Category Archives: Köy hayatı

KÖYDE BİR SÜRÜ FAALİYET VAR, NEYSE Kİ BU KARAMBOLDE ADIYLA MÜTENAKIZ MESUT DA NİHAYET BİR İŞ BULDU

Aylardır köyümüzde, birkaç koldan yürüyen,  bitmek tükenmek bilmeyen, mücadele alanları var, köy arı kovanı gibi vızır vızır işliyor .

Birinci mücadele silsilesi su üzerine; geçen seneki kuraklık ve bunun sonucunda köyün suyunun azalması, zavallı muhtarımızın bitmek bilmeyen ancak bir türlü tam olarak sonuca ulaşamayan mevcut suyu kurutmama, mümkünse yeni su kaynakları bulma mücadelesine dönüştü.

Adamcağız önce köyün su deposunu büyüttü, aslında bunu yaptığı zaman köyde bol su vardı sadece temmuz sonu ve ağustos aylarında köydeki büyük baş hayvanlara su içirildiği saatlerde 1-2 saatliğine sular azalıyor, bazen de kesiliyordu. Köyün suyunu aldığı yeraltı suyu bayağı bol olduğundan depoyu büyütürsem sorun çözülür sanmıştı, ancak bu depo yapılıp da köye yeni depodan su verilmeye başlandığı günden itibaren köyün şebeke suyu artacağına azaldı. Bence yeni depodan iyice eskimiş şebekeye su verilince, basınç fazla olduğu için zaten mevcut olan sızıntıları, patlakları artırdı. Yer yer toprağın yüzeyinden su sızıntıları oldu, hiçbir dere akmazken köyün ortasındaki dere (normalde  suyu azdır) bu yıl şakır şakır aktı, sırf bundan bile şebekenin sızdırdığı belli. Ancak ben muhtarı bin bir güçlükle eskiyen şebeke borularından sızıntı olduğuna ikna edebildim; nihayet boruların yenilenmesi için dilekçe verdi. Zaten, meğer köyün su şebekesi 40 yıl önce yapılmış, daha sonra çeşitli tadilatlardan geçmiş, şu anda tam planını bilen bile yok, ancak dışarı sızan su olursa orayı açıp kısa bir boru değişimi yapıyorlardı, şimdi makyaj yetmiyor, bütün şebekenin yenilenmesi gerek.

Geçtiğimiz yıl, aşırı kuraklık nedeniyle yeraltı suyu da çok azaldı, garibim muhtar, aylardan beri sabah akşam gidip gelip depoyu kapatıp açıyor, böylece kaynak suyunun kurumamasını sağlamaya çalışıyor. Çünkü bizim köylü su konusunda çok tuhaftır, hesapsızca kullanır, benim artezyen kuyumu 1 yazda kuruttular, muhtar suyu kapatmasa köyün bol kaynak suyu haznesini de kurutmayı başarırlardı. Çünkü yeraltı sularının günlük belli bir dolma kapasitesi var, her gün bu kapasitenin hepsini çekmeye kalkışınca su haznesinin şekli değişiyor, bir süre sonra artık kuyudan su gelmez oluyor. Benim kuyu kendine gelene kadar haftalar geçmişti.

Köylülerin daha önce bu şekilde kuruttukları birkaç yeraltı kaynağı olmuş birkaç yılda bir ormanda faklı sular bulup, onları şebekeye vermişler, en son kullandığımız kaynağı bulunca da artık hiç su sıkıntımız olmayacak diye düşünmüşler. Bu nedenle de şebeke suyunu hunharca kullanıyorlardı, kendi bahçelerindeki yüzeysel kuyuları doldurmak için bile şebeke suyunu akıtırlardı. Normalde köyün hemen aşağısında tarım için kullanılması gereken sulama kanalları var, bizim köyde çok az kişi oradan su taşırdı.

Bu yaz boyunca muhtar su aradı, buldukları bazı kaynağı kullanmasına toprak sahibi izin vermedi, bazıları çok derinde çıktı. Sonuç olarak gene eski kaynağımıza bağımlıyız. Kasım ayında bol yağmur yağdı da şükür suyumuz bir hayli kendine geldi. Şimdi büyük bir hevesle kar yağmasını bekliyorum, çünkü evin önündeki derede nihayet su var, ama henüz akmıyor. Umarım bu yıl şebekemiz de yenilenir.

Bir başka iş silsilesi ise orman yangınının ardından gelen hasar onarma mücadeleleri. Susuzluk ve aşırı sıcak havalar, yazın orman yangınlarını da tetikledi, ama asıl yangını çıkaran ormandan geçirilen ve yıllardan beri bakımı yapılmayan yüksek gerilim hatları imiş. Fakat ben köyün bu kadar yakınından geçen yüksek gerilim hatlarının olduğunu bile bilmiyordum, çünkü normal elektrik direklerinden çok da farklı değildiler, altlarındaki ağaçlar bile kesilmemişti.  Yangından hemen hatların altındaki ağaçlar kesildi, ancak o zaman bu direklerin farkına vardım.

Yangın sebebini o kadar araştırdılar, köylüleri tek tek sorguladılar, ama bence başından itibaren yangının yüksek gerilim hatlarından çıktığını anlaşılmıştı. Kimse cezalandırılmadı, yangın doğal sebeplerle çıktı denildi ama ilk günlerde önce teller ardından  hızlıca direkler kaldırıldı. Sonrada birkaç hafta içerisinde devasa direkler dikilip teller yeni model yalıtımlı tellerle değiştirildi.

Eskiden farkında bile olmadığım yüksek gerilim hattı şimdi  doğanın organik hatlarını bıçak gibi kesip, göz kanatıyor. Böyle olunca anatomik olarak da yangını başlatan canavar gözle görünür oldu, çünkü yangının başladığı vadide elektrik hattı ile yangın alanı birebir örtüşüyor.

Yangından sonra elbette bir de yanan ağaçların temizlenmesi meselesi var;  ormancılar haftalarca çalışıp, tek tek kesilecek daha doğrusu kesilmeyecek ağaçları belirlediler. Şimdi de kesimler yapılıyor, kütükler taşınıyor, ormanın örttüğü arazi, derin vadiler, kayalar, sel yatakları ortaya çıktı, çıplak toprak hala yanık görünüyor. Şimdilik hala felaket sonrası görüntüleri var, ancak bundan sonra eğer insan eli değmezse çok kısa zamanda orman yenilenir. Yukarı köyde kesilen kızılçamların yerine meşe dikerek yenilenen bir deneme ormanı var, çok kısa zamanda nefis bir orman haline geldi. Umarım yeniden dikim yapılacaksa kızılçam değil de zaten yöresel bir ağaç olan meşeyi tercih ederler. Dikim yapılmaz ise zaten en fazla 5 senede çamlar ev boyunu geçiyor.

Köyde yollar devasa iş makineleri, kamyonlardan geçilmiyor. Bu iş makinelerini seyretmeye de bayılırım, bir kere çok güçlü arazi araçları, olmayacak yerlerde geziniyorlar, nesneleri çok becerikli bir şekilde kavrayıp, yerleştiriyorlar, ben onların koca kütükleri kamyona dizdikleri gibi çamaşır çekmecemi düzenleyemiyorum.  Konuştuğum kadarıyla daha bir hayli iş varmış, aylar boyunca bu trafik devam edecek gibi görünüyor.

Öte taraftan köyün orman yangını olmayan tek yönünde de rüzgâr türbinleri yapılmak üzere bir faaliyet silsilesi yaşanıyor. Önce çok kısa bir sürede Yukarı köyde inşaat için bir operasyon merkezi kurdular, şimdi de bir yandan türbinler için yerler hazırlanıyor, diğer yandan da devasa türbinleri taşıyabilecekleri yollar açılıyor. Neyse ki yollar için, çoğu yerde mevcut orman yolunu kullanıyorlar, ancak köyleri baypas etmek için kısa yol eklentileri yapılacak. Bizim evin sanırım 300 metre kadar yakınından, bir iki tarlayı geçip, yukarı köyün yoluna ulaşacak bir kestirme yapılacak. Çünkü bu türbinlerin her bir kanadı birkaç tır uzunluğunda ve normal yollardan geçmesi imkânsız. Çoğu zaman bekletiyorlar, trafiğin az olduğu saatlerde yola çıkartıyorlar. Mesela bir kanadı Çanakkale kavşağından Çan yoluna döndürürlerken görmüştüm, yolu kapatıp, ters yoldan geri geri alt yola indirip, bin bir zorlukla istenen yöne soktular. Yani bunları taşımak için her kavşakta, her yolda bir strateji belirliyorlar. Bizim köylerin içindeki kıvrım büklüm yollardan süt tankerlerinin nasıl geçtiğine bile şaşırıyorum, bunların geçmesi mucize olurdu. Bizim köy gibi aşağıdaki ve yukarıdaki köylerin de içinden geçemezler. Galiba biraz da yol inşaatı izleyeceğiz.

Bu arada bizim komşunun Mesut adında makine mühendisi bir oğlu var. Bu çocuk, yıllardan beri iş arayıp durur ve bir türlü bulamazdı. Çocuk artık neden okuduğunu, hatta var oluşunu sorgular olmuştu, kederden suratı hiç gülmezdi. Bir gün bahçe işlerinde bana yardım eden İbrahim Bey onu görmüş ve ağır psikiyatrik hasta sanmıştı. Çocuk o derece derin depresyondaydı. Ben de onun iş bulmasını o kadar çok istiyordum ki adak bile adamıştım. Nedense tarıma dayalı bir iş yapmak da istemiyordu, oysa mesela doğal ürünler üretip satmaya başlasa belki de şimdiye kadar yanında işçi çalıştıran bir patron bile olmuştu. Ancak o mutlaka maaşlı bir işte çalışmak istedi, hatta geçen aylarda çöp işine bile başvurmuş, sen bu iş için çok okumuşsun demişler. Çocuk keşke  hiç okumasaydım demeye başlamış. İşte bu adıyla mütenakız(çelişik), yüzü gülmez Mesut neredeyse kendi köyünde iş yapan bu enerji şirketinde çalışmaya başladı. Bu özel şirketlerde çalışmak çok zor, sabahın köründen, geç saatlere kadar çalışıyor, üstelik sadece iki haftada 1 gün izni varmış, dolayısıyla çocuğu işe girdiğinden beri hiç görmedim ki artık yüzü gülüyor mu, yoksa işsiz geçen yıllarında gülmeyi tamamen unuttu mu diye bakayım.

Mesut işe girince hemen adağımı hatırlayıp, helva kavurup götürdüm, çocuğu bilmem ama aile oldukça mesut görünüyor.

Bu çocuğun yıllar boyunca ne kadar çok iş başvurusu yaptığına ben şahidim, çünkü online mülakatları, bende uydu internet olduğu için gelip bizim evde yapardı. Son yıllarda eğitimli gençlerin işsizliğinin ciddi bir sorun haline geldiğini bildiğim için Mesut beni çok etkiliyordu. Umarım her gencin, eğitimine uygun severek çalışacağı bir işi olur.

Bu arada Çanakkale’de son bir haftada, tuhaf bir şekilde 4-5 araç yandı. Köyden şehre ulaştığımız yolda önce bir aile aracı,  bir gün sonra neredeyse aynı noktada otobüs yandı. Özellikle otobüs tamamen kül yığınına döndü.  Bermuda şeytan üçgenine dönmüş yolumuz eksikti onu da tamam ettik. Allah sonumuzu hayretsin.

Bütün hat boyunca yangın yeri

HEM YAGİR HEM YAGMİR, NE ANLAMAK LAZIM GELİR?

Yıllar önce Sarp kapısı açıldığında Azerbaycan’dan birçok kişi ile tanışma fırsatı bulmuştuk. Bu arada bir, iki nesilde Türkçe’nin nasıl da birbirinden farklılaştığına birinci elden tanık olduk. Sayıları Rusça söylüyorlar, arabadan düşüyorlar, etin sümüklüsünü seviyorlardı. En çok hoşuma giden şeylerden biri de onların hoşuma gelir demesiydi. Biz yağmur yağıyor deriz ya, biri bana ‘siz hem yağmir, hem yağir dersiz, ne anlamak lazım gelir’ demişti.

Son günlerde bu hem yağmir, hem yağir lafı nedense çok sıkça aklıma geliyor.

Normalde bizim köyde eylül ayının ortasından haziran ayının ortasına kadar yağmurlar yağar, kışın da en az 3-5 kez 30 hatta 60 santim yüksekliğinde kar yağar, günlerce de kar kalkmazdı. Bir yıldan daha uzun süreden beri neredeyse hiç yağmur yağmadı, 2022 ilkbaharından şu ana kadar sadece geçtiğimiz mayıs ayında birkaç kez yağdı, hepsi bu kadar. Kar ise hiç yağmadı.

Evin önünde minik bir dere var, normalde yılda sadece 1,5-2 ay kadar kururdu, o da elini dere yatağına sürdüğünde toprak ıslak olurdu. Geçtiğimiz sene ise sadece mayıs ayında derede,  3-4 hafta kadar azıcık su vardı. Toprak yazın susuz kalınca resmen fay hatları gibi çatladı, öyle derin ve geniş yarıklar oluştu  ki bir Karadeniz insanı olarak şaşırıp kaldım.

Bizim köyün suyu orman içinde bir yer altı kaynağından geliyor, normalde musluklardan akan su hemen hiç kesilmez, sadece temmuz ayının sonundan eylül ayına kadar, sabah, akşam hayvanların sulandığı 1,2 saat su kesik olurdu. Bu saatlerde de köyün su içilen ve kaynağı farklı olan çeşmelerinde su akardı. Bu sene köyde bol bol bulunan çoban çeşmelerinin hemen hepsi aylardır kupkuru. Bir de köyün çevrede çok beğenilen bir içme suyu vardır, o suyun kaynağı farklıdır, o çeşme akıyor, o da köy dışından kimsenin almasına izin verilmiyor.

Geçtiğimiz sene kurak geçince yer altı suları iyice azaldı, bizim köyün şebeke suyunu sağlayan kaynak da muhtarın söylemesine göre üçte bire inmiş. Muhtar köyün kaynağını korumak için, günün büyük kısmında deponun vanasını kapatıyor, haziran ayından beri sadece akşam ve sabah saatlerinde su veriyor. Böylece hayvanlar ve tarım için köyün şebeke suyu kullanılamıyor. Muhtara suyu kesmesini ben söyledim, yoksa bizim köylü su kullanımı konusunda laf söz dinlemez. Böylece bizim köy zorla da olsa su tasarrufu yapıyor. Ben evde mesela sifon çekmeyi filan kısıtladım.

Bu su kıtlığına bir de orman yangınları eklendi. Barajlar bir de yangın söndürmek için kullanıldı. Şimdi Çanakkale şehrinin içme suyunu sağlayan barajın suyu iyice azaldı, bir takım tedbirler getirildi, araba yıkamak filan yasaklandı. Gerçekten ciddi su kıtlığı var.

Ama nihayet yağmur yağmaya da başladı, ama çok garip yağıyor. Eskiden hava tahminlerinde %60 yağmur ihtimali verdiler mi mutlaka yağardı, şimdi % 80 ihtimal bile bir damla yağmayabiliyor. Şöyle yağacak, böyle yağacak denilen yağmur sadece çiseleyip bitebiliyor, yahut sadece 1 dakika yağabiliyor. Toprak o kadar kuru ki üzerine düşen her damlayı emiyor, günlerdir yağmasına karşılık dereler bomboş. Şimdi şu saatte yağmur yağmasını beklerken böyle bir su yazısı yazmaktan başka bir şey gelmedi elimden.

Dün akşamüzeri 2 saatlik lodoslu bir yağmurda neredeyse sele karıştık. Cam balkonun camlarının aralarından balkona su sızmış, mutfak balkonunun kapısı açıktı, kapının 2 cm’lik eşiğinden aşıp mutfağı su basmış. Evin dış kapısı da güneye bakıyor, oraya da lodoslu havalarda su giriyor diye camlı kapı ile kapatmıştık, oradan da su girdi. Bütün gün zaten öyle bir lodos fırtınası vardı ki, boğaz ve ada feribot seferleri iptal edildi. Boğazın içindeki köy iskeleleri koptu, plajlar, kordon caddeleri su altında kaldı. Bu ay içerisinde bu ikinci lodos fırtınası. Bu kadar kötü esince, şimşek filan da olunca mutlaka elektrikler de gidiyor. Tabii gene aynı filmi izledik. Bu gün yine yürüyüşe çıktım, inanılır gibi değil ama neredeyse bütün suyu toprak emmiş, gene dereler bomboştu, çoban çeşmelerinden bir kaçı damlamaya başlamıştı.

Uzun lafın kısası yağmır, yağmır, yağınca da çoşir, taşir.

Toprakla uğraşınca hava koşulları hayatımı daha doğrudan etkilemeye başladı. Bu yıl hem aşırı kuraklık ve sıcak, hem de orman yangınları, bu yangınlardan sızan gazlar, bütün ürünlerde hasar yaptı. Hemen hiçbir şeyde verim yok. Bizim zeytinlik zaten yandı. Sonuç olarak sadece hünnap bol bol verdi diyebilirim.

Böyle kurak geçen yazın tek faydası, yabani ot bile bitmediği için bahçede fazla yorulmadım.

Elbette küsüp bırakmıyorum. Kış bahçesine dikim işlerini büyük ölçüde tamamladım. Aslında tam zeytin toplama zamanı. Yağmur yağmadan zeytin toplanmıyor, çünkü dala sıkıca yapışık oluyor. Bu sene zeytini olgunlaştıracak yağmur çok gecikti ve yağmurla birlikte çok rüzgâr esti. Olan zeytin de döküldü. Sonuç olarak zaten yeni yanmış bir ağaçtan ne bekleyebilirim ki. Neyse ki organik tarım yapan bir arkadaş, bana bitkiler için kullanılan, hemeopatik yöntemler olduğunu ve yanmış ağaçlarda ne kullanılması gerektiğini çalışıp, bana öneride bulunacağını söyledi. Bu sene sadece ağaçların kendiliğinden toparlanmasını beklemeyeceğim, hem derince budama yaptırıp, hem de bu yöntemi kullanmayı düşünüyorum.

Tabii ki bizim yapacağımız hiçbir şey şöyle güzel birkaç kar yağışının yerini tutamaz. Arkadaşımın hazırladığı yöntem nedir, işe yarayacak mı bakacağız artık.

YANGIN SİLSİLESİ, HERŞEY KOMPLO DA KOMPLO, HERKESLE BİRLİKTE YÜRÜMEK OLASI DEĞİL, BOŞA HARCAYACAK ENERJİM YOK

Bütün ülke 22-23 ağustos 2023 tarihlerini Çanakkale yangını olarak hatırlayacak ama aslında 16 Temmuz gününden beri geçtiğimiz 4-5 haftayı orman yangını serisi içerisinde geçirdik. Bütün yıl yağmur/ kar yağmamıştı, hem toprak çok kuraktı, hem hava çok sıcaktı, hem de rüzgâr çok şiddetliydi, yani orman yangını için bütün şartlar maksimum derecede mevcuttu.

Önce 16 Temmuzda bizim köyün arkasındaki kızılçam ormanı/tarım alanı karışımı alanda başladı. Ben, balya makinesinden kıvılcım atladı diye düşündüm, ama o gün orada çalışan makine yokmuş. Resmi olarak yüksek gerilim hattına takılıp yanan bir kuşun yangını çıkartmış olabileceği açıklandı. Bence yangının bölgede yığılı gübre yığınlarından birinin uygun koşullar nedeniyle yanmaya başlaması, yere atılmış bir cam parçasından ya da çam reçinesinden çıkmış olması çok daha mümkün.

Bu alan içinden geçen sadece tarlalar arası yollar bir de İğdelik mahallesine (8/10 ev) giden birkaç yıl önce asfalt dökülen bir yol var. İnanarak yazıyorum bu yangın kasıtlı olarak çıkartılmadı, çünkü bu bölge oldukça ıssız, içinde tek tük ev, ahır, tarla olan, kimsenin gidip mangal bile yapmadığı bir alandır. Köylümüzün yangın sırasına nasıl canla başla çalıştığını görünce onları düşünceyle bile töhmet altında bırakmak çok zalimce geliyor, üstelik bütün zararı gören de biziz. Dışardan birileri yaktıysa, onu bilemem, ancak valilik ormanlara girişi yasaklamıştı, zaten bizim köy tercih edilen bir piknik alanı değil.

Köyümüzün kuzey doğu kısmından başlayan yangın büyük bir hızla köyün evlerine ulaştı ve bütün kuzey kısmını sardı, daha yarım saat geçmeden güneye de kıvrılarak köyümüzü tamamen ablukaya aldı. Bütün gece, kilometreler boyunca güneye doğru yayıldı, ancak sabaha karşı biraz kontrol altına alınabildi. Ertesi gün bütün bölge yeniden harlandı, etrafa doğru yangının sınırları daha da genişledi, özellikle de bizim İğdelik bölgesinde ve Çan yolu üzerindeki köyler bölgesinde yanan çok alan oldu. Bu ilk büyük yangın 2 günde kontrol altına alındı. Orman yangının kontrol altına alınması yangının bittiği anlamına gelmediğini anlamak gerekir. İçten içe tüten bir alanın çevresi kazılarak sınırlandırılması, yayılmanın engellenmesi, kontrol altına alınması kabul ediliyor.

Orman yangını yayılması ise akıl alır gibi değil, alevler sadece rüzgârla savrulmuyor, kozalaklar patlayıp fişek gibi gidiyor, yanan kuşlar, hayvanlar can havliyle kaçarken yeni yerler yakıyor, daha da ilginci, yangın bölgesinden çevreye (hem de yüzlerce metre uzaklara) kucak dolusu yanan parçalar (yangın bombaları) saçılıyor, bunlardan birini bile söndürmek ciddi mesele. Bu kocaman parçaların nasıl oraya uçtuğunu görmeden idrak etmek zor.

Yangın kontrol altına alındı deyince bir sabır imtihanı başlıyor. Ormancılar, itfaiye ekipleri, köylüler günlerce nöbet tutuyorlar. Benim ‘köylü bilgeliği’ dediğim birçok kadim bilgiye doğuştan sahip olan komşum (köyün atalık tohum bankası) bu büyüklükte bir yangında ağaç köklerinin ısıyı tutacağını ve haftalar boyunca yangınlar çıkabileceğini daha ilk günden söyledi.

Bu ilk yangından sonra çok da uzak olmayan bir köyde bu kez kasıtlı bir yangın çıkartıldı, bu yangın çok zor bir alanda olmasına karşılık kısa sürede söndürüldü, failler de hemen yakalandı.

Bütün olumsuz koşullar devam ettiği için ilk hafta boyunca hemen her gün birçok noktadan ufak ufak parlamalar oldu, daha sonra bu parlamaların sıklığı azalsa da bütün ay devam etti. Büyük yangından 2 hafta sonra yangının ilk başladığı noktaya bir kilometre kadar yakın (ama yanan alanın dışında) gençleştirilmiş bir koru daha tutuştu (köye mesafe kuzey doğudan 2,5 km kadar). Üstelik gece vakti yani insan faaliyetinin olmadığı ve üzerinden elektrik teli filan geçmeyen bir alandı. Bu yangın bile eğer tek başına olsaydı 100 hektardan daha büyük bir yangın olduğu için haber değeri taşıyabilecek bir yangındı ama elbette büyük yangının devamı olarak değerlendirildi. Bundan bir hafta kadar sonra köyün bu sefer 2 km batısında daha önce yanan bir alan tekrar tutuştu, daha önce yarı yanan ağaçlar kömür oldu, yanmayanlar ise bu yeni yangında yandı.

Derken 22 ağustosta, tam da yangının en son ulaştığı bölgede, daha önceki yangında yanan bölgenin hemen dışında kalan bir yerden aniden bu büyük yangın başladı. Yangının başladığı Damyeri, bizim İğdelik gibi hiçbir yere çıkmayan bir yolun çevresindeki 7-8 evden ibaret bir mahalledir. Bu tip mahalleler özellikle gitmeyeceksen yolunu bulamadığın, yanlışlıkla gidersen arabanı çevirecek yer bulamadığın, artık sadece birkaç yaşlı insanın yaşadığı bir yer.

Önce yok salça yapılırken ateş atladı, yok anız yakıldı, yok yoldan geçen araba izmarit attı dendi, video ortaya çıkınca yakında bir elektrik direği olduğundan kıvılcım atladı dendi. Ben bu yangının da önceki yangının devamı niteliğinde olduğunu düşünüyorum.  Bu sefer rüzgâr daha da kuvvetliydi, yangın kısa sürede, daha önceki yangının büyük bir gayretle sınırlandırıldığı Sarıçay vadisini çok kısa sürede aştı. Ondan sonra da olanlar oldu, ilk yangının 2-3 katı kadar büyük bir alan daha yandı. Üstelik bu kez yangın şehir merkezine çok tehlikeli bir şekilde yaklaştı, bu kez köylerde bazı evlerin yanmasını engellemek de mümkün olmadı.

Yangında can kaybı yok deniliyor ama kim bilir kaç ağaç tamamen kül oldu, kaç vahşi hayvan, kaç evcil hayvan öldü, kaç dönüm hububat, meyve tarlası yandı şimdilik bilmiyoruz. Yanan bölge şehre çok yakın olduğu için mesela şehir çöplüğü çok ciddi yanma tehlikesi geçirdi, eğer sülfür balonu delinseydi maazallah çok daha büyük felaket olacaktı. Bu ikinci büyük yangında ise haberleşme kuleleri, radar tepesi, askeriye, hastane, üniversite kampüsü tehlike atlattı. En çok hasar gören köylerden birinde bir uzay gözlem istasyonu vardı, o da tamamen yanmış. Bir aydan beri yanan köyler şehir merkezine çok yakın köyler, en uzaktakilerden biri bizimki, biz de iskeleye yani şehrin göbeğine sadece 16 kilometre uzaktayız.

Gariptir, kendimizin çok ciddi tehlike altında olduğumuz, köyde mahsur kaldığımız ilk gece çok sakindim, ama son yangında hem şehirde oturan evlerine yangın oldukça yaklaşan arkadaşlarımı ve yangında boşaltılan köylerden birinde oturan ve gece boyunca haber alamadığım başka bir arkadaşımı düşünerek çok tedirgin oldum.

Bu yangın sırasında Yunanistan Dedeağaç bölgesinde de yangın vardı, Gelibolu yarımadasının üzerinde atom bombası bulutu gibi bulut görüyorduk, oradaki yangının bizimkinin en az 10 katı büyüklüğünde olduğunu sanıyorum.

Bu yangın her zamanki insan aczini gözümüze soktu, ama öte yandan insanoğlunun dayanışma sırasında nasıl büyük bir güç olduğunu da göstermiş oldu.

Bu süreç boyunca insan davranışlarından, kendi hayatımdaki bazı ilişkilerime de ister istemez sıkça dikkatim çekildi. Çok net anlıyorum ki, insanları birbirine yakınlaştıran, ortak mekân / zaman paydaşlığı değil, duygudaşlık yani zamane terimiyle enerji paydaşlığı. Bu süreçte hem eski dostlarımdan hem de burada edindiğim yeni arkadaşlardan o kadar güzel manevi destek aldım, samimi ilgilerini hissettim ki anlatmak mümkün değil.

Bu kadar çok iyi insan varlığının hayatımda olması çok büyük bir ayrıcalık. Tabii etrafımdaki bütün insanlar için benzer duygular içerisinde değilim.

İnsan, hayat yolunu yürürken önüne birçok yol ayırımı çıkıyor, her birey kendi yaşam hafızasında depoladığı bilgilerden bazılarını seçerek adımını önüne çıkan hangi yöne doğru atacağına karar veriyor. Bazı insanlar benzer adımları atmaya vermeye devam ettiği için yıllar boyunca ayrı kalmış bile olsalar, yeniden karşılaştıklarında kaldıkları yerden devam edebiliyorlar, çünkü olaylara bakış açıları ve olaylar karşısında verdikleri tepki, duygular benzeşmeye devam ediyor. Oysa bazen aynı yolda yürüdüğün, fiziki olarak yanında bulunan bir insan varlığı ile gün geliyor yolunun tamamen farklılaştığını anlıyorsun. Bir seçimi, bir adımı farklı yönde atmış oluyor, daha sonra atılan her bir minik adım, iki kişiyi birbirinden tamamen uzaklaştırmış olabiliyor. Sonra bir bakıyorsun aranızda uçurumlar var.

Bazen insanlar bu uçurumu fark ettiklerinde kapatmak için mücadele eder, en bilindik örnek evliliği kurtarmaya çalışmaktır, aslında tamamen enerji israfı ama gene de çocuklar için vs denilip mazur görülebilir. Eğer yanından uzaklaşan insan varlığı bir arkadaş ise birlikte yürüdüğün yollar için kısa bir teşekkür edip, gönülden uzaklaştırmak en doğrusu bence, yoksa insan kendi yüreğini intikam alma hissi ile berbat edebilir. Çünkü genellikle artık farklı kulvarda yürüdüğünüzü ‘bunu bana nasıl yapar’ hissi ile fark ediyorsun. Kurt kışı geçirirmiş, ama yediği ayazı unutmazmış diye bir atasözü vardır. Bu gibi bir durumu ‘kazık yemek’ olarak değerlendirirsen, kin tutmak lazım, intikam almaya çalışmak lazım ya da ne bileyim en azından arkadaşı bir şekilde hizaya getirmek lazım. Vallahi hiç boşuna zahmet çekemem.

Çok eski bir arkadaşım birkaç yıldan beri, haz etmediğim bir guruba dâhil olup beni de kendi gibi düşünmeye zorlayan birisi oldu. Hiçbir şekilde kendinden farklı bir düşünceyi dinlemeye bile katlanamıyor.  Bu yangında bana illa ki, yangını birinin kasıtlı çıkardığını, çıkartan kişinin asılıp/ kesilmeyi /damgalanmayı/ teşhir edilmeyi hak ettiğini söyletmek istiyor.  Yok, beni ikna etmeye çalışmıyor, resmen kafamı balta ile yarıp bu ‘gerçeği’ içine sokmaya çalışıyor. Üstelik bu durum ilk kez yaşanmıyor, yanan benim, bir de beni dinlemeye çalışsana, hayır illa beni kendi hizasına sokacak.

Tamam, her şeyin doğrusunu sen bilirsin, artık bana müsaade, kaç yıllık arkadaşım artık benim arkadaşım değil, ama o henüz bunun farkında bile değil.

Bu yazıyı ayın 25inde yazdım ve yayınladıktan sonra ilk yangın alanının bir başka köşesinde yeni bir parlama daha oldu, şimdi balkondan helikoptere seyrediyoruz. Bu çok komplike bir yangın fırtınası.

 KÖY ŞENLİKLERİ, FESTİVALLER, HAYIRLAR, İLK YAĞMUR DUASI

Burada hayatın akışı Karadeniz’den çok farklı, insanlar toplumsal yaşamdan çok keyif alıyorlar. Bizde köylerde en yakın komşuna haber vermek için silaha sarılırsın, çünkü evlerin arasındaki mesafe bağırarak sesini duyuramayacağın kadar uzaktır. Benim bildiğim kadarıyla, düğün, cenaze gibi evrensel toplu hareket gerektiren olaylar dışında toplum olarak yapılan tek şenlik, yayla şenlikleridir, hepsi bu kadar. Burada ise evler birbirine çok yakın, sosyal hayat da öyle.

Bazı köylerde mesela ramazan ayında hiçbir iftar tek başına yapılmıyor, mutlaka toplu halde birisinin verdiği ortak yemek yeniliyor.

Köylerde en büyük toplumsal olay ‘hayır yemekleri’, hangi köyde bir hayır varsa, neredeyse bütün şehir o köyde toplanıyor, uzun uzadıya dualar, gazeller okunuyor, toplu yemek yeniliyor. Köyün delikanlıları derhal organize olup, köpük tabaklar içerisinde yemek dağıtımı yapıyorlar. Asla geride yemek bırakılmıyor, eğer artan yemek olursa tabaklara doldurulup evlere götürülüyor. Anladığım kadarı ile tavuklu nohutlu pilav hayır yemeklerinin olmazsa olmazı. Yemeği verenin gücüne göre yanında meşrubat, ayran,  lokma ya da başka bir tatlı oluyor. Bu yemeklere genellikle normal kıyafetlerle gidiliyor, oysa düğünlere (sünnet, evlilik) kadınlar çok daha süslü geliyorlar, düğünde hayır yemeğinden farklı olarak dua ve mevlit değil, müzik, halk oyunları filan oluyor. Bu tür organizasyonlar için her köyün bilinen bir alanı var, kötü havalarda çadır kuruluyor, ama zannedersem her köyün bu işler için plastik sandalye, masa stokları var.

Davetler çok zaman camiden anons ediliyor, kapı dolaşması, ya da kulaktan kulağa yapılıyor, davetiye olsa bile köyün adı yeterli, ayrıca yer belirtilmesine gerek yok, herkes hangi alana gideceğini biliyor. Müzik gurupları ise çoğu Roman gurubu, gayet kaliteli müzik yapıyorlar.  Bu organizasyonlar gayet eğlenceli oluyor.Deve güreşleri de benzer şekilde, çok daha büyük topluluğun katılımı ile gerçekleşiyor. Farklı olarak çok daha fazla seyyar satıcı geliyor, ayaküstü yemek yenecek arabalar, parıltılı, pullu kumaşlar, tarım aletleri satılıyor, bazen meyve sebze, ev yapımı ürün tezgâhları da oluyor.

Bir de festivaller oluyor. Mesela bu yıl 60. Troya festivali yapıldı. Bu festival sanırım şehirde gerçekleşen en kapsamlı festival, 3-4 gün sürüyor, konserler, tiyatro oyunları, söyleşiler, sergiler oluyor. Bu etkinliklerin çoğu açık havada yapılıyor, herkesin rejisör koltuğu ve katlanır masası var, bir anda park yeri oturma alanına dönüşüyor. Zaten herkesin sahilde bu koltuklarda saatlerce oturup sohbet etme alışkanlığı var.

Hemen her kasabada kiraz festivali, caz festivali, yağlı güreş gibi toplu etkinlikler yapılıyor. Sadece kasabalar da değil köylerde de festival yapılmaya başlandı. Geçen ay 3 ayrı köy şenliğine katıldım.

Bizim köyde orman yangınından sonra, zaten muharrem ayı idi, köyde ortak bir aşure hayırı yapmaya karar vermişler. Ortak hayır olunca herkesten para toplanıyor, minimum kaç TL verileceği belirleniyor, katılmak istersen daha az veremezsin ama tabii daha çok vermek istersen veriyorsun. Hayır yemeği köyde pişirilmiyor, bu işi yapan kurum ya da insanlar var. Herkes istediği kişiye haber veriyor, ne kadar çok kişi katılırsa o kadar makbul oluyor. Bizim köyde bu işin zamanı genellikle akşam namazı ile gece namazı arası, bu sırada dualar okunuyor, yemekler yeniliyor. Aşure hayırında benim de misafirlerim vardı; Gamze’nin anne babası Çanakkale’de olduğu için onlara bir değişiklik olur diye çağırdım. Tabii gene köy arabalarla doldu taştı, ( bu tür yemeklerde İstanbul, İzmir, Ankara plakalı araba bolluğu da olur, park yeri sorun olmaz çünkü sırf bu günlerde ev bahçeleri de açılır, herkes nereye park edeceğini de biliyor galiba). Her hayırda olduğu gibi; köyün meydanında, okulun bahçesinde, kahvenin, bakkalın önünde masalar, sandalyeler vardı. Bizim yemekte aşurenin yanında pilav değil keşkek vardı ( keşkek aslında düğün yemeği). Allı pullu kumaş satan bir tezgah bile vardı. Yangından sonra hala ormancılar ve itfaiyeciler nöbette oldukları için resmi araç bolluğu da vardı. Gençlerin ellerinde uçuşan tepsiler, koşturan çocuklar, başıboş köpekler, köylüler, şehirden gelen misafirler, kavga eden kadınlar, hatta kısa bir yağmur duası bile vardı. Bu duayı Sermin, muhtardan istemiş, nedense pek kısa tuttular, ama hayatımda ilk kez bir yağmur duasına karışmış oldum. Herkes yüzünü kıbleye döndü, çoğu kişi elleri dua pozisyonunda değil, eller göğüs hizasında, parmaklarını ise aşağı doğru tuttu. Aslen Karadeniz’li olan misafirlerim oldukça etkilendiler.

Bundan birkaç gün sonra Güzelyalı  köyünde mini bir festival oldu. Bu köy Osmanlı döneminde İstanbul’a gelen gemilerin bekletildiği, o dönemin ilk karantina alanı olduğu için eski adı ‘karantina’, dolayısıyla festivalin adı da karantina festivali idi. Gamze’nin kızı (Ceylin) okuldan arkadaşlarıyla birlikte Gurup Feveran adıyla bir müzik gurubu kurdular, Ceylin de basgitar çalıyor. Gurubu kurdukları yıl liseler arası müzik yarışmasında ikinci olmuşlardı, buna hırs yapıp bu yıl birinci oldular. Böylece bu festivalde Moğollar gurubunun önünde çalmaya hak kazandılar. Ancak Moğollar ilk gece çalmış, bizimkiler ertesi gece başka bir gurubun önünde çaldılar. Bence çok başarılı idiler. Önce Moğollardan önce çalmadıkları için üzülmüşlerdi ama şanslarına o gece büyük bir trafo patlaması yaşandı ve konserde hayli zor anlar yaşandı. Bizimkilerin çıktığı gece ise hiçbir sorun yaşanmadı. Bu köy eskiden karantina olmasına karşılık çok güzel sahili olan, bölge halkının sayfiye olarak kullandıkları, oldukça güzel bir köydür. Sahneyi iskelede kurmuşlardı, bizler de sahile rejisör koltukları atarak kumsalı seyir alanı haline çevirdik. Mesela bu olay bile bana çok acayip geliyor. Trabzon’da böyle bir şey istesen de yapamazsın, bir dalga gelir seni alıp götürür, kendini denizin ortasında bulursun. Buranın denizi de insanları gibi sakin.

Son olarak da Gelibolu yarımadasında bulunan, Yalova köyünün festivaline gittim. Zafer’in doğum gününe denk geldiği için ona bir program yaptım, değişiklik olur diye köy festivaline gittik. Çok değişik bir gün yaşadık. Kadınlar yöresel kıyafetlerini giymiştiler, şalvarları, bellerine bağladıkları bez, baş bağları, her şey oldukça farklı, en etkileyici tarafları da sırtlarından kalçalarına kadar uzanan 40 örgü saçları idi. Belli ki Balkan göçmeni bu köy. Yöresel yemek tezgahları vardı (göceli patlıcan, bunu mutlaka deneyip tarif de paylaşacağım, tarçınlı çörekler vs yedik). Geçen sene gene festival yapmışlar, sebze satışı falan da olmuş ama bu sene onlar yoktu. Köylerinde kına gecesi yerine, hediyelerin verildiği bir tören yapılıyormuş, temsili olarak onu gösterdiler, halk oyunları ekibi vardı, kadınlar zeybek, erkekler harmandalı oynadılar. Bu oyun faslı bizimkilere göre çok yavaş ama, halk oyunlarının ruhu her yerde aynı. Oyunu bilen profesyonel ekibe katılıyor ve en az onlar kadar hatta daha iyi oynuyor. Ben de sahneye atılıp birkaç göbek attım, oyunları roman oyunu değil, erik dalına daha çok benziyor.

Bu şehirde yaşayan 86 millet var desem yanılmış olmam, Yalova köyü ile bizim köy arasında kuş uçuşu 25 km yoktur, ama tamamen farklı insanlar, ne adetleri benziyor ne de fizyonomileri, adetleri, yemekleri her şeyleri farklı. Ben de kalktım, buraları Karadeniz bölgesi ile kıyaslıyorum, bendeki de akıl işte.

Kadının kendi genç kızlık saçlarından saç ekine dikkat
Kına temsili
Harmandalı

DAMLA KENDİNİ TAMAMLAYINCA DAMLARMIŞ; BU GÜN BİR DAMLA DAHA DAMLADIM

İnsan herhangi bir konuya ilgi duymaya başlayınca, etrafında o konu ile ilgili birçok şey keşfediyor, bir sürü fırsatlar görmeye başlıyor. Köye yerleştiğim günden beri kendimi fitoterapi, aromaterapi konularına ile giderek artan şekilde ilgili bulmaya başladım. İlk önce nereden estirdiğimi anlamadığım bir şekilde şifalı bitkiler bahçesi hazırlar halde buldum. Şimdi ‘ÇAYLIK’ dediğim yokuşlu bir alanı önce taş duvarlarla, üzerinde düşmeden yürünecek bir hale getirdik, daha sonra da bu mini taraçalara adını o güne kadar duyduğum, duymadığım, fidan satan serada, köydeki komşularda bulduğum şifalı çok yıllık çalılar, çiçekler diktim. Bu bahçeden asıl amacım, sulama ve özel bakım gerektirmeyen bir peyzaj alanı yaratmaktı. Derken Çanakkale belediyesi bir şifalı bitkiler parkı açtı, oradan başka bitkiler alırım düşüncesiyle gezdiğim zaman, parkta olan hemen her bitkinin bende zaten var olduğunu fark ettim. Bende olmayanlar köyümün yüksek rakımına uygun olmayan bitkilerdi, bazı bitkiler ise benim bahçede zaten endemikti. Bende olup da parkta olmayan bitkiler bile vardı. Bu durumda bir hayli yeterli çeşitte tıbbi ve aromatik bitkim olduğunu idrak ettim. Sadece tıbbi değil, mutfakta taze baharat olarak kullandığım birçok bitkim de olmuştu.

Yavaş yavaş ev ortamında karamürver şurubu, aloa vera jeli, kantaron yağı, aynısefa yağı gibi imalatlara başladım. Çünkü bu tür malzemeler bu bölgede gittiğin hemen her turistik yerde yol kenarı tezgahlarında satılıyor, insan ister istemez ilgi duyuyor.

Derken salgın başladı, elbette o kış evde çok uzun zaman geçireceğimi anladım, oyalanmak için bakanlık onaylı, online bir fitoterapi kursuna yazıldım. Hayatımda görüp görebileceğim en yetersiz ve zevksiz bir eğitimden geçtik, bütün sınavlardan geçtim. Ancak asıl bir hafta sonu canlı çalışma yapılacak ve bize ondan sonra sertifika verilecekti. Salgın dönemi olduğu için bu toplantıları çok az yaptılar, hem de çok kısıtlı sayıda öğrenci kabul ettiler, ben ise her seferinde gitmeyi reddettim, çünkü henüz aşı bile olmamıştım. Sonunda galiba canlı dersten vaz geçtiler ki günün birinde bana 4-5 adet sertifika geldi, hem de çok süslü, dünyanın her yerinde geçerli fitoterapi sertifikası, aromaterapi sertifikası filan gönderdiler. Mesele şu ki, ben konu hakkında hiçbir şekilde kendimi yetkin hissetmiyordum. Tabii bu sertifikaların olması bana herhangi bir şey katmadı.

Ancak bir arkadaşım, ülkenin en bilinen aromaterapi ürünleri imal eden bir şirkette çalışmaya başladı, zaten kendisi de bu konuda master yapmış bir eczacıdır. Günün birinde onun 4 saatlik bir eğitimine katıldım ve daha önceki kursta nasıl boşuna zaman geçirmiş olduğum bir kez daha yüzüme vurulmuş oldu.

Tabii işler bununla da kalmadı, çok yakın başka bir arkadaşım, bana bir doktor hanımın markası olan bazı kremler hediye etti. Ürünleri denedim kalitesine inanamadım. Sonra doktor hanımın, bir SMA hastası çocuk için online krem kursu yapacağını duymuş, beni de guruba dahil etti. Sonuç olarak nihayet krem yapmayı öğrendim. Yakında parfüm atölyesine de katılacağım.

Bu gün ilk kez krem yaptım, olgunlaşması için 1 ay bekleme süresi var ama şimdiden çok beğendim. Yani bütün bu yıllar boyunca kendini tamamlayan damla sonunda damladı, artık bahçemdeki ürünlerle krem yapabiliyorum. Yanında parfüm bile yapacağım. Du bakali.

Bahçeden bahsetmişken bu yaz dolma kabağı dışında hiçbir yaz sebzesi olmadı. Buraya geldiğimizden beri bu denli fakir bir bahçe olmamıştı. Oysa hem gübresini bol tuttuk, hem de her gün sulama yaptık, ancak hava koşulları o denli faklıydı ki, hiçbir sebze verimli olamadı. Meyvelerin bazıları hiç meyve vermedi. Üzümler güzel vermişti ama onlar da tam koruk olmak üzereyken, bir öğleden sonra sıcak fön rüzgarına maruz kalınca kapkara kesildiler.  Sonuç olarak 2 senedir, bahçe oldukça verimsiz. Kurda kuşa aşa diye diktiğimiz bahçeyi, toprağa neme ısıya diye de düşünerek dikmek gerekiyor. Tabii pes etmek yok, yakında lahana cinslerinin tohumlarını toprakla buluşturacağım.

Bir de o kadar özenle baktığımız sebzeler son derece cılız iken yabani otların maşallahları var. Bu bence çok önemli bir şeye işaret ediyor. Bütün sebze ve meyveleri kendi habitatlarında yetiştirmek gerekiyor. Bu nedenle atalık tohumlar çok önemli, çünkü yüz yıllardır, hatta bazıları bin yıllardır, belli coğrafyanın havasına, suyuna, toprağına uygun olarak evrilmiş, bölgedeki haşaratla bile daha dayanıklı oluyor. Nasıl ki insanlar yaşarken, heybesinde bir sürü bilgi, anı, eğitim, gelenek biriktiriyorsa, bitkiler de genlerinde bir çok çevrelerine dair bilgi biriktiriyorlar, mevcut çevrelerinde hayatta kalmanın yollarını biliyorlar.

Geçen ay köyümüzde meydana gelen büyük orman yangınına da bu gözle bakıyorum. Eğer insan eliyle yanan orman mahvedilmez ise en çok 4-5 yıl içinde taptaze yeni ormanlarımız olacak. Çünkü daha şimdiden yanan yabani böğürtlenlerin köklerinden yeni filizler patladı. Özellikle de güzel bir kış geçirirsek, gelecek ya bebek çamları göreceğimden eminim.

ON ALTI TEMMUZ GÜNÜ KÖYÜMÜZDE ÇIKAN BÜYÜK YANGIN; SEBEPLER, YÖNETİM, SONUÇLAR; BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Pazar günü akşam saatlerinde köyümüzde büyük bir yangın çıktı kuvvetli rüzgâr etkisiyle çok geniş bir alana yayıldı, birkaç gün boyunca ulusal medyanın önemli gündem maddelerinden biri haline geldik.

Bu mevsim; buğdayın biçilme, ayıklanma, saman balyalarının yapılma zamanı olduğu için balya makinaları harıl, harıl çalışıyor. Bölgede her zaman balya makinelerinden ufak tefek yangınlar çıkar, çoğu kez köylüler söndürmeyi başarırlar, bazen ormancılar da işin içine karışır. Genel olarak çıkan yangın en çok birkaç tarla, belki de tarlalar arasındaki küçük orman parçacıklarını yakar ve birkaç saatte kontrol altına alınır. Ancak bu boyutlarda bir yangında bile soğutma gerekir, özellikle de işin içine kızılçam ağacı dâhil olmuş ise ağaç içinden yanmaya devam eder, en ufak bir rüzgâr estiğinde yeniden alazlanır. Bizim köyler turistik olmadığı için otel yapımı için tecrübeli ellerle yakılmıyor, ancak bu balya mevsiminde ve bir de köylüler anız yakma işinden asla vaz geçmedikleri için bu mevsim oldukça tehlikeli geçiyor.

Şimdiki büyük yangının sebebi resmi olarak, elektrik trafosuna giren ya da yüksek gerilim hatlarına çarpan bir kuş olarak açıklandı. Bizim memleketteki trafolar maşallah hayvanat bahçesi gibi, giren çıkan hayvan belli olmuyor. Gerçi yangın alanında trafo yok, ama yüksek gerilim hattı var. Kuşlar nereye, nasıl konacaklarını bilmiyorlar demek ki. Elektrik kesintisi oldu ama büyük bir arıza olmadığını biliyorum, çünkü daha önce köyün elektrik trafosuna zarar veren bir yıldırım meselesi vardı, elektriklerin normale dönmesi neredeyse bir yıl sürmüştü. Elektrik kesintisini 24 saatte kaldırdıkları için böyle bir arıza olmadığını biliyorum; bu açıklamaya ne derece inanmalıyım bilemedim.

Aslında bizim çevremiz kızılçam ağaçlarıyla dolu oldukça yaşlı bir orman (gençleştirme çalışmaları devam ediyor), yani yangına çok müsait, gövdedeki salgılarının tutuşmasıyla kendiliğinden bile yangın çıkma ihtimali var. Bu yıl zaten havalar ciddi derecede kurak geçmişti, o günlerde Afrika sıcakları dalgası bastırmıştı, üstüne üstlük aşırı bir rüzgâr vardı. Yani koşullar yangın çıkması ve yayılması için çok elverişliydi. İlk andan itibaren oldukça etkin bir şekilde, havadan, karadan müdahale edilmesine karşın, olumsuz hava koşulları nedeniyle hızlıca geniş bir alana yayıldı.

Bizim köy evler dâhil çok büyük tehlike atlattık, çok maddi hasar var, benim de zeytinliğim tamamen yandı. Bizim köyde de kilometrekarelerce alan yandı, yılan gibi yol bularak yanımızdaki köyün arazisinde bulunan çöplük alanında iyice çığırından çıktı, birçok köye daha bulaştı, eğer bu arada yukarı değil de aşağı doğru ilerleseydi, Çanakkale şehir merkezinde de büyük hasar olacaktı. Yangın alanı 11-12 köyü içine aldı; buğday tarlaları, meyve ağaçları, orman, orman içindeki hayvan barınakları yandı. Ekipler, köylüler büyük fedakârlıkla köy evlerini yanmaktan korumayı başardılar.

İlk gün kontrol altına alınmış olan yangın ertesi gün aniden yellenip, alevlendi, yanan yerleri hem yeniden yaktı, hem de yangın alanını genişletti. Birinci gün hasar görmeyen yerler de ikinci gün yandılar. Benim zeytinlik ilk gün yandı, o gün ev de büyük tehlike atlattı, ama köyün ormanında ikinci gün de çok büyük kayıplar oldu. Yangın yerlerini şimdilik arabayla gezdim, durum gerçekten çok ciddi, hava biraz serinlesin etrafımdaki ormanda yaya gezmek istediğim çok yer var. Orman kendini, bazı alanlar hariç, 2 senede toparlar, asıl mesele orman içindeki ahırların yanmış olması, bunların çoğu anladığım kadarıyla kaçakmış ki, resmi kayıtta hayvan kaybı daha az bildirildi.

Bu kadar öz veriyle ve başarıyla çalışılmış olmasına rağmen, afet yönetiminin sivil olmaması gerektiğini anladım. Kesinlikle bu iş için askeri disiplin gerekiyor, yani görev orduya verilmeli, afet sırasında bütün halk ve kurumlar da ordunun emrinde olmalı. Allah için herkes çok güzel çalıştı, mesela köylü de bütün pullukları, su tankları ile göreve koştu, her bir köylü ayrı noktalarda gözlem görevi yaptılar, ormancılar, itfaiye, hepsi muhteşemdi. Ancak bu boyuttaki işler için çok daha organize ve koordineli çalışma gerekiyor.

Mesela yangın zamanı elektrikleri kestiler, tamam bu çok güzel, ama tehlike geçtikten sonra vali köyü ziyaret edip de elektrikleri yeniden verin demeyi akıl edene kadar elektriksiz kaldık. Bu da dert mi diye düşünmeyin, dert, çünkü sütler makine ile sağılıyor, kesintiye karşın herkeste jeneratör var, bu süreçte bir sürü mazot kullanıldı. Mazota tam bir gün önce gelen büyük zam bir yandan, bu yangın mevsiminde bidon ile mazot satışının yasak olması bir yandan, ciddi sıkıntı oldu. Kesinti biraz daha uzasa jeneratör de kullanamayacaktık, çünkü köyün her iki tarafı geniş şekilde yanan yoluna mazot tankerini sokacaklarını sanmıyorum.

Daha da büyük problem günlerden beridir görevliler çok zor koşullarda nöbet tutuyorlar. Bizim köyler turistik köyler değil, köy merkezinde kahvelerde misafir edildiler, ancak tarla ve orman içlerinde nöbet ekipleri araçlarının gölgelerinde dinlendiler. Ekipler için büyük lojistik destek ve görevlilerin mutlaka vardiya etmesi lazım, bunun için sivilde o kadar insan kaynağı olur mu bilmem. Evet, sivil halk eğitilmeli, afet halinde yapılacakları bilmeli, hiç değilse görev yapanların ayaklarına dolaşmamalı, ama bu boyuttaki afetlerde koordinasyon çok daha disiplinli, emir komuta zinciri içerisinde olmalı, kurumlar arasındaki telefonlaşmalar, haber akışı için resmi ziyaretler vb olmamalı. Zaten afetlerle mücadele etmek vatan savunması değil mi?

Stres anlarında sakin kalmak çok önemli, zaten bu konuda eşsiz bir yeteneğim var, benimle çalışan herkes bunu bilir, bu yeteneğimi bu yangında panikle beni arayanları sakinleştirmemden tekrar hatırladım. Ben sırf derse girdim diye ölümle tehdit edildiğim, yanımdaki arkadaşın kurşunla vurulup yer düştüğünü gördüğüm bir gençlikten büyüdüm. Meslek hayatım boyunca hemen her gün macera filmi çevirircesine yoğun aksiyon ve tehlike içerisinde ani kararlar aldım. Bu güne kadar yaşadığım bu hayat, sezgilerime olan güvenim, uzun yıllardan beridir yapmakta olduğum ruhsal çalışmalar, evrende sonsuz olmadığımızın bilincine teslimiyet, beni tehlike anlarında sakin tutuyor diye düşünüyorum. Sakin kalmak önemli, hem kendim sakin kaldım, hem de çevremdekilerin sakin kalabilmelerine destek oldum. Köyde sinir krizi geçirenler için gereksiz bir sürü ambulans seferi oldu.

İnsanlardan ümidi asla kesmemek lazım. Toplum, bir gaye uğruna bir araya gelmiş insanlardan meydan gelir ancak onu oluşturan insanların toplamından daha farklı bir şeydir. Bu süreç içerisinde gerek yangını söndürme çabasında birleşerek toplum oluşturan insanlar, hem de yangın sahasında olduğumuzu bilerek bizimle duygusal bağ oluşturarak bir dayanışma toplumu oluşturan dostlar insanlara olan güvenimi tazeledi. Arkadaşlık, dostluk ve insan ilişkileri ne kadar önemli, bir kez daha hatırladım.

Mizah hayat kurtarıcıdır, özellikle de hayat zorlaştığı, sinirler bozulduğu zamanlarda gülmek gibisi yok, en zor zamanlarda bile mizahı yapılacak şeyler yaşanıyor, onları fark etmek çok önemli. Mesela Gamze ve Ali’nin evinde kaldığımız gece düzensiz göçmen rolü yaptık, çok güldük.

Bir başka çıkardığım ders de hiçbir zaman olabilecek olumsuzlukları düşünüp önceden boşuna üzülmemek lazım, İngilizlerin dert sizi bulana kadar dertlenmeyin diye bir atasözü vardır çok doğru. Bahçedeki ağaçları sulamak için birkaç kez gitmek gerekiyordu, karşıma yılan filan çıkacak diye ödüm kopuyor, bir hayli dertleniyordum, işte şimdi bütün bahçe yandı, gidip sulamama gerek kalmadı.

Başına ne gelirse gelsin bir an önce olağan hayata dönmeye bak. Yangının üçüncü günü bir lavanta tarlasına hasada yardıma gittim, tam da bu sırada çok yakın arkadaşım Olcay’ın kardeşi Yavuz aradı. Çok ilginç bir adamdır, ciddi konuştuğunu sanırsın, 3 saat sonra seninle dalga geçmiş olduğun anlarsın, daha bu güne kadar şaşkınlıktan cevapsız kaldığını hiç görmemiştim. Büyük bir endişeyle nasıl olduğumu sorduğunda tıbbi lavanta hasat ettiğimi söyledim, nefessiz kaldı, kendine gelip de benimle konuşamadı. Bu görüşmeye de çok güldüm.

Şimdi ilk yangının üzerinden 6 gün, görebildiğim son alazlanma üzerinden 1 gün geçti, ekipler oldukça azalmakla birlikte nöbete devam ediyorlar.

TOHUMLAR HAKKINDA BİR KAÇ  GÖZLEM

Bu yıl ülkenin hemen her bölgesinde, hatta komşu köyde seller yaşanırken, bizim köye damla yağmur düşmüyor. Karadeniz bebesi olduğumuz için yağmurun gelişini ta iliklerimizden anlarız, ama bu yıl tam tepemize kapkara yağmur bulutları geliyor, nemden boğulup, tamam artık şimdi kesin yağacak der demez kısacık bir anda bütün bulutlar sihir gibi yok oluyor,  güneş bütün haşmetiyle beliriyor. Ancak böyle anlarda başka bir memlekette olduğumu en derin varlık noktalarımda idrak ediyorum. Bu yıl kış mevsimi uzun uzun sürünerek, ne bir türlü gelmek bildi ne de bir türlü bitmek bildi. Yaz mevsimi neredeyse bir günde geldi, Haziran ortasına kadar yorganla yatıp, bir gecede pike bile fazla gelmeye başladı, şimdi ise çok etkili sıcaklıklar yaşıyoruz.

İklim krizi aniden bastırdı ve bu durum atalık tohumların önemini daha da artırdı. Çünkü yüzleşmek zorunda olduğumuz bu yeni gerçeklik, bitkilerin de henüz alışık olmadıkları bir durum. On binlerce yıldan beri yöresel olarak seçile, seçile, bölgenin çevre koşullarına en iyi uyum sağlayan atalık tohumların, yani hayata tutunma kapasitesi yüksek olan tohumların, genetiği değiştirilmiş tohumlara nazaran yeni iklim koşullarına uyum sağlaması da daha olası görünüyor.

Şu sıralarda kışlık sebzelerden tohum alma sürecindeyim. Şimdiye kadar hep fide olarak aldığımız lahana                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 cinslerini bu yıl tohumdan üretmeye çalışacağım.

İnsan, benim gibi 60 yaşından sonra bir kaç sebze yetiştirmeye kalkınca buldumcuk gibi bir şey oluyor, aslında ne kadar tanıdık şeyler hakkında hiç düşünmemiş, adeta bakar kör gibi yaşamış olduğunu fark ediyorsun. Yeni bir konuya merak salınca, bir tür  farkındalık gelişiyor, beyin hücrelerinin birbirleri ile bağlantıları artıyor ve yepyeni  bir algı geliştiriyorsun.  Galiba komşulara sorarak, kendim gözleyerek, biraz da internetten araştırarak, yavaşça da olsa aslında bin yıllardan beri insanların toplu bilincinde var olan ve ne yazık ki giderek kaybolmaya başlayan ‘köylü bilgeliği’ kazanmaya başlıyorum.

Tohum almakla ilgili, bu zamana kadar hiç bilincime getirmediğim önemli şeyler öğreniyorum.

Şimdilik 3 çeşit tohumlaşma şekli fark ettim. Birincisi sebzenin içerisinde çekirdek şeklinde olan tohumlar; bunlar da birkaç şekilde oluyor.

Patlıcan, dolmalık kabak gibi sebzelerde çekirdekler sebzenin içinde yaygın olarak bulunuyor. Böyle sebzelerden bir kaçını (ilk çıkanlardan değil, sona kalanlardan hiç değil, nedense ikinci çıkanlardan seçiliyor) tohumluk olarak bırakmak gerekiyor (yanlışlıkla kopartılmaması için bir işaret bağlamak lazım). Bu tohumluklar artık dalında iyice olgunlaşana hatta suyu iyice çekilene kadar bekleniyor. Bunları toprağa çok yakın yerlerden seçmemekte fayda var, (geçen yıl mevsimsiz bir yağmurda toprağa değenler çürüdü). Sonra tohumlar sebzenin içinden (patlıcan gibi bazıları küçük parçalar halinde doğranıp, yıkanarak, bazıları çok daha kolay bir şekilde) alınıyor, güneş altında bir süre daha iyice kurması bekleniyor.

Bal kabağı,  domates gibi bitkilerin çekirdekleri toplu halde bulunuyor. Böyle çekirdekler; sebzenin en olgun ve en güzel olanı kesilince alınıyor ve gene bir kurutma sürecinden geçiriliyor. Kavun, karpuz gibi kabukluların çekirdeklerini kendi kabukları içinde kurutmamızı salık verdiler, sanırım suları çekilmeden kopartıldıkları için bir süre daha kendi özünden beslenmesi daha uygun oluyor.

Marul, havuç, soğan gibi çiçeklenerek tohuma duranlar var. Bunlar için biraz daha uzmanlaşmam gerekli, şimdilik deneme için renkli marulları tohuma bıraktım, her gün çiçeklerini kontrol ediyorum, çiçekler şimdilik pamuk gibi görünmeye başladı, nihayet altındaki tohumları görebildim, onların renkleri koyulaşınca alacağım. Bu tür tohumları görmem bile 2 yıl aldı. Bu tür tohumlaşma örnekleri içerisinde en kolayı pazı tohumu acemi gözlerle bile görünecek kadar büyük ve anlaşılabilir, sadece dalında olgunlaşmasını beklemek gerekiyor.

Fasulye, bezelye, bakla, börülce, nohut cinslerinin kendileri zaten tohum bunlardan bütün bir kökü tohumluk bırakmakta fayda var, yemeklik ayırdıklarınızı topladıkça yeni fasulye çıkıyor, tohuma bıraktıklarınızı ise toplamayınca artık yenisi çıkmıyor, tohumu olgunlaştırmaya gayet ediyor. Turp, lahana gibi sebzeler ise minicik fasulye benzeri tohum keseciği yapıyor. Bu minik fasulyeciklerin dalında iyice kurmasını beklemezsen tohum haline gelmiyor.

Zaten hiç bir tohum iyice olgunlaşmadan tohum haline gelmiyor. Bu sene bahçeden sultani bezelye tohumu aldım, çünkü bu bölgede çok az biliniyor, tohumlarını Rize’den getirtmiştim. Zaten ilk başından beri bazı bitkileri tohumluk bırakmıştım, artık mevsimi bitince de bütün bitkileri 1 hafta kurumaya bıraktım, bezelyeleri açtığım zaman bazıları tamamen kurumuştu, bir kısmı ise henüz tam kurumamıştı. Güneş altında hepsi aynı şekilde kurur diye düşünerek serdim, ama henüz yaşken kopardıklarım büzüştüler, atmak zorunda kaldım.

Lozan’dan getirdiğim tohumların hiç biri ölü tohum olmuyor. Renkli turplar artık bahçenin kendi ürünü halini aldı, bu yıl arkadaşlara da tohum dağıtacağım. Kale lahananın göbeklisinin tohumunu getirdim, düz yapraklısı bizde de olmaya başladı, ama göbeklisini hiç görmedim. Bu ürünleri de tohuma bırakacağım. Ayrıca patates Avrupa’ya gelmeden önce en çok kullanılan bir kök sebze buldum, şimdilik o da iyi gidiyor, bakalım tohum alabilecek miyim? Hem kök bitki hem de yaprakları havuca benzediği için bu yıl kendi havuçlarımdan da sırf deneyim olsun diye tohum almaya çalışacağım.

Ardeşen’den getirttiğim tohumları da bio çeşitlilik adına diktim, verimli olanlardan tohum yapacağım, olmayanlar üzerinde hiç ısrar etmeyeceğim.

Tohum için son söyleyeceğim şey de mutlaka birkaç yıl yetecek kadar tohum yapmanız, çünkü mesela bu yıl bizim bahçede geçen yıldan tohum yaptığım büyük patlıcanları böcekler yedi, yenisini dikmek için de geç kaldık. Seneye tohumumuz var. Zaten galiba son günlerde kalan patlıcanlar kendilerini kurtardı, birinin üzerinde tek bir adet patlıcan gelişmeye başladı.

Toprakla uğraşmak sadece beyinde yeni bağlantılar oluşturmuyor, zamana ve iklime karşı teslimiyet geliştiriyor. Zaten ne demişler kurda, kuşa, aşa. Bütün tohum bana değil yani.

KÖYDE BAYRAM, SICAKTAN MARESLEME, EVDE OYALANMACA, EMEKLİLİK SORUNSALI, YAŞLANDIKÇA TOPRAKLANMA İHTİYACI ARTIŞI

Geçen bayramı, klasik bayram havasında geçirmek istedim. Çanakkale’de epeyce arkadaş edindim, artık görüştüğüm insanlar arasında, buraya geldikten sonra tanıdığım kişiler, önceden tanıdıklarıma nazaran sayıca daha fazla oldu. Benim için alışılmadık olan, hayatımda ilk defa çevremde aile ve tıp camiası dışındaki insanlar çoğunlukta oldu. Bu bayramı eski bayramlar gibi geçirmek istediğim için, görüştüğüm kişilere bayramın ilk günü misafir kabul edeceğimi, ikinci gün ise iade-i ziyarete çıkacağımı ilan ettim. Böylece insanların, köye kadar gelip de geri dönme riskini ortadan kaldırmış oldum. Kurban bayramı olduğu için kavurma da yaptım, Zafer ev yapımı gibi bir tepsi baklava getirdi, zaten hem Lapseki, hem de şehir mezarlığında ziyaretlerim var, gelene ertesi gün ben gittim, ziyaret ettiğim yaşlılar da var; derken geri dönüp baktığımda cidden eski bayramlar gibi bir bayram geçirmiş oldum.

Bizim köy hayvancılık yapan bir köy olduğu için kurban kesiliyor, hatta şehirden gelip kestiren de bir hayli insan oluyor. Köyün anlaşmalı peynir üretici ise dini bayramlardan süt almaya gelmediği için, bayram günleri köylüler, kendi peynirlerini yapıyorlar. Böylece kurban bayramı bir yandan kurbanla, bir yandan peynir yapımı ile uğraştıkları, yılın en çetin günlerini haline geliyor. Bu yıl bir de aynı günlerde buğday hasadı, ardından saman işleri filan vardı. Biz şehirliler kibarca komşuluk yaparken, köydeki  komşuların işten güçten canları çıktı.

İnsanoğlu çok tuhaf, kışın soğuk olunca yaz sıcakları gelsin hiç şikâyet etmeyeceğim diyorum, şimdi ise kış gelsin soğuktan şikâyet etmeyeceğim diyorum. Şu aralar havalar oldukça sıcak, hatta bir gün akşam güneşi altında biraz zaman geçirdim diye bayağı güneş çarpması geçirdim. Her ne hikmetse bu yaz bir türlü deniz mevsimini de açamadık, kukumav gibi evde oturup, sıcaktan, nemden dem vuruyoruz. Sıcaktan günlük yürüyüşlerimi de bıraktım, sabah serinliğinde evin içinde biraz spor yapıp, gün boyu oturuyorum. Tabii böyle olunca epeyce kitap okuyor ve el işi yapıyorum.

Bu bayram tatili bir hayli uzun olduğu için dışarıdan gelen arkadaşım çok oldu. Beyhan Saroz körfezindeki yazlığına geldi, 2 gün de bende kaldı, Geyikli’de Ayşegül’e gittik, Beyhan’nın yaklaşmakta olan emekliliği konusunda fikirler ürettik. Zaten şimdilerde bütün arkadaşlarım teker teker emekli oluyor, bazılarının emeklilik konusunda ‘yaşam koçu’ gibi bir ‘emeklilik koçu’na ihtiyaçları oluyor. Emeklilikte ben ne olacağım, ne yapacağım gibi soruları olanlara sen çalışmaya devam et diyorum, zaten ruhen emekliliğe hazır olanlar koç moç aramıyor, küt diye emekli oluyor.

Bence bu konu oldukça önemli, aslında kadınlar emekliliği daha kolay kabul ediyor, çünkü pek çoğu kendini evde ve arkadaş çevresinde oyalamayı iyi biliyor, ama erkeklerin çoğu gerçekten emeklilikte ne yapacağını bilemiyor, çalışmak zorunda kalıyor. Tabii emeklilikte çalışmak zorunda hissetmenin kadını erkeği yok ama genel olarak böyle. Bence, emeklilikte çok daha az sorumluluk gerektiren, çok daha kolay ve esas alanından farklı bir alanda, belki yarı zamanlı, belki tam zamanlı çalışılacak işler olsa, emeklilerin çoğuna farklı bir kapı açılmış olur.

Ben kendi hesabıma mesela bir hobi dükkânına el işleri yapmak, hatta bazen satış yapmak gibi keyfe keder bir işte çalışabilirdim. Bizim Gaye ile Gamze’yi de üretim ekibine katsam, bayağı iş yeri açacak malzeme hazırlarız. Geçenlerde internette Tokat basmasından kadın çantası satışı gördüm, bende de hiç kullanmadığım kare bir Tokat basması masa örtüsü vardı, kendime internette gördüğüme hiç benzemeyen bir çanta yaptım. Bazı yerlerine zımba çaktırdım, usta çantama bayıldı, geçen çok şık bir kadın, çantayı nerden aldığımı sordu, çok beğenmiş, ben yaptım deyince inanamadı. Zafer yeni bir ev aldı, dubleks daire, yukarı katta bir çatı penceresine perdeci buraya perde olmaz diye kesip atmış, Perihan ise ben asıl bu pencereye süslü bir perde istiyordum deyince dayanamadım, şimdi ona bir perde örüyorum. Yani elime beceriklidir, Gaye/Gamze bacılar da çok beceriklidirler, havalar biraz normale dönsün, onlarla çeşitli projeler yapacağız. Kim bilir, belki de satış bile yaparız, neden olmasın? (Geçen aylarda İzmir’e gittiğimizde rehber kadın öğretmen emeklisiydi, emekli olduktan sonra benim gibi açık öğretim mi okumuş, yoksa turizm bakanlığından bir kursa mı katılmış, şimdi hatırlayamadım, ama İzmir yerelinde rehberlik yapıyordu, çok mutluydu.)

Bu bayram sınıf arkadaşlarımızdan da gelen oldu. Levent ile görüşemedim, ama Haşmet ile görüştük. Haşmeti 49 yıldan beri tanıyorum, ama son 20/25 yılını filan Amerika’da geçirdiği için çok uzun zamandır görüşememiştik. Benim bahçe tam bir Laz kızı bahçesine döndü, ağaçlar, çalılar, sarmaşıklar bir birinin üzerine tırmanıyor, ama bütün bu karmaşa içerisinde benim çok iyi bildiğim bir düzen var. Perma kültür kurallarına uyuyorum, doğal gübre kullanıyorum, mutfaktan kompost çıkartıyorum, yeşil gübreleme yapıyorum, su hasadı, su tasarrufu yapıyorum, sebze çeşitliliğine dikkat ediyorum, atalık tohumlar kullanıyorum. Bütün bunları gelene gidene sabırla anlatıyorum, ilginç olarak her gelenin aşırı ilgisini çekiyor, hatta Haşmet’e bahçemi gösterdiğimde, tam benim hayalimdeki bahçeyi yapmışsın dedi. Yeni bir tohum kardeşi daha edindim, bana Amerika’dan kısır olmayan tohumlardan getirecekmiş, sanırım onun çiçeklere ilgisi daha fazla, bahçemdeki çiçeklerin birçoğunun Latince isimlerini saydı.  Öyle sanıyorum ki insanın yaşı ilerledikçe topraklanma hevesi ve ihtiyacı artıyor.  Birçok arkadaşım emeklilikte toprakla ilgilenmeye başladı, hatta Hayri, neredeyse Robinson Cruzo gibi yaşıyor, sürekli bahçede yaşıyor, köye bile gitmiyor.

Ben de toprakla daha önce neredeyse hiç uğraşmamıştım, ama gerçekten hem fiziksel, hem de ruhsal sağlığa çok faydalı olduğuna inanıyorum. Tabii toprakla uğraşmak herkese uygun olmayabilir ama ne olursa olsun mutlaka bedensel, sürdürülebilir bir hatta birkaç aktivite yapmak lazım.

Bir de emekli olan bazı arkadaşlarımda şunu fark ettim, bazıları oldubitti kitap kurdu olduğu için okumaya devam ediyor, ancak bazı arkadaşlarım okuma işini de tıp ile sınırlandırmış, başka konuda okumayı zaman kaybı sanıyor, oysa bence hem çalışırken hem de emeklilikte mutlaka çok çeşitli konularda okumak lazım. Bazen bir kitap daha önce hiç farkında olmadığın bir konuda cidden ufuk açıcı oluyor. ( Bu arada ben de Ayşegül ve Cumhur’un kütüphanesini talan ettim, kitaplarına hiç zarar vermeme sözü vererek ödünç kitap aldım, Ali, Berkin ve Zeynep Hanımdan sonra bir kitaplık kardeşliği daha kurmuş oldum. Bu iş çok güzel oldu, mesela Ali’nin kitaplığından benim aklıma kalsa hiç dikkatimi çekmeyecek kitaplar okudum, çok etkilendim. Zeynep Hanımdan ise istesem de bulamayacağım kitaplar aldım okudum).

Sonuç olarak; emekliliğe de ciddi bir şekilde hazırlanmak lazım, daha çalışırken hobiler edinmeli, kendine farklı ilgi alanları yaratmalı insan, yoksa özellikle de bizim gibi çok çalışmaya alışmış insanlar boşluğa düşüyor.

SON ZAMANLARIN ÖZETİ, HERYER YEMYEŞİL OLSA DA BEZGİN BEKİR RUH HALİNDEYİM; GENE EVDE USTALIK İŞLER ÇIKTI

Aylardan beri beynim uyuşuk, galiba depresyondayım. Depremden beri takıntılı bir şekilde depremdi, seçimdi, kim öldü, kim kaldı, kim ne dedi, sürekli bu tür haberlerle meşgul olup; sanki bilinçli, hatta takıntılı bir şekilde kendimi gergin bir ruh haline sokuyorum. Çöktüm. Üstelik adeta kendi isteğimle çöktüm.

Neyse ki yılın en güzel aylarından ikincisi olan Mayıs ayının güzellikleri beni bir parça ayağa kaldırıyor (favori ayım tabii ki Eylül).

Geçtiğimiz aylardaki yağmur kıtlığına inat güzelce bahar yağmurları aldık, otlar yükseldi, buğday tarlaları rüzgârda adeta deniz gibi dalgalanıyor; her yer yemyeşil, çevremizdeki bütün bitkiler, otlar, ağaçlar, çiçekler, dikenler, makiler coşmuş halde.

Henüz havalar çok ısınmadan (çok sıcak aylarda hem aşırı güneş, hem de sürüngen korkusundan ara veriyorum) hala her gün yürüyüş yapıyorum; artık köylüler arasında iyice nam saldım, kimse yadırgamıyor, hatta kadınlar bana özeniyorlar. Yürüdüğüm yollar boyunca kadınlar, çobanlar, komşularla selamlaşıyorum; hatta köpekler bile kadrolu selamlayıcılarım oldu. Mesleki deformasyon sayesinde pek uyku düzenim yoktur, sabah kör saatlerde uyanırım. Ben de bu özelliğimi iyi bir alışkanlığa dönüştürdüm, henüz hava yeni aydınlanmış ve serinken yürümeye başlıyorum. Aşağı yukarı 2 saat, orman yollarında, köy sokaklarında, dereler, ormanlar, çiftlikler, ahırlar, evler, inşaatlar, tarlalar arasında, kuş sesleri, inek böğürtüleri, köpek havlamaları dinleyerek yürüyorum. Ben yürürken etrafımda köyün olağan günlük hayatı akıyor; süt toplama alanına sütler taşınıyor, ekmek arabaları, süt tankerleri geliyor, okul servisi çocukları topluyor, hayvanlar otlamaya çıkarılıyor, tarlalara gidiliyor. Günlük favori güzergâhımı yürürken hem kendi yaşadığım köyün, hem de yukarı köyün içinden geçiyorum. Yukarı köyde benimle eş zamanlı hayvanlarını çıkaran bir kadın çoban var, bir gün köpekleri üstüme atlar, başka gün keçileri beni takip eder, hem kadınla hem de sürüsüyle bayağı arkadaşlık kesp ettik.

Bu düzenli yürüyüşleri de yapmasam iyice depresyonun dibine vuracağım. Doğa içerisinde yürümek sürekli mekân farkındalığı gerektirdiği için, çok bilindik bir parkurda yürümek bile alet üzerinde yürümekten çok daha iyi geliyor bana, her şeyden önce makine ile dövüş halinde olmuyorsun, etrafta ne var, ayağımı çamura mı basıyorum, şu çiçek ne renkmiş, kuş nasıl ötmüş derken yürüdüğünün bile farkında olmuyorsun. Zihin dinginleşiyor.

Mayıs ayı bahçenin de çok hizmet beklediği bir aydır, neyse ki bayağı bitirdim. Zaten yapmayı sevdiğim ikinci iş bahçede zaman geçirmek, daha da çok sevdiğim bitkilerin büyümesini görmek, tazecik ürünleri hasat etmek, gelen misafirlerime kendi yetiştirdiğim ürünlerden vermek. Geçen ay bahçenin en az ürünü olan bir zamanda gelen bir arkadaşıma kendi bahçelerinde dikmek için bazı fideler vermiştim, her biri tutmuş, o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Artık bahçem tohum, fidan ve fide dağıtacak anaç bir bahçe haline geldi.

Şimdi mevsim ürün açısından oldukça kısır bir zaman olmasına karşılık, yapılacak işler açısından bayağı oyalayıcı. Şu anda tam olarak olgunlaşmış sadece sultani bezelyeler var. Bakla ve normal bezelyeler ise 3-4 hafta içinde hasat edilecek hale gelir. Bu aralar taze bakla, taze enginar ve sultani bezelye ile bazı yemek tarifleri uydurdum, yeşil sofralar kuruyorum.

Bu ay içerisinde yaz sebzelerinin dikimini tamamladık. Elbette bazılarını tohumdan diktik, diğerlerini ise fide olarak. Bundan sonra altlarını çapalanma, toprak doldurma, organik gübreleme, sulama, yabani otlardan arındırma gibi sonsuz bir uğraş vereceğiz. Yani pazardan markette aldığınız her bir meyve sebzenin farkında olmak lazım, çiftçinin hakkını alması lazım, gerçekten çok emek gerektiriyor.

Geçen hafta zeytinlerin çapasını yaptırmak için işçi çalıştırdım, o gün meğer arka lastiğe bir vida girmiş, sabah erkenden lastik yere yapışmıştı. Neyse ki evde kompresör var ve bizim Sermin bu işlerde beceriklidir, lastiğimi şişirdi, sabahın köründe sanayiye gittim. Vallahi bence dünya dönüyorsa sabah sabah neşe içinde işini yapan bu çocuklar sayesinde dönüyor.

Geçen hafta bizim ev de geçen hafta ecinli gibiydi, su işlerine bakan ustalar tam 3 kez gelmek zorunda kaldılar. İlk gelişlerine biz çağırdık; bahçenin damla sulamalarını kontrol etmek ve bozuk vanaları değiştirmek için geldiler. Bir gün önce bahçede bir noktada su sızıntısı olduğunu fark etmiştik, meğer bir bor dirsekten çıkmış, onu tamir etmek için eve gelen ana su vanasını kısa süreliğine kapatmak zorunda kaldık. Tam da o gün köyün su deposunun temizlendiği gün idi, yani köyün suyu saatlerce kesikti, ancak bizim evin suyu ertesi sabaha kadar kesikti. Meğer evin ana vanasıyla uğraşınca ana dirsek yerinden oynamış, köye su verilince de yerinden çıkmış, tabii muhtar köyün suyu boşa akmasın diye gelip bizin evin suyunu kesmiş. Yani ertesi sabah bizim sucular acilen tekrar gelip borularımızı, vanalarımızı düzene soktular.

Bundan 2 gün sonra akşamüzeri yatağımda uzanmış, bir şeyler okurken çatıdan pof diye kuvvetli bir ses geldi, ne oldu diye araştırınca yağmur oluğunun yerinden çıktığını fark ettik, ertesi gün de bu yağmur oluklarını yerlerine takmak için geldiler. Neyse ki bu gelişleri zaten bizim çevre köylerdeki ve bizim zeytinlikteki bir takım işlerini yapmak için planladıkları bir zamandı. O gün endişeden beni bir sıtma tuttu, yataktan çıkmaya zorlandım, ama altı metrelik merdiveni duvara dayayıp, çatıya çıkan adamlar varken yatmak da mümkün değil. Bir taraftan onlar çatıdan sarkmış çalışırlarken bakmamaya çalışıyorum, diğer yandan bakmadan duramıyorum, o yarım saat oldukça zor geçti. Benim garip bir yükseklik korkum vardır, neyse ki gençlerden birinin hiç boşluk hissi yoktu, onun güvenli hareketlerinden biraz ruhsal destek aldım. Yoksa avaz, avaz bağırabilirdim. Daha tövbe, çatıya usta çıkartmak gerekirse asla bakmam, mümkünse evde olmamayı tercih ederim.

Aromatik bahçe

EL NİNOLU İLKBAHAR; BİR SÜRÜ UYGARLIĞI YOK ETMİŞ SU KITLIĞI VE İKLİM KRİZİ ARTIK MODERN ZAMANIN EN ÖNEMLİ MESELESİ HALİNE GELDİ.

Yıllardan beri gelecek diye uyarıldığımız, ama ne yalan söyleyeyim, daha en az önümüzde on yıllar var sandığım iklim krizi artık iyice kendini belli etmeye başladı. Korkarım ki bu sadece özsöz; henüz başımıza neler geleceğini tam olarak kavrayabilmiş değiliz, hatırlamak için son iki üç yıldan beri köyde fark ettiğim bazı tuhaf halleri özetlemek istiyorum, böylece durumun ciddiyetini belki biraz daha net algılarız.

İki yıl önce günlük hava sıcaklığında henüz önemli bir farklılık hissetmemişken, denizden bir uyarı geldi, daha önce varlığından bile haberdar olmadığımız, deniz sümüğü diyebileceğim bir musibet aylarca deniz yüzeyini kapladı, arkasında iğrenç kokular ve umutsuzluk bırakarak denizin dibine doğru çöktü; bu olayın denizdeki yaşama ne kadar büyük zarar verdiğine dair henüz net bir bilgimiz yok.  Müsilajı oluşturan ana sebep Marmara Denizine dökülen ve kirliliğe sebep olan  şehir ve sanayi atıklarıdır, ancak çok büyük bir olasılıkla o yıl bu sümüğün bu denli artmasına neden olacak bir mevsimsiz ısı değişikliği de söz konusuydu. Çünkü bu sümüğün canlı bir organizmanın gereksizce artması sonucunda geliştiğini ve  deniz ısısının bu garip canlı ile beslenen diğer bir canlının yeterince artmasına engel olacak gibi diğer yıllardan farklı olması, kısaca ekolojik dengenin bozulması sonucunda meydana gelmiş olduğunu biliyoruz. Deniz kirliliği de bu duruma tuz biber oldu tabii.

Geçtiğimiz son iki yılda ise oldukça alışılmadık bazı iklim olayları yaşadık.

Bizim köyde geçen seneden en çok hatırladıklarımı yazacak olursam sonbahar oldukça kurak geçmişti; hatta sadece tarım kullanımına değil aynı zamanda şehre içme suyunun da karşılandığı Atikhisar barajında neredeyse su kalmamıştı. Ama aniden bastıran şiddetli yağmurlarla 1-2 hafta içerisinde doldu, taştı. Yanılmıyorsam Kasım ayından itibaren yaz aylarına kadar inanılmaz yağmur yağdı; bu yağmurlar öyle pek normal yağmur gibi değildi, haftalarca, günlerce damla düşmüyor, sonra da inanılmaz derecede fazla yağmur çok kısa sürede yağıyordu. Hemen her yağış, sele heyelana neden oldu yani felaket gibi yağdı. Kış mevsimi de çok garipti, bir iki hafta ilkbahar havası ardından inanılmaz bir soğuk dalgası oluyordu, her sene Aralık sonundan, Şubat sonuna kadar aralıklarla yağan kar, geçen sene Mart ayında tek bir seferde yağdı.

Bu zamansız kardan sonra geçen ilkbahar ve yaz aylarında tam  aylarca yağmur yüzü görmedik, buna karşın tam üzüm hasat edilecek günlerde gen mevsimsiz yağarak bütün hasadı berbat etti. Kış ise neredeyse hiç hissedilmedi, bir kez göstermelik bir kar yağdı, hepsi o kadar. Bizim evin önünde bir dere var, bu dere eylül ayından bir sonraki temmuz ortasına kadar akar, yani topu toplamı bir iki ay kurur. Bu yıl ise tam dokuz ay hiç suyu yoktu, ancak Mart ayında biraz akmaya başladı, geçen yıl çağlayanları olan derenin bu yıl yatağında pek çok yerde görünme olması çok düşündürücü.

Ülke bütün yıl ağır kuraklık tehdidi altındayken, ilk baharda bir miktar yağmur yağdı, ama o da çok dengesiz yağdı; deprem bölgesinde ardı ardına sel oluyor. Arabistan’da bu yıl kar yağışı, yağmurlar, seller dur durak bilmiyor.

Tam da bize tarif edilen iklim krizinin ortasına düştük.

Bundan sonra su israfı yapan vatan hainidir, insanlık düşmanıdır. Bunu yazarken ülke geleceği için tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gereğini de biliyorum. Artık bu iklim değişikliğine nasıl adapte olup da bu süreç yönetilecek, bilemiyorum.

Köyde yaşayınca doğa olaylarını şehirde yaşadığından çok daha net hissedebiliyorsun. Mesela geçen yıllarda olan bu garip hava durumu, kaç yıllık fidanlarımı soğuktan yaktı, yeni dikilenler ise kurudu; sonuç gerçekten de iklim toprağın bereketini yakından etkiliyor. Bence mutlaka tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gerekiyor, bu garip havalar devam ettiği sürece geleneksel sistemlere göre daha sürdürülebilir yeni yöntemler  geliştirilmesi lazım, su tasarrufu ise hayati öneme sahip.

Bu yıl eğer sarnıç dolmasaydı yazın köyün suyunu harcamamak için sebze dikmemeye karar vermiştim, ama çok şükür son yağışlarda doldu. Ben de şimdiden yazlık fideleri hazırlamaya başladım. Bahçede ise şimdilik yapabildiğim dişe dokunur tek şey zeytinleri ilaçlatmak oldu, çapa işini ise bayramdan sonra yaptıracağım.

Bu yıl denediğim bir ‘yeşil gübre’ ve ‘yeşil kalkan’ dediğim iki yöntemi yazacağım. Yabani otlar ve tohuma bıraktığım turp, marul, havuç, pazı gibi sebzelerle yaptığım bu yöntemler hem toprağı zenginleştiriyor, hem de su tasarrufu sağlıyor.

Benim yeşil kalkan dediğim yöntemi geçen yıl bahçıvanımdan öğrenmiştim. Meyve ağaçlarının altı çapalandıktan sonra bu çapalanan alana yabani ot yığılıyor, böylece bu yabani oy yığını toprağın üzerinde bir kalkan oluşturup, suyun buharlaşmasını engelliyor ve ağaç çok daha az su ile yetiniyor. Bu yöntem buradaki köylüler tarafından bilinip kullanılıyor, yeşil kalkan sözü ise bana ait. Zeytinler meyve verdikten sonra artık kökleri yer altı sularına ulaştığı için sulanması gerekmiyor. Gene de ağacı serin tutmak için altına ot yığıyorlar. Geçen yazdan beri bu yöntemi kullanmaya başladım, gerçekten de işe yarıyor.

Yeşil gübreleme yöntemine gelince; birçok sebzeyi tohumlanana kadar bekleyip, bu tohumlanmış bitkileri bahçenin çeşitli yerlerine seriyorum. Böylece bahçede kendiliğinden çıkan birçok sebze oluyor, ben artık ne turp, ne pazı, ne lahana ne de marul dikmiyorum. Ancak bu yöntemi uygularken dikkat edilmesi gereken bir şey var; bu şekilde dikilen sebzeler küçük bir alanda çok kalabalık olarak çıkıyor, eğer kendi çıktığı gibi bırakırsanız birbirlerini eziyorlar, belli bir boya geldiklerinde seyreltilmeleri şart. Henüz olgunlaşmadan seyreltince çıkardığın sebze yeniden yeşil gübre olmak üzere toprağa atılıyor, geri kalanların hala bir kısmı fide olarak dağıtılabiliyor, en son bıraktıklarınız da bir kısmı kendi tüketimimiz için, bir kısmı da yeni tohumluklar. Geçen yıl toprağa yatırdığım sebzelerden bu yıl pazı ve havuç fidelerinden bir arkadaşıma verdim. Dereotu ise hem bize hem de komşumuza bol bol yetiyor. Bu şekilde toprak birçok bitkiden aldığı çeşitli vitamin ve minerallerle beslenip zenginleşiyor. Sonuç olarak hem toprak kazanıyor hem de biz.

Geçen gün köyümüze su tasarrufunu anlatmak üzere bir öğrenci gurubu geldi. Hocalarını tanıdığım için gurupla buluştum ve onları kendi bahçemde de gezdirdim. Onlara su tasarrufu için yaptığımız yöntemleri gösterdim. Bahçedeki su kanallarını, sarnıcı yani su hasadını anlattım. İkinci olarak damla sulamayı gösterdim. Son olarak da yeşil kalkan yöntemini anlattım.

İkinci konu olarak da toprağı güçlendirmek için kullandığım yöntemleri yani; konvansiyonel hayvan gübresi, yeşil gübre ve su hasadı yapmak için kullandığımız su kanallarında biriken humuslu toprağı solucan gübresi gibi kullandığımızı anlattım. Mutfak artıklarından oluşturduğumuz kompost topraklarını gösterdim.

Sonuç olarak gençlere anlattıkları konunun laboratuvarını göstermiş gibi oldum. Çok heyecanlandılar, yaptıkları köylüleri bilinçlendirme işine daha da çok inandıklarını ifade ettiler, ben de çok mutlu oldum.

Bezelyeler görünmeye başladı
Naneler coştu
Biyoçeşitililik adına bir kaç çeşit bezelye dikmiştim
Yeşil gübrenin sonuçları böyle kalabalık oluyor

Avlu içine diktiğim sarıcı kekikler de tutmuş
Asmalara su yürüdü
Mor çiçekli bezelye
Yabani menekşeler coştu
Show Buttons
Hide Buttons