeşit sandviç malzemesi alır, dilimlettirirdi. Evinin önünde bir fırın olan arkadaşımız (galiba Namdar) gezi sabahı önceden ısmarladığı baget ekmekleri alır, sıcak sıcak geziye yetiştirirdi.

Herkesin elinde sıcak su termosları olurdu. Kahveler de sanırım şirkettendi. Yola koyulunca biz birkaç kişi en arkadaki koltuklara oturur, herkese yetecek kadar Basri sandviçleri hazırlardık. Her bir sandviç yarım ekmek büyüklüğündeydi, tekrar isteyen olursa yetecek kadar malzeme olurdu.  Bir gezimize kuzenim Tülin de katılmıştı. Önce bu kadar büyük sandviç yenir mi diye düşünüp sonra ikinciyi istemişti. Sonra da hayatımda yediğim en güzel sandviçti demişti. Benim için de termos kahvesi ve o Basri sandviçler muhtemelen bu güne kadar yediğim en lezzetli yemeklerden biridir. Daha da önemlisi gençlik yıllarımın hatırlatıcısıdır.

Birkaç sefer Sermin’le birkaç sandviç, kuru yemiş ve bir termos kahve ve rejisör koltuklarımızı alıp, boğazın tenha bir kıyısında piknik yapmaya kalkıştık. Sermin, her seferinde hevesle geldi, ama  her seferinde çok kısa bir sürede geri dönmek istedi. Bu gün gene pikniğe gittik, ama rüzgar var diye deniz kenarında oturmak istemedi, bir plaj binasının arkasında denize 10 metre mesafede denizi görmeden, kedilerle birlikte sandviç yedik. Artık başıma gelecekleri öğrendim, Sermin’i bir daha pikniğe götürürsem, arabayı manzaralı bir noktaya çekip, araba içinde kahve içireceğim.

Bu gün yoga gurubundaki arkadaşlarla komşu köylerden birinde 5-6 kilometre orman içinde yürüyüş yaptık, yanımızda kurabiyelerimiz kahve termoslarımız, köpek mamalarımız da vardı (Tabii bir de Çanakkale’de hiç olmadık yerlerde karşımıza çıkan savaş kalıntıları).

Hiç olmadı evin balkonunda bile Basri sandviç pikniği yapılabilirim.

Bence herkesin kendi güzel zamanlarını hatırlatan bir şeyler vardır. Termosta kahve, Basri sandviçi gibi sıradan, kolayca ulaşılabilir ‘anı tetikleyici’leri kullanarak güzel zaman geçirmek mümkün.

Bir başka anı tetikleyicim de açık havada çalı çırpı yakıp, Türk kahvesi pişirip içmektir. Bu da otuzlu yaşlarımdaki Karadeniz doğa yürüyüşlerimi hatırlatır. Bu hafta kar yağışı bekleniyor. Bahçede ateş yakıp kahve pişireceğim.

Orman gezisinden
İkinci dünya savaşı sırasında yapılmış bir korugan
Çoban çeşmesi üzerinde mola, korona önlemleri hiç aksatılmıyor

BUNDAN SONRA ADIM ŞERLOK AYŞENUR OLARAK ANILSIN!!!

Sokağa çıkma yasaklarının başlamasının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Doğal olarak geçtiğimiz yıl boyunca hayatlarımız pek macera yaşamaya uygun değildi. Ancak geçenlerde, ilginç bir hafiyelik macerasıyla geçen, heyecan ve aksiyon dolu, farklı bir gün yaşamayı başardım.

Güneş teyzemin rahmetli eşi Nasuh eniştemin ailesinin, Romanya’nın Dobruca bölgesinden göçmen gelmiş ve Lapseki’ye yerleşmiş olduklarını bütün hayatım boyunca biliyordum. Çünkü enişte, bizim aileye ben daha birkaç aylık bebekken girmişti. Göç ettikleri zaman kendisi 10 yaşındaymış, her şeyi hatırlıyordu, özellikle Tuna Nehrinin kış aylarında donduğunu ve üzerinde kaydıklarını hasretle anlatışı hala kulaklarımdadır. Aktaş olan soyadını mahkeme kararıyla ‘Dobrucalı’ olarak değiştirdiğini ise çok daha sonra öğrendim.

Lapseki’yi de çok severdi ve her yıl mutlaka birkaç hafta Lapseki’de yaşayan kız kardeşlerini ziyaret ederdi. Hatta baypas ameliyatı olacağı zaman, kendine Lapseki’de bir mezar yeri almıştı.

Ben bildim bileli her zaman sonradan metabolik sendrom olduğuna karar verdiğim hastalıkları vardı. Diabet hariç metabolik sendromun bütün belirti ve hastalıklarını yaşadı. Aşırı kilolu olmadığı halde, safra taşı, gut, koroner kalp hastalığı, dislipidemi ve son yıllarında da tekrarlayan felçler geçirdi.  

Çanakkale’de yerleştikten sonra bu şehrin tarihinde mübadelenin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu anladım; tanıştığım ve buranın yerlisi olan hemen her ailenin tarihinde göçmenlik var.

Eniştemin ailesi de Dobruca bölgesinden göçmen gelmişler. Köyleri Tuna nehri kıyılarında, Tutrakan denilen bir bölgede bulunuyor. Bu bölge tam  sınırda olduğundan birkaç kez Romanya ile Bulgaristan arasında el değiştirmiş, son olarak Bulgaristan sınırları içerisinde kalmış. Yani eniştem Romanya’da doğduğu halde eğer Türkiye’ye göçmemiş olsalardı, Bulgaristan vatandaşı olarak yaşayacaktı.

Eniştemiz, işine çok bağlı ve çok disiplinli bir hakimdi. Gezmeyi, yemeyi ve hayatı da çok severdi ancak bütün enerjisini işinden aldığı için sanırım, emekli olduğu sene sağlığı çok kısa sürede iyice bozuldu.

Emekli olup da sağlığı iyice bozulunca artık ölmeden önce doğduğu yerleri tekrar görmeyi her zamankinden çok istiyordu. Neyse ki doğduğu toprakları bir kez daha görebildi, bu gidişinde benim da katkım olduğu için çok memnunum.

Hastaneye yatışlarından birinde eniştemi, Bulgaristan uyruklu 2 kız öğrencimle tanıştırmıştım. Sadece onlarla tanışmak bile eniştemi çok heyecanlandırmıştı. Sonra bu öğrencilerden birinin babası enişteme davet mektubu göndermiş, böylece vize almış ve öğrencimle birlikte Bulgaristan’a gitmiş, doğduğu toprakları ziyaret etmişti. Geri döndüğü zaman son derece mutluydu. Doğduğu köyde artık kimse yaşamıyordu ve evleri de yıkılmıştı, ancak çevrede bir hayli yeri hatırlamış ve çocukluğunun anılarını canlandırabilmişti.

Geçen gün kızı Sibel’in, bazı işlemler için babasının doğduğu köyün adına ihtiyacı olmuştu. Soy kütüğünü aramış, ailenin tarihi göçmen belgesine ulaştığı halde babasının doğduğu köyün adına ulaşamamıştı.

Bana babasını Bulgaristan’a götüren öğrencilerin köyün adını bileceğini, o çocukları bulmak istediğini söyledi. Ben de isimleri hatırlamadığımı ancak öğrenci işlerinden yabancı uyruklu öğrencilerin listesinin bulunabileceğini söyledim. Bundan sonra Orhan (Sibel’in eşi, KTÜ’de halen öğretim üyesi) öğrenci işlerine gitti ama sekreterler bu kadar az bilgiyle kızların bulunamayacağını söylemişler.

Bundan sonra, Sibel, sen burada olacaktın ki diyerek bana damardan gaz verdiği için, benim hafiyelik mesaim başladı.

Eğitim komisyonunda uzun yıllar çalıştığım ve hatta yabancı uyruklu öğrencilerin yatay geçişlerini birkaç yıl ben yaptığım için, Makedonya’dan, Pakistan’dan bile öğrencilerimiz olduğunu, ancak Bulgaristan uyruklu çok fazla öğrencimiz olmadığını biliyordum.

Orhan sekreterlerden olumlu bir sonuç alamayınca, watsap guruplarımdaki arkadaşlarıma kimden yardım isteyebileceğimi sordum. Çünkü arkadaşlarımın çoğu da benim gibi eğitimle çok ilgilidir. Biri üniversitenin öğrenci işleri başkanına sormamı istedi. Bu fikir daha önce neden aklıma gelmemişti bilmiyorum ama duyunca çok aklıma yattı.

KTÜ’nün öğrenci işleri başkanı benim liseden yakın bir arkadaşım, Gülay’ın kocası, üstelik de hemşerimdir. Gülay, sadece lise arkadaşım değildir, ben Hacettepe tıpta okurken eş zamanlı olarak, aynı kampüste,  hemşirelikte okudu, sonra da KTÜ’de anatomide öğretim üyesi oldu, yani arkadaşlığımız çok uzun yıllara dayanır. Çocukları küçükken onların hastalıklarında, şimdi torunuyla ilgili bir problem olunca beni arar.

Başka bir ortak noktamız da Eren’imiz. Daha önceki bir yazımda Eren’in ailesine kavuşması sürecindeki rolümü anlatmıştım. İşte bu aile Gülay’ın lojmanda kapı komşusuydu. Eren de Gülay’la Adnan’ın ilk torunları sayılır, ortak bir torunumuz var desem yalan olmaz.

Sonuç olarak, Adnan Beyin, benim ricamı kırmayacağını ve kendi işinden bile daha önde tutacağını biliyordum. Tabii ki, inceleyeceği listeleri kısıtlayabilmek için, eniştemin yatış yılını tahmin etmeye çalıştım. Eniştem de o kadar çok hastanede yatmış ki, dosyasını çıkartsak bile hangi yatışında kızlarla tanıştırdığımı bulmak çok kolay olmayacaktı.

Zora girince, benim biraz aykırı bir işleyişi olan hafızam iş başı yaptı, aklıma bazı görseller doluştu. Eniştenin o yatışında, Ege’nin dedesine yaptığı bir resmi hastane odasına astığımızı hatırladım. Henüz okula gitmediği için resmi çizmiş ve dedesine yazmak istediği mesajı aklını kullanarak yazmıştı. Okuma yazma bilmediği için de yazmak istediklerini bakıcısı Dilek’e söyleyip önce ona yazdırmış, sonra da yazılanlara bakarak mesajını kendi eliyle yazmayı başarmıştı.

Enişte, o kadar çok hastaneye yatmıştı ki ancak bu resmi hatırlayınca Ege’nin kaç yaşında olabileceğinden yola çıktım. Sonra söz konusu  öğrencilerin o tarihte pediatri stajından geçmiş oldukları için, dönem 4, 5 ya da 6’da olması gerektiğini düşünerek, araştıracağımız tarihi birkaç yıllık bir zaman dilimine indirgeyebildim. Böylece, Adnan Beye kabaca 3-4 yıllık bir zaman dilimi verdim.  

Bundan sonra işler çorap söküğü gibi geldi, sadece yarım saat sonra aradığım 2 öğrencinin isimleri, kimlik numaralarını, resimlerini ve mezuniyet yıllarını bana ulaştırdı. Hemen şimdiki telefon numaralarına ulaşabilmek için mezun oldukları yılın öğrenci listesini istedim.

Bir yandan da KTÜ’deki öğretim üyesi olan arkadaşlardan o yılın mezunu olan birilerini bulmalarını istedim. Bizim pediatride bile o yılın bir mezunu varmış, hemen onunla telefonlaştım, tanıdığı bir Bulgaristanlı öğrenci vardı, onların hepsi birbirini tanır, ben ondan araştırır size dönerim dedi. Ancak buna hiç gerek kalmadı.

İki saat içinde 2005 yılının mezun listesi de elime ulaştı. Büyük ihtimalle o yılın mezunlarından tanıdığım birilerini daha bulur, sınıf arkadaşlarını sorar, illa ki kızları tanıyan birine, oradan da kızlara ulaşırım diye düşündüm. Listeye bakar bakmaz çok iyi tanıdığım bir öğrencimin adı gözüme çarptı. Dila, muhtar diye tabir edilen öğrenciler vardır ya hani bütün arkadaşlarını tanıyan, herkesin yerini yurdunu bilen, işte onlardandır. Listede Dila’nın adını görünce kızların nerede olduğunu kesin bilir, en azından okuldayken kimlerle arkadaş olduklarını bana söyleyebilir böylece biraz yol almış olurum diyerek, hemen onu aradım.

Dila’ya ‘sizin sınıfta Bulgaristan uyruklu iki kız öğrenci vardı, onlara ulaşmam lazım’ der demez ‘evet Aylin ve Hatice, bende telefon numaraları var’ dedi. İnanılır gibi değil ama Hatice zaten Dilayla, aynı iş yerinde, diğeri ise İstanbul’da çalışıyordu. Her ikisi de Türkiye’de kalmışlar ve evlenmişlerdi. Eniştemi Bulgaristan’a götüren İstanbul’da çalışan Aylin’di. Hemen telefon numarasını da gönderdi ve böylece toplamda 3-4 saatin içerisinde Aylin’le konuşup, eniştemin doğduğu köyün adına ulaştım.

Pojarevo imiş. Bundan sonra Sibel, ailesi Bulgaristan göçmeni olan bir arkadaşına sorarak, köyün adının birkaç kez değiştirildiğini sonra da köyün tamamen kaldırıldığını öğrendi. Ama bu kadar bilgi ona yetecek.

Hem bir birinin aynısı geçen günler içinde oldukça heyecanlı bir gün yaşamış oldum, hem de bir türlü bulunamayan bilgiye birkaç saat içerisinde ulaşınca kendimi bayağı havalı hissettim. Bu öğrencileri bulabileceğime dair, (Sibel hariç ve tabii ben) kimsede pek umut yoktu.

Dedesinin köyünü bulduktan sonra, Nil’e avukatlık bürolarında dedektife ihtiyaçları varsa iş tekliflerine açık olduğumu söyledim.

Evet şansım çok yaver gitti ama, birkaç kez ülke ve isim değiştirmiş ve sonunda yeryüzünden silinmiş bir köyün adını birkaç saatte bulmuş oldum. Daha ne olsun?

Show Buttons
Hide Buttons