Category Archives: Köy hayatı

SON ZAMANLARIN ÖZETİ, HERYER YEMYEŞİL OLSA DA BEZGİN BEKİR RUH HALİNDEYİM; GENE EVDE USTALIK İŞLER ÇIKTI

Aylardan beri beynim uyuşuk, galiba depresyondayım. Depremden beri takıntılı bir şekilde depremdi, seçimdi, kim öldü, kim kaldı, kim ne dedi, sürekli bu tür haberlerle meşgul olup; sanki bilinçli, hatta takıntılı bir şekilde kendimi gergin bir ruh haline sokuyorum. Çöktüm. Üstelik adeta kendi isteğimle çöktüm.

Neyse ki yılın en güzel aylarından ikincisi olan Mayıs ayının güzellikleri beni bir parça ayağa kaldırıyor (favori ayım tabii ki Eylül).

Geçtiğimiz aylardaki yağmur kıtlığına inat güzelce bahar yağmurları aldık, otlar yükseldi, buğday tarlaları rüzgârda adeta deniz gibi dalgalanıyor; her yer yemyeşil, çevremizdeki bütün bitkiler, otlar, ağaçlar, çiçekler, dikenler, makiler coşmuş halde.

Henüz havalar çok ısınmadan (çok sıcak aylarda hem aşırı güneş, hem de sürüngen korkusundan ara veriyorum) hala her gün yürüyüş yapıyorum; artık köylüler arasında iyice nam saldım, kimse yadırgamıyor, hatta kadınlar bana özeniyorlar. Yürüdüğüm yollar boyunca kadınlar, çobanlar, komşularla selamlaşıyorum; hatta köpekler bile kadrolu selamlayıcılarım oldu. Mesleki deformasyon sayesinde pek uyku düzenim yoktur, sabah kör saatlerde uyanırım. Ben de bu özelliğimi iyi bir alışkanlığa dönüştürdüm, henüz hava yeni aydınlanmış ve serinken yürümeye başlıyorum. Aşağı yukarı 2 saat, orman yollarında, köy sokaklarında, dereler, ormanlar, çiftlikler, ahırlar, evler, inşaatlar, tarlalar arasında, kuş sesleri, inek böğürtüleri, köpek havlamaları dinleyerek yürüyorum. Ben yürürken etrafımda köyün olağan günlük hayatı akıyor; süt toplama alanına sütler taşınıyor, ekmek arabaları, süt tankerleri geliyor, okul servisi çocukları topluyor, hayvanlar otlamaya çıkarılıyor, tarlalara gidiliyor. Günlük favori güzergâhımı yürürken hem kendi yaşadığım köyün, hem de yukarı köyün içinden geçiyorum. Yukarı köyde benimle eş zamanlı hayvanlarını çıkaran bir kadın çoban var, bir gün köpekleri üstüme atlar, başka gün keçileri beni takip eder, hem kadınla hem de sürüsüyle bayağı arkadaşlık kesp ettik.

Bu düzenli yürüyüşleri de yapmasam iyice depresyonun dibine vuracağım. Doğa içerisinde yürümek sürekli mekân farkındalığı gerektirdiği için, çok bilindik bir parkurda yürümek bile alet üzerinde yürümekten çok daha iyi geliyor bana, her şeyden önce makine ile dövüş halinde olmuyorsun, etrafta ne var, ayağımı çamura mı basıyorum, şu çiçek ne renkmiş, kuş nasıl ötmüş derken yürüdüğünün bile farkında olmuyorsun. Zihin dinginleşiyor.

Mayıs ayı bahçenin de çok hizmet beklediği bir aydır, neyse ki bayağı bitirdim. Zaten yapmayı sevdiğim ikinci iş bahçede zaman geçirmek, daha da çok sevdiğim bitkilerin büyümesini görmek, tazecik ürünleri hasat etmek, gelen misafirlerime kendi yetiştirdiğim ürünlerden vermek. Geçen ay bahçenin en az ürünü olan bir zamanda gelen bir arkadaşıma kendi bahçelerinde dikmek için bazı fideler vermiştim, her biri tutmuş, o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Artık bahçem tohum, fidan ve fide dağıtacak anaç bir bahçe haline geldi.

Şimdi mevsim ürün açısından oldukça kısır bir zaman olmasına karşılık, yapılacak işler açısından bayağı oyalayıcı. Şu anda tam olarak olgunlaşmış sadece sultani bezelyeler var. Bakla ve normal bezelyeler ise 3-4 hafta içinde hasat edilecek hale gelir. Bu aralar taze bakla, taze enginar ve sultani bezelye ile bazı yemek tarifleri uydurdum, yeşil sofralar kuruyorum.

Bu ay içerisinde yaz sebzelerinin dikimini tamamladık. Elbette bazılarını tohumdan diktik, diğerlerini ise fide olarak. Bundan sonra altlarını çapalanma, toprak doldurma, organik gübreleme, sulama, yabani otlardan arındırma gibi sonsuz bir uğraş vereceğiz. Yani pazardan markette aldığınız her bir meyve sebzenin farkında olmak lazım, çiftçinin hakkını alması lazım, gerçekten çok emek gerektiriyor.

Geçen hafta zeytinlerin çapasını yaptırmak için işçi çalıştırdım, o gün meğer arka lastiğe bir vida girmiş, sabah erkenden lastik yere yapışmıştı. Neyse ki evde kompresör var ve bizim Sermin bu işlerde beceriklidir, lastiğimi şişirdi, sabahın köründe sanayiye gittim. Vallahi bence dünya dönüyorsa sabah sabah neşe içinde işini yapan bu çocuklar sayesinde dönüyor.

Geçen hafta bizim ev de geçen hafta ecinli gibiydi, su işlerine bakan ustalar tam 3 kez gelmek zorunda kaldılar. İlk gelişlerine biz çağırdık; bahçenin damla sulamalarını kontrol etmek ve bozuk vanaları değiştirmek için geldiler. Bir gün önce bahçede bir noktada su sızıntısı olduğunu fark etmiştik, meğer bir bor dirsekten çıkmış, onu tamir etmek için eve gelen ana su vanasını kısa süreliğine kapatmak zorunda kaldık. Tam da o gün köyün su deposunun temizlendiği gün idi, yani köyün suyu saatlerce kesikti, ancak bizim evin suyu ertesi sabaha kadar kesikti. Meğer evin ana vanasıyla uğraşınca ana dirsek yerinden oynamış, köye su verilince de yerinden çıkmış, tabii muhtar köyün suyu boşa akmasın diye gelip bizin evin suyunu kesmiş. Yani ertesi sabah bizim sucular acilen tekrar gelip borularımızı, vanalarımızı düzene soktular.

Bundan 2 gün sonra akşamüzeri yatağımda uzanmış, bir şeyler okurken çatıdan pof diye kuvvetli bir ses geldi, ne oldu diye araştırınca yağmur oluğunun yerinden çıktığını fark ettik, ertesi gün de bu yağmur oluklarını yerlerine takmak için geldiler. Neyse ki bu gelişleri zaten bizim çevre köylerdeki ve bizim zeytinlikteki bir takım işlerini yapmak için planladıkları bir zamandı. O gün endişeden beni bir sıtma tuttu, yataktan çıkmaya zorlandım, ama altı metrelik merdiveni duvara dayayıp, çatıya çıkan adamlar varken yatmak da mümkün değil. Bir taraftan onlar çatıdan sarkmış çalışırlarken bakmamaya çalışıyorum, diğer yandan bakmadan duramıyorum, o yarım saat oldukça zor geçti. Benim garip bir yükseklik korkum vardır, neyse ki gençlerden birinin hiç boşluk hissi yoktu, onun güvenli hareketlerinden biraz ruhsal destek aldım. Yoksa avaz, avaz bağırabilirdim. Daha tövbe, çatıya usta çıkartmak gerekirse asla bakmam, mümkünse evde olmamayı tercih ederim.

Aromatik bahçe

EL NİNOLU İLKBAHAR; BİR SÜRÜ UYGARLIĞI YOK ETMİŞ SU KITLIĞI VE İKLİM KRİZİ ARTIK MODERN ZAMANIN EN ÖNEMLİ MESELESİ HALİNE GELDİ.

Yıllardan beri gelecek diye uyarıldığımız, ama ne yalan söyleyeyim, daha en az önümüzde on yıllar var sandığım iklim krizi artık iyice kendini belli etmeye başladı. Korkarım ki bu sadece özsöz; henüz başımıza neler geleceğini tam olarak kavrayabilmiş değiliz, hatırlamak için son iki üç yıldan beri köyde fark ettiğim bazı tuhaf halleri özetlemek istiyorum, böylece durumun ciddiyetini belki biraz daha net algılarız.

İki yıl önce günlük hava sıcaklığında henüz önemli bir farklılık hissetmemişken, denizden bir uyarı geldi, daha önce varlığından bile haberdar olmadığımız, deniz sümüğü diyebileceğim bir musibet aylarca deniz yüzeyini kapladı, arkasında iğrenç kokular ve umutsuzluk bırakarak denizin dibine doğru çöktü; bu olayın denizdeki yaşama ne kadar büyük zarar verdiğine dair henüz net bir bilgimiz yok.  Müsilajı oluşturan ana sebep Marmara Denizine dökülen ve kirliliğe sebep olan  şehir ve sanayi atıklarıdır, ancak çok büyük bir olasılıkla o yıl bu sümüğün bu denli artmasına neden olacak bir mevsimsiz ısı değişikliği de söz konusuydu. Çünkü bu sümüğün canlı bir organizmanın gereksizce artması sonucunda geliştiğini ve  deniz ısısının bu garip canlı ile beslenen diğer bir canlının yeterince artmasına engel olacak gibi diğer yıllardan farklı olması, kısaca ekolojik dengenin bozulması sonucunda meydana gelmiş olduğunu biliyoruz. Deniz kirliliği de bu duruma tuz biber oldu tabii.

Geçtiğimiz son iki yılda ise oldukça alışılmadık bazı iklim olayları yaşadık.

Bizim köyde geçen seneden en çok hatırladıklarımı yazacak olursam sonbahar oldukça kurak geçmişti; hatta sadece tarım kullanımına değil aynı zamanda şehre içme suyunun da karşılandığı Atikhisar barajında neredeyse su kalmamıştı. Ama aniden bastıran şiddetli yağmurlarla 1-2 hafta içerisinde doldu, taştı. Yanılmıyorsam Kasım ayından itibaren yaz aylarına kadar inanılmaz yağmur yağdı; bu yağmurlar öyle pek normal yağmur gibi değildi, haftalarca, günlerce damla düşmüyor, sonra da inanılmaz derecede fazla yağmur çok kısa sürede yağıyordu. Hemen her yağış, sele heyelana neden oldu yani felaket gibi yağdı. Kış mevsimi de çok garipti, bir iki hafta ilkbahar havası ardından inanılmaz bir soğuk dalgası oluyordu, her sene Aralık sonundan, Şubat sonuna kadar aralıklarla yağan kar, geçen sene Mart ayında tek bir seferde yağdı.

Bu zamansız kardan sonra geçen ilkbahar ve yaz aylarında tam  aylarca yağmur yüzü görmedik, buna karşın tam üzüm hasat edilecek günlerde gen mevsimsiz yağarak bütün hasadı berbat etti. Kış ise neredeyse hiç hissedilmedi, bir kez göstermelik bir kar yağdı, hepsi o kadar. Bizim evin önünde bir dere var, bu dere eylül ayından bir sonraki temmuz ortasına kadar akar, yani topu toplamı bir iki ay kurur. Bu yıl ise tam dokuz ay hiç suyu yoktu, ancak Mart ayında biraz akmaya başladı, geçen yıl çağlayanları olan derenin bu yıl yatağında pek çok yerde görünme olması çok düşündürücü.

Ülke bütün yıl ağır kuraklık tehdidi altındayken, ilk baharda bir miktar yağmur yağdı, ama o da çok dengesiz yağdı; deprem bölgesinde ardı ardına sel oluyor. Arabistan’da bu yıl kar yağışı, yağmurlar, seller dur durak bilmiyor.

Tam da bize tarif edilen iklim krizinin ortasına düştük.

Bundan sonra su israfı yapan vatan hainidir, insanlık düşmanıdır. Bunu yazarken ülke geleceği için tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gereğini de biliyorum. Artık bu iklim değişikliğine nasıl adapte olup da bu süreç yönetilecek, bilemiyorum.

Köyde yaşayınca doğa olaylarını şehirde yaşadığından çok daha net hissedebiliyorsun. Mesela geçen yıllarda olan bu garip hava durumu, kaç yıllık fidanlarımı soğuktan yaktı, yeni dikilenler ise kurudu; sonuç gerçekten de iklim toprağın bereketini yakından etkiliyor. Bence mutlaka tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gerekiyor, bu garip havalar devam ettiği sürece geleneksel sistemlere göre daha sürdürülebilir yeni yöntemler  geliştirilmesi lazım, su tasarrufu ise hayati öneme sahip.

Bu yıl eğer sarnıç dolmasaydı yazın köyün suyunu harcamamak için sebze dikmemeye karar vermiştim, ama çok şükür son yağışlarda doldu. Ben de şimdiden yazlık fideleri hazırlamaya başladım. Bahçede ise şimdilik yapabildiğim dişe dokunur tek şey zeytinleri ilaçlatmak oldu, çapa işini ise bayramdan sonra yaptıracağım.

Bu yıl denediğim bir ‘yeşil gübre’ ve ‘yeşil kalkan’ dediğim iki yöntemi yazacağım. Yabani otlar ve tohuma bıraktığım turp, marul, havuç, pazı gibi sebzelerle yaptığım bu yöntemler hem toprağı zenginleştiriyor, hem de su tasarrufu sağlıyor.

Benim yeşil kalkan dediğim yöntemi geçen yıl bahçıvanımdan öğrenmiştim. Meyve ağaçlarının altı çapalandıktan sonra bu çapalanan alana yabani ot yığılıyor, böylece bu yabani oy yığını toprağın üzerinde bir kalkan oluşturup, suyun buharlaşmasını engelliyor ve ağaç çok daha az su ile yetiniyor. Bu yöntem buradaki köylüler tarafından bilinip kullanılıyor, yeşil kalkan sözü ise bana ait. Zeytinler meyve verdikten sonra artık kökleri yer altı sularına ulaştığı için sulanması gerekmiyor. Gene de ağacı serin tutmak için altına ot yığıyorlar. Geçen yazdan beri bu yöntemi kullanmaya başladım, gerçekten de işe yarıyor.

Yeşil gübreleme yöntemine gelince; birçok sebzeyi tohumlanana kadar bekleyip, bu tohumlanmış bitkileri bahçenin çeşitli yerlerine seriyorum. Böylece bahçede kendiliğinden çıkan birçok sebze oluyor, ben artık ne turp, ne pazı, ne lahana ne de marul dikmiyorum. Ancak bu yöntemi uygularken dikkat edilmesi gereken bir şey var; bu şekilde dikilen sebzeler küçük bir alanda çok kalabalık olarak çıkıyor, eğer kendi çıktığı gibi bırakırsanız birbirlerini eziyorlar, belli bir boya geldiklerinde seyreltilmeleri şart. Henüz olgunlaşmadan seyreltince çıkardığın sebze yeniden yeşil gübre olmak üzere toprağa atılıyor, geri kalanların hala bir kısmı fide olarak dağıtılabiliyor, en son bıraktıklarınız da bir kısmı kendi tüketimimiz için, bir kısmı da yeni tohumluklar. Geçen yıl toprağa yatırdığım sebzelerden bu yıl pazı ve havuç fidelerinden bir arkadaşıma verdim. Dereotu ise hem bize hem de komşumuza bol bol yetiyor. Bu şekilde toprak birçok bitkiden aldığı çeşitli vitamin ve minerallerle beslenip zenginleşiyor. Sonuç olarak hem toprak kazanıyor hem de biz.

Geçen gün köyümüze su tasarrufunu anlatmak üzere bir öğrenci gurubu geldi. Hocalarını tanıdığım için gurupla buluştum ve onları kendi bahçemde de gezdirdim. Onlara su tasarrufu için yaptığımız yöntemleri gösterdim. Bahçedeki su kanallarını, sarnıcı yani su hasadını anlattım. İkinci olarak damla sulamayı gösterdim. Son olarak da yeşil kalkan yöntemini anlattım.

İkinci konu olarak da toprağı güçlendirmek için kullandığım yöntemleri yani; konvansiyonel hayvan gübresi, yeşil gübre ve su hasadı yapmak için kullandığımız su kanallarında biriken humuslu toprağı solucan gübresi gibi kullandığımızı anlattım. Mutfak artıklarından oluşturduğumuz kompost topraklarını gösterdim.

Sonuç olarak gençlere anlattıkları konunun laboratuvarını göstermiş gibi oldum. Çok heyecanlandılar, yaptıkları köylüleri bilinçlendirme işine daha da çok inandıklarını ifade ettiler, ben de çok mutlu oldum.

Bezelyeler görünmeye başladı
Naneler coştu
Biyoçeşitililik adına bir kaç çeşit bezelye dikmiştim
Yeşil gübrenin sonuçları böyle kalabalık oluyor

Avlu içine diktiğim sarıcı kekikler de tutmuş
Asmalara su yürüdü
Mor çiçekli bezelye
Yabani menekşeler coştu

YAZ BAHÇESİNDEN TOHUM ALMA İŞİNİ TAMAMLADIK, ŞİMDİ SIRA GELDİ KIŞ BAHÇESİNİ DÜZENLEME VE ZEYTİN BAHÇESİNİN İŞLERİNİ YAPMAYA VE BİRAZ DA ÇEVREYİ GEZMEYE

Kışlık sebzeleri, yazlık bahçeyi yaptığımız alana değil, meyve ağaçlarının altına dikiyorum, nasıl olsa ağaçlar yaprak döktükleri için sebzelerin güneş almasına engel olmuyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorum, ağaçların altını gübrelediğimiz için gübreden hem ağaçlar, hem de sebze fideleri faydalanıyor. Yazın dikim yapacağımız kısım ise kış boyunca hem dinleniyor, hem de güzelce çapalandığı için toprak havalanıyor.

Kış sebzelerinden de sonbaharda dikilenler ve ilkbaharda dikilenler var, tohumdan yetiştirdiklerimiz, fidelerini çarşıdan aldıklarımız var.

Sonbaharda bazı tohumları toprakla buluşturdum.

Havuç; geçen sene havuçlar uzayan aşırı soğuklar nedeniyle donmuşlardı. Bu sene geçen sene yaptığım gibi birer ay ara ile 2-3 kez havuç tohum atacağım. Bu sene de sonuç alamazsam artık havuç dikmeyi düşünmüyorum. Eğer bu yıl olumlu sonuç alırsam seneye normal havuçların yanı sıra beyaz ve mor havuç da denerim. Havuçların düzgün büyümesi için özellikle patates, havuç gibi köklü sebzeler için yaptırdığım toprağında kum bulunan havuzu kullanıyorum.

Kale lahana; bahçemde olmasını çok istediğim ürünlerden biri. Bu sene nihayet tohumunu buldum. Şimdilik bir saksıya birkaç tohum ektim ve minicik bitkiler çıktı, ancak bu boyda bile böcekler delik deşik ettiler. Bu boyda iken kış soğuğuna dayanamayacaklarını düşündüğüm için saksıyı böceklere karşı ilaçladım (organik) ve seraya aldım. Bakalım bu fideleri toprağa alacak kadar büyütebilecek miyiz? Kale lahanayı Mart ayında da dikmeye karar verdim çünkü galiba sonbaharda kışa dayanabilecek boya gelmiş olmaları gerek.

Ispanak; hemen her sene bütün kış yetecek kadar ıspanak elde ediyorum. Güzelce kazılmış ve gübrelenmiş toprakta kısa sürede baş gösteriyorlar. Ispanağı da küçük parseller halinde birer ay ara ile 2-3 postada dikmek oldukça akıllıca bir şey, böylece bahçede çok uzun süre taze ıspanak oluyor. Ispanak tohumu nasıl alınır bilmediğim için tohumları çarşıdan alıyorum. Yerli ıspanak tohumu bulursam kendim tohum almayı deneyebilirim.

Pazı; Burada diktiğimiz pazıların cinsleri bildiğim pazıdan oldukça farklı, sapları Çin lahanası gibi kalın, gerçi tadı güzel ama ben ince saplı pazı yetiştirmek istiyorum. Memleketten hem beyaz hem de renkli pazıların tohumlarından getirttim, bir kısmını şimdiden toprakla buluşturdum, diğer tohumlar ise ilkbaharı bekliyorlar. Bahçede geçen yıldan kalma çok geniş saplı olmayan bir çeşit pazı ve birkaç kök de yabani pazı var. Umarım bu yıl normal saplı pazılarım olur ve onlardan kendi tohumlarımı alırım.

Renkli marul; geçen yıl serbest tohumlaşmaya bırakmıştık, ancak nedense bu sene hiçbiri çıkmadı. Tohumu gene çarşıdan almak zorunda kaldık. Seraya birkaç tane tohum attık.

Bakla, bezelye, sultani bezelye ve maydanoz gibi bazı tohumları bu ay sonunda toprakla buluşturacağım. Karalahana, kişniş, dereotu, renkli turplar ve şalgam gibi bazı tohumlar ise kendiliğinden çıktılar, çünkü geçen yıl onlara serbest tohum attırmıştım.

Kaşık marul ve kıvırcık marullar, beyaz ve mor lahana, brokoli ve karnabaharları ise fide alarak, soğan ve sarımsakları ise cücüklerinden diktik.

Bu yıl ne hikmetse tane zeytin olmadı, bu yıl zeytinyağını fabrikadan alacağız. Bu biraz moralimi bozmuş olsa da hemen kendime geldim, toprak işi böyle. Gene de o bahçenin de sulama hortumlarının toplanması, sürülüp, gübrelenmesi gibi bir dolu iş yapmak gerekiyor. Bir yıl vermedi diye zeytinlere küsecek halim yok. Bu yıl zeytin ağaçlarının altına bakla ekeceğim, biraz toprak azotlansın bakalım.

Bu şehirde de birkaç tane yürüyüş gurubuna katıldım. Aslında hiç birinde aktif üye değilim henüz, ama geçen Pazar günü Lapseki Dumanlı Dağ yürüyüşüne katıldım. Buraya geçen seneden beri gitmek istiyorum, çünkü Lapseki, Çanakkale ilinin en çok yağmur alan ilçesi olabilir, üstelik bu dağdaki orman da, Çanakkale’de kayın ve gürgen ağırlıklı tek orman bildiğim kadarıyla. Çanakkale’nin ormanları sırasıyla kızılçam, meşe ve karaçam ormanlarıdır. Bütün bu orman varlıkları içerisindeki orman açıklıklarında bodur ardıç, porsuk, çeşitli orman meyvelerinin yanı sıra çınar ağaçları da mevcuttur. Dumanlı Dağın bir başka özelliği de bölgedeki iki büyük barajın sularının kaynağı olmasıdır. Bu barajlardan biri Adatepe Barajı, diğeri ise Umurbey barajıdır. Umurbey barajı, oldukça büyük su kapasiteli ve sadece sulama için kullanılan bir barajdır, bizim köylere gelen sulama kanalları da bu barajdan gelmektedir, oysa bizim köy Atikhisar barajına daha yakın.

Umurbey barajının, Atikhisar barajından çok önemli bir farkı var; Umurbey’in suları sadece tarım amaçlı kullanılıyor, bütün köylerin kendi içme suları var. Atikhisar barajı ise hem sulama için hem de şehrin su ihtiyacı için kullanılmaktadır.

Benim bilge bahçıvanım Dumanlı köyünde Umurbey barajına akan bir derenin başladığını ve bu derenin bölgedeki birçok derenin aksine Ağustos ayında bile kurumadığını söylemişti. Ben de tabii bir hayli merak etmiştim.

Bu geziye Mavi Bilye gezi gurubu ile katıldım. Gerçekten de adına uygun bir şekilde bol bol sis vardı. Orman ise harika bir orman, Karadeniz ormanları gibi ağaçların altı yeşillikten girilemez halde değil, ancak yine de katmerli bitki örtüsü, ağaçların baylarınca sarılmış dev sarmaşıklarıyla, yağmur ormanlarını fazlasıyla andıran bir orman. Çanakkale’nin diğer taraflarında gördüğümüz ormanlardan da oldukça farklı çünkü buradaki ağaçlar iğne yapraklı değil, asıl ağaç varlığını kayın ve gürgen ağaçları oluşturuyor.

Orman tabanı bu mevsimde sonbahar yapraklarıyla doluydu. Dağın kendisin ise belli ki yağmur sularının, yataklarının yardığı derin vadilerle dolu. Zaten bütün dağda su varlığı çok belirgin bir şekilde kendini gösteriyor, her yerde bir sürü içmelik suyu olan çeşme vardı. İşte bu çeşmelerden birinin çevresindeki düzlüğe benzer bir alan piknik alanı olarak kullanılmaktaymış, biz de aracımızı orada bırakarak, Adatepe barajı yönünde 5-6 km yürüyüş yaptık. Ormancılarla, çobanlarla, farklı piknikçilerle karşılaştık.

ıspanaklar

soğanlar

brokoliler

Lahana ve pırasalar

SAMHAİN ZAMANI SONBAHAR BEREKETİ, TAKAS EKONOMİSİ, ENİŞTEMDEN ANILAR ve BAHÇEMDE YABAN HAYATI

Samhain bayramı; yani 30 ekim-1 kasım günleri aslında antik dönemlerde Kelt ülkelerinde kutlanan doğa bayramlarından biridir. Dünyanın bu bölgesinde, bu tarihten sonra artık herhangi bir tarım ürünü yetişmez.  Bu günlerde çobanlar kışı geçirmek üzere sürülerini dağlık bölgelerden yerleşim bölgelerine indirirlermiş. İrlanda halkının inanışına göre 31 ekim gecesinde ölüler alemi ile canlılar alemi arasındaki perde incelir ve iki alem birbirine yakınlaşırmış. Belki de gerçek bir kurt saldırısının etkisiyle bu dönemde kurt adamların sürülere saldırması ile ilgili efsaneler  anlatılır. Doğanın uykuya yatmasını mı, sürülerinin sağ salim evlere geri dönmesini mi, yoksa uzun kışa enerji toplamak için mi kutladıkları bilinmez bu bayramda insanlar; hem kurt adamları korkutmak, hem de ölüler aleminden istenmeyen varlıkların ortaya çıkmasını engellemek amacıyla kostümler, maskeler giyerek ev ev, sokak sokak dolaşırlarmış.  Mevsim de tam balkabaklarının olgunlaştığı ve hasat edilme dönemi olduğundan balkabağından maskeler yapılır, kurt adamları, kötü ruhları korkutacak tuhaf görünümlü kostümler giyilirmiş (bizde de karga korkutmak için korkuluk yapılmıyor mu?).

Hristiyanlık inancında, Yahudiliğin tam zıddı olarak yayılmacı bir anlayışa sahiptir. Tarih boyunca Hristiyanlığı yaymakla görevli misyonerler yerel halka bu yeni inanışı kabul ettirebilmeyi kolaylaştırmak için yerel gelenekleri kendi bakış açısına göre yorumlamış ve hatta Hristiyanlaştırmıştır. Samhain bayramı da Hristiyanlık inancında cadılar bayramına dönüşmüştür; bilindiği gibi cadılar bayramında balkabağından korkutucu  maskele yapılır, çocuklar çeşitli kostümler giyerek sokak sokak dolaşır. Bu gün dünyada Hristiyan inancı olduğu düşünülen ve halloween (cadılar bayramı) olarak bilinen kutlama işte böyle bir tarihçeye sahiptir.

Ben de Samhain gününde bahçeden balkabağı çorbası yaparak kendimce kutlama yaptım. Balkabağından püre yapıp, lazanya gibi bir yemek icat ettim, gerçekten oldukça başarılı oldu, yeniden yaptığım zaman resim çeker ve tarifini yazarım.

Bu yıl bahçemde bir sürü balkabağı var. Bir kısmı kendiliğinden çıktı, bazılarını ise biz diktik, aslında kabaklar oldukça çalışkan çıktılar, bol bol kabak verdiler, ama hemen hepsi belli bir büyüklüğe ulaşınca bozuldular. Sadece tohumunu belediyeden aldığımız beyaz kabak 8-10 tane verdi. Diğer kabaklardan ise sadece bir tanesi normal büyüdü. Nasıl olduysa ağustos ayında farklı bir kabak türü daha 3 adet kabak verdi. Neyse ki yeşil renkli kabaklar da oldukça kaliteli çıktılar. Sonuç olarak evde bize bol bol yetecek kadar balkabağı var.

Evde şu sıra sonbahar bereketi var, ama bu bereket bahçeden ziyade tanıdıklardan geldi.

Benim nar ağaçlarım henüz meyve veremeyecek kadar küçük (aslında büyümüştüler, iki yıl önce zamansız soğuklarda dondular, şimdi yeniden büyüyorlar) komşumuz her yıl bize bir çuval dolusu nar getirir. Bu yıl henüz onlar narlarını toplamadılar, yani bir çuval nar beklentim halen devam ediyor. Bu arada bahçıvanımın da Lapseki’de bir toprağı var, geçen gün bir kasa dolusu nar ve kocaman bir bal kabağı getirdi.

Rahmetli eniştem; Romanya doğumlu ama onlu yaşlarının başında Lapseki’ye yerleştirilmişler. Eniştemin çocukluk arkadaşının oğlu ve gelini ile tanıştım. Ailenin Lapseki’de şeftali bahçeleri var, çeşit çeşit şeftali yetiştiriyorlar. Onlar bize kilolarca şeftali ve erik getirdiler.

Geçen ay Nil (yeğenim)  bir arkadaşı ile bize geldi. Çanakkale’den kendilerine bir mini ev almayı düşünüyorlar. Gelibolu’da bir mini ev sitesini görmeye gittik, tesadüfen Rize’li bir adamla tanıştık. Adam Pazar’lı hatta bizim mahalleden çıktı. Senelerden beri burada yaşıyormuş, Saroz körfezinde ıssız bir yerde meyve bahçesi var,  izole bir hayat sürüyor diye de düşünmeyin, derme çatma kulübesi kasabanın sosyetesinin uğrak yeri gibiymiş, biz eğer kalsaydık, mangal partisi, arkasından da türkü gecesine katılacaktık.  Burada bu kişiden bahsetme sebebim; bizi görünce çok sevindi, ne yapacağını şaşırdı; adeta zor kullanarak koca bir kavanoz kendi ürettiği baldan verdi, hem bize hem de Nil’e ayrı ayrı birer kasa ceviz, birer koca torba dolusu elma, birer torba cennet hurması ve ayva verdi.

Bizim eve temizliğe gelen bir temizlik firması var, bu kadınlar da Ordu’ludur, her Ağustosta fındık toplamaya giderler. Bu kez gelirken bize de koca bir torba dolusu kabuklu fındık getirdiler.

Zaten komşunun verdiği karpuzları henüz bitirememiştik.

Bütün bu meyveler gelmeden önce evde zaten bol miktarda elma, portakal, muz, ayva her çeşit meyve vardı.

Şu anda bahçede de toplanmayı bekleyen bir sürü meyve var.

Köyde yaşamanın da böyle bir handikapı var, bazı zamanlarda o kadar bolluk oluyor ki elindeki ürünleri ne yapacağını şaşırıyorsun.

Hiç farkında olmadan, bir çeşit takas ekonomisi işletiyoruz.

Deminden beri bize birçok kaynaktan gelen meyveleri yazdım.

Ben de tanıdıklarıma, gelen gidene bahçede ne varsa ve ayrıca kendi ürettiğim ürünlerden veriyorum.

Bizim verdiklerimiz arasında en çok hoşa gidenler, bir numara elbette ki çay. Kime verdiysem çok beğendi, hatta şimdi bazı arkadaşlar Rize’den koli istiyorlar.

Bir ara Rize’den ağaç kavunu gelmişti, komşu bir kadın bize bir tencere dolusu yabani asma yaprağına sarılmış sarma getirmişti, ben de tenceresinde ağaç kavunu reçeli yapıp geri vermiştim. Bu reçeli şeker gibi ikram edebilirsin demiştim, kendileri çok beğenince köyün kahvesinde herkese yedirmişler. Bu reçelle köyde bayağı nam salmıştım, Serdar gelince kahvede doktorun bize yedirdiği neydi diye sormuşlar.

Geçen yıl çeşit çeşit aromatik bitkiler katarak ayva reçelleri yapmıştım, onlar da oldukça beğeni toplamışlardı.

Benim bu yıl verdiğim ürün yelpazesine eklediği iki yeni ürün var. Bunlardan evde yaptığım acılı, acısız ketçaplar. Kime verdiysem bayıldı.

İkinci ürün ise kendi kuruttuğum üzümler. Bu ürünüm de oldukça beğeni topluyor.

Bir de komşuma nane kurutup verince çok mutlu oluyor.

Gelen giden olunca da genellikle o anda bahçede ne varsa bir çıkın yapıp veriyorum.

Bana gelen ve en çok hoşuma giden malzemeler ise oldukça ilginç; En çok farklı bir bitki fidesi, ya da bende olmayan atalık tohumlar hoşuma gidiyor. Tabii yanmış hayvan gübresi çok hoşuma gidiyor.

Eniştemin tanıdıklarının bana verdiği en önemli hediye ise eniştemin anıları oldu.

Eski Çanakkale, Balıkesir yolunun iki yanında kocaman çınar ağaçları vardır. Bu ağaçlı yol çok yakın zamana kadar Balıkesir’den Yeniceye kadar olan kısımda şehirler arası yol olarak kullanımdaydı. Çanakkale Dörtyol mevkiinde de şimdiki yolun hemen yanında birkaç yüz metrelik kısmı duruyor. Atatürk, Çanakkale’ye gelmiş, hatta İran Şahını burada ağırlamış, bu ağaçlar da o dönemlerde dikilmişler. Nasuh enişte, o sıralarda ortaokul öğrencisiymiş, o dönemde Lapseki’de ortaokul olmadığı için her gün feribotla karşıya geçer ve Gelibolu’da okula gidermiş. Bu ağaçlar dikileceği zaman yeterince okuryazar insan olmadığı için eniştemizi işe almışlar, çocuk yaşta, bütün yaz ağaçları diken işçilerin çalışma saatlerini, yevmiyelerini, dikilen ağaçları kayıt altına almış. Muhtemelen bu işi yapan tek kişi değildi, ancak o dönemlerdeki okuryazarlık oranını gösteren ilginç bir vakıa olarak kayıt etmeyi uygun gördüm.

Bu arada bahçemde yaban hayatı bütün hızıyla devam ediyor, bahçede yok yok, geçen yıl bir sansar yuva yapmaya bile kalkışmıştı, kameralarımıza bahçede gezinen tilkiler takılmıştı. Bu yılın beklenmedik konukları ise bir çakal ailesi. Ben bu işten bir şey anlamadım, normalde çakallar gündüz gizlenen hayvanlardır, ama bu aile güpegündüz, ne bahçe çiti, ne insanla karşılaşmak, hiçbir engel tanımadan bahçede serbestçe dört dönüyorlar. Hem de ailecek geziyorlar, artık aile bireylerini renklerinden ayırt etmeye başladım. Hatta yavru bir bireyin bağırsaklarının sarktığını görecek kadar da yakından gözlemledim.

Bu yıl bir sefer de sincaplar ailecek gelip bize yarım saat kadar süren bir öğlen matinesi yaptılar. Zaten bahçenin her yerinde yaban hayvanı dışkısı görüyorum. Elbette yaban hayvanlarını beslemeye kalkışmıyorum, ama acaba bahçede belgesel mi çeksem diye de düşünmüyor değilim. Bahçenin hemen aşağısından akan bir dere var. Derenin yaban hayvanı geçiş koridoru olduğundan şüpheleniyorum, çünkü özellikle gece arabayla geçerken, dereden aşağı kaçan birçok yaban hayvanı gördüm. Gözüme acaba üzerine harekete duyarlı kamera mı yerleştirsem diye düşündüğüm bir ağaç bile kestirdim.

Bu ufaklığı böyle sevimli gördünüz ama ağzındaki bir kuş

Sarı gacının ufak gacıları

Sincaplar 3 taneydi ama en güzel resim bu

Çakallardan kahverengi olanı

TOHUM KARDEŞLİKLERİM

Buraya taşındığımız yıl neredeyse bizim taşınmamızla eş zamanlı olarak Çanakkale Belediyesi Tohum Sandığı açtı. Sarıçay kıyısında bulunan tarihi bir binayı restore ederek atalık yerli tohum üretimine ve dağıtımına başladılar. Tarihi bina çok albenili bir binadır, bana Out Of Africa filmindeki evi hatırlatır. Biz de ilk sene karalahana tohumlarımızı paylaşmıştık, ancak bu yıl bizim tohumların pek de rağbet görmediği için artık üretmediklerini söylediler. Bu yıl mayıs ayında her gidene (ben birkaç kez uğradım) 6 çeşit atalık tohum bulunana bir paket hediye ettiler. Aldığımız her pakette domates, alacalı patlıcan, beyaz kabak gibi tohumlar vardı. Biz bazılarını ektik bazılarına ise gerek kalmadı. Belediyenin tohum bankasından ürettiğimiz sarı domates, beyaz kabak ve alacalı patlıcandan kendi tohumlarımızı da aldık. Yani ilk tohum kardeşim belediyenin tohum bankası.

Köyde de bir tohum kardeşim var. Komşum Emine Hanım bütün köyün tohum bankası gibi bir kadın,  Emine Hanım benden başka köydeki birkaç kişiye daha tohum veriyor. Emine Hanımın annesi de kendi tohumlarını saklayan bir kadınmış, şimdi kızı onun tohumlarını devam ettiriyor. Bu işini o kadar ciddiye almış ki, bazı ürünleri aileden kimse pek de sevip yemediği halde sırf tohumunu kaybetmemek için ekmeye devam ediyor. Geçenlerde konuşurken sadece karpuz ve salçalık biberin tohumunu dışarıdan aldığını, diğer bütün tohumların kendisine ait olduğunu söyledi. Bende ona verebileceğim tohumlar henüz yok, ben de ona nane kurutup veriyorum. İnşallah günün birinde ben de ona farklı tohumlardan veririm.

Bir başka tohum kardeşim, Hacettepe’den sınıf arkadaşım Vahide (Karadeniz gelini, kocasından Lazca bile öğrendi, ben güya Laz kızıyım birkaç kelime biliyorum) Ankara’da bir bahçesi var ve geçen sınıf gezimizde bana bazı tohumlar göndermek istediğini söyledi. Karadeniz’in dev boyutlu pembe domatesinden de varmış, biz kendi tohumlarımızı kaybettiğimi için ondan istedim. Bu domates, dev boyutlu, yamuk yumuk, pembe renkli, mis kokulu ve incecik kabukludur, boyutlarına rağmen çok narin bir domatestir, kesince birkaç saat içerisinde tüketmek gerekir. Onun kendi rekoru yarım kilonun üzerindeymiş, biz Rize’de 1071 gramı görmüştük, bakalım buradaki bahçede kaç gram olacak?

Elif Dağlı; yine Hacettepe’den arkadaşım, İstanbul’daki evlerinde Karadeniz’in kokulu üzümünden olduğunu görmüş ve çelik istemiştik, gerçekten de 3 adet çelik yapıp gönderdiler. Sonra bu çeliklerin başına gelmedik kalmadı, neyse uzun etmeyeyim kaç yıldan sonra şu anda elimde canlı tek bir çelik kaldı, o da yerini mi sevmedi bilemiyorum, kurumadı, ölmedi ama hiç neşesi yok, gene de umutla bekliyorum, bu memlekette bazı ağaçlar iyice derine kök saldıktan sonra uzuyorlar. Bakalım göreceğiz. Bu yıl Elif benden tohum istedi, ben de ona birkaç adet kendi ürettiğim tohumlardan hazırladım.

Gülden Tüysüz; çok yakın arkadaşım Beyhan’ın ablasıdır. Beyhan benim 40 yıllık arkadaşım, üstelik de Çayeli’li bir ailedirler. Annesi gençliğinde Umurbey’de yaşamış, buraları unutamıyor. Beyhanların Saroz körfezinde bir yazlıkları var, yani yaz aylarında nadir de olsa görüşüyoruz, hatta annesinin Umurbey’de yaşadığı evi bile bulduk. Gülden de bahçesine bazı sebzeler dikmeyi seviyor. Bizim köyle coğrafi yakınlığı olduğu için kolayca adapte olacaklarını düşünüyorum, bazı tohumlarımı onunla da paylaşacağım. Ondan Rize bal kabağının tohumunu alacağım, bizdekileri kaybettik.

Adnan Bey; rahmetli Nasuh eniştemin sınıf arkadaşının oğlu, eşi de bizim Ali’nin kuzeni imiş, yani hem aileden hem de arkadaşlarım vasıtası ile tanıştım. Geçen yıl Lapseki’deki şeftali tarlalarında harika bir gün geçirmiştik. Onunla da bazı tohumları değiş tokuş yapacağım, coğrafi yakınlık nedeniyle adaptasyon sorunu olmayacağını düşünüyorum. Ondan almayı planladığım ürün ise kuş üzümü.

Elif Telatar; bizim akrabamız, şimdiki halde Pazardaki evde oturuyorlar, bahçeyi de Elif bakmaya başladı. Ondan bazı tohumlar istediğim zaman bana Ardeşen’de yaşayan ve atalık tohum üreten bir kadından söz etti. Ben de onun aracılığıyla Ardeşen’li Emine Hanımı takip etmeye başladım. Kadın her sebzeden birçok çeşit üretiyor ve tohum elde ediyor. O kadar farklı çeşitleri var ki bu biberse buna da biber demek haksızlık diye düşünüyorsunuz. Fakat bir sürü patlıcan çeşidi olmasına karşılık ‘Dev Guduklu’ yok tabii. Elif aracılığıyla Emine hanımdan bir çok çeşit tohum aldım, ben de ona devguduktan tohum gönderiyorum, tabii Elif’e de. Bakalım bu dev patlıcan Rize’de olacak mı? Olursa boyu ne kadar olacak? Gerçekten çok meraktayım.

Sonuç olarak bu gün birkaç kişiye tohum hazırladım. Hepsine en özel tohumlar olan 2 çeşit çok güzel kavun, beyaz kabak ve devguduktan gönderdim. Elif Dağlıya ise sultani bezelye ve balık biber de koydum. İnşallah hepsi verimli olur.

Devguduk, Emine Hanımın patlıcanına verdiğim isimdir.

Benim geçen yıllarda Trabzon’dan getirttiğim renkli fasulyeler burada olmadı mesela. Umarım bu sefer de fiyasko ile sonuçlanmaz.

Posta için hazırladığım paketler

devguduk tohumları

SONBAHAR; SOĞUKLAR GELDİ, KIŞ BAHÇESİ HAZIRLIKLARI, YUMURCAK SAVAŞLARI, TOHUM TİYOLARI…

Artık sonbahar kendini iyice belli etmeye başladı, günlerin kısalması fark edilmeye başladı, çınarların yaprakları azaldı, yer yer sararmalar, kızarmalar başladı, havalar bir hayli serinledi. Geçen hafta yaz sebzelerini kaldırdık, kış bahçesi hazırlıklarına başladık, çapa yaptık, bahçeyi gübreledik. Geçen yıl nedense komşulardan bir türlü tedarik edemeyip ciddi bir gübre krizi yaşamıştık, bu yıl gene bilemediğim bir sebepten komşularımız insafa geldi de şimdi bol miktarda hayvan gübremiz var. Köyde yaşarken, hele de biraz olsun toprakla uğraşmaya başlamış iseniz, öncelikleriniz değişiyor, daha önce hiç aklımın ucundan geçmeyen sebeplerle mutlu olmaya başladım, gübrelerin geldiği gün kendimi nasıl keyifli hissettiğimi anlatamam.

Komşular yaz bahçesini sökünce toplu halde kışlık salçalarını yapıyorlar, biz ise salçaları peyderpey yaptığımız için bahçeyi söktükten sonra pek bir iş olmadı, çünkü son ürünleri bahçıvanıma verdim. Şu anda bahçede sadece uzak köşelerde kalmış ve hala vermeye devam eden birkaç çeri domates, böceklerin yediği karalahana, pazı dışında pek bir şey yok.

Artık kış sebzelerini dikme zamanı geldi. Soğan, sarımsak, marul, ıspanak gibi sebzeler dikiyorum. Bazılarını tohumdan üreteceğim, bazılarını da çarşıdan aldığım fidelerden dikerek büyüteceğim.

Bu yıl ilk kez (Nermin tohum yapmayı biliyor ve yapıyor) ben de bazı tohumlar yaptım. Örnek vermek gerekirse yayılmasını çok istediğim bir patlıcan tohumu ürettim. Komşumuz Emine Hanım, adeta köyün atalık tohum bankası gibi, annesinden aldığı terbiye ile bütün tohumlarını kendisi yapıyor, dolayısıyla elindeki tohumlar onlarca yıldan beri bizim köyde kendi ürettikleri ürünlerin tohumları. Öyle ki mesela elinde iki çeşit börülce varmış, bunlardan biri sadece yeşil fasulye şeklinde tüketilirken, diğer türün taneleri yeniliyormuş. Tane börülceyi (kurutulmuş börülce) evde kimse pek sevmezmiş, bu türü sadece tohumunu kaybetmemek için yıllardır ekmeye devam ediyormuş.

Bu bilge kadının ürettiği bir patlıcan çeşidi var, bunun gibi bir patlıcan daha önce hiç görmemiştim. Bitkisi normal patlıcan bitkisi, yaprakları biraz daha büyük diyebilirim, patlıcanı görene kadar diğer patlıcan çeşitleriyle arasında belirgin bir fark yok. Sebzenin rengi alışık olduğumuz kemer patlıcanı renginde yani parlak koyu mor, şekil olarak da ucu hafifçe sivri, uzun bir patlıcan çeşidi. Asıl şaşırtıcı olan patlıcanın boyutu, normal bir kemer patlıcanından 3 kat kalın ve 2 kat uzun, hatta tohuma bıraktığım patlıcanın boyu 40, çevresi ise 20 santime kadar ulaştı. Hormonlu gibi görünen bu dev patlıcanın içerisi ise bembeyaz ve şaşırtıcı derecede az çekirdekli, tohuma bıraktığım patlıcanın ucundaki 10 cm’lik kısımda hiç çekirdek yoktu. Patlıcanın ucu da ekmek somunu gibi sivri (Trabzon deyimiyle guduk), ben de patlıcana dev/guduklu/kızılkeçili adını verdim.

Bu yıl birkaç çeşit patlıcan dikmiştim, koyu mor renkli top patlıcan ve kemer patlıcan, bir de alacalı olan patlıcan dikmiştim. Bazılarını fide olarak almıştım, yerli alacalı patlıcanı ise belediyenin atalık tohum bankasından üretmiştik. Bir sıra da Emine Hanımdan bu özel patlıcan fidelerinden alıp dikmiştim.

Patlıcanların çoğunu fide olarak diktiğimiz için hemen kendilerine geldiler, gayet neşeli yaprak vermeye, çiçeklenmeye başladılar. Hatta ilk sebzelerini verdiler, onlardan bazılarını tohumluk olarak işaretledim, birkaç tane de kopartıp yemek yaptım.  Derken birden bire solmaya, çiçeklerini dökmeye başladılar. Meğer patlıcanlara köylülerin yumurcak dedikler zararlı bir çiçek dadanmış. Bu yaz sebzeleri dikerken naylon örtü ile malçlama yapmıştık, bir gün naylon örtünün altında, örtüyü kaldıracak kadar sık bir şekilde bu parazit bitkinin ürediğini fark ettik. Aslında görüntü olarak çok güzel bir çiçek, ilk çıktığında kuşkonmaz gibi görünüyor, daha sonra üzerinde mor küçük çiçekler beliriyor. Kökleri ise patlıcanların köklerinden besleniyor, bitkileri tamamen sömürüyor. Mücadele etmek de hiç kolay değil, çünkü kökleri sıkıca patlıcanın köklerine yapışmış oluyor.

Bundan sonra her gün ilk işim gidip, patlıcanların diplerini çapalayıp, bu bitkiden olabildiğince temizleme oldu. Birkaç haftalık mücadeleden sonra asalak otu biraz azaltabilince patlıcanları yeniden canlandı, bir sürü patlıcan büyüdü, ancak bu sefer de yaz bittiği için çabucak kartlaşıp, tohumlanmaya başladılar. Sonuç olarak yazın birkaç kez yiyebildik ve biraz da kış için közledik, ama benim için en değerlisi, çok değer verdiğim dev patlıcandan tohum alabildim. Patlıcan tohumu almak için ilk çıkan patlıcanlardan bir kaçını (benim durumumda sadece birini) tohumluk ayırıp, bütün mevsim boyunca olgunlaşmasını sağlıyorsunuz.

Bitkilerin soylarını devam ettirebilmek için geliştirdikleri bir taktik var, eğer sebzesi üzerinde duruyorsa tohumu olduğu için yeni sebze vermeye uğraşmıyor, bütün kuvvetiyle tohumunu beslemeye bakıyor. Sebzenin verimli olması için sürekli hasat edilmesi gerekiyor, çünkü burada ‘koyun can derdinde kasap et’ durumu söz konusu, bitki kendine tohum yapmaya çalışıyor siz ise sebze almaya.

Edindiğim bazı bilgilerin ışığında tohum bırakmak için bazı tiyolar şunlar;

  1. Çarşıdan alınan tohumların hemen hepsi kısır, yani her sene yeniden almak gerekiyor.
  2. Atalık tohumlar ise köylülerin kendi ürünlerinden aldıkları tohumlar, bu tohumlardan alınan ürünlerden kindi tohumlarınızı yapabiliyorsunuz. Atalık tohumlar çarşı tohumu kadar verimli olmayabilir, ancak çevre koşullarına çok daha dayanıklı oluyorlar ve kimyasal kullanmak da gerekmiyor. Bu nedenle eldeki atalık tohumları takas etmek bence çok önemli.
  3. Farklı bir bölgeden alınan tohumları ilk sene sadece tohum almak amacıyla üretmek akıllıca görünüyor, çünkü bitkinin yeni ortama uyum süreci var. Bizim Brezilya’dan getirdiğimiz kocaman bir domates vardı, tohumlarını almış ve geçen yaz bahçeye ekmiştik, ancak çıkan domatesin şekli getirdiğimiz domatese benzemiyordu. Meğer bitki yerinden uzaklaşınca strese girer ve ilk atasının şekline dönebilirmiş. O kadar özenip getirdiğimiz dev boyutlu Brezilya domatesi şekil değiştirdi diye yeniden tohum almamıştık. Kompost gübre yaptığımız için bahçenin çeşitli yerlerinde kendiliğinden bir sürü domates çıkıyor, bu domateslerden uygun yerde çıkanları muhafaza ediyoruz, kışlık sosların çoğunu bu kendiliğinden çıkanlarla yapıyoruz. Bu yıl, Brezilya domatesinden de bir kök çıktı, neredeyse 2 metrekare alan kapladı ve bütün yaz boyunca ince uzun, az çekirdekli çok lezzetli domatesler verdi, artık bizim bahçeye uyum sağladığı ve oldukça da verimli olduğu için bu sefer tohum aldık.
  4. Bir sebze ekecekseniz ihtiyacınızdan fazla kök ekmekte fayda var, bazen siz her şeyi doğru da yapsanız, havalar uygun gitmiyor, verim azalıyor. Tabii birçok kurdun, kuşun, köstebeğin hakkını da düşünmek lazım. Benim tuhaf bir gözleme dayalı inancım var; sanırım sebzeler birbirinden güç alarak ürün veriyorlar; mesela 20 kök domatesten, 5 kök domatesten alacağınız verimin 4 katından fazlasını elde ediyorsunuz. Domates tohumu için sadece beğendiğiniz bir domatesi kullanabilirsiniz ama mesela fasulye gibi bir sebzeden tohum alacaksanız tek sebzeyi değil de mesela 10 kök ektiyseniz, 2,3 kökü tohum için ayırmak ve diğer kökleri hasat etmek akıllıca görünüyor.
  5. Tohum almak için ilk ürünlerden seçmek gerekiyor, bütün yaz boyunca ürün iyice olgunlaşana kadar bekleniyor. Genel olarak tohum alacağınız sebzenin sapı sertleşip kuruyunca artık tohumlar hazır demektir. Domates tohumu alacaksanız domatesi güneş altında güzelce olgunlaşana hatta çürüme belirtileri göstermeye başlayana kadar bekletmekte fayda vardır.
  6. Kavun, karpuz, kabak gibi sebzelerin tohumlarını da kendi kabuğu içerisinde kurutmak daha doğru oluyormuş.
Yumurcak
Dev guduklu
Gene yumurcak

Dev guduklu tohumu

Frenk soğanları gözlerini açtı

Kale lahanalar da miniminnoş

Gübrelenmiş topraklara pazı, ıspanak tohumları atıldı

Bunlar da çarşı fideleri, her cins lahana var

KÖYDE KIŞA HAZIRLIK, BU YIL FARKLI OLARAK ÜZÜM KURUTTUM, ÜZÜM SAKLAMANIN BİR KAÇ YOLUNU DENEDİM, BİR DE BALKAN SOSLARI DEĞİL KETÇAP YAPTIM.

Köyde eylül meşgaleleri başladı. Biz de turşuları, reçelleri, salçaları, sirkeleri yapmaya başladık.

Bu yıl önceki yıllardan farklı olarak üzüm kuruttum. Bu sene aşırı fazla üzüm oldu derken, ağustos ayında peş peşe yağan yağmurlar üzümlere hayli zarar verdi, bir iki asmanın bütün üzümü o denli çürüdü ki, salkımları kesip, meyve ağaçlarının altına gübre olmaları için koydum. Ne de olsa kurda kuşa aşa, birazı da toprağa… Koyu renkli olup da bütün salkımları çürümeyen bir üzümden şıra yaptım. Bizim adetimiz üzümleri güzelce yıkayıp kaynatarak saklamaktır. Geçen yıl birkaç pet şişe şıra yapıp buzluğa koymuştum, çok beğenilmişti, bu yıl farklı olarak sıcakken kavanozlara koyup kapaklarını kapattım, kilerde saklayacağım. Çok az miktardaki üzümü ise internetten öğrendiğim gibi yıkayıp taneledikten sonra konserve yaptım. Aslında konserve demek de biraz tuhaf kaçtı, çünkü sadece iki kez kaynar sudan geçirip, vakumlu kavanozlarda bekletmeye aldım. Eğer söylendiği kadar güzelse bundan sonra yapmayı deneyebilirim. Az hasarlı olup da bizim yiyemeyeceğimiz kadar çok olan üzümleri de komşulara dağıttım, çünkü onların üzümleri de çürüdü.

Ancak çoğunu kuruttum, geçen yıl birkaç salkım üzümü kurutmayı denemiş, ancak küflendirmiştim. Meğer güneşte kurutmanın bir püf noktası varmış. Kurutulan malzemenin çürümemesi, küflenmemesi, üzerine sinek, böcek konmaması için, eski usul odun külü kullanılıyormuş,  şimdi ise herkes karbonat kullanıyor. Ben de karbonat kullandım. Önce üzümleri güzelce bol su ile yıkadım, tanelere ayırdım. Bir kase içerisine bir yemek kaşığı karbonat ve üzerine 1-1,5 litre su koydum, karbonatı suda çözündürdüm. Bundan sonra üzüm tanelerini karbonatlı suda bir iki dakika bekletip, karbonatın her yerlerine bulaşmasını sağladım. Kapalı balkondaki masanın üzerine serdim, balkonda bazı camlarda sinek teli var. Yani üzümler hem havalanıyor, hem tozdan, böcekten korunuyor, hem de güneş alıyorlar. Üçüncü günden itibaren birer ikişer bazı taneler kuru üzüm tanesi şeklini almaya başladı. Karbonatlı üzümlere gerçekten de hiç sinek böcek konmadı. Fakat bu sırada yeniden havalar bozuldu ve kurumaya yüz tutan üzümler ekşimeye, sulanıp çürümeye başladılar.

Bundan sonra artık aklım başıma geldi, evdeki elektrikli kurutucuyu kullandım. Bu sefer gerçekten de çok başarılı oldum, hatta Sibel’e de verdim, çok beğendi. İlk mahsuller kurutulmaya uygun ince taneli, çekirdeksiz, beyaz üzümdü. Üzümü yıkayıp, yukarıda tarif ettiğim gibi karbonatlı sudan geçirdim. Bu aşamada üzümlerin suyu süzüldükten sonra üzerlerine çok az miktarda çiçek yağı koyarak, yağın bütün tanelere bulaşmasını sağlamak gerekiyor, yoksa üzümler biraz kuruduktan sonra şekerlenip, birbirine yapışıyor. İyice yıkanmış, karbonatlanmış ve yağlanmış üzümleri kurutucuda 2-3 günde kuruttum. Yaptığım şartlarda üzümlere hiç toz değmemiş olduğu için kuru üzümleri yıkamadım. Güneşte kurutanlar iyice kuruduktan sonra tozlandıkları için yıkayıp son bir kez daha güneşe seriyorlarmış. Önümüzdeki sene karbonat değil, odun külü kullanacağım.

Şimdi kırmızı renkli üzümleri de kurutuyorum. Bu işte bir hayli uzmanlaştım galiba. Bu şekilde evde üzüm kurutanlar için son bir uyarı daha var, hiç kimyasal koruyucu kullanmadığım için üzümleri bez bir torbada ve buzdolabında saklayacağım.

Bu yıl domateslerden de daha önce hiç yapmadığım ketçap yaptım, efsane oldu.

İki kilo salçalık domatesi iri parçalar halinde tencereye doğradım. Bir kilodan az ( domatesin üçte biri kadar) salçalık biberi çekirdeklerini çıkardıktan sonra blendırdan geçirip tencereye aldım. Bir büyük elmayı da çekirdeklerini çıkartıp, kabuklarıyla birlikte blendırdan geçirip tencereye ekledim. Tencereye 1 yemek kaşığı tuz, 2 yemek kaşığı esmer şeker, 6 adet karanfil, 1 çay kaşığı karabiber (ben fülfül kullandım), 1 çay bardağı elma sirkesi ( açık renkli herhangi bir sirke olabilir), acı isteğine göre açı kırmızı biber (ben taze biber kullandım), hep birlikte tencerede kaynattım. Domatesler iyice yumuşadıktan sonra el blendırı ile güzelce çektim. Çarşıdan aldığımız bütün ketçaplardan daha lezzetli oldu. Eğer barbekü sosu yapmak isterseniz, biberleri közleyip, domatesleri de biraz fırında pişirerek mükemmel sonuç almak mümkün. bunu daha az miktarda deneyeceğim.

Ketçap

GEÇEN SENE YAPACAKLARIM LİSTESİNDEN BİR İKİSİNİ DAHA İDRAK ETTİM; SIRA GELDİ PERDE BETON DUVARLARA CAZİBE KATMAYA

Emekli olduğumda yerleşmeyi düşündüğüm yerlerden biri İznik idi, çünkü seramik yapmayı ve Osmanlı usulü süsleme sanatını öğrenmek istiyordum. İznik’e değil ama Çanakkale’ye yerleştim. Çanakkale, ülkedeki en önemli seramik fabrikalarının bazılarının bulunduğu bir kenttir. Hatta Çan ilçesinin girişinde seramiğin başkenti yazan bir tanıtım levhası var, kasabanın en önemli geçim kaynağı seramik fabrikası demek yanlış olmaz. Sanırım bölgede seramik için çok uygun toprak bulunuyor, çünkü Troya’dan beri kendine has bir üslupla (bana aşırı şatafatlı gelen) üretilmiş seramikler var. Osmanlı döneminde de İznik ve Kütahya gibi Çanakkale de seramik üretilen merkezlerden biri olagelmiştir.

Seramik kaplar, arkeolojik alanların yaşını hesaplarken, antik ticaret yollarını belirlerken ve bulunan uygarlığın, hangi paleontolojik döneme ait olduğunu belirlerken, yerleşkenin hatta kimi zaman perihistorik yerleşkelerin (henüz kendileri yazı yazmaya başlamamış, ancak çevresindeki yazı yazan uygarlıklardan haklarında bilgi alınan bölgeler) gündelik hayatlarını öğrenmeye çalışırken, çok önemli bir göstergedir. Troya şehri; gerek Homeros’un aktardığı hikayesi, gerekse bir o kadar ilginç olan bulunma hikayesi sayesinde arkeoloji bilimi için o denli önemli bir buluntudur ki dünyanın neresinde bir arkeolojik kazı yapılsa bulunan seramikler Troya’nın hangi katmanının yaşındaysa ona göre tarihlendirilir, ( örnek Truva IV ile yaşıt arkeolojik alan vb).

Son 2 yıldan beri Anadolu Üniversitesinin ‘Kültürel Miras ve Turizm’ bölümünü okuyordum, bu yaz mezun oldum. Seramik yapım ve süsleme teknikleri, hangi tekniğin ne zamanı işaret ettiği ve Truva’nın seramiklerinin tarihçesini bu nedenle gayet güzel öğrendim. Aslında ikinci üniversite, yapılacaklar listeme sonradan (salgın sayesinde) girdi, ama çok iyi oldu böylece arkeoloji ve mitoloji gibi gerçekten ilgimi çeken 2 önemli konuda sistematik bilgi sahibi oldum.

Bu şehirde çarşıda, sokak aralarında, turistik olan olmayan bir çok seramik atölyesi, dükkanı ve bir de seramik müzesi var. Buraya taşındığım günden beri bir kursa katılmak aklımdaydı, ancak geçtiğimiz kışa kadar bir türlü kısmet olmamıştı. Sonunda, ilanında benim derslerden öğrendiğim bazı teknikleri öğreteceğini yazan bir kurs buldum ve ona katıldım. Bu ilandan önce hiçbir ilanda şu, şu teknikleri öğreteceğini yazan birine rastlamamıştım. Seramik hocası, benimle yaşıt (birbirimize devrem diye takılıyoruz), telefon sesini çavbella olarak ayarlamış, hayatı Hulusi Kentmen’li bir Türk filmine benzeyen bir İstanbul hanımefendisi ve emekli akademisyen. Elbette her şeyi usulüne göre öğretmek istiyor. Başlangıç aşamasında çamura elle şekil vermeyi öğreniyorsunuz ve yamuk yumuk bir sürü nesne yapıyorsunuz. Ben bir türlü şekillendirme, boyama ve süslemede gerekli olan sabrı gösteremedim, dolayısıyla hayli tuhaf görünen, henüz onlarla ne yapacağımı bilemediğim bir sürü kasem, buhurdanlığım, kendini saksı sanan nesnelerim oldu. Sonunda dış mekanlarda kullanılabilecek içinde kum gibi sert parçacıkları olan özel bir çamur getirttik ve ben de kocaman 2 adet 2 rakamı yaptım ve parlak turuncu renkle boyadık. Kapı numaramız 22 olduğu için muhtemelen turuncu ikiler yaptığım işe yarayacak tek ürün oldu.

Önceki yazılarda, bahçede bir sürü perde beton duvar olduğundan bahsetmiştim. Yıllardan beri bu duvarları görünmez kılmak ve becerebilirsem cazip bir hale getirmek istiyorum. İlk akla gelen çözüm duvar diplerine sarmaşıklar dikip, sarmaşıkları duvarlara sarmak yani yeşil duvar haline getirmek, ama o kadar çok duvar var ki hangi birine hangi sarmaşık yetişecek, bilmiyorum. Duvarlardan birini boylu boyunca kapatabilmek için bir acemborusu, bir saat çiçeği, bir mor salkım, iki tane de sonbaharda kıpkırmızı olan Amerikan sarmaşıklarından diktim. Bu memlekette herhangi bir bitki kökünü yeraltı suyuna değdirmeden boyunu uzatmıyor, yani ilk 2 yıl pek büyümüyor. Bu yıl artık bütün sarmaşıklar 5 yaşına girdiler, bahçe içinde garaj yolunu destekleyen upuzun ve yüksek duvarda sadece 3-4 metrekarelik bir alanda çıplak beton görünüyor. O kadar ufak bir alanın da bu Ağustos ayında bilemedin seneye artık kapanacağını düşünüyorum. Bahçe ile köy yolu arasında daha da yüksek ve uzun bir duvar var ki, burayı kapatabileceğimi hayal bile etmemiştim, ancak bir arkadaşın bahçe duvarında ne kadar büyüyebildiğini görünce geçen sene bir Amerikan sarmaşığı da buraya diktim, o sarmaşığın o duvarı kapatabilmesi için 40 fırın ekmek de yetmez. Bu duvarı daha cazip hale getirebilmek için acaba duvarın dışına çam ağacı mı diksem diye düşünüyorum.

Tam bir duvarları cazip hale getirme projesinin en azından bir ayağı başarıya ulaştı derken, geçen sene komşunun arazisinde sel hasarı olunca, diğer duvarlara dik, çok çirkin bir duvar daha yaptırmak zorunda kaldık. Bu yeni duvarı da bir şekilde güzel göstermek istiyorum ki bu neredeyse olasılık dışı.

Geçen yıl bir de muhteşem mozaikler yapan memleketlim bir hanımla da tanıştım. İnanılmaz bir mitoloji merakı ve tarihi canlandırma merakı var, atölyesi ufak bir müze değerinde. Aslında bu hanım ve kişisel müzesi muhtemelen başka bir yazıma konu olacak, bana çok güzel bir hayat ağacı, kuzenime de atmaca yaptı. Seramik tabakalar yapıp üzerine doğal taşlarla mozaikler yapıyor.

Her iki kadını da bir gün bahçemde ağırlamak istedim. Seramik sanatçısı arkadaşım gelirken renkli fayanslar, pens, sıva ve derz malzemesi getirdi. Bana fayansı kesmeyi, duvara yapıştırmayı ve derz yapmayı gösterdi. Seramikle yaptığım rakamları da kullanarak, merdivenin yanındaki çok çirkin duvarlardan birine kapı numaramı yaptım. Şimdiden duvar biraz albeni kazandı, biraz da yeşertince muhteşem olacak.

diploma

Yeşertilen duvarlar

Kapı numarası

DİŞİMİ SIKMAKTAN ÇENEM AĞRIDI, GÜNLERCE YEMEK ÇİĞNEYEMEDİM

Bir tatil yaptım ya resmen burnumdan geldi. Yoga tatilini, hem rahatsızlanmam ve hem de arabamın durduk yerde aldığı hasar nedeniyle moral bozukluğuyla erkenden kestim. Günlerce, hem de evde ustalar olduğu için 2 farklı arabaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda aracım tamirdeydi.

Ev resmen panayır yeri gibi, bir yandan evin içinde boya yapılıyor, diğer taraftan daha ufak tefek bir sürü iş için ustanın biri geliyor, diğeri gidiyor. Şu anda resmen kendi evimin içinde göçebe yaşıyorum, bir gece balkondaki kanepede bile yattım. Daha ev yeni, normalde birkaç yıl daha idare edebilirdi, ancak bazı sebeplerden boya çabuk bozuldu. Bunlardan birincisi evi o kadar kuvvetli yaptırmışız ki, hiç nefes alamıyor, bazı yerlerde küflenmeler oldu. geçen sene bir havalandırma bacası yaptırmıştık, bir hayli faydası oldu, ancak üst kattaki banyoda hala nem problemi var, bu yıl oraya ayrıca bir havalandırma deliği açılması lazımdı. Daha da önemli bir sebep, alt katın bazı yerlerinde (kalorifer odası olarak planlanıp, bana çalışma odası yapıldı) ve garajda mantolama yapılmamış, bu da alt katın ısınmasını oldukça zora sokuyor. Geçen yıl hiç sevmediğim dış cephe boyasını yeniletmiştim, o sırada salgın çok artmış durumdaydı, evin içini bu yıla bırakmıştım. Bu yıl gene salgın var, ama daha fazla bekleyemeyeceğim.

Müstakil ev olduğu için her yaz kışa hazırlık yapılası gereken çok iş oluyor, bu sene kalorifer peteklerinin içleri temizlendi. Bir odadan ustalar çıkınca karınca gibi oraya dalıp temizlik yapıyoruz, dolap içleri, perdeler derken perişan halim var. Mantolama işi olduğundan sanırım ustaların işleri bir haftadan erken bitmez. Bir sürü kullanılmayan, bozulmuş eşya, giymediğimiz elbiseler filan var, onları da ayıklayıp, geri dönüşüme vereceğiz.

Tabii bu arada bahçenin işleri de son hız devam ediyor, bu yıl naylonla malç yapmıştık, maalesef zararlı bitkiler için sera vazifesi gördüğü için onlardan acilen kurtulmamız gerekti. Birkaç ağaç kurumuştu, onlar kesildiler. Bu yıl yeterli gübre verememiştik, bahçede pek verim yok, gene de her gün bir şeyler hasat ediyoruz, ufak tefek turşular, soslar yapmaya başladım.

Uzun sözün kısası bu günlerde (ne yürüyüş yapıyorum ne de spor ama) en yoğun hissiyatım yorgunluk, sabahları belim tutulmuş kalkıyorum, akşamları ise bacaklarım zonkluyor. Sırf sonunda ev tertemiz olacak diye kendimi avutuyorum.

Asıl dişimi sıkmaktan çenemi ağrıttığım stresi ise bayramdan önce henüz ustalar gelmeden yaşadım.

Anlaşılan benim hayvandan yana şansım yok. Daha önce bizi sahiplenen kedi (Masti) kendiliğinden kayıplara karıştı, bir sokak köpeği sahiplendim (Pırtık) onu da kaybettim. Geçen yıl bahçeye sansar yuva yapınca bahçede bakmak için yeni bir köpek almak için bizim kızları da ikna ettim. İlk köpeğime büyükçe bir kafes yaptırmıştık, ama köpeklerin esaret altında yaşamaları hiç iyi değil, hayvanı gezmeye çıkardığım zaman enerjisini atamıyordu, biraz büyüdükten sonra beni çok sık düşürmeye başlamıştı. Bu sefer köpeğe bahçenin bir bölümünü ayırmaya karar verdim, bu kısımda serbestçe gezsin, hayvanı her gün 2 kere benim çıkarmam gerekmesin diye sebze bahçesini köpeğin giremeyeceği şekilde tellerle tamamen ayırdım.

İlk istediğim bir akbaş almaktı, Karacabey’de devlet üretim çiftliği varmış, anlaşılan köpek alabilmek için araya torpil koymak gerekiyor, bir türlü alamadım. Ben de çevreden bir köpek almaya karar verdim, bir arkadaşım bana tanıdığı bir çobanın köpeğinin yeni doğmuş yavrularından birini ayarladı. Yoga tatiline gitmeden tam da gün dönümünde gidip hayvanı gördüm, çok şen ve insana yakın bir yavruydu, belli ki koçman olacaktı. Henüz 40 günlük olduğu için biraz daha anne sütü alsın diye bıraktım. Aslında ilk planda ben bayramdan hemen önce dönecektim, bayram günlerinde ise çoban, kurban kesimi de yaptığı için meşgul olacağı için bayram sonrasında almak üzere sözleşmiştik. Yoga tatilinde hiç keyfim olmadığı için erkenden döndüm, ben de hayvanı bayramdan önce aldım.  Köpeği ilk gördüğüm gün wiccan inancına göre Litha bayramı olduğundan ismini Litha koydum.

Gittiğimde çoban ‘seninki bugün hep gizleniyor, galiba biraz hasta’ dedi, fakat ben hayvancığı aldığımda boynunda neredeyse portakal büyüklüğünde bir apse vardı, üstelik bir noktadan dışarıya sızıyordu. Köpeği kaptığım gibi soluğu veterinerde aldım. Antibiyotik ve lokal bakım önerdi, 5 gün enjeksiyon yaptım ama apse sadece biraz küçüldü. Bu sefer bir arkadaşımın önerdiği başka bir veterinere gittim. Röntgen çekti ve bana bacak eklemine ya da mediastene (kalbin ve büyük damarların içinde bulunduğu, akciğerler arasındaki alan) açılabilecek bir yerde olduğunu söyledi. Bu kez iki antibiyotik ve apsenin açılan yerinden içeriyi yıkadığım daha zorlu bir pansuman önerdi. Bundan sonra Lithaya işkence günlerim başladı, günde 2 kez ağzını zorla açıp boğazından içeri hap tıkıştırıyor, apseyi sıkıyor, içini enjektörle temizliyordum.

Hayvancık artık, internette gördüğüm, istisar edilip, duvara bakan köpeklere dönmüştü. Onun bu halini o kadar sıkıntı yaptım ki, gece dişimi sıkmaktan çene eklemim ağrıyordu, hem de çiğneyemeyecek kadar. Zaten ömrüm boyunca gece diş gıcırdatmışımdır, şimdi emeklilikte artık bu dertten kurtuldum derken, Lithaya yaptıklarımdan dolayı bir hafta boyunca bu eski derdim depreşti.

Hayvancığın boğazında birden çok ısırık ve birden çok apse varmış, çünkü başka noktalar da delindi ve buralardan farklı vasıfta iltihap aktı. Son gün apsesi bayağı küçülmüş ve akıntısı iyice azalmıştı. Ama bana daha hasta görünüyordu, iştahı azaldı, pek yürümek istemiyordu. Sonra da sanırım apselerden biri mediastene ya da akciğere açıldı, çok ciddi solunum sıkıntısı gelişti. Veterinere gitmeye fırsat kalmadı.

İki gün kendime gelemedim, ya ilk gördüğüm zaman alsaydım, büyük köpekler buncağızı boğmayacaktı, ya da bari bayram sonunu bekleseydim, hayvancık hiç işkence görmeden ölüp gidecekti. Her şey olacağına varır, geriye dönüp bakınca keşke demenin hiçbir anlamı yok onu da biliyorum.

Bana hayvan bakmak yaramıyor, hangisini tutsam elimde kaldı.

Bu arada köylerde boyunlarında çivili tasmalar olan çoban köpekleri görürseniz, sizi korkutmak için değil, hayvanı korumak için, çünkü kurtlar ve köpekler dövüşürken boğazını rakibine kaptıran hayvan ölüyor.

Lithacık
Bayağı güzel anlaşmıştık
Bu hale geldi garibim

YAZLIK SEBZE BAHÇESİ HAZIRLIKLARI, DİKİMİ, BU YIL İLK KEZ DENEDİĞİMİZ MALÇ YÖNTEMİ

Sebze bahçesini evin arkasında bahçenin oldukça düz olduğu tek alanda yapıyoruz. Bu kısım sanırım 400 metrekare filan gibidir, ortasında köye doğru giden beton bir yol var. Bu yolun bir tarafına bir kaç meyve ağacı dikmiştik, yolun diğer tarafında ise yolun kenarı boyunca birkaç asma dikili, arkada kalan 150 metrekare gibi bir alanı ise sebzeler için hazırlıyoruz. Geçen yıla kadar bu kısım Nermin’in ilgilendiği alandı. Geçen yaz bu alanın en ucuna kök sebze bahçesi yaptırdım, yabani ot mücadelesini ben yaptım, asmalarla da ben ilgilendim. Üzümlerden ve havuçlardan aldığım cesaretle kışın meyve fidanlarının altına bakla, pırasa, karnabahar, soğan gibi kış sebzeleri diktim. Köstebeğin sarımsaklarıma verdiği zarar haricinde bir hayli başarılı olduğum için bu sene yaz bahçesiyle de kendim ilgilenmeye karar verdim.

Sebze bahçesinin toprağını hazırlamak bir önceki sene bostanı tamamen kaldırdığın zamanda başlıyor. Sonbaharda bu bölgeyi iyice çapalayıp, kış boyunca toprağın havalanmasını sağlamak gerekiyor. Kışın bu alanı boş bıraktım, sadece bahçeden çıkan otları ufak yığınlar halinde kurutup, yaktım.

Bu kış çok yağmur yağdığı için bahçenin her alanında olduğu gibi bu alanda da oldukça fazla yabani ot çıkmıştı. Ramazandan önce bu alanı yeniden  makine ile çapalattırdım. Otlar ve küller iyice toprağa karıştı. Toprak bir kez daha havalandı. Damla sulamanın boruları kontrol edildi, hasarlı olanlar tamir edildi. Ramazanda tekrar çapa yapıldı, toprak iyice ufalandı, küreklerle sebzelerin dikileceği tarhlar yükseltildi, tarhların tepe noktalarından geçecek şekilde sulama boruları serildi. Bundan sonra iş başa düştü; tarhların üzerine gübre, leonardit ve gülleci bulamacı döktüm.

Bu yıl bahçeyi daha geniş tuttuk, tarhların arasında en az üçer metre mesafe var. Bu genişliğin avantajları olacak diye düşünüyorum, bitkiler birbirlerinin gölgesinde kalmayacak, aynı sebzenin farklı cinslerinin birbiri ile tozlaşmasını engellemiş olacağız, dejavantajı ise daha büyük bir alanda yabani ot mücadelesi yapmak gerekecek. Bu yaz yabani otlarla o kadar uzun süre harcamak istemiyorum, ilk kez malç yöntemi deneyeceğiz. Sebze tarhlarını siyah naylonlarla kapatacağız, güneş ışığından mahrum kalan yabani otlar bitmeyecek, toprak bütün gücüyle sebzeleri besleyecek, su kaybı ( buharlaşma) daha az olacak, deneyip göreceğiz. Gidip bir top siyah naylon aldım, tarhların boylarına ve sayısına göre kestim.

Bu arada havalar oldukça soğuk gittiği için dikme işlemini iyice geciktirdik. Normalde bizim köyde 23 Nisan ile Hıdrellez arasında dikimler başlayabilir ama bu yıl Mayıs ortasında dikime başladık. Hatta bazı fideler muhtemelen Haziran başını bekleyecek.

Hem Çanakkale’den hem de Lapseki’den domates, biber, patlıcan, kabak, salatalık yerli çeşitlerden bir sürü fide aldık. Böyle yazınca pek az çeşit varmış gibi görünüyor, ama mesela kıl biber, köy biberi, çarliston biber, dolmalık biber, kapya biber, acı biber gibi çeşitleri var. Keza patlıcan, domates her birinden birkaç çeşit var. Tabii bir sürü de Nermin’in tohumdan hazırladığı fideler var. Ayrıca bahçenin çeşitli yerlerinde bal kabağı, domates, kavun gibi fideler belirmeye başladı. Bahçenin çeşitli yerlerinde kendiliğinden çıkan fideleri eğer yerleri uygun ise orada bakmaya çalışıyoruz, değilse kendi hallerine bırakıyoruz. Bu yıl çeri domates dikmedik, çünkü zaten bu kendiliğinden çıkan domateslerin çoğu çeri domates. Son olarak komşu kadının bütün tohumları atalık olduğundan birkaç perese (burada fideye perese diyorlar) de ondan kapabilirsem çok iyi olacak.

Bu yıl ilk defa naylon serdiğimiz için bir hayli acemilik çektik, gerçekten en kolay nasıl yapabileceğimizi düşünmek için bayağı zihinsel mesai harcadım. Damla sulama boruları 30 cm aralıklarla küçük delikleri olan borular, bu tali borular, su deposundan gelen bir ana boruya musluklu bir cıvata ile bağlanıyorlar. Böylece siz isterseniz bütün borulara su veriyorsunuz, isterseniz bazı boruları kapatıp o sıralara su vermeyebiliyorsunuz. Boruların delikleri minicik olduğu için damla damla su akıyor. Bu sistem İsrail’de bir Kibbutzda ( bir nevi komünist rejimle idare edilen çiftlikler, Yahudiler önce Filistin’den para ile toprak satın alarak bu çiftlikleri kurmuş ve zamanla ülkeyi ele geçirmişler) keşfedilmiş, vaktiyle bu kibutzu gezmiştim.

Malçlama yöntemi ise sebzeleri diktiğiniz toprağı talaş, naylon gibi bir malzeme ile kaplama yöntemidir. Bu yöntemle hem bitkinin kökleri daha sıcak tutulur, hem su buharlaşması azaltılır, hem de yabani otların önüne geçilir. Nermin bu yöntemi bilmediği ve hiçbir konuda konfor alanının dışına çıkmadığı için bir türlü yapamamıştık, bu sene işi ben ele alınca yapmaya karar verdim.

İlk sırayı dikerken biraz acemilik çeksek de kolayca başardık. Sadece dikim işlemi biraz daha uzun sürdü hepsi o kadar. Umarım bu yöntem söylendiği kadar işe yarar, sırf yabani ot çıkmasını engellese o kadar bile yeter. Bu yöntem anlaşılan bizim köyde ilk kez kullanılıyor, komşular başımıza dikildiler ne yaptığımızı öğrenmek istediler. Umarım sevgili bahçem göze gelmez.

Tabii sebzeler dikilirken dikkat ettiğimiz bazı noktalar oluyor. Mesela domates gibi toprağı çok sömüren sebzeleri her sene farklı yere dikiyoruz. Bu seneye kadar domatesler seraya yakın tarhlara dikildiler, bu yıl seradan en uzak alana onları diktik. Aslında diğer sebzelerin yerlerini de mümkün oldu kadar değiştiriyoruz. Bir başka dikkat ettiğimiz nokta ise her sebze tarhına ara sıra birkaç adet fesleğen, reyhan gibi kokulu bir ot dikmek, bu sayede hem güzel kokulu bitkileri üretmiş oluyoruz hem de arıları sebzelere çekip, güzel koku sevmeyen bazı haşaratı uzaklaştırmayı umuyoruz. Bir başka önemli şey de hiçbir zaman acı biberi diğerlerinin yakınına dikmemek gerekiyor, yoksa tatlı biberleri de acılaştırıyor. Aynı sebzenin farklı türlerini de yan yana dikmemek gerekiyor, tozlaşıp tamamen farklı bir tür ortaya çıkartabiliyorlar.

Bu yıl yeniden denediğimiz bir tür de benim lotus dediğim, daha önce başarılı olamadığımız enginar fideleri oldu. Nermin onları tohumdan yetiştirdi, ama bence toprağa birbirine çok yakın olacak şekilde dikti. Enginar nasıl olsa ancak iki yılda büyüyen bir bitki, Nermin’in diktiği bütün enginarlar canlı kalırsa seneye seyreltmek için bazılarını taşımak gerekecek gibi görünüyor. Bunlar da başarısız olursa bir daha denemeyeceğim.

Bu arada evde ciddi bir gübre kriz yaşadım. İki yıldan beri bir gübre bulmakta sorun yaşıyorum, döne döne gübre arıyorum, çevredeki bütün gübre yığınlarını ezberledim . Kimi veririm deyip kendi kullanıyor, kimi ağırlığınca para istiyor. Çanakkale pazarına fideleri almak için bizim kızlar gitmişlerdi, Sarıcaeli köyünden bir kadınla tanışmışlar, kadın kendi hayvanlarının gübresinden alabileceğimizi söylemiş. Köylerinde üniversitenin bir kampüsü var, oraya yakın bir yere yığdım, istediğiniz kadar alın, hatta yeter ki alın, para mara da istemem demiş.  Tabii gübre bulundu diye önce çok sevindim, fakat bizim kızlar kadının ne adını ne telefonunu almamışlar. Şimdi Sarıcaeli köyünden büyük göbekli kadını nasıl bulayım da gübreyi alayım hiçbir fikrim yok. Vallahi sinirimden ağlayasım geldi. Hayvan tersi için bu kadar zihinsel, fiziksel ve duygusal emek harcayacağım aklımın ucundan geçmezdi.

Bu aylarda bahçede işler oldukça fazla oluyor, elbette ağaçlara da bakım verildi, bahçede yaptığım ve yapmayı planladığım bazı projeler de var, ama onları artık sonbaharda yazarım, bu kadar üst üste bahçe yeter.

Bahçıvan
Ben
Show Buttons
Hide Buttons