Monthly Archives: Ocak 2021

HASTA HASTAYI ÇAĞIRIR ve İLAÇLARI, DETERJANLARI KESİNLİKLE KENDİ KUTULARINDA MUHAFAZA EDİN

İzolasyon günlerinde bazı ilginç hastalarını yazan ve bunları sosyal medyada paylaşan bir meslektaşım var, her bir hastası bana birçok şey hatırlatıyor. Mesela ilk hastası bir östrojen (kadınlık hormonu) zehirlenmesi vakasıydı. Bana anımsattıkları şunlar…

Henüz asistanlığımın ikinci yılındayım, o yılın yarısı (benim durumumda 8 ayı)  servislerde kıdemli asistan olarak geçer, geride kalan aylarda da kardiyoloji, nefroloji gibi departmanlarda çalışılır. Benim ilk departmanım endokrindi, o ay hocam Nurşen Yordam beni çok beğenmiş ve tekrar yanına istemişti, zaten bundan sonra uzman olana kadar neredeyse sürekli endokrindeydim,  bir departmanda en uzun süre ile çalışan asistan rekoru bende değil biliyorum, ama eğer Nural son yılının tamamını göğüs hastalıklarında geçirmemiş olmasaydı, rekor bende olabilirdi.

Benim endokrindeki ilk ayımda bütün meslek hayatım boyunca gördüğüm 3 östrojen zehirlenmesi vakasının hepsini peş peşe görmüştüm. Hastaların her biri meme büyümesi ile gelen 4-5 yaşlarında erkek çocuklardı. Bazı yaş guruplarında mesela yeni doğan ya da ergenlik döneminde yahut yaşı ne olursa olsun şişman erkek çocuklarda meme gelişimi oldukça sık rastladığımız bir şeydir, ancak bu yaş gurubunda meme büyümesi her iki cinste de önemli bir hastalığın bulgusu olabilir.

Ben de oldukça acemi bir hekimim, ancak Allah tarafından ilahi bir yardım alarak, doğru hikaye almayı başardım da çocuğa bir sürü gereksiz tetkik yapmadık.

Östrojen zehirlenmesi, kişinin dışarıdan yüksek miktarda kadınlık hormonu alması sonucunda gelişir. Bu yaş çocuğu mesela yanlışlıkla annesinin doğum kontrol haplarını içerek zehirlenebilir.

Hormon yüksek dozda ve aniden alınmış olduğu için çok kısa sürede ortaya çıkan ve çabuk büyüdüğü için de bayağı ağrılı meme büyümesi olur. Bu ilk vakada tuhaf olan çocuğun memelerinin yavaş yavaş büyümesiydi. Anneye doğum kontrol hapı kullanıyor musun, çocuk onlardan içmiş olabilir mi diye sorunca, bir kutu hapı kaybettiğini hatırladı. Sonra o paketi içinde çok az miktarda kalmış bir şekilde çocuğun oyuncakları arasında buldular. Meğer çocuk annesini hapları içerken görmüş, o da annesi gibi teker teker kullanmaya başlamış. Hal böyle olunca da memeleri yavaşça büyümüştü.

Bu vakanın üzerinden daha bir hafta bile geçmeden ikinci vaka gelmişti, bu kez hikaye daha tipikti, ancak anne kesinlikle doğum kontrol hapı kullanmadığını iddia ediyordu. Daha sonra kadınla teke tek konuşunca, eşinden gizli hap kullandığını hatta, eşi anlamasın diye haplarını çocuğun bonibon kutusunda sakladığını öğrenmiştik.

İnanmayacaksınız ya da hekimseniz kolayca inanacaksınız, bütün meslek hayatım boyunca gördüğüm 3 östrojen zehirlenmesinin üçüncüsünü de o ayın içinde görmüştüm.

Şimdi bu vakalardan ne ders çıkarmalıyız.

En önemli ders, kesinlikle ilaçları bitene kadar kendi kutuları içinde saklayın. Bunun dışında deterjan, çamaşır suyu gibi maddeleri asla kutusundan başka bir şeyde saklamayın. Çok tehlikelidir.

Çocuklar gariptir, en güzel yemeği yemezler de gider çamaşır sularını içer, olmadık şeyleri yerler.  

Mesela bir acil nöbetimde birbirinden farklı 2 aile çamaşır suyu içmiş birer çocuk getirmişti. Çamaşır suyu içmiş çocuk kadar korkutucu bir şey yoktur. Bütün yemek borusu yanar, aylarca, yıllarca hastanede yatan, defalarca ameliyat olan çocuklar bilirim. Hatta bu çocuklardan birini ailesi terk etmişti ve çocuk hastaneden başka bir ev bilmiyordu, sonunda büyüyünce çocuğu posta olarak hastanede işe almışlardı.

(Burada hekim arkadaşlara bir kuraldan daha söz edeyim, ilaç zehirlenmesinden kuşkulandığınız ve ilaç içme hikayesi alamadığınız durumlarda, aileden, evdeki bütün ilaçları getirmesini isteyin. Sonra da üşenmeden kutuların içindeki ilaçları sayın, kutunun alındığı tarihle, hatanın günlük ilaç kullanma miktarı ile kutunun içindeki miktarı karşılaştırın. Bu şekilde bir hayli hastaya tanı koyduk.)

Şimdi burada hekim arkadaşlara çok tanıdık gelen ikinci kuraldan söz edeceğim; hasta hastayı çeker.

Henüz son sınıf öğrencisiyim, acilde çalışıyorum, bir nöbette 6 aylık hamile, karnı ağrıyan bir hasta geldi. Bu hastayı tanıyordum, çünkü kayınpederi çok tanınmış bir hocamız, eşi de doktor arkadaşımızdı. Kızcağıza apandisit tanısı koyulup, acil ameliyata alındı.

Aradan birkaç saat geçtikten sonra acile 6 aylık hamile, karnı ağrıyan bir başka kadın daha gelmesin mi? O hasta da apandisit olmuştu. Biz hepimiz şaşkınlık içindeyken, cerrahinin başasistanı bize ne şaşırıyorsunuz ki ‘’hasta hastayı çeker’’ demişti. Bu sözü ilk ondan duydum ama daha sonra çok kullandım.

Mesela ben endokrinci olmama rağmen bütün meslek hayatımda sadece 6 tane feokromasitoma (bir çeşit böbrek üstü bezi tümörü) vakası gördüm, çünkü özellikle çocukluk yaş gurubunda oldukça nadir görülen bir tümör çeşididir.

İnanmayacaksınız ama, henüz Hacettepe’de asistanken, pek tabii gene endokrinde çalışırken, ilk 2 hasta, 2 gün ara ile başvurdu. Üçüncü ve dördüncü hastalar arasında 2 hafta, beşinci ve altıncı hastalar arasında da 2 ay filan zaman vardır.

Yani gerçekten hasta hastayı çeker. Bulaşıcı hastalıkları elbette birbiri peşi sıra görmek doğaldır. Bazı zehirlenmeler (mantar, atropin, organik fosfor) de mevsimsel olarak artar. Mesela yeni tanı diabet hastaları aynı ay içinde koma ile gelirler. Ya da suda boğulmalar, güneş çarpmaları peş peşe gelir. Bunlar beklenen şeyler, ancak hastanın hastayı çektiğine dair o kadar çok örnek yaşadım ki, bir çoğunu hatırlayamıyorum bile, hatırladıklarımdan bazılarını daha yazmaya çalışayım.

Ataksia telanjiektazi denilen oldukça nadir bir genetik hastalık vardır. KTÜ’de çalışırken eğer bir çocuğa tanı koyarsam bilirdim ki yakında bir başkası daha gelecek. Bir ara bu o kadar sıkça başıma geldi ki, çocukların dosyalarını çıkartıp, nereden geldiklerine baktım. Daha sonra geldikleri köyleri harita üzerinde tespit edince, oldukça yakın köyler olduğunu keşfettim. Böylece Akçaabat ilçesinde bu genetik hastalığın sıkça görüldüğü (çünkü akraba evliliği sık) bir bölge keşfettim. Böylece o bölgede akraba evliliklerinin tehlikeleri konusunda eğitim toplantısı filan yaptım, ama tabii bir işe yaramadı.

(Yeri gelmişken ek bir kural daha vereyim, her çocuk doktoru aynı zamanda halk sağlıkçıdır, koruyucu hekimliğe canı gönülden inanır. Aşılara hayrandır. Çünkü aşıların ne kadar çok hayat kurtardığını gözleriyle görmüş, bütün benliğiyle yaşamıştır.)

Başka bir hasta hastayı çeker sözü örneği olarak da renal tubuler hastalıları verebilirim. Mesela bir renal tubuler asidoz tanısı koydunuz, 1,2 hafta içinde en azından bir Gitelman sendromu tanısı kaymanız kaçınılmaz gibi bir şeydir.

En nadir hastalıklardan birinden bütün hayatınız boyunca diyelim 2 kez gördünüz, muhtemelen birbirine oldukça yakın tarihlerde, aynı ayda, aynı haftada, hatta aynı nöbette görmüş olma olasılığınız bayağı yüksektir. Mesela ben endokrinci olduğum için bir çok diabet hastası, bir çok diabet koması gördüm elbette. Ancak bütün bu süre boyunca, diabet olduğunu bildiği halde, yeni karıştığı çevresinden, hasta olduğunu saklamak için insülin yapmayıp komaya giren sadece 2 hastam oldu. Elbette ki, ikisi de aynı ay içerisindeydi. Biri yatılı okula başlamış, diğeri ise yeni evlenmişti. İnsülin yapmayıp komaya girmişlerdi.

Diabetli hastaların gizlice fazladan insülin yaptıklarını oldukça sık gördüm, ancak insülin yapmayı bırakmaları çok daha nadirdir. Bırakma durumunda genellikle hastanın uyumsuzluğu söz konusudur. Böyle etraf görmesin diye insülin bırakan başka hastam olmadı.

Aynı nöbette her ikisi de tükenmez kalem ucunu soluk borusuna kaçırmış iki çocuk, ağır hidrosefalisi olan iki bebek, ne bileyim ateşli havale geçiren bir çocuğun işlerini bitirmeden, bir başkasının kapıdan içeri girmesi gibi sayamayacağım kadar çok hasta bir birini çekti.

Hatta bu sefer kıdemli asistanken, bir hafta sonu nöbetinde aynı çocuk hem cumartesi öğleden sonra, hem de pazar sabahı kafa derisini yarıp acile gelmiş ve 8 saat arayla çocuğun kafasına birkaç dikiş atmak gerekmişti. Hayır, hemen aklınıza geldiği gibi istismara uğrayan bir çocuk değildi, sadece azimliydi, başladığı yaramazlığı yarım bırakmak istememişti. Annesi ise üzüntüden, suçluluktan sinir krizi geçiriyordu. Kadını azimli bir çocuğun var, başına ne gelirse gelsin merakını tatmin etmek istiyor, isteklerinin peşinden gidiyor diyerek rahatlatmıştım.

Bu da bir başka çocuk hekimi kuralıdır. Çocuk doktoru olarak anneleri rahatlatmanın, öz güvenlerini sarsmamanın ne kadar değerli olduğunu biliriz. Annenin sakin ve kendine güveni olanını severiz, çocuğun sağlığı ve esenliği için panik halinde bir anne istemeyiz.

ISPANAK KÖFTESİ

En çok sevdiğim sebzeler yeşil yapraklardır. Ispanak için her zamankinden farklı tarifler denemek istedim.

İÇİNDEKİLER

1 bağ ıspanak

1 havuç

¼ kalıp Beyaz peynir

Tuz/ acı biber

3 kaşık Mısır unu

Zeytinyağı

YAPILIŞI

İyice yıkanmış ıspanaklar, çok az tuz, biraz acı biber eklenerek, 1 kaşık zeytinyağında hafifçe yumuşayana kadar sotelenir. Ispanaklar soğuduktan sonra elde sıkılarak suyu süzülür ve bıçakla küçük parçalara ayrılır.

Havuç kalın rende ile rendelenir.

Beyaz peynir ufalanarak parçalara ayrılır.

Mısır unu, havuç, peynir ve ıspanaklar birlikte yoğrularak ceviz büyüklüğünde toplar haline getirilir.

Ispanak köfteleri az yağda çevirerek pişirilir.

Köfteler bu şekilde yenilebileceği gibi, yarı kızarmış köfteleri bir tepsiye alarak, üzerine istediğiniz peyniri rendeleyip, üzeri kızarana kadar fırınlayabilirsiniz.

Bence sadece tavada az yağla kızarmış hali çok daha güzel oluyor. Ispanak köftelerini  herhangi bir et yemeğinin yanında servis edebilirsiniz. Ertesi güne kalırsa, üzerlerine yumurta kırarak kahvaltıda yiyebilirsiniz.

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2021 ŞUBAT AY

Şubat ayının 13ünde Recep ayı yani üç aylar başlıyor, 18 Şubat, Perşembe  günü yani Recep ayının 6sı ise Regaip kandili.

Şubat ayının ismi Süryanice ve İbraniceden gelmektedir, aslında bu gün kullandığımız miladi takvimin ilk kullanıldığı zamanlarda ismi bile olmayan ve yılın son günleri kabul edilen bir zaman dilimiydi ( o zaman ilk ay mart ayı idi, adını savaş tanrısı marstan alır). İşte bu nedenle dünyanın güneş etrafında dönüşlerinden artan 6 saate yakın zaman artığı her 4 yılda bir şubat ayına  bir gün eklenerek düzeltilir. Geçen yıl artık yıldı( şubat 29 gündü) bu yıl ise 28 gün sürecek.

Normalde Ocak ayının sonu Zemherinin yani en soğuk günlerin de sonudur, ancak benim 60 küsür yıllık ömrümde, Şubat ayının Ocaktan daha sıcak olduğuna hiç şahit olmadım. Hele bu yıl kış birkaç hafta daha kaydı, şubat soğuk geçecek sanırım.

Şubat ayındaki fırtınalar; 1 şubat hamsi fırtınası ( hamsi ve diğer soğukta yağlana balıkların en leziz zamanıdır); bundan sonra birkaç gün süren fırtınalar söz konusu olabilir. 20 şubatta havaya, 27 şubatta karaya, 6 martta suya cemre düşer. Yani şubat sonundan itibaren ısı artışı beklenir, ancak tam da cemre düşme zamanlarında fırtına ve kötü hava olması normaldir.

Ay döngüsüne bakacak olursak; 11 Şubat;  saat 22:05 te, kova burcunda yeniay, 27 Şubat, saat 11:17de başak burcunda dolunay olacak. Özellikle, başak disiplinini ve terk etme enerjisini barındıran 28 şubat diyete başlamak için çok uygun bir gün gibi görünüyor. 

Ay, 3 şubatta dünyaya en yakın,18 şubatta en uzak konumunda, 18 şubatta ay ve mars birbirine çok yakın, 26 şubatta ise Merkür, Jüpiter ve Satürn oldukça yakın konumda olacaklar.

Bu ay hemen bütün ay boyunca Merkür retrosunun ya da durağan enerjilerinin etkisi altında olacağız. Bu da önümüzdeki ayı yarım kalmış işleri tamamlamak, eski defterleri açmak, eskiden verilmiş kararları harekete geçirmek için uygun, yeni kararlar almak, yeni işlere başlamak için kötü bir zaman demek. İletişim kazaları, elektronik arızalar olabilir.

Merkür retrosu deyip geçmemek lazım. Bu yazıyı eklemek için bloğu açmaya çalıştığım zaman şifrem kabul edilmedi. Bin bir uğraşıdan sonra yeni şifre alıp girebildim.

BUZLUK KIRPIKLARINDAN GÜZEL BİR KIŞ ÇORBASI, BULGUR KÖFTELİ ISPANAK YEMEĞİ

BUZLUKTA KALAN MALZEMELERDEN YAPILAN ÇORBA

Sık sık, kilerde, buzlukta yemek yapmaya yetmeyecek miktarlarda artan malzemelerden aşure gibi çorbalar yaparım. Hal böyle olunca da genellikle her yaptığım çorba diğerinden farklı olur.

Bu gün yaptığım çorba oldukça bol malzemesi olan bir çorba idi.

İÇİNDEKİLER;

8-10 adet hazır mantı; hazır el açması mantılar çıktığından beri sıkça alır buzluğa atarım, bizim evde mantıdan çok makarna sevilir, mantıyı genellikle çorbaların içinde kullanıyorum. Mantının torbası delinmiş, alttaki nohut torbasının üzerine birkaç mantı tanesi düşmüş, işte bu taneler bu yemeğe kattım.

6-7 tane bulgur köftesi; geçen ay bulgur köfteli ıspanak yemeği yapmıştım, artan köfteleri her çorbaya eklediğim için, sadece bu kadar kalmış. Çorbaya koyduğum mantı çok azdı, bu köfteleri de ekledim.

Bir avuç haşlanmış nohut; her zaman buzluğumda olur, çorbalara, pilavlara, sebze yemeklerine avuç, avuç nohut atarım.

Bir avuç haşlanmış barbunya fasulye; bunu da yanılmıyorsam lahana çorbası yapmak için haşlamış, fazlasını buzluğa atmıştım.

İki tane közlenmiş kapya biberi; kendi yetiştirdiğimiz biberlerden közlenmiş biber yapıp buzluğa atıyoruz. Bu biberler tarlada sona kalan biberlerdendi, tam kızarmadan yarı yeşilken toplayıp közlemişiz.

Dört kaşık domates püresi, 1 büyük buz küpü kadar et suyu, buzluktan çıkmasa da yeni kar yağmış bahçeden yarı donmuş bir demet taze kişniş.

Buzluktan olmayan 1 kaşık tereyağı, 1 kaşık un, tuz, acı pul biber ve su.

YAPILIŞI;

Aslında unlu köz biber çorbası yapmak için buzluğu açmıştım;

Unlu biber çorbası yapmak için önce közlenmiş biberler ufak parçalar halinde kesilir. Bir kaşık un, bir kaşık tereyağında kokusu çıkana kadar kavrulur. İçine su eklenir, topaklanmaması için karıştırarak kaynaması beklenir. Kaynadıktan sonra içine iyice kıyılmış, közlenmiş biber, tuz, pul biber, et suyu (isterseniz tablet şeklinde) koyularak, pişirilir.

Eğer pürtüksüz bir çorba isteniyorsa blendırdan geçirilir. Bu çorba kendiliğinden kırmızı olduğu için ayrıca salça gerekli değildir. İstenirse, özellikle de içine et suyu koyulmadıysa, lezzet artırmak için süt ya da krema koymak da mümkündür, renk biraz daha açık olur. Süt ya da kremanın kesilmemesi için, içine bir miktar çorba katıp, karıştırarak ısıtmak, daha sonra çorbaya eklemek gerekir.

Ben bu çorbayı yapacaktım, ancak biber oldukça azdı ve rengi yeşile yakındı, o nedenle içine domates püresi koydum. Sonra da buzlukta ufak tefek ne kalmışsa ekledim. Üzerine de taze kişniş koydum.

Çok güzel bir kış çorbası oldu.

BULGUR KÖFTELİ ISPANAK YEMEĞİ

Bulgur köftelerini bu yemek için yapmıştım, yarısını yemeğe katıp, yarısını tekrar aynı yemeği yapacağım zaman için saklamıştım, ancak bu süre boyunca hemen her çorbaya bir avuç köfte attığım için, bu çorbaya birkaç adet kaldı.

İÇİNDEKİLER

Yarım kilo ıspanak

1 orta boy soğan

1 su bardağı köftelik bulgur

Yarım su bardağı un

Tuz, tatlı toz biber, acı pul biber

1 kaşık tereyağı, zeytinyağı

YAPILIŞI

Bir bardak ince bulgur üzerine aynı ölçüde kaynar su eklenir, üzeri kapatılıp, bulgurun şişmesi beklenir. Bulgur şiştikten sonra yarım bardak un, tuz, biber eklenerek yoğrulur. Fındık büyüklüğünde köfteler meydana getirilir. Bu köfteleri sade yapınca her türlü çorba ve yeşil yapraklı sebze yemeklerine katmak çok güzel oluyor. Çorbalarda çiğ, ıspanak gibi çabuk pişen sebzeler için önceden haşlayıp, sonra yemeğe katmak lazım.

İçine biraz salça ve maydanoz koyunca, haşlayıp üzerine sarmısaklı yoğurt ve salçalı yağ dökerek meze gibi de yenilebilir.

Ben genellikle fazla yapıp, haşladıktan sonra buzluğa kaldırıyorum.

ISPANAK YEMEĞİ HALİNE GELMESİ

Yemeklik doğranmış soğanı yağda pembeleştirdikten sonra yarı haşlanmış köfteler içine atılır ve köfteler de soğanlarla birlikte biraz yağda çevrilir. Bundan sonra ıspanaklar, çok az su ve tuz koyulduktan sonra tencerenin kapağı kapatılarak, ıspanaklar sönene kadar pişirilir.

Ispanaklar henüz yeşilken yemek iyice karıştırılıp, tatların birbirine iyice geçmesi için servisten önce 5 dakika dinlenmeye bırakılır.

Buzluk temizleme çorbası
Bulgur köfteli ıspanak yemeği

SIRADIŞI BİR HAFTA SONU YAŞADIM, GECİKMELİ OLSA DA SONUNDA KIŞ GELDİ, ÜLKEYE AŞI GELDİ, AĞAÇ DİLE GELDİ.

Geçen yıl boyunca salgın endişesi ile yaşadık, bu yıl kuraklık endişesi, devam eden salgından bile ön plana çıktı.

Sonbahardan itibaren ne yağmur ne de kar yağdı.

Kış gecikti, barajlar bomboş kaldı, eğer bundan sonra yeterince yağış olmazsa önümüz ciddi kuraklık gibi görünüyor.

Her şey gibi havalar da garip gidiyor, kış ortasında sıcak lodos havaları yaşadık, neyse ki lodos sonunda gözündeki yaşları döktü; geçen haftadan itibaren bütün ülkeye kar yağmaya başladı. Bizim köy normalde yılın ilk karını Aralık ayı sonunda alırdı, ancak bu yıl Ocak ayının sonunda kar yağmaya başladı.

Kar yağışı bizi biraz olsun sevindirdi, umarım barajları doldurmaya yetecek kadar kar yağar, yoksa halimiz harap.

Geçen haftanın diğer sevindirici gelişmesi ise, ülkemize en azından, en riskli gurubu aşılamaya yetecek kadar aşının gelmesi oldu. Öncelikle, sağlık çalışanları aşı olmaya başladı. Aşı olan bir sürü hekim aşı olurken resim çektirip sosyal medyada yayınladı. Çünkü aylardan beridir (aşı çıkma ihtimali belirdiği ilk andan beri), aşıya karşı bir kötüleme hareketi başladı. Sonuç olarak,  insanların çoğunda ciddi bir güvensizlik hissi ve aşı karşıtlığı gelişti.  Kime sorduysam aşı olmayı düşünmüyorum diyor, benim aşı olmak istediğimi duyunca da beni caydırmaya çalışıyordu.

Bu aşı o kadar yeni ve aceleyle kullanıma sunuldu ki, salgını durdurmaya yetecek aşıyı imal etmek için uzun aylar belki de yıllar gerekecek. Dünya Sağlık Teşkilatının açıkladığına göre zaten var olan aşının %95ini 10 ülke almış, yani üretilen aşı miktarı kadar, dağıtımda ciddi bir problem var.

Sonuç olarak bize gelen aşı miktarı da yeterli olmadı. Peyderpey aşı yapılacaksa, aşı olacak kimselerin sırasını belirlemek çok önemli.  Sağlık Bakanlığı, aşı olma sırasını belirleyen bir risk tablosu açıkladı. Buna göre en yüksek risk sağlık çalışanları ve ileri yaştaki vatandaşlar, daha sonra daha genç yaşta olup da kronik hastalığı olanlar ve bunun gibi aşı sırası belirlendi.

Bu tabloya bakınca benim biri 70 yaş, diğeri 65 yaş üzeri olan iki ablama sıra benden çok daha önce geliyordu. Ben ise en düşük risk gurubun da yer alıyordum. Hane halkına önce sizin için aşı çıkacak, bana muhtemelen aşı çıkmaz, ben sizden çok sonra aşı olacağım diye açıklama yaptım. Bunu duyunca büyük ablamız (oldum olası komplo ve felaket senaryolarına bayılır, bir şey yapmak gerektiğinde, milyonda bir olumsuz ihtimal varsa, önce o ihtimalin gerçekleşeceğini düşünerek, hemen yapmaktan vaz geçer, ayrıca canı da çok ama çok kıymetlidir),  hemen ‘ben öyle hemen aşı olmam, önce herkes olsun, kimseye bir şey olmazsa, ondan sonra belki’ diye itiraz etti. Ben de salgın başladığından beri sadece bahçeye  çıktığı için daha da ziyade inandığı bir şeyden vaz geçirmenin zorluğunu bildiğim için bu sözlerine cevap bile vermedim.  

Geçen hafta sosyal medya bütün çalışan arkadaşlarımın aşı pozları ile doluydu. Bu görüntüler içimde gerçekten bir umut ışığı yaktı, artık tünelin sonundaki ışık görünmeye başladı diye düşündüm. Aşı olma imkanı bulamadan ölen meslektaşlarım ve sağlık çalışanları için tekrar dua ettim.

Cuma akşamı Gamze Çan (KTÜ’den ÇÖMÜ’ye gelen halk sağlıkçı arkadaşım) bana bir mesaj çekip, emekli hekimler için de aşı kararı çıktı, hemen randevu al, hafta sonu sokağa çıkma yasağı var ama aşı randevum var deyince kimse ses çıkartmıyor dedi. Ben de Cuma akşamı saat 18.45 filan, bir yandan online bir sohbet programındayım, onu dinliyorum, diğer yandan aşı için randevu almaya çalışıyorum.

Derken, 15 Ocak, saat 19.40 için randevu aldım.

Fakat o anda bile içimde garip bir duygu, beni uyaran bir iç ses var. Bu sesi vicdan azabına yordum;  çünkü ben fiilen çalışmıyorum, aşı olursam başka birinin hakkını gasp etmiş olurum diye düşünüyorum. Bazı arkadaşlarım, emekli hekimlere aşı önceliği verilmesinin  sebebi salgın iyice kontrolden çıkarsa göreve çağırabilmek, deyince gönül rahatlığı ile tamam   aşı oluyorum diye düşündüm.

Fakat hala içimde tuhaf bir his var,  bu sefer de muhtemelen, kar yolları kapatacak ve randevuya gidemeyeceğim diye düşündüm. Çünkü yabancıların bağırsak içgüdüsü dedikleri, beni yıllar boyu uykularımdan iğne batmış gibi uyandıran bu iç sesime çok güvenirim.

Ertesi sabah oldu, karlar erimiş, içimden hala ciddi ölçüde uyarılıyorum.  Gamze sabah arayıp kar sizin yolları kapatmadan hemen randevuna git dedi. Ben ise emin olamıyorum acaba randevuyu alabilmiş miyim, bizim köyde internet kesildi sen bakar mısın dedim. Sen hemen arabaya bin yola çık ben kontrol ediyorum dedi. Böylece anladık ki meğer ben Cuma akşamı için (yani artık dün) randevu almışım. Gamze hemen yeniden bugün için randevu aldı. Ben de saat 11de ÇÖMÜ hastanesine aşı olmak üzere gittim.

Tam aşı olacağım, son dakikada ne göreyim dersiniz, meğer Gamze o stresle bana Devlet Hastanesinden randevu almış, yani yanlış hastanedeyim. Neyse bir gün önceden aldığım randevu işe yaradı, sistemde adım çıktı, aşımı yaptılar.

Ben de resim çektirdim ve sosyal medyada paylaştım. Birkaç kişi sen olduğuna göre ben de olacağım yazdığı için sevindim. Hatta ben aşı olmak için bekleyeceğim, Çin aşısı olmam diyen ablam da hevesle kendine sıra gelmesini bekliyor.

Gamze ile yaptığımız şaşkınlıkları kimseye söylememe kararı almıştık ama dayanamadım yazdım.

İlginç olarak eve döndükten sonra kar gene yolları kapattı. Sabah sanki beni aşıya göndermek için yollar açılmıştı.

Bu hafta bir de açık öğretim sınavlarına girecektim. Cumartesi sabahı saat 4 gibi uyandım ve hemen sınava gir diyen iç sesimi susturup da bir türlü uyuyamadım. Daha önce sınavlar ilan edilen günde saat 10da başlamıştı, sıcak yatağından çıkma şimdi saatini bekle diyen mantık sesim çok cılızdı. İnternete girdim ve sınavın açıldığını gördüm, inanmayacaksınız ama sabah saat 4ünde online sınava girdim. İyi ki girmişim çünkü gün ağarınca internet de gitti, şimdi pazartesi günündeyiz hala tam kapasitede değil.

Yani benim iç sesim cumartesi günü fazla mesai yapmak zorunda kaldı.

Ancak hafta sonu beni çok üzen bir başka işaret daha aldım, bir fidanım 3 santim tutan kardan kırıldı. Bu fidanın öyküsünü sanırım yakında yazmam gerekecek. Göreceğiz.

BU YIL YAĞIŞLAR OLDUKÇA KIT, BÜTÜN BARAJLARDA SU SEVİYESİ DÜŞÜK, ÖNÜMÜZDEKİ GÜNLERDE SUSUZLUK EN BÜYÜK SORUN HALİNE GELEBİLİR.

Bu yıl havalar bir garip, mevsimler belli değil, kış mı yaz mı anlayamadık, ciddi kuraklık tehlikesi var.

Sonbahar, sonbahar gibi geçmedi. Eylülden itibaren bol bol yağmur alan Çanakkale’ye neredeyse hiç yağmur düşmedi.  Geçen yıl yerel köylülerin yağmurun yeterli olup olmadığını yerlerde biriken göletlerden anladığını öğrenmiştim. Köylülerin karasu patlağı dedikleri bu göletler yer altı sularının doygunluğa ulaştığının göstergesi oluyor.

Geçen sene yüzey göllenmeleri olmadığı için, köyde köylün içme suyu ile sulanan bahçelere sebze ekilmesine izin verilmedi. Buna rağmen Ağustos ayında hayvanların sulandığı saatlerde sıkıntı oldu.

Bizim köyün içme suyu, orman içerisinde bir kaynaktan geliyor. Kaynağı merak edip de bir kez gittim. Arabamı neredeyse çeviremeyip, orada bırakacaktım, kaynak o kadar dar ve tehlikeli bir yolun son noktasındaydı.

Özellikle yağmurun çok az olduğu yaz aylarında köy suyunun tadı biraz farklı oluyor. Oldukça kireçli bir su ve tadı da özellikle yazın tuhaflaştığı için biz içmiyoruz. Ancak bu su çevrede şifalı kabul ediliyor (nedenini anlayamadığım şekilde tatlı su diyorlar), zaman zaman dışarıdan gelip de köy çeşmesinden su dolduranları bile görüyorum.

Köyün bahçelerinin büyük kısmında yüzeysel kuyular var. Bir de aşağımızdaki köylerin şeftali bahçeleri için sulama kanalları var. bu kanallar yaz aylarında Umurbey’deki bir barajdan gelen su ile dolduruluyor. Özellikle Ağustos ayında bu kanaldan su çekilerek tarlalarda  ve hayvanlar için kullanılıyor, bu aylarda köy yollarında traktörler arkalarında su tankerleri ile vızır vızır dolaşıyor. Yani su kullanılmasının yazılı olmayan kuralları var. Birinden kuyusundan su çekmek için izin istemek gerekiyor, kuyu sahibi de genel olarak ‘hayrat mı açtım’ diye biraz nazlanmadan izin vermiyor.

Geçen sene bizim zeytinlikteki kuyudan bizden habersiz o kadar su çekmişler ki kuyudan su gelmemeye başladı. Fazla kullanıma bağlı yer altı suyunda bozulma olmuştu. Kuyuya bir sürü masraf yapıp, bir ay kadar su çekmeyince işler düzeldi. Ancak ben de henüz kuraklık bile gelmeden özellikle de tarım yapan insanlar için suyun önemini, yaşayarak  bir kez daha anladım. Bahçeyi ve kuyuyu bin bir kilit altına aldım mecburen. Bu sene kuyumu kimseye kullandırmayacağım. Çünkü bu yıl sonbaharda geçen seneki kadar bile yağmur yağmadı.

Kış da her zamankinden farklı geçiyor. Geldiğimizden beri, her yıl Aralığın 20’si civarında ilk kar serpiştirir, Ocak ayının ilk haftası içerisinde de adamakıllı kar yağışı olurdu. Hatta bir hafta kadar evde mahsur kalırdık. Şubatın son haftasına kadar zaman zaman kar yağar, biz de her yıl aralıklı olarak neredeyse 2 hafta arabalarımızı çıkaramaz, yani evde mahsur kalırdık. Bu yıl evde mahsur kalma konusundaki fikirlerimiz kökten değişti, o zamanlar şehre inmemek mahsur kalmak demekti.

Bu yıl ise Ocak ayının ortasına kadar hava sıcaklıkları 15-18 derece bandında değişti. Çünkü günlerce süren şiddetli bir lodos fırtınası var. Lodosun gözü yaşlıdır diye bir atasözü vardır, çünkü ardından yağmur gelir. Bu sene de öyle oldu, ancak hala yağmur miktarı çok az, üstelik bu yağmur  daha önce hiç tanık olmadığım gibi yağıyor,  havada büyük bir baskı ve nem var, aniden birkaç dakika ile birkaç saat arasında aniden kovadan boşalırcasına yağıp, aniden kesiliyor.

Önümüzdeki hafta da kar yağışı gelecekmiş, büyük bir hevesle bekliyoruz. Çünkü,  neredeyse Türkiye’nin bütün barajları gibi, Çanakkale ilinin merkezinin tek su kaynağı olan Atikhisar barajı da hemen hemen boş. Gerçekten güzelce kar yağması gerekli ki, bu yıl, özellikle de yazın su sıkıntısı olabildiğince az çekilsin. Çanakkale ilinin ana geçim kaynağı tarım olduğu için susuzluk gerçekten büyük problem olur.

Köyümüzün çevresindeki ormanlarda yenileme çalışmaları var, bir çok ağaç kesiliyor ve orman gençleştirilmeye çalışılıyor. Köylülerimiz bu kuraklığın çevredeki ormanların azalmasına bağlıyor. Bu düşüncelerinde haklı olduklarını düşünmeden edemiyorum. Ancak bütün ülkede sıcaklıklar mevsim normallerinin çok üzerinde seyrediyor. Bu mevsimsiz sıcakların gelip geçici bir durum olması da mümkün, ilkim değişikliğinin ve küresel ısınmanın bir sonucu olması da mümkün. Yaşayıp göreceğiz.

Uzun zamandan beri içinde salgın olmayan ilk yazım bu sanırım, ancak susuzluk da salgın kadar hatta daha da ürkütücü.

NİL, NİLOŞUM, ‘DOKDOK AYŞEM’İN BEBİŞİ, ŞİMDİ HEPİMİZ ONUN BAŞINA KALDIK; AYRICA BU İZOLASYON GÜNLERİNDE BİZİM BARBİ BEBEĞİMİZİN İÇİNDEN BİR MUTFAK CANAVARI ÇIKTI

Geçen ay kuzenim ve eşi de salgına yakalandılar. Sibel, evde 2 haftada, Orhan ise 10 gün evde, 10 gün de hastanede, toplamda 3 haftada nihayet hastalıktan tamamen iyileştiler.

Yılbaşında nihayet, İstanbul’da yaşamakta olan çocukları Nil ve Ege, anne ve babalarını görmek için Trabzon’a gelebildiler. Çocukların ikisi de İstanbul’da avukat olarak çalışıyorlar. Yılbaşındaki 4 günlük genel sokağa çıkma yasağının başlamasından hemen önce, 31 Aralık günü en son tarifeli uçakla Trabzon’a geldiler.

En sonunda sağlıklı bir şekilde bütün aile güzel bir yılbaşı yemeği yediler. O gece, görüntülü konuşma yaptık, Ege annemin yemeklerini çok özlemişim hiç yemedimse birkaç kilo yemek yedim diyordu, yani hepsinin keyfi yerindeydi.

Bir gün sonra çocukların telefonlarına bindikleri uçakta koronalı vaka olduğunu bildiren bir mesaj gelmiş. Böylece, 5 gün karantinada kalmaları, sonra da test yapmaları gerekti.  Sözüm ona anne ve babalarının koronayı atlatmaları şerefine Trabzon’a geldiler, neredeyse kendileri de hasta olacaktı. Neyse ki, havaalanında ve uçakta maskelerini hiç indirmemişler ve her ikisi de negatif çıktı ama Trabzon’da kalış süreleri mecburen uzadı.

Sibel ve Orhan’ın sağlığı düzeldiği ve çocuklarda da hastalık çıkmadığı için bu fazladan bir hafta hepsine ilaç gibi geldi.

Nil, bizim ailenin avukatlığını yaptığı için miras meseleleri yüzünden sık sık memlekete gitmek zorunda kalıyor. Muhtemelen uzun zamandan beri memlekette olup da deli gibi o adliyeden, bu adliyeye koşmak zorunda kalmadığı tek zaman, bu fazladan kaldıkları hafta oldu. O kadar boş durmaya alışık değil  ki, Nil yatak bazalarını filan karıştırıp, annesinin gelinliğini çıkarmış, üzerine denemiş, resim çektirip bize de göndermiş.

Nil bizim aile için çok değerlidir. Anne tarafımdan, dayımın oğlu Emre’nin doğumundan neredeyse çeyrek asır sonra doğan ilk bebektir. Teyzemin kızı Sibel, benim fakülteden sınıf arkadaşım Orhan Özgür ile evli (tanışmaları vs tamamen benden bağımsız gelişti). Ben Elazığ’da mecburi hizmetteyken Sibel hamileydi. Bizim aile için yeni bir bebeğin beklentisi o kadar sıra dışı bir olaydı ki, arkadaşlarıma meclise kanun teklifi verip, İstiklal marşına ‘artık bizim de bir ceninimiz var’ cümlesinin eklenmesini istemeyi düşündüğümü söylemiştim.

Mecburi hizmetimin birinci yılının bittiği günlerde Nil doğdu. Bundan sonra benim Nil ateşlendi dedikleri anda akşam otobüse atlayıp, sabah Trabzon’a gitme günlerim başladı. Sibel, sabah kapıyı açıp da beni karşısında görmenin rahatlığını anlatır hep.

Nil sağlıklı ancak, mızmız bir bebekti, hiçbir şey yemez, uyumaz, kusup dururdu. Biraz büyüyünce çok sık bademcik enfeksiyonu geçirmeye başladı. O dönemlerde ona  epeyce iğne yaptırmışlığım vardır. Bana bu nedenle  ‘dokdok Ayşe’ derdi ve benden çok korkardı. Bir gün Sibel’e uğradığımda bana kapıyı Nil açtı, hemen başını bir omuzuna eğerek suçlu gibi uzaklaştı. O zaman çocuğun beden dilinden hasta olduğunu anlamış, yakalayıp muayene etmiş ve sakındığı kulağında enfeksiyon saptamıştım (Henüz annesi bile hasta olduğunu anlamamıştı). Sanırım lisedeyken falan, bir gün bana ‘ben senin acısın yara olsun diye iğne yapmadığını ancak anlıyorum’ demişti. O zamana kadar demek ki beni işkencecisi olarak görmüş.

Atak bir bebekti, çok çabuk yürüdü ve konuştu. Daha bebekken ne kadar süslü bir kız olacağı belliydi. İki ayağının üzerine dikildiği gün, bebek botlarının üzerine topuklu terlikleri geçirdi, o topukları tak tak, sabahın seherinden gece yarılarına kadar, dur durak bilmeden, alt kat komşusunun tepesine, tepesine çaktı. Annesinin topukluları haricinde makyaj malzemelerine de kısa sürede ortak oldu. Giyim kuşamıyla ilgili oldukça önemli moda anlayışı vardı. Örnek olarak dayısının düğününde üşüdü ama elbisesini örtmesin diye hırkasını giymedi, saatlerce kolunda taşıdı, ki o zamanlar sadece 18 aylıktı. 

Konuştuğu ilk kelimeler de mama, anne gibi beklenen kelimeler değildi, ruj, şampoo, aykabı gibi süsüne uyacak kelimelerdi.

Hiçbir şey yemez, hiç kilo almaz, ancak sürekli boyu uzardı.  Gerçekten de gayet zayıf bir bebekti, o kadar ki komşular Sibel’e çalışan bir anne olarak çocuğuna bakamadığını telkin etmeye başlamışlardı. Oysa barbi bebek gibiydi (şimdi de öyle). Bir akşam Sibel’le birlikte üniversite kampüsünde yürümeye gittik. Bırakacak kimse olmadığı için Nil’i de götürdük. Annesi ona pembe bir eşofman giydirmişti. Bizim kız sevinç içinde bir sağa bir sola koşup durdu. Kısa sürede; Nil önde, bağdan çözülmüş gibi bir o kaldırıma bir bu kaldırıma koşuyor, biz çocuğu kaybederiz korkusuyla arkasından koşuyoruz. Nil’i her gören de sevmek için çığlık atıp peşine seğirtiyor, bizimki iyice çıldırdı, sevinç çığlıkları içerisinde koşa koşa, bizi de peşinden koştura koştura resmen canımıza okudu. İlk yürüyüş sonuncu yürüyüş oldu böylece.

Feminist bir çocuktu. Nil daha 4 yaşındayken annesi birkaç aylığına yurt dışına gitmişti. Bir gün Nil yemek yesin diye ‘bak yemezsen annen gene seni bırakır gider’ diye tehdit eden bir aile büyüğüne, ‘annem beni terk etmedi ki, okumaya gitti, gerekirse gene gider, benim yememle ne ilgisi var’ diyerek hayat dersi vermişti.

Uzun yıllar kendi neslinin tek ferdi olarak ailenin prensesiydi. İstediği önünde istemediği arkasındaydı. Aslında bir şeyler istemeyi de çok iyi bilirdi. Örnek olarak diyelim, ona bir etek alırsan, sana defalarca teşekkür eder, nasıl en sevdiği eteği bildiğini sorardı. Seni iyice mest ettikten sonra da bu eteğe uygun kazağı alacağın için teşekkür etmeye başlardı. Mecbur kalır kazağı da alırdın.

Öyle bir çocuktu işte, ilk okula başlarken, okul ayakkabısını almak için çarşıya götürdüm, bir ayakkabı bir de bot alarak eve döndük. Gene ucuz atlatmışım, bir raf dolusu ayakkabı da aldırabilirdi.  Bu ayakkabı konusunu daha önce de yazmıştım.

Biraz daha büyüdüğü bir zaman, sanırım 10-11 yaşlarında olmalı, bir arkadaşımla Pazar’a gitmiştik. Evden Sermin’i de alıp, arkadaşımı Ayder kaplıcasına götürecektim. Nil’in de çok hoşuna gideceğini bildiğim için onu da götürmek istedim. Nedense hiç canı istemedi, neredeyse zorla kandırıp götürdük. Kaplıcaya gidince oraya bayıldı, kendini  sıcak su havuzuna attı, bir türlü çıkmak bilmedi, sıcaktan bayılacak diye ödüm koptu.

Sonra bu prenses, hukuk okudu. Şimdi İstanbul’da bir özel büroda çalışıyor. Kardeşi de ablasının yolunu izledi, o da İstanbul’da hukuk okudu. Nil böylece Ege’nin sorumluluğunu da üstlenmiş oldu.

Sonra bizden önceki nesil çok eksildi, bir sürü miras ve mahkemelik işler çıktı. Nil hepimizin avukatı oldu. Salgın sırasında işlere devam edebilmesi için tam da sokağa çıkma yasağı başlamadan bir gün önce ona geniş yetkili velayetlerimizi verdik.  Çocuk bir taraftan bizim neslin bütün hukuki sorunlarının sorumluluğu ile boğuşuyor. Bu da hiç kolay bir iş değil, banka hesaplarımız kapatmak, evlerimizi satmak, vergilerimizi ödemek, mahkemelerimizi takip etmek, zavallı kıza miras hukuku konusunda gayri resmi mastır yaptırdı demek az bile.

Bir taraftan çalışıp, bir taraftan da gerçekten mastır yapıyor. Bu da yetmezmiş gibi kardeşinin de sorumluluğu onda. Bu izolasyon döneminde daha önce hiç yapmadığı şeyler yaptı. Önceden hiç yemek yapmazdı, sürekli dışarıdan isterlerdi. Şimdi her sabah kalktığında Ege acaba ne yer diye düşünüp, ona göre yemek yapıyormuş. Artık, o da pek çok izolasyon mağduru hatun gibi bir fırın açabilecek kadar deneyim kazandı. Yılbaşında abartıp, zencefilli kurabiyelerden ev yapmış, bu kadarına ben bile pes diyorum artık.

Geçen gün Emre dayısının yurt dışından bir türlü becerip de kapatamadığı banka hesabını Nil kapatmış. Bunu duyunca, benim bir süre emekli maaşımı aldığım bankadan bir türlü kapatmayı başaramadığım hesabımı da Nil’e havale ettim. Sonra da çok acıdım garibime; öyle ya Nil internetten alış veriş yapamadım sen al, Nil bana uçak bileti ayarla, Nil evimi sat, Nil hesabımı kapat. Çocuk hangi birimizle uğraşsın? Başına kaldık garibimin, çok işi var, çok.

çocuklar ve havaalanındaki maskeler, Nilin zencefilli evi
Sibel de Orhan da artık iyiler
Nilin mutfak hali
Nil ev sefası sürerken

YİRMİ YİRMİYE TRAJİKOMİK SOSYOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME

Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar. Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar. Ve kahreden ve yaratan ki onlardır. Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Tabii, insan Nazım Hikmet gibi bir sözcük büyücüsü ise insanlığı böyle tarif edebiliyor. Şiirin, insanoğlunun, karınca, balık, kuş kadar çok olduğu  kısmına tamamen katılıyorum. Diğer mısralarda ise biraz kafam karışık diyeyim. Ancak bu yazımı bir destan kabul edersek, bu destanda yalnız, geçtiğimiz yılın insan maceraları var.

Benim kafam biraz tuhaf işler, bir şeyleri aklımda tutabilmek için hemen bir takım bağlantılar bulur, kafamda şema çıkartırım. Böylece bir algoritma yaratırım. Salgındaki insan düşünce ve davranışları konusunda da kafamda gelişen bir takım şemalar oluştu. İnsanları, kendi kafamda, düşünce  şekillerine göre kategorize ettim. Birisi bana bir soru sorduğunda, soruyu soruş, cevabı kabulleniş şekline göre nasıl davranış kalıpları olduğunu artık anlayabiliyorum.

Bu düşünce ve davranış kalıplarından ne kastettiğimi soru cevap şeklinde anlatmaya çalışayım.

Virüs nedir? Mutasyon ne demektir?

Bu konuda yukarıda Allah var. Herkes fikir sahibi oldu, hatta başımıza virolog kesildi. Köyde kadınlar ekmek hamuru yoğururken eskiden köy dedikoduları ederlerdi, şimdi virüsün İngiltere’de fark edilen en son mutasyonunu konuşuyorlar. Salgının işte böyle bir etkisi oldu, okuma yazma bilmeyen kadınlar bile virüs, salgın, mutasyon, hijyen, korunma vb kelimelerini öğrendi.

Geçen günlerden birinde bir astrolog, salgın ne zaman bitecek sorusuna öyle çevik çevik cevap veriyordu ki şaşırıp kaldım. Hatta bu virüs çok mutatif bir virüs diye kendi lisanını bile oluşturmuş. Ben 40 yıllık doktorum mutatif diye bir terimi ilk kez duydum, ne yalan söyleyeyim. Bu beyefendiye RNA virüslerinin, adı üzerinde genetik materyallerini RNA molekülünde taşıdıklarını, girdikleri hücrenin metabolizmasını kullanarak DNA sentez ettiklerini, dolayısıyla, DNA koruyucu mekanizmalarının olmadığını, bu nedenle de mutasyon hızlarının zaten fazla olduğunu söylemenin ne anlamı var şimdi?

Herkes, virüsün yayılma hızı, öldürücülük oranı, hastalık belirtileri nedir, ne değildir; her şeyleri öğrendi. Ancak virüsün menşei konusunda suda balık, havada kuş kadar çoklar arasında, okyanuslar kadar büyük, Himalayalar kadar yüksek, fikir ayrılıkları var.

Suda balık kadar kalabalık bir gurup, hem de sadece ülkemizde değil, bütün dünyada çok kalabalık bir gurup, virüsün laboratuvarda üretildiğine canı gönülden inanıyor. Havada kuş kadar çok insan da virüsün uzaylılar tarafından üretildiğine inanıyor.

Hatta geçenlerde bir tanıdığım virüsün doğal bir şey olduğuna inanacak kadar nasıl aptal olabildiğime şaşırdı kaldı. İşte bu gurup insana ne dersen de mümkün değil kabul etmiyor, virüs laboratuvarda üretildi, o da olmadı uzaylılar ne güne duruyor.

Oysa virüs doğasına uygun hareket ediyor. Yeryüzünde adaptasyon yeteneği en yüksek olan yaratıklar biz insanlar değiliz. Adaptasyon işinin Houdini(en büyük sihirbaz)si, virüslerdir. Öyle ki zahmet edip tamamen canlı bir forma bile dönüşmemişlerdir. Yarı canlı, yarı cansızdırlar. Denk gelir de bir canlı hücreye bulaşırlarsa çoğalırlar, yoksa milyonlarca yıl öylece durup dururlar.

Benim bu konuda şaşırdığım nokta, nasıl olup da toprakta karınca kadar çok bir nüfus, hem bu kadar dindar olup, hem de yaratıcının bu kadar beceriksiz olduğunu düşünüyor? Öyle ya galaksiyi yaratan, virüsü mü yaratamayacak?

Salgına karşı nasıl önlem alıyorsun?

İşte bu sorunun cevabı çok trajikomik.

Çünkü denizde balık kadar çok insan gurubu, önlem de neymiş diye düşünüyor. Bazıları azimle hala böyle bir salgının varlığına bile inanmıyor. Her hastaya geçmiş olsuna, her cenaze evine baş sağlığına gidiyor, gurbetten dönüşlerde bütün akrabalarını sıra sıra geziyor.

Mesela geçen ay benim arkadaşlarımdan birinin ablası ve eniştesi peş peşe vefat ettiler. Meğer ablamız, hiçbir şekilde inandırılamayan ekiptenmiş, grip olan birisine geçmiş olsuna gitmiş, bu umarsızlığı, hem kendi, hem de eşinin hayatına mal oldu.

Bizim akrabalardan bütün hane halkının hastalandığı bir vaka oldu, onlara da İstanbul’dan gelen bir akrabaları ziyarete gelmiş. Üstelik kadına evde yaşlılarımız var gelme demişler, ancak kadın ben öyle şeylere inanmıyorum diyerek, zorla gelmiş, gelince de git diyememişler, eve buyur etmişler. Kadın gelmişken bütün mahalledeki tanıdıklara da uğramış.

Böylece salgına inanmayan tek bir kadın, eve misafir kabul etmiyoruz diyemeyen onlarca kişiyi hasta etti.

Bu inançsız gurubun yanında bir de aşırı inançlı(!) bir havada kuş gurubu var ki, onların olayı daha farklı. Cenaze evlerini dolaşıyor, evlerde toplaşıp daha güçlü olsun diye toplu dualar ediyorlar. Bizim MUKUT ekibinden birkaç kişi böyle bir toplantıda toplu halde hastalanıp, eşlerine de bulaştırdılar.

Trabzon’da bu toplantılardan birine nefesi çok güçlü diye bir hafız çağırmışlar. Hafız güzelce herkesi okuyup, üflemiş. Sonuç olarak 100 civarında taze hasta çıktı, 3-4 köy karantinaya alındı.

Maske nasıl takılır?

Sahilde kum kadar çok bir kesim maskeyi aksesuar olarak kullanıyor. Yazın bu aksesuarcılar arasında bilezik şeklinde kullananlar da vardı. Maske bilezikler, genellikle bileğe takılırken, daha yaratıcı, daha zayıf  gençler arasında dirsek üzerinde de kullananlar oluyordu.

Aksesuar maskenin gerçek kullanım alanı ise kolye tarzında olandır. Bunlar genel olarak alt çene kemiği ile gırtlak kemiği arasına yerleştirilmekte olup, bazı kumlar tarafından  sadece ağzı örtecek, burnu dışarıda bırakacak şekilde çeşitlendirilebilirler. Maske çene altındayken ağızda sigara olması da bu kolyeyi tamamlayan bir unsur olarak karşımıza sıklıkla çıkmaktadır.

Bu gün açık hava yürüyüşümü yaparken, Lapseki feribot limanının orada, maskesi sadece burnunu kapatan, maskenin kapatmadığı ağzına bir pipo tüttürerek yürüyen bir beyefendiyle karşılaştım. İşte özgün insan diye ben buna derim. Adamı görünce, insanoğlunun istediğini yapma konusunda ne kadar yaratıcı olduğuna dair beynimde bir ampul yandı. Gerçi bu aydınlanma anının ne işe yarayacağını anlayamadım, ama aydınlanma aydınlanmadır, ilham ilhamdır, büyüğü, küçüğü olmaz diyerek, bu yazımı, işte o sadece burnu maskeli, ağzı pipolu abime ithaf ediyorum.

Aşı hakkında ne düşünüyorsun?

Elbette gene yukarıda Allah var, kimsenin hakkını yemeyeyim, herkes epidemiyog, herkes aşı uzmanı. Ancak bu sorunun cevabı da her türlü komplo teorisine açık. Ne tuhaftır ki hem havada kuş, hem denizde balık hem de toprakta karınca kadar çok bir gurup, aşı olmaktan korkuyor. Ne Bill Gates’in aşı şirketi kurması kaldı, ne aşıyla çipleneceğimiz, ne aşının işe yaramayacağı, ne de yan etkilerinin virüsten daha ölümcül olduğu kaldı.

Bu aşırı kalabalık kesime sadece şunu söylemek istiyorum. Dünya çok daha öldürücü ÇİÇEK hastalığından ve aşırı derecede sakat bırakan ÇOCUK FELCİ hastalıklarından aşılar sayesinde temizlendi.

Benim düşüncemin bir önemi varsa söyleyeyim. BEN AŞIYA ULAŞTIĞIM ANDA, AŞI OLACAĞIM.

Aşı olabilene kadar değil, toplumun % 75/80’i bağışık hale gelene kadar da korunma önlemlerini almaya devam edeceğim.

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2021 OCAK AYI

Bu Ocak ayı Hicri takvimin 1442 yılının, cemaziyelevvel ayının 17’si, Rumi takvimin, aralık ayının 19’u ile başladı. 14 Ocak günü cemazielahir ayına, hem de rumi ocak ayına gireceğiz. Hicri takvim ay takvimi olduğundan her yıl değişir, ancak Ocak ayının 14’ü her zaman, Rumi takvime göre yılbaşıdır.

 Bu tarih, Doğu Karadeniz’de Kalandar günü olarak kutlanır. Ben de naçizane son yıllarda kalandar ana olarak tarif edilmiş ve bazı esnafların yıl başında ilk paralarını, ekmeklerini istedikleri kişi haline gelmiştim. Bu yıl ise kalandarı dünyaya bereket ve sağlık getirmesi için faklı bir ritüel ile karşılamaya hazırlanıyorum. Aslında kalandar günü sabah erkenden kalkıp, akrabaların komşuların kapıları çalınır ve kapıya bazen kasket, bazen de çuval atılır. Kapıyı açan kasketi ya da çuvalı şeker, un, kuru yemiş, yumurta gibi çeşitli şeylerle doldurur. Daha sonra da malzemelerle kek, ekmek yapılıp dağıtılır. Kapı kapı dolaşıp, ekmek, bozuk para dağıtamayacağıma göre bu yıl evde bol kuru yemişli kocaman bir kek yapıp komşulara dağıtabilirim.

Ayın 19unda Trakya’da yılın en soğuk günleri adına bocuk gecesi denilen benzer bir şenlik yapılıyor. Ben de bütün bu eski geleneklerin koruyucusu olarak bu yıl bocuk gecesinde de bir şenlik yapmak niyetindeyim.

Bu ayın 13’ünde, oğlak burcunda yeniay, 28’inde ise aslan burcunda dolunay var.

Ay boyunca geceler 45 dakika kadar kısalıp, günler 10 saatten uzun sürmeye başlayacak. Aralık ayının 20sinde başlayan yılın en soğuk günleri zemherir zamanı ise ay sonunda, hamsin günlerine dönecek. Yani yine kış ama havalar daha az soğuk olacak diye beklenir, ancak bu yıl meteorolojik beklentiler, kışın en soğuk günlerinin şubat hatta mart aylarında yaşanacağı konusunda uyarıyor.

Gene de bu ay ismi bilinen beklenen bir sürü fırtına var. Mesela ayın 8inde zemheri fırtınası, 14ünde karakoncoloz fırtınası, 28inde ayandon fırtınası, 31inde ise balık fırtınası…

Bu yıl kuraklık tehlikesine karşılık, bol yağış ve kar diliyorum.

Show Buttons
Hide Buttons