Monthly Archives: Şubat 2016

ASIL BEN SANA NELER YAPARIM

Bizim okuduğumuz yıllarda şehirlerde inanılmaz bir terör sarmalı vardı. Her gün  sokaklarda  insanlar öldürülüyordu. Artık bu cinayetler, o kadar alışıldık bir hal almıştı ki, haber değerini bile kaybetmişti. Öldürülen insanların sayıları günde 20-35 arasında  değişmeye başlamıştı.  Hal böyle iken, insanlar iş çıkışı yel yepelek yelken kürek otobüs duraklarına koşar ve alelacele evlerine kapanır, kapılarını da sıkı sıkıya kilitlerdi. Akşam 5.30-6.00’ dan sonra sokaklarda değil herhangi bir insan, bir taksi, hatta sokak hayvanı bile görmek mümkün olmazdı.

Bu şartlarda 12/eylül/1980  ihtilali olmuştu. Evet bu dönemde bir çok demokrasi ihlalleri oldu, ama şurası da bir gerçek ki,  sokak cinayetleri de birden bire son buldu.

Sanırım 1981 yılının mayıs ya da haziran ayı idi.  Bir gurup arkadaş toplanıp sinemaya mı gittik ne yaptık tam hatırlamıyorum, ama akşam saat 9.00-9.30 civarında yurda dönüyorum, yanımda da bana eşlik etmek üzere bir erkek arkadaşım var.

İhtilalin üzerinden aylar geçmiş ve erken sayılabilecek bir saatte, üstelik de Kızılay’ın göbeğinde yürüyor olmamıza rağmen sokaklar  bomboştu. Hala insanlar geç saatlere kadar dışarıda kalmayı göre alamıyordu. Ben de bir an önce yurda gitmek istiyorum, arkadaşıma hadi geç oldu,  hızlıca yürüyelim, üstelik sen bir de beni bıraktıktan sonra bomboş sokaklarda yalnız kalacaksın  diyorum.  Ama arkadaşım nedense hiç acele etmiyor, belki de bana inat gittikçe daha yavaş yürüyor, konuştukça konuşuyor. Halısı kelam, bir türlü yol alamıyoruz. Hiç sabırlı bir insan değilimdir, normalde 3 adım atacağım sürede 1 adım yürüyoruz, ben de bunaldıkça bunalıyorum. Koca cadde sadece insanlardan ıssız değil, arabalar bile tek tük geçiyor. Açıkçası ürküyorum.

Derken bir anda,  o bomboş caddede yanımızdan ölümcül bir hızla ilerleyen bir taksi belirdi ve  bizim sadece 3-4 metre  önümüzde, lastiklerini yaka yaka ani bir fren yaptı.  Arabanın durmasıyla, arka sağ kapının menteşelerinden koparcasına sonuna kadar  açılması bir oldu.

Bundan sonra olanlar ise şu anda bile, film şeridi gibi gözlerimin  önündedir.

Arabadan önce, ön kısmı tek bir banttan ibaret, bilekten incecik bir bantla bağlı, son derece  yüksek topuklu, beyaz ve içinde muhtemelen 45 numara bir ayak olan bir ayakkabı çıktı. Ve sertçe asfalta bastı.  Arkasından upuzun kaslı bir bacak çıktı. Son olarak da en az 1.80 boyunda, geniş omuzlu, sarı kısa peruklu,  beyaz elbise giymiş bir kadın/ adam çıktı. Adamın giydiği elbise ve ayakkabısı Marlyn Monreo’ nun meşhur boyundan bağlı, uçuşan etekli elbise ve ayakkabısının aynısı.

O sıralar henüz Ankara sokaklarında travestilere  pek alışık değiliz. Biz daha ne olduğunu anlayamadan,  arabadan inen adam, o ince topukları üzerinde doğruldu ve eteklerinin ön kısmını  kaldırıp, mevcutları şoförün gördüğünden iyice emin oldu. Ardından da bas bariton bir sesle sıkı bir tehdit savurdu. Söylediklerinden  anladığım kadarı ile şoför ona uygunsuz bir teklifte bulunmuştu, bizimki de sinirlenip,  şoförü kendisi ve bütün sülalesi  dahil olmak üzere aynı teklifle onurlandırmıştı(!). Sözü bitince de kapıyı gene kırarcasına çarparak kapattı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi, küçük çantasını koltuğunun altına sıkıştırıp, o ince topuklar üzerinde, çevik adımlarla, ama güzelce kırıtmayı da ihmal etmeden, önümüzden hızla uzaklaştı.

Bu olay nedense yanımdaki arkadaşımı pek utandırdı, o andan itibaren o  şen sesi kesildi, koşar adım, bir nefeste beni yurda bıraktı. O günden sonra da bir daha yüzüme bakamadı.

Bütün bu etek sahnesi muhtemelen en çok 1-2 dakika sürmüştür, ama hiç unutamam, aklıma geldikçe gülerim.

 

images
Elbise ve ayakkabı buydu, tek fark içindeki idi

GÖĞE BAKAN KOCAKARI MART 2016

Bu yıl şubat 29 gün çektiği için mart ayı Hicri takvime göre Cemaziyelevvel ayının 21’inci, Rumi takvime göre Şubat ayının 17’inci günü ile başlıyor. On Mart’ta hicri takvime göre Cemaziyelahir ayı başlarken 14 martta da Rumi takvime göre Mart ayı başlıyor.

Mart ayının 6’ında bu yılın son Cemre’si suya düşüyor. Cemrelerin düşme tarihlerinde ani hava sıcaklıkları değişimleri olabilir. Aslında cemre deyince sıcaklık artışı beklenir, ama tam cemre düştüğü günlerde birkaç gün ani ısı azalmaları, yağmurlar da görülebiliyor.

Mart ayı eski zamanlarda yılın ilk ayı sayıldığı için ayın 14’ü de eski yıl başına tekabül ediyor. Eskiden bu günden itibaren 12 gün boyunca bütün hava olayları tek tek kaydedilir ve bu kayıtlara göre önümüzdeki yılın hava tahminleri yapılırmış. Mesela 14’ü gün hava nasılsa bir sonraki yıl ocak ayı tahminleri ona göre yapılıyor, 15’inci günün hava olayları önümüzdeki yılın şubat ayının nasıl geçeceğini gösteriyor. Genellikle bu belirttiğim günlerde gün içerisindeki hava değişimleri bile kayıt altına alınarak, günü saatlerine göre önümüzdeki yıl belli ayda hangi günlerde nasıl bir hava bekleneceğini oldukça düzgün bir şekilde tahmin etmek mümkün olurmuş. Bu yıl ben de benzer bir kayıt tutmaya karar verdim.

Balsamik ay ayın 6’sından sonra, bu günlerde içe dönüş ve yönlendirilmemiş düşünceler için boş zaman yaratmakta fayda var.

Yeni ay ayın 9’unda balık burcunda, ayrıca bu gün tam güneş tutulması da mevcut. Bu güneş tutulması yılın en barışçıl tutulması olacak, ama yine de beklenmedik sonuçlara kapalı olmamak lazım. Yeni ayın başlama enerjisi, balığın mistik ve ruhani özellikleri ile birleştiğinde, ruhsal çalışmalara ya da toplumsal iyilik projelerine katılma kararı vermek için iyi bir zaman. Güneş tutulmasının de artıracağı enerji düşünülürse kendi iç gücümüzü, olayları geniş açıdan görme becerilerimizi geliştirmek için çalışmalar yapmak akıllıca olacak. Bu belki derin düşüncelere dalabileceğiniz dingin bir doğa faaliyeti, belki ruhsal ya da felsefi konularda okunacak bir kitap ya da benim düşünemediğim daha farklı bir şey olabilir.

Dolunay ayın 23’ünde başak burcunda, bu kez de parçalı ay tutulması var.  Başak/ balık ekseni hizmet eksenidir. Balık yeniayında ruhsal güçlerinizi artıracak, ruhsal hizmete adanacak günlerden sonra başak dolunayı ile daha gündelik, daha dünyevi hizmet günleri başlıyor. Yalnız dolunaydan sonra azaltıcı işlere başlamak daha dengeli bir yaşam sağlar. Belki de dolunayda aşırı tertip, düzen, temizlik yapmak, kılı kırk yarmak, mükemmel olanı beklemek gibi huyları azaltmaya çalışmayı düşünmek uygun olur.

BAZI UFAK MESLEK SIRLARI VE GENÇ HEKİMLERE ÖĞÜTLER 4

 

Doğal olana en yakın olan tedavi şeklini seçin.

 

Mesleğe atıldığım ilk sene halk sağlığı ihtisasına başlamıştım. İlk yıl Etimesgut’ta gündüz sağlık ocağında çalışırken geceleri de hastanede nöbet tutardık. Ocak ile hastane yan yana olduğu için bazı aylarda gündüz de hastanede çalışıyorduk. Doğum için gelen kadınları muayene eder ve eğer doğum yakın gibi görünüyorsa doğum öncesinde bekleme odasına yatırırdık. Tuhaf bir şekilde gündüz biraz sonra doğurur diye yatırdığımız hastalar tam da akşam yemeği sırasında hep birlikte doğum yaparlardı. Bu artık bir klasik olmuştu, hastanede hemen hiçbir akşam yemeğini yiyemezdim, benim bu durumumu gören personel benim yemeğimi ayırmaya başlamıştı. Bu önceleri garip bulduğum fenomen sayesinde epeyce bebeğe ebelik yapmış oldum.

Neden bu kadınlar neden gün boyu durumlarında hiçbir değişiklik olmadan bekliyor da tam ben yemek yiyecekken hep birlikte doğum yapıyorlar diye düşünmeden de edemiyordum. Sonunda anladım. Biz, mesela daha önce 4 doğum yapmış kadını 3 santim rahim ağzı açıklığı olunca bir iki saat içinde doğurur diye yatağa yatırıp, hareketsiz ve aç bırakıyoruz. Kadın gün boyu aynı açıklıkla sakin sakin yatıyor. Akşam saatinde nöbeti devir aldığım zaman doğum öncesi odada yatan kadınları kontrol ediyorum, sabah nasılsa aynen o şekilde yatıyorlar. Doğum hiç ilerlemiyor, herhalde bu gece doğurmayacaklar, akşam yemeğinden sonra hastanede sabaha kadar başka yemek de çıkmadığı için, bari aç kalmasınlar diye düşünüp, yemek yediriyorum. Yemeği yiyen kadın, artık doğum yapacak enerjiyi mi kazanıyor, yoksa bağırsak hareketleri bir şekilde uterus kasılmasını da mı tetikliyor, bilemem, ama hemen doğuruyor. İşin sırrı kadınların yemek yemesiymiş.

Normal gebeliklerin neden ağrılar iyice sıklaşana kadar, doğum için hastaneye kabul edilmediğini o zaman anlamıştım.

Benzer başka bir gözlemim de şu;  Hacettepe’de çalışırken acil servis dediğimiz, birkaç yataklı minik bir servis vardı. Oraya genellikle solunum sıkıntısı çeken ve 1-2 gün oksijen alacak olan hastalar yatırılırdı. Solunum sıkıntısı olan bebeklerin gıdaları akciğerine kaçırmasın diye ağızdan beslenmeleri kesilirdi. O zamanlar hastaların bebek bile olsalar, yanlarına aileleri  alınmıyordu, çocukları hep hemşireler besliyordu. Bu bahsettiğim serviste çalışan yaşlıca bir hemşire hanım vardı ve hepimiz onun ‘’ağızdan almasın’’ denilen bütün çocukları gece boyu gizli gizli beslediğini biliyorduk. Baş asistanlar o hemşire nöbetçi ise eyvah şimdi aspire eden hastalar olacak diye pek endişelenirlerdi. Ancak hiçbir bebek de aspire etmezdi, bebekler o hemşirenin nöbetinden pırıl pırıl çıkardı.

Sonradan sonraya ben de bu bilge hemşire hanımla aynı fikre kapıldım. Hiçbir çocuğu gereğinden bir saat bile uzun aç bırakmamaya gayret ettim.

Hep söyledim, bir kez daha söylüyorum ‘’Aç kadın doğurmaz, aç hasta iyileşmez, aç çocuk büyümez’’.

Ağızdan beslenmenin gerçekten de damar yolu ile beslenmeye karşın inanılmaz üstünlükleri vardır. Hiçbir hastanın gerçekten gerekmedikçe ağız yolu ile beslenmesini kesmeyin. Kesmek zorunda kaldıysanız da mümkün olan en kısa zamanda azar azar da olsa tekrar tekrar beslemeye devam edin.

Bir başka gözlemim de iyi bir gece uykusu kadar sağaltıcı bir ilacın olmadığıdır. Uyku hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizden çok daha az. Bence uyku, daha pek çok şeyin yanı sıra,  bedenin tamir edildiği bir süreç.   Özellikle de akut hastalıklarda ya da ameliyatlardan sonra hasta ne zaman ki iyi bir uyku çekiyor, işte o zaman gerçekten iyileşmeye başlıyor. Hastanede yatarken tansiyon bak, ilaç ver diye hastaları bir türlü uyutmuyoruz, zaten ışıklar da açık. Bu nedenle bütün meslek hayatım boyunca, her zaman evde bakılacak duruma gelen hastayı hemen taburcu ettim, hiç uzun yatırmadım.

Hastanede yatan hastaların işlerini en kısa zamanda bitirip onları en kısa zamanda doğal ortamlarına gönderin. Elbette çok ağır tedaviler vermek, uzun süre hastanede yatırmak  zorunda olduğunuz hastalarınız olacak. Benim söylemek istediğim hiçbir hastaya gerek yokken/kalmamışken 1 saat bile  aç bırakmayın, bir gün bile fazla yatırmayın,  bir kalem bile ilaç yazmayın,  tetkik yapmayın.

Gördüğünüz gibi yapılacaklar listesi pek de öyle atla deve değil.

 

 

Hobiler edinin.

 

 

Tıp fakültelerinden şair çıkar, ressam çıkar, arada bir de doktor çıkar diye bir söz vardır. Pek de katılmıyorum, ama bir doktorun hayatını idame ettirebilmek için mutlaka kendini mutlu edecek bir ya da birkaç uğraşı (hobi) edinmesi gerektiğini düşünüyorum. İlla şiir yazmak gerekmiyor. Ama mutlaka tıp dışı konularda okumak, bir el işinde hüner kazanmak ya da tamamen kendi seçeceğiniz başka bir konuda ilgili olmak çok gerekli diye düşünüyorum.

Mesela bir muhasebeci olsanız muhtemelen arkadaş ortamınızda herkes size muhasebe ile ilgili problemlerini yansıtmaz, öğretmenseniz, sosyal bir yemek yerken size çocuğunun matematik problemini çözdürmeye gayret etmez. Ama doktorsanız mesela çocuk doktoru bile olsanız, bulunduğunuz her ortamda, kendimden örnek veriyorum sedef hastalığından, kanserden, kalp krizine, hastanelerde her hangi birinden işittiği hoşuna gitmeyen bir söze, hangi doktordan nasıl randevu alınacağına kadar, her şey size sorulur, çözüm istenir. Bundan kaçış yok.

Yani bir şekilde, herhangi bir konuda kendinizi öyle yetiştirin ki, en azından o arkadaş gurubunda sizinle konuşulan konular farklı olsun.

Elbette bunlar benim fikrim, bazılarına karşı çıkmanız mümkün, ama en azından temel bilgilerinizi geliştirmek ve mesleğin ABC’si olan hikaye, fizik muayene ve mümkün olan en çok gözlem, en az müdahale kısmını uygularsanız yeter de artar bile.

BAZI UFAK MESLEK SIRLARI VE GENÇ HEKİMLERE ÖĞÜTLER 3

 

Açık zihinli olmak her zaman işe yarar. Tanınızı gözden geçmekten korkmayın. Başkalarının fikirlerine karşı açık olun.

 

Hastanız tedaviye yanıt vermiyorsa, yeni bulgular ekleniyorsa ya da ne bileyim gidişatta içinize sinmeyen bir şeyler varsa tanınızı gözden geçirmekten çekinmeyin. İnsan olduğunuzu, hata yapabileceğinizi, gözünüzden kaçan bir şeyler olabileceğini unutmayın.

Tanı koymak düzgün bir hikaye, muayene, birkaç küçük tetkik ve tabii sağlam bir tıp bilgisi ile genellikle kolay bir iştir. Ama tabii  buradaki genellikle kelimesinin altını çizmek lazım. Bazen tanı koymak deveye hendek atlatmaktan zor olur.

Bir çok hastalığın belirtileri birbirine benzer, birbiri ile karışır, hastalığın hiç beklenmedik belirtileri ortaya çıkar, hastalık daha önce hiç görmediğiniz hatta okumadığınız bir hastalıktır, hastanızın aynı anda birkaç hastalığı birden vardır vs vs. Bazen hiçbir sebep yokken doktorun basireti bağlanır, gözünün önünde duran deveyi göremez olur. Tanı çocuğun anlında yazmaz yani, bazen iğne ile kuyu kazmanız gerekir. İkinci bir görüş almaktan çekinmemek lazım.

 

KTÜ’de ilk yıllarımdı. Sanırım yeni doçent olmuştum, ya da olmak üzere idim. Nedeni bilinmeyen ateş tanısı ile bir hasta yatıyordu. Nedeni bilinmeyen ateş doktorun da ateşini çıkaracak kadar zor bir vaka olabilir. Ben de üç gün boyunca bu hastanın başına gidip bol bol tetkik istedim. Bir yandan da ‘’bu hasta enfeksiyon kokuyor’’ diye kıvranıp duruyorum. Hasta Tirebolu’dan geliyordu, doğal olarak hiç düşünmediğim halde adet yerini bulsun diye ‘’kalın damla da’’ istedim. Çocuk sıtma çıktı, iyi mi? Bu bizim ilk yerli sıtma vakamız idi.

Daha sonra Tirebolu’ya gidip araştırma yaptık. Ailemiz Harşit çayının döküldüğü vadide yaşıyorlardı. Harşit çayı ilginç bir şekilde geniş bir delta ile denize dökülüyor ve  8-10 senede bir yatak değiştiriyor, yıllarca bu deltanın doğu kıyısı boyunca aktıktan sonra, bilinmeyen bir nedenle batı kıyısı boyunca akmaya başlıyordu. Böylece orta kısımda oldukça geniş bir sulak alan mevcuttu. Bu alanda üzeri sivrisineklerle dolu bir gölet bulduk. Bir de fındık toplamak için sıtmanın endemik olduğu bölgelerden gelen mevsimlik işçileri düşününce ilk ‘’yerli sıtma’’ vakamız epidemiyolojik olarak da yerli yerine oturdu tabii.

Bu aynı zamanda benim gördüğüm ilk sıtma vakası idi. Tanı için hem çok şaşırmış hem de tedavi olacak bir durum olduğu için sevinmiştim. Hastanede ‘’yerli sıtmamız’’ oldu diye dolaşıp duruyor, anlata anlata bitiremiyordum.

O sıralar Dr Rasim Kamacı yeni başlamış bir  asistandı. Rasim meğer, daha önce çalıştığı yerde bir çok sıtma vakası görmüş ve görür görmez de çocuğun sıtma olduğunu anlamış, benim  günlerce nasıl olup da bunu anlamadığıma şaşırıp kalmış. Peki bana neden söylemedin de 3 gün boyunca beni kıvrandırdın diye sorunca da, hocasınız elbet bir bildiğiniz vardır, ayrıca sözünüzün üzerine söz söylersem belki kızarsınız diye sustum demişti.

 

Azimle okumaya devam edin.

 

Unutmayın her gün savaşa gidiyorsunuz. İnsan canı ile uğraşıyorsunuz. Bilginiz elinizdeki dolu bir silah gibidir. Genellikle hocalarınız size yenilikleri takip edin diye öğüt verirler. Bu söz çok doğru, elbette yenilikleri takip etmek lazım, çünkü tıp bilgileri çok hızlı ilerliyor.

Ancak ben size daha farklı bir öğüt vereceğim. Yenilikleri okuyun tabii, ama bıkmadan usanmadan klasik bilgilerinizi tazeleyin. Fizyopatoloji, biyokimya, anatomi gibi temel bilgilerinizi tazeleyin. Semptomdan teşhise okuyun, branşınızın ‘’baba ‘’ kitaplarının yeni baskılarını alın tekrar tekrar onları okuyun.

Temeli sağlam tutmadan yenilikler eğreti kalır. Uçuk ve gerçeklerden kopuk bir görüş sahibi olursunuz. Yani teoriği kuvvetli, ama hasta karşısında bir türlü doğru yaklaşımı yapamayan, önce en nadir hastalığı düşünen, kafası karışık  biri olur çıkarsınız.

Aslında sadece klinik branşlarda değil, ister cerrahi, ister temel tıp seçin ya da isterseniz mühendis,  terzi, ya da ne iş yaparsanız yapın önce temeli sağlam tutmakta fayda var diye düşünüyorum.

 

BAZI UFAK MESLEK SIRLARI VE GENÇ HEKİMLERE ÖĞÜTLER 2

Dün genç hekimlere öğütlerin ilk yazısını sosyal medyada paylaştım. Eski asistanlarım, öğrencilerim, benimle ilgili bazılarını hatırladığım, bazılarını hatırlamadığım bir çok anekdotla cevap verdiler. Onların bu anıları beni, bütün bu yıllar boyunca boşa konuşmadığım ve öğütlerimin hala dinlenebilir olduğu konusunda yüreklendirdi.

 

Yapabileceğiniz en ayrıntılı muayeneyi yapın ve bulgularınızı açık bir zihinle yorumlayın.

 

Biliyorum çoğunlukla vakit çok dar, ama gene de bu dar zamanda yapabileceğiniz en ayrıntılı muayeneyi yapın. İnanın hiçbir olası tetkik yapacağınız muayenenin yerini tutamaz. Bu konuda hemen her hekimin unutulmaz birkaç macerası olmuştur. Benim de bir sürü oldu tabii, ama burada sadece birini paylaşacağım.

Bundan birkaç yıl önce muayenehaneme 8 yaşında bir kız çocuğu getirmişlerdi. Aile, Hollanda ya da Almanya’da yaşıyordu. Yaz ayında memlekete gelmişler, çocuk ishal mi olmuştu, ateşlenmiş miydi tam hatırlamıyorum,  ama  muayene ederken kalp seslerinin sağ taraftan daha net alındığını fark ettim. Bundan sonra karın içi organlarının da ters durduğunu anlamak kolay oldu elbette. Babayı pek de korkutmadan sormaya çalıştım, bu konuda hiçbir fikri yoktu. Radyolojiye gönderdiğimde Dr Özgür Sayıl tahmin ettiğim gibi hastaya ‘’situs inversus totalis’’ tanısı koydu. Yani çocuğun normalde bedenin sağ tarafında olması gereken organları solda, solda olması gereken organları ise sağ tarafta idi. Bu bilgi korktuğum gibi  babayı şaşırtmadı, aksine çok hoşuna gitti, çünkü meğer kendi kız kardeşinde de aynı durum varmış.  Eh situs inversus totalisin, bir organ anomalisi olmadıkça (ki yoktu) hastaya da bir zararı yok. Öyleyse neden mi paylaşıyorum?

Bu çocuğu 8 seneden beri,  bir çok doktor muayene etmiş, daha önce kimse bu durumun farkına varmamış da ondan. Ben babaya ‘’peki bu çocuğu hiç mi dinlemediler’’ diye sorunca ‘’yoo her gittiğimizde dinlediler, kimse bize kalbin sağda olduğunu söylemedi’’ demişti.

Gerçekten hastanın sol tarafından da kalp sesleri alınıyordu. Küçük çocukların göğü kafesleri incecik olduğundan bazen her iki göğüs kafesinden de kalp sesi almak mümkün olur, ancak elbette ki sağ taraftan duyulan sesler çok daha derinden gelir.

Bu çocuğun, yaşadığı memlekette,  ona doğduğu günden beri bakan, defalarca muayene eden bir aile hekimi vardı, üstelik birkaç kez de başka hekimler tarafından muayene edilmişti. Ancak her biri sıradan bir muayene yaparken, sıra dışı bir bulguya zihnen o kadar hazırlıksızdı ki, neden kalp seslerini sağ taraftan daha net alıyorum diye düşünememiştiler.

Sen  önce normal (fizyolojik) olanı  öğren,  normal olmayan (patolojik) zaten gözüne batar.

 

Tıp Fakültelerinde öğrenmeniz için size bir çok patoloji gösteriliyor, ama önce  fizyolojik olanı içinize tam olarak sindirmeniz gerekir, patolojik olanı ayırt etmek kolay olur.

Dün Dr Mustafa Konur ,  size acilde bir hasta danışıyorduk, yandaki yatakta yatan hastaya bakıp ‘’bu çocuktan kan gazı ve kan şekeri baktırın’’ dediniz ve çocuk ‘’diabetik ketoasidoz’’ çıktı, bunu asla unutamıyorum yazmış.  Bir çocuğun ‘’normal nefes alışını’’ bilince, asidotik nefesi 10 metre uzaktan bile görürsün.  Yani öyle olağanüstü bir yetenek gerekmiyor.

Ancak asıl mesele normal olanı içselleştirmekte,  normal  içinize sindirene kadar, bıkmadan usanmadan gözlem yapmak gerekir, çünkü yaşayan bir organizmada normalin oldukça geniş bir yelpazesi vardır. Bunu da akılda tutmak lazım.

 

Mutlaka kayıt tutun. Söz uçar yazı kalır.

 

Hem de ayrıntılı kayıt tutun. Hastanın bir sonraki muayenesini yapacak doktor siz bile olsanız, o kadar çok hasta arasında hastanın bulgularını unutmanız son derece kolaydır. Üstelik büyük olasılıkla hastaya bir sonraki gelişinde başka bir hekim bakacaktır. Hasta sahibi bilgileri unutabilir, bu günkü durumuyla 3 ay önceki durumun ilişkili olduğunu akıl edemeyebilir, hatta bakalım bilecek mi diye sizi sınamak için bile bilgi saklıyor olabilir. Mutlaka ayrıntılı kayıt tutun.   Hatta acil durumlarda saati bile kaydedin. Sizin bu kayıtlarınızın aynı zamanda adli birer delil olduğunu da unutmayın.

BAZI UFAK MESLEK SIRLARI ve GENÇ HEKİMLERE ÖĞÜTLER 1

 

Uzun yıllar boyunca aktif doktorluk yapmış ve pek çok doktorun yetişmesine katkıda bulunmuş bir hekim olarak genç arkadaşlarıma ufak tefek bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum. Hekimlik pek çok yönü ile çok zor bir meslek. Her zaman insanlarla onların en sorunlu oldukları anlarda iletişim kuruyorsunuz, üstelik o sorunu da sizin çözmeniz bekleniyor.

Bir şekilde insanların beyinlerinde hala hekimlerin şaman (kam) oldukları o zamanlardan kalma derin bir kolektif bilgi var. Bir çok insanın sizden mesleğinizin ötesinde beklentileri oluyor, işin tuhaf tarafı, kişilerin eğitim seviyesinin hekimden  abartılı beklenti konusunda herhangi bir fark yaratmıyor olması. Daha da garip olan bir çok hekimin de içten içe bir çeşit  üstünlük, aşkınlık hissi beslemeleridir.

Mesela pek çok kez, pek çok hastanın ‘’önce Allah, sonra sen’’ dediğini duydum. Ve  pek çok hekim arkadaşımın da bu sözü gururla ve inanarak kabul ettiğine şahit oldum.

Oysa bu tuhaf söz bana söylendiği her zaman tüylerim diken diken olurdu, çünkü bu söz aslında bir iltifat değil, sizden olağanüstü beklentilerinin dile getirilmesidir. Yıllarca bu sözle mücadele ettim, böyle şeyler söylemeyin falan dedim, ama böyle söylediğim zaman aşırı alçak gönüllülük yapıp, daha fazla iltifat beklediğim gibi algılandı, daha da aşırı bir ısrarla benzer sözlere maruz kaldım. Sonunda sihirli kelimeleri bulup bu sözden  kendimi esirgemeyi başardım. Sihirli sözler şöyle ‘’Hayır asla böyle bir şey söylemeyin, bu söz şirktir, şirk. Hiçbir insanı, Peygamber efendimizi bile Allah ile kıyaslayamazsınız’’. Tamam, bitti, bu kadar. Şiddetle öneririm işe yarıyor.

Sonuçta tıp bir bilimdir, sihir ya da sanat değildir. Objektif bilgi ve objektif gözlem gerektirir.

 

Basamakları teker teker çık.

 

Her zaman savunduğum gibi, iyi bir hikaye, fizik muayene ve gözlem, doğru tanıyı %99 koydurur. Bu kadar. Bunu bilir bunu söylerim. Genç arkadaşlarıma da bilgilerini taze tutmayı ancak hastaya yaklaşımda bulunurken en temel basamakları sıra ile çıkmayı öneririm.  Önce iyi hikaye al, sonra iyice muayene et ve önce en sık görülen hastalığı düşün. Tetkik ederken de önce en bazal tetkikleri yap. Böylece pek çok hastada zaten ileri tetkike gerek kalmayacak.

 

Hikaye alırken aileye kulak ver.

 

Eti Mesgut’ta ilk çalışmaya başladığım zaman Prof Dr Ufuk Beyazova ile çalışma şansına erişmiştim. Bana o bölgede ‘’ıhılamak’’ diye bir terim olduğunu ve bir çocuk annesi tarafından ‘’ ıhılayyo’’ diye getirilirse yüzde yüz zatürre çıktığını söylemişti. Haklıydı, iniltili nefes almaya ıhılamak diyorlardı. Ben de ‘’ıhılayan’’  bütün çocuklarda zatürre tespit etmiştim. Bunlardan biri için annesi ‘’kavi ıhılayyo’’ demişti, onda da ampiyemli  zatürre vardı.

 

Hikaye alırken çevreni tanı.

Örneğin Karadeniz bölgesinde çalışırken bu bölgede ‘’Deli bal’’ denen bir bal çeşidinin olduğunu bilirsen, açıklanamayan bradikardi ile gelen bir hastada sadece  bal yiyip yemediğini sorarak tanı koymak mümkündür. Hatta yurt dışında bir gezideyken tanıştığım ve Anzer’de tansiyon düşmesi yaşayıp, bir türlü doktora ulaşamadığını anlatan bir hanıma yıllar sonra deli bal zehirlenmesi tanısı koyduğumu hatırlıyorum.

 

Hastana bakarken onu gör, gördüklerini bilgi ile yorumla.

 

Şimdi KTÜ pediatrik gastroenterolog olan Prof Dr Murat Çakır başasistan iken, yeni doğancı arkadaşımız Prof Dr Yakup Aslan yıllık izindeyken servise ben bakıyordum. Bir gün vizitte   ‘’Yaş akciğer’’ olan büyükçe bir prematürenin  bezinin dış muşambasında  bir lira büyüklüğünde ıslaklık gördüm. Bezin  yarım saat önce değiştirildiğini öğrenince de ‘’tamam o zaman bu bebeğin solunum sıkıntısı birkaç saat içinde düzelir’’ dedim.

Ertesi gün bebek iyileşti tabii. O zamanlar hoca bebeğin bezine bakarak solunum sıkıntısının düzeleceğini söyledi diye epey konuşulmuştu. Oysa sadece yaş akciğer hastalığının fizyopatolojisini ile  gözlemimi bileştirip yorum yapmıştım.

Basit ama havalı değil mi?  Üstelik MR filan çekmeye gerek kalmadan yarın neler olabileceğini söylüyorsun.

Devamı gelecek.

 

 

KİMİN VAR BÖYLE BİR ŞEYİ

Hayat boyu unutulmaz ve sizden başka hiç kimsede olamayacak bir hediye aldınız mı hiç? Ben aldım.  KTÜ Halk Sağlığı Profesörü Dr Gamze Çan ( Tam benlik bir kız, hem Çayeli kızı, hem Çanakkale gelini, hem üretken, hem komik, hem de açık zihinli, olabilecek en iyi kombinasyonda bir bütünlük yani) bir gün düşünmüş ve Prof Dr Yavuz Özoran Hocamıza emekli olunca verilirse hocanın aşırı duygulanacağını tahmin ettiği için emeklilik öncesinde değerli bir hediye yapmak istemiş. Sonra da arkadaş çevresinde ‘’çok gizli bir proje’’  diye mailler atarak herkesi olaya dahil etmek istemiş,  ama hiç kimseden cevap alamamış. Sonradan anlaşıldığına göre o sıralar ‘Ergenekon Davası’ ön planda, her gün gazeteler, televizyonlar,  gece baskınları,   gözaltına almalar filan yazıyor, hatta bizim fakülteden bile  bir arkadaş alındı, bir hafta filan sorgulandıktan sonra bırakıldı, yok cep telefonları dinleniyor, yok insanlara sanal tuzaklar kuruluyor söylenceleri ayyuka çıkmış, işte böyle bir ortamda bizim Gamze Yavuz Hocaya sürpriz hazırlamaya çalışıyor, ancak  ‘’gizli proje’’ açıklamasını gören herkes oyuna geldiğini düşünüp maili açmadan siliyor. Gamze niye mailime cevap yazmadınız diye telefonla insanlara ulaşınca iş meydana çıkıyor. Her neyse işte Gamzenin o projesinin adı ‘Su gibi’ idi. Herkes Yavuz hoca ile ilgili bir anısını yazdı, daha sonra bunları kitap halinde bastırdılar. Sonra patolojinin salonunda hazırlanan bir törenle (hatta törene Yavuz Hocanın oğlu Emre de İstanbul’dan gelmişti) kitabı hocaya sunduk. Güya olacakları hocaya söylemeyip sürpriz yapacaktık, ama duydu bir şekilde, o da bize ikramlarda bulundu, hatta yıl başı olduğu için ufak hediyeler verdi. Bütün töreni Ali Çan (Gamzenin eşi, anatomide hoca) videoya çekerek CD yaptı.

İşte bu projelerden ikincisini bana yaptılar. Gamzenin aklına bu sefer ‘Benim İçin Donat’’ projesi gelmiş. Ali limon kasalarından küçük ve muhteşem şeyler yapar. Hatta limon sandıklarından yaptığı minyatür eşyalarla sergi bile açmışlığı vardır.  Benim için donat projesine de  20 adet tahta minyatür sandalye yaptı. Sadece bu sandalyeler bile görülmeye değer, inanılmaz bir emek ve zerafet var üzerlerinde. Sonra bu sandalyeleri tek tek  arkadaşlarıma dağıttılar ve  beni düşünerek o sandalyeleri donatmalarını istediler. Bu sefer ben kendim de projeyi bildiğimden bir sandalye de kendime donattım.

Sonra yine Yavuz hocanınkine benzer bir törenle sandalyeleri bana verdiler. Törende anlaşıldığı kadarı ile herkes birbirinden habersiz ancak hepsinin de ciddi ciddi beni düşünerek donattığı çok açık oldu. Çünkü hemen herkes benzer özelliklerimi vurgulamış; özgürlük, gezme isteği, doğa sevgisi, kahve keyfi, spritüellik, bilgiye açlık, şifacılık, liderlik, aile değerleri, hobilerde çeşitlilik vb. Üstelik de inanılmaz güzellikte döşenmiş her biri. Aşağıda bana söylenenleri kişilerin ağzından özetledim.

Ali bu töreni de kayda alarak CD’sini yaptı. Bir de sandalyeleri muhafaza edecek dolap yaparak bana hediye ettiler. Daha sonra bu dolabı tekrar gözden geçirmek ve kopan yerlerini yapıştırmak için Ali ve Gamze benim evime geldiler. Evimde biblo olarak seramik bir Nuhun gemisi var. Bundan yola çıkarak Prof Dr Sevgi Bahadır için ‘’Sevginin Gemisi’’ni yaptık. Benzer töreni ona da düzenledik.

Kimin var böyle bir hediyesi? Kendimi böyle yaratıcı arkadaşlara sahip olduğum ve bu arkadaşlara böyle ilham verebilmiş olduğum için kutsanmış hissediyorum.

1
Dolabımın genel görüntüsü
2
Kendim donattım; Dünyanın bütün yükü omuzlarımda, artık bu ağırlığın altında eziliyorum. Herkes beni yük hayvanı olarak görüyor, yorgunum, artık benden bir şey istemeyin.
4
Bunu döşeyen arkadaşım o günlerin modası Muhteşem Yüzyıl dizisinden de esinlenerek , benim takı merakıma vurgu yapmak için bunu döşemiş. Benim ilk okulda 23 nisanda Hürrem Sultan olduğumu bilmiyordu. Çay tiryakiliğimi vurgulamak için de sandalyeyi bir çay tabağına oturtmuş.
5
Bunu döşeyen liseden sınıf arkadaşımdı. Kendime ördüğüm hırkayı çok beğenince aynısını ona da örmüştüm. İkimiz bir örnek giyerdik. İsim ve soy isimlerimizin baş harflerinde GÖKAN yazısını oluşturup sıramızın arkasına yazmıştık. Sanırım Gökan’ın kim olduğuna dair epeyce soru işareti yaratmıştık.
6
Bu Yavuz hocanın donatısı. Sanırım ben ona sayfalar dolusu yazınca o da hem sandalyeyi bol bol donattı, hızını alamayıp bir de defter dolusu hakkımda yazdı.
7
Bu renkli kişiliğimmiş, pek çok ilgi alanımın olmasını temsil ediyormuş , arkadaşım nazikçe her boyayı boyadık bir fıstıki yeşil kaldı diyor.
8
Bu romantik döşemeyi Gamze kızı ile birlikte yaptı, şemsiye insanları birleştirme, çiçekler sevgi, uzun kuyruklar uzun etki alanımı vurguluyormuş
9
Uzak kaldığım bir arkadaşım özlem belirtisi olarak döşemiş
10
Özgür ruhumu vurgulamak istemiş, nazar almamamı istemiş
11
Bu da asistanlarımdan, melek hocalarının ( bu arada o ben oluyorum), deniz sevgisini vurgulamışlar, yetmemiş bir de beni denize benzeten ve deniz olmanın zor olduğunu anlatan bir de şiir yazmışlar.
12
Mukaddes yöresel değerlerden etkilendiğimi vurgulamak üzere yöresel bir sandalye döşemiş, her gün birlikte kahve içmemizi vurgulamak üzere kahve çekirdekleri ve yanına da kahvenin özelliklerinden söz eden bir bilgi kartı eklemiş.
13
Takip ettiğim çocuklarının benim de çocuklarım olduğunu yazmış, sandalyeye kahve fincanı ve tabağı eklemiş.
14
Bu da çocuklarını takip ettiğim bir çift, sandalyede steteskop, çalışkan arı ve melek ay ışığı var.
15
Asistanlarımdan sandalyeyi tarih sevdiğim için eskitmişler, melek hocaları imişim, çok bilgili ve iyi bir doktormuşum, bilgi ağacımın altında gölgeleniyorlarmış.
16
Bu çocukları sevdiğimi, yemek yemeyi sevdiğimi, doğayı denizi sevdiğimi, arkeolojiden hoşlandığımı ve de feminist olduğumu anlatıyormuş.
17
Bu da yine arkadaşım ama aynı zamanda çocuğunun doktoruyum, yani o yağlar boşa değil. Sandalyenin renkliliği gene renkli kişilik anlatıyormuş.
18
Ali bana bunu proje kapsamı dışında hediye etti kola kutularından yapmış
19
Sandalyelerden biri gezginliğime, diğeri doğa sevgime vurgu yapmak istemiş
20
Bu sandalye olduğum gibi görünen biri olduğumu anlatıyormuş, bana nazar değmemesi için de mavi boncuk takmış.
21
En derin anlamı olanlardan biri, beyaz renk ruhsal olgunluğu, saflığı temsil ediyormuş, tepedeki göz ise bazen ona arkamda da gözüm olduğunu hissettirdiğim içinmiş. Galiba sezgilerin güçlü demek istedi.
s
Beyaz mendil saflığı, ruhsal olgunluğu, mavi bordo kuşaklar ise futboldan haz etmediğimi anlatıyormuş.
22
Bu da Sevginin gemisi

3

VİETNAM LAOS KAMBOÇYA; İZLENİMLER 4

Kamboçya başkenti  Phnom Penh’de Pol Pot denen caninin yaptırdığı ölüm kamplarından birini, Tuol Sleng Soykırım müzesini gezdik. Daha önce nazilerin Polonya’da bulunan Auschwitz- Birkenau  kampını gezmiştim, burası daha korkunç göründü gözüme.  Bu kamptan sağ çıkan sadece iki kişi varmış, onların kitaplarını aldım. Kamboçya başkentinde elbette kraliyet sarayını da ziyaret ettik. Meğer Kamboçya Kralı önümüzdeki hafta evleniyormuş, sarayın önündeki gurup resmimizi paylaşıp ‘’kısmetimiz kapalı, ne yapalım, Kralı da elden kaçırdık’’ gibi bir paylaşımda bulundum. Bir çok arkadaşım nedense pek sinirlendi ‘’Kamboçya kralı da kimmiş, öyle uzaklara kız veremezlermiş’’ falan. Valla kral kimmiş bilemem ama akıllı bir adam olduğunu anladım; tam 14 şubatta evleniyor, böylece sevgililer günü ve evlilik yıldönümünü tek hediye ile geçiştirecek.

Continue reading… →

VİETNAM LAOS KAMBOÇYA; İZLENİMLER 3

Gezinin üçüncü ayağı Kamboçya idi. Burada Siemreap ve Phnom Penh Şehirlerini ziyaret ettik.

Siemreap dünyaca ünkü Anghor harabelerinin yanında kurulu bir şehir olduğu için Kamboçya’nın turizm başkenti demek mümkün, Phnom Penh ise siyasi başkent.

Anghordaki bütün harabeler UNESCO Dünya mirası. Üç gün süreli, toplu bir bilet alıp bütün harabeleri gezebiliyorsunuz, ancak biletlerin sürekli yanınızda olmasına özen göstermelisiniz, her tapınağın önünde bilet soruyorlar, göstermezseniz de içeri almıyorlar.

Continue reading… →

VİETNAM LAOS KAMBOÇYA; İZLENİMLER 2

Geziye Vietnam’ın Hanoi kentinden başladık, kuzey Vietnam’da Ha Long körfezini de gezip Laos’a, Luang Prabang şehrine gittik. Mekong Nehri yanında kurulu bu şehir  UNESCO dünya mirasını listesinde yer alıyor. Gerçekten de mimarisi hiç bozulmamış, rüya gibi bir yer. Bütün şehri ya da Mekong nehrinin en güzel kısımlarını tepeden görebildiğiniz bazı manzara noktaları var, şehir masal gibi, bir tane bile çatısız, sıvasız, uyumsuz yapı yok. Bütün şehir orman içinde, bir çok tapınaklar, stupalar barındırıyor. En çok Haw Kham dan (başkanlık sarayı tapınağı) ve başkanlık sarayının içindeki kırmızı duvardan etkilendim.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons