Monthly Archives: Mart 2022

GÖĞE BAKAN KOCAKARI; NİSAN 2022

Bu yıl Mart kapıdan baktırdı, kazma kürek yaktırdı. Bakalım Nisan nasıl geçecek?

Nisan başında Ramazan ayı başlıyor, bayram ise Mayısın başında olacak.

Bu ay iki kez yeniay olacak; ay sonundaki yeniayda aynı zamanda kısmi bir güneş tutulması görülecek.

1 Nisan 2022 09:23 – Koç burcunda Yeniay

16 Nisan 2022 21:53 – Terazi burcunda Dolunay

30 Nisan 2022 23:27 – Boğa burcunda Yeniay (Güneş Tutulması)

Nisan ayı bahar ayı olmasına karşılık eskilerin april 5 dedikleri, şimdiki takvime göre ayın 20si civarında bir soğuk hava beklenir. Ben bu yıl yaz mevsiminin aniden bastırıp, oldukça sıcak ve kurak geçeceğine dair berbat bir önsezi içerisindeyim, umarım yanılırım.

Nisan ayında balık oldukça boldur, bu mevsimde özellikle kalkan balığı çok lezzetli olur.

Bahçeler yaz ekimlerine hazırlanır. Bu yıl mart ayında hava muhalefeti dolayısıyla yapamadığımız, budama, gübreleme, çapalama gibi işleri bu ayda yapmak gerekiyor. Tohumların yavaş yavaş toprakla buluşturulup, fidelerin hazırlanmaya başladığı zamandır.

Nisan ayı genel olarak April adıyla da bilinir, Roma takviminde ikinci ayın adıdır, ve aprilis latince açmak anlamına gelir. Meyveler, çiçekler, hayvanlar, topraklar ve denizler açılır diye tarif edilir. Tanrıça Afroditle, dahası genel olarak kadın ile ilişkilendirilen bir aydır.

Nisan ismi ise yakın doğu dillerinden dilimize geçmiştir. Farsça; Nisa (kadın), Süryanice; Nisanna( bereket, bolluk), Sümerce nisag (ilk meyveler), Akadca (Nisanu), İbranice (nisan).

Kadın ve bereket kavramlarının birbiriyle özdeşleşmesi bu toprakların kadim inanışlarında Kibele kültü şeklinde vücut bulur. Kibele (Sibel) hem bir tanrıçanın, hem de buğday başağının, yağmur damlasının ismidir. Kibele kültünde, doğurganlık özelliği dolayısıyla,  kadın  bedeninde aslında toprağın bereketi ve doğurganlığı simgelenmektedir.

Adından da anlaşılacağı gibi, yılın en güzel aylarından biridir.

BİR KAÇ OTANTİK TATLI ÇEŞİDİ

Ata evinden alışık olduğum bazı otantik tatlı tarifleri vermek istiyorum. Bu tatlılar haricinde hiç tatlı olarak düşünemeyeceğiniz bazı bilindik yemekleri de üzerine şeker, bal, reçel dökerek tatlı haline getirme alışkanlığı vardır.

TUZLU SÜTLAÇ

Normalde her tatlının içerisine bir çimdik tuz koymak tadı belirginleştirir, ancak burada sözünü ettiğim şey bu değil.

Bizim sütlaç çok daha az şeker içerir, hatta birçok evde sütlaca pişerken hiç şeker koyulmaz, sadece tuz koyulur. Bu az şekerli ya da iyice şekersiz sütlaç yenilirken üzerine bal, ya da reçel koyularak tatlandırılır.

Benim kendi sütlaç yapma şeklim MUKE usulüdür. Bir litre süt için bir yemek kaşığı pirinç, bir yemek kaşığı şeker hesabına göre yaparım.

Önce pirinçleri çok az tuzla ve az suda iyice yumuşayıncaya kadar haşlarım. Haşlama suyunun iyice çekmesini beklerim. Pişmiş pirince sütü eklerim, sürekli karıştırarak, sütün en az 1/3 kısmı uçana kadar pişiririm. Ateşten indirmeye yakın şekerini katarım, şeker eriyince işlem tamamdır.

Benim usulde yapınca üzerine bal vs ilave etmeye gerek kalmaz.

Bir de içine kakule, mahlep, zencefil gibi çeşitli baharatlar ekleyerek yaptığım, Hint usulü dediğim bir sütlaç çeşitlemem var.

Hamsiköy sütlacı diye ünlenmiş sütlacın özelliği de hem sütünün çok kaliteli olması hem de içine hiç nişasta katılmamasıdır. Karadeniz bölgesinde sütlaç sadece bol kaynatarak kıvamlandırılır. Üzerine fındık dökmek ise yeni moda oldu.

TUZLU AŞURE

Aşurenin ana maddeleri, buğday, fasulye ve nohuttur. Her üç malzeme de bol tuz kaldırır, haşlarken içine tuz katılmazsa aşurenin tadı eksik kalır. Şeker gene oldukça az miktarda ve son anlarda katılır. MUKE usulü aşurenin en önemli özelliği ise kuru yemişlerin kaynatılmamasıdır. Kuru yemişler üzerlerine kaynar su dökülerek yumuşatılır, sıkılıp fazla sudan kurtarılır, kaselere eşit miktarda pay edilir, üzerlerine haşlanmış bakliyat karışımı dökülür. Böyle yapılınca aşurenin rengi bembeyaz kalır.

SÜT HELVASI

En ilginç otantik tatlılardan birisidir. Dini bayramların vazgeçilmez ikramıdır. Eşit miktarda süt ve şeker karıştıra, karıştıra pişirilip, iyice koyulaştırılır. Belli kıvama gelen helva ateşten indirdikten sonra da bol bol karıştırıp soğutulur. Bir tepsiye dökülüp kuruyarak kıvam alması sağlanır. Daha sonra küp, küp kesilerek, çikolata gibi ikram edilir. 

Çok aşırı bir tatlıdır, tadı süt reçeline benzer.

KABAK TATLISI

Çok güzel kabak olduğu için bolca yapılan bir tatlıdır.

FIRINDA KABAK

Bizim evde üzerine hiç şeker koymadan fırında da kestane gibi pişirilir. Bundan yola çıkarak, üzerine biraz tuz, baharat ve zeytinyağı ekleyerek fırınladığım kabak çok severek yediğimiz bir yemek haline geldi.

KABAK SÜTLACI

Benim hiç sevmediğim bir tatlı olduğu için tarifini internete sordum. Kara kabak ile yapılıyormuş. Kabak küçük küpler halinde kesilip, kaynatılan süt içerisine alınıyormuş, şeker ve az miktarda tuz ekleyerek, kabaklar pişene kadar pişiriyormuş. Benim hatırladığım muhallebi kıvamında pürüzsüz bir şekilde olduğudur. Ancak sütle kabağı yakıştıramadığım için nasıl yapıldığını evden öğrenmedim.

PEKMEZ VE ŞIRA

Bizim evde pekmez Ankara armudu denilen, toprak renginde, yuvarlak, uzun saplı, görüntüsü pek bir şeye benzemeyen, ancak özellikle de olgunları inanılmaz güzel bir kokan çok özel bir armut çeşidinden yapılırdı. Bu pekmezi yapmak için sadece armutları kaynatmak yeterdi, içine kil yada pekmez toprağı katmak gerekmezdi.

Bölgeye has bir üzüm çeşidi olan Anjelik üzümden ise sadece şıra yapılırdı. Bu şıra da kaynatılarak yapılan ve alkolleşmesine izin verilmeden taze tüketilen bir içecektir.

PESTİL

Bizim evde pestil bir tatlı çeşidine verilen isimdir. Pekmez bir miktar suyla açılır, içine biraz şeker, nişasta koyulur. Pelte kıvamında pestil hazırlanır. Üzerine kaymak yada soğuk süt koyularak tüketilir.

PEPEÇURA

Üzüm şırasından koyulaştırmak için mısır unu kullanılarak yapılan muhallebi kıvamında Rize’ye özgü bir tatlıdır. Çok cazip koyu mor rengi vardır.

TERMONİ ve EKŞAŞİ

Her ikisi arasındaki tek fark birinin taze üzüm suyu ile yapılması diğerinin ise pekmez kullanılarak yapılmasıdır. İsimler birbirinin yerine kullanılmaya başlansa da üzüm suyundan yapılan pepeçura gibi mor menekşe renginde ve haliyle bir miktar ekşi olan ekşaş, pekmezden yapılan ve kahverengi görünen ise termon olarak isimlendirilir. Her iki tatlı da renkli aşure gibi düşünülebilir. Üzüm suyunu ya da pekmezi bir miktar sulandırıp, içine biraz un, gerekliyse şeker, haşlanmış yerel barbunya ve mısır taneleri katılarak yapılan tatlılardır. Bunların olmazsa olmazı elbette içlerine bir miktar tuz atılması ve koku vermesi için defne yaprağı koyularak pişirilmesidir. Defne yaprağı koyulmazsa olmaz.

TATLI SUCUK

Anneler ipliğe kavrulmuş fındık taneleri dizerek ve üzüm suyundan yaptığı pelteye batırarak oldukça ekşi mor renkli bir tatlı sucuk hazırlardı.

LAZ BÖREĞİ

Muhallebi katmanının altına ve üzerine, her birinin arasına tereyağı sürülen sekizer baklava hamuru ile yapılır. Baklava gibi kesilip fırınlanır ve şerbeti dökülür. Kısaca arasında fıstık niyetine muhallebi olan bir çeşit baklavadır.

Muhallebisi çok özeldir. Klasik olarak süt, un ve şekerle koyu bir muhallebi hazırlanır. Aroma için asla vanilya kullanılmaz, sadece defne yaprağı koyulur. Muhallebiyi özel yapan şey ise ateşten indirdikten sonra bir litre süte bir adet hesabıyla içine teker teker oda sıcaklığındaki yumurtaları kırıp, hızla karıştırarak muhallebiye yedirme tekniğidir. Bu şekilde muhallebisinin oldukça faklı bir dokusu olur.

Bazı ilçelerde muhallebi katmanının üzerine bir sıra karabiber ekildiği de olur. Bizim evde böyle yapıldığını hiç görmedim.

Dışarıda yediğimiz laz böreklerinin lezzetini kısa bırakan şey defne yaprağı kullanmamaları ve sanırım yumurtayı benim anlattığım şekilde katmamalarıdır.

EV BAKLAVASI/ BURMALI/ KÖY BAKLAVASI

Baklava ve burmanın diğer yörelerden tek farkı içine genellikle fındık koyulmasıdır.

Köy baklavası dediğimiz ise Annelerin yaptığı farklı bir tatlı idi. Yufka açıldıktan sonra burmalı yapacak gibi önce fındık serpilir oklavaya sarılır, sonra oklava içinde çıkarılır. Yufka rulosu 2 parmak kalınlığında kesilir. Sonra her bir parça 10 cm çapına gelecek gibi yeniden açılır. Tabak şeklindeki parçalar fırınlanır. Sonra bu keteler üzerine şerbet niyetine şekerli süt dökülür. Şekli baklavaya hiç benzemez, adı neden öyle bilmiyorum.

UN HELVASI

Özellikle mevlütlerin vaz geçilmez ikramıdır. MUKE her Perşembe günü, ayrıca herkesin ölüm yıldönümünde eve kokusu yayılsın diyerek bir tabak helva yapardı. Son senelerde sıkça yapmak zorunda kaldığımız mevlütler dolayısıyla helva uzmanı oldum diyebilirim.

Önce soğuk su içine su miktarına eşit olacak şekilde toz şeker eklenir ve karıştırılır. Biz şerbeti kaynatmayız.

Bolca tereyağı (son yıllarda yağ yanmasın, un topaklanmasın diye bir miktar zeytinyağı da eklemeye başladım) tavada eritilir. Elekten geçirilmiş un azar azar katılarak ve sürekli karıştırarak kavrulur. Unu yakmamak için karıştırmak ve azar azar katmak önemlidir. Un istenen koku ve renge gelince ateş söndürülür. Şerbeti  dökülene  kadar hala karıştırılmaya devam edilir. Şerbeti de kontrollü bir şekilde dökülür. İstenen kıvama gelince iki kaşık yardımı ile şekil verilir.

Bazı evlerde içine fındık ya da ceviz de katılır. Ben nadiren katarım.

AMELE TATLISI

Tel şehriye kavrulur. Üzerine şerbet dökülerek, bu şerbetle şehriyeler yumuşatılır. Tanımlamak için irmik helvasının şehriye ile yapılmış hali diyebilirim, ancak tadı biraz daha değişiktir. Amele tatlısı denmesinin sebebi sanırım hem kolay yapıldığı, hem de bol kalori verdiği için evde ya da bahçede çalıştırılan kişilere verilen yemeklerde sıkça yapılırdı.

ŞEKERLİ MAKARNA

Annemin spesiallerinden biridir. Evde yapılıp kesilmiş taze şehriyeden (ev makarnası) yapardı. Önce makarnalar haşlanır, yağlanır, hafif tuzlanır. Ardından bir tavaya alınıp alt üst börek gibi kızartılır. Son olarak da üzerine şeker dökülerek sıcak olarak yenilirdi.

REÇELLİ PİLAV

Dedenin normal pilav üzerine reçel dökerek yediğini bilirim.

aşure

Hint sütlacı

süt helvası henüz kesilmemiş hali

Çiğ elmalı aşure bu da benim usulüm

pestil

termoni

MART KAPIDAN BAKTIRIR, KAZMA KÜREK YAKTIRIR VE 18 MART DENİZ ZAFERİ YILDÖNÜMÜNDE KÖPRÜ AÇILIŞI

Artık iklim krizini beklemiyoruz, geçen yıldan beri direkt içine daldık. Son iki yıldan beri kış günlerinde havalar bir sıcak, bir soğuk, hele bu sene bir hafta yaz, bir hafta kutup soğukları gibi geçti. Yağmur yağdı sel oldu, rüzgar esti kasırga oldu. Yaz boyunca sıcaklardan orman yangını üzerine orman yangını çıktı. Geçen yıl ciddi kuraklık tehlikesi varken, bu yıl aşırı yağış oldu.

Şimdi de artık kış bitti derken Mart kapıdan baktırdı, kazma kürek yaktırdı. Kutuplardan gelen bir tuhaf dalga, bir hafta sonu boyunca bütün ülkeyi kar altında bıraktı. Bu önümüzdeki on gün içerisinde iki soğuk dalgası daha geliyormuş. Mart başında önümüzdeki sonbaharda da yetecek kadar yakıt aldığımı sanmıştım, bitti, bu gün yeniden  ısmarladım. Nermin mikrop kapmayayım diye yıllardan beri paraya dokunmaz, herhalde her şeyi para karşılığında aldığımızı da unuttu. Özel tıp merkezine göz muayenesine gittik, para verdiğimiz için merkezi çok ayıpladı, bu gün de yakıtı parayla alacağımız için çok içerledi. Lidyalılardan beri mal ve hizmet alımlarında para kullanılıyor ama bizim yakıt bedava olmalıydı.

Geçtiğimiz Aybar denilen soğuk hava dalgası bizim köyde aşırı kar yağışına neden olmadı, ancak hayatımda hiç görmediğim şeylere şahit oldum. Günde birkaç kez en fazla 2-3 dakika süren kar, tipi derken ardından güneş çıktı. Eskiden güneşli havalarda yağmur yağdığı zaman şeytan düğün yapıyor derlerdi. Şimdi şeytan karlı düğün yaptı. Bakalım bu önümüzdeki soğuklarda neler göreceğiz.

Hava çok soğuk, toprak ise çok çamurlu, dolayısıyla Mart ayında bahçede yapılması gereken işler, bekliyor. Ramazanda nasıl bahçıvan çalıştıracağım diye kara kara düşünüyorum, adamcağız, merak etme doktor hanım, sağlık olsun, yaparız diyor ama ben oruçlu adamı çalıştıracağım diye çok dertleniyorum.

Çanakkale deniz zaferinin yıl dönümünde yani 18 Mart günü, köprümüz trafiğe açılacak. Bir hafta boyunca tek taraflı geçiş parasızmış. Ben de Gelibolu yarımadasında oturan Aysel teyzemi ziyaret edeyim diyorum. Bakalım. Bu önümüzdeki birkaç gün şehirdeki kalabalıktan, köy yollarındaki buzdan fırsat bulup da çarşıya çıkamam diye düşünüyorum. Zaten günlerden beri tepemizden helikopter sesi eksik olmuyor, açılış için devlet erkanı gelecek çünkü. Tam da köprünün açılacağı gün hava sıcaklığı 10 derece birden düşecekmiş.

Yani hem köprü açılışı olduğu için, hem de iklim krizinin bu denli görünür hale geldiği günler olduğu için tarihi günler yaşıyoruz. Bu yıl 18 Martta Gelibolu yarımadasının her iki ucunda da şenlik, tören var. Abide tarafında zafer kutlamaları yapılacak, Marmara girişinde ise köprü hizmete açılacak.

Çanakkale savaşında deniz harekatları çok önemli bir yer tutar. İtilaf devletleri önce kara savaşını pek düşünmemişlerdi, birleşik bir filo ile Çanakkale boğazını geçip, soluğu İstanbul’da alacaklarını sanıyorlardı. Bu amaçla 19 Şubat 1915’ten, 18 Mart 1915 tarihine kadar boğazda bir dizi deniz operasyonu düzenlediler. En büyük saldırı 18 Martta gerçekleşti fakat bu saldırı onlar için bir hezimet olduğundan karaya çıkartma yapmaya karar verildi. Bundan sonra denizdeki gemilerden Osmanlı tabyalarına topçu ateşi devam etse de asıl savaş karada devam etti.

Savaşın kaderini değiştiren en önemli anlardan biri şüphesiz 18 Mart günü kazanılmış zaferdir. Çanakkale boğazı kabaca 62 kilometre uzunluğunda 1,2/7 kilometre genişliğinde bir boğazdır. En dar noktası Çanakkale il merkezi ile Kilitbahir köyü arasındadır. Osmanlı ordusu, savaş öncesinde boğazı korumak için özellikle bu en dar bölgeye kıyıdan kıyıya birkaç hat boyunca mayın döşemişti. Bunun haricinde zaten boğaz boyunca karşılıklı yerleştirilmiş kaleler ve tabyalarla da koruma sağlanmaktaydı. Esasen Kepezden Nara burnuna kadar boğazın en dar bölgelerinde 9 sıra mayın hattı bulunmaktaydı.

İtilaf devletlerinin birleşik filosu Şubat ayından beri devam ettirdiği çeşitli geçiş girişimlerinden tatminkar bir sonuç alamamıştı, 18 Martta ise nihai hücumu yapmayı planlamışlardı. Bu aşamada önce mayın arama gemileri bölgeyi mayınlardan temizleyecek, daha sonra filo Marmara denizine doğru yol alacaktı. Osmanlıya ait tek bir savaş gemisi bile bu savaşa katılmamıştır.

O gün savaşın kaderini değiştiren şey ise Nusrat mayın gemisinin gece karanlık liman bölgesine kıyıya paralel olarak döşediği bir sıra mayındır. Bu mayın sırasının bir filoya bu kadar çok zarar vermesi ise bir tesadüf değildi, çünkü daha önce filonun boğazı geçme girişimlerinde gemilerin kıç taraflarını karanlık limana vererek boğazdan çıktıklarını gözlemlemişlerdi. İşte bu gözlem sayesinde tam olarak nereye mayın döşemeleri gerektiğini biliyorlardı. Sonuç olarak o savaşı kahraman askerlerin üstün zeka ve gayreti kazanmıştır, mucize olan taraf bu kadar az bir imkanla, bu sonucu almış olmaktır. O gün ittifak devletlerin donanmasından Irresistable, Ocean, Bouvet zırhlıları  batmış, Inflexible, Agamemnon, Goulois ve Souffren de ağır hasar almıştır. Batan gemilerde 44 top kaybedilmiş ve 800 gemici ölmüştür. Bu harekat sırasında Türkler 79 şehit ve yaralı, Almanlar da 18 ölü ve yaralı vermiştir.

Bu günün sonunda, itilaf devletleri  artık boğazı deniz yoluyla geçemeyeceklerini anlayıp, karaya çıkma kararı aldılar. Birinci cihan harbinin en önemli cephelerinden biri itilaf devletlerinin yenilgisiyle başlamıştır, aslında bütün savaş boyunca yaptıkları en başarılı iş yarımadayı boşaltma hareketidir. Kendi fikrimce bu savaşta itilaf devletlerinin ciddi yönetim hataları olmuştur, komutan Gökçeada’nın arkasındaki gemiden bu cehennemi okumayı başaramamıştır.

Gelibolu yarımadasının Marmara denizi girişinde Gelibolu ve Lapseki ilçeleri arasında bir asma köprü yapıldı. Yapım aşamasında bölgedeki çok önemli tarihi sit alanları ve fay hatları dolayısıyla köprünü yeri bir hayli zor belirlendi. Şu anda 2 kilometreden uzun orta açıklığı ile dünyanın en uzun asma köprüsü unvanını taşıyor. Köprümüzün adı 1915 Çanakkale köprüsü, mimarisinde Çanakkale savaşlarına atıfta bulunan ögeler de var.

Bu güne kadar Çanakkale boğazının iki yakasına geçiş sadece feribotlar vasıtası ile sağlanıyordu. Özellikle yaz aylarında ve Çanakkale savaşı için özel günlerde karşıya geçmek için saatlerce sıra bekliyor, sırf bu yüzden karşıya geçişlerimizi kısıtlı yapıyorduk. Şimdi karayolu alternatifimiz var, ama bu pahalılıkta geçmek gene de zor görünüyor.

Bu Cuma günü umarım açık havada açılış yapılacak. Birkaç günden beri İspanyadan gelen toz bulutundan göz gözü görmüyor, umarım yarın en azından hava gösterisini izleme şansımız olur. Trafiğe kapatılacak yollar olacağı için hiç dışarı çıkma niyetinde değilim, bizim evden köprü görünüyor, yani köyden izleyeceğim.

SARE HANIM/ MUKE VE TRABZON YEMEKLERİNE DEVAM

Bu kez de hamsili tarifler vermek istiyorum. Geçen yazımda hamsili ekmek ve sebzeli hamsi tariflerini vermiştim. Hamsinin kızartmasını ve ızgarasını yazmayacağım, nasılsa herkes bilir. Karadeniz bölgesinde hamsi kızartması mısır ununa bulanarak yapılır, buğday ununa göre çok daha fazla lezzet katar.

HAMSİ KUŞU; HAMSİ KÖFTESİ

Karadeniz hamsisinin en büyük özelliği kılçığının bir çırpıda çıkartılabilmesidir.  Eğer kılçığı çıkartılmış iki hamsiyi deri kısmı dışarıda kalacak şekilde birbirine yapıştırıp, bu şekilde una bulayıp kızartırsanız buna HAMSİ KUŞU denilir. Bizim evde hamsi kızartması bu şekilde yapılırdı.

Trabzon’da bu şekilde birkaç hamsiyi birleştirip, ortasına çeşitli otlardan bir dolgu malzemesi koyulmuş şekline de HAMSİ KÖFTESİ (bazıları buna hamsi kuşu diyor) denilir. Trabzon usulüdür, tarifi tam olarak bilmiyorum.

HAMSİ TAVA

Trabzon’da hamsi kızartması hamsi tava denilen şekilde yapılır. Özel, düz tabanlı tavası ve dümdüz çevirme kapağı vardır. Hamsiler temizlendikten sonra kılçıkları çıkartılmadan, kuyrukları tavanın ortasına, başlarının kesildiği kısım ise tavanın kenarına gelecek gibi, son derece düzgün bir daire şeklinde dizilir. Bir tarafı kızartıldıktan sonra daire şekli bozulmadan kapak yardımı ile tersine çevrilir. Servis tabağına da yusyuvarlak bir şekilde koyulur. Elbette isteyen mısır unu da kullanabilir.

HAMSİ ÇITLAMA

Gene Trabzon usulü bir hamsi pişirme şeklidir. Koku yapmadığı için evlerde hamsi bu şekilde pişirilir, son senelerde balık restoranlarında da yapılmaya başlandı. En klasik şeklinde hamsiler güzelce yıkanır, yıkanma suyunu tam da süzmeden tencereye koyulur. Tuzu eklenir, bol maydanoz koyulur. Son zamanlarda en altına az miktarda soğan, sarımsak koymaya başladılar. Tencerenin kapağı kapatılarak kısık ateşte hamsinin önce buharda sonra da kendi yağında pişmesi beklenir. Hamsi kendi yağını saldıktan sonra çıtlama sesi çıkartarak hafifçe kızarır, sanırım adını bundan alıyor.

Bunu yapmak için hamsilerin iyice yağlanması beklenir. Restoranlarda ise özellikle yağlanma mevsimi beklenmeden yapılırsa biraz yağ ekleniyor. Bir fark da daha yayvan kaplarda pişirilerek, daha çok hamsinin tavanın altında kızarması sağlanıyor.

Çok basit ama çok lezzetli bir tariftir. Bence iyice yağlanmış hamsiye tuzdan başka hiçbir şey eklemeye gerek olmadan çıtlaması yapılabilir.

FIRINDA HAMSİ

Annelerin kuzinede yaptığı hamsilere özenerek ben de fırında hamsi yapıyorum. Tepsi içine bir pişirme kağıdı serip, kağıt üzerine hamsileri hafifçe yıkama suyu ile birlikte döküyorum. Eğer hamsi henüz yağlanmamışsa çok az sıvı yağ ve tuz, yağlanmış ise sadece tuz dökerek, fırında pişiriyorum. İnanılmaz lezzetli bir pişirme şeklidir. Eğer balık lezzetli ise mümkün olduğu kadar sade pişirme taraftarıyım.

Asıl fırında hamsi yapmanın yöntemi ise tepsiye önce halka şeklinde kesilmiş patatesleri, üzerine soğanları, en üzerine de hamsileri dizerek, tuzunu biberini, bir miktar da yağını ekleyip, mümkünse taş fırında pişirmektir. Elektrikli davul fırınlarda da oldukça başarılı sonuçlar almak mümkündür.

DEFNE DALINDA HAMSİ

Eskiden hamsiler çok daha ufak boyutlarda olurdu. Anneler o ufak hamsileri karınlarından defne dalına geçirir, sonra da köz üzerinde pişirirdi. Bu çok lezzetli olur. Lazca da hamsiye kapça denilir, ben bu şekilde pişirmeyi kapça diye biliyorum.

HAMSİ SALAMURA

Hamsiler ayıklanıp temizlendikten sonra kalın tuzla salamura edilir. Annelerin zamanında da MUKE zamanında da evde mutlaka salamura hamsi olurdu. Hatta MUKE teyzenin artık yerinden kalkamadığı zamanlarda bir hamsi salamura hikayesi var. MUKE illa ki tuzlu hamsi istiyor, bizim kızlar da evde herkesin tansiyonu yüksek diye istemiyorlar. MUKE, bizim kızlara olmadık lafı sayıp, MUKUT ekibine hamsi aldırıp, kendi temizleyip, tuza basmış. Sonra da bu kez koktum, çabuk beni yıkayın diye herkesi seferber etmiş. Elbette koca kavanozla hazırladığı hamsiler hiç  yenmemiş.

Hamsi salamura bir çeşit ançüezdir. Zeytinyağında çevrilince yemeğe ilginç bir fıstık aroması verir. Hiç balık tadı alınmaz.

Hamsi salamuranın bizim evde en çok kullanıldığı yemekler, otlu hamsi tava ve hamsili ekmek ve pilavdır

HAMSİLİ PİLAV

Türkiye’de herkesin adını bildiği, ama kendini bilmediği bir yemektir. Bizim evde pişen hamsili pilav, salamura hamsili, soğanlı, bol pazılı, zeytinyağlı bir pilavdır. Pilav yemyeşil renkli görülür. Soğuk da yenilir.

Pirinç önce tuzlu sıcak suda bekletilir, sonra yıkama suyu berraklaşana kadar yıkanır. Tuzu çıkartılmış 2 adet salamura hamsi, zeytinyağında çevrilerek fıstık kokusu çıkartılır. Bu yağa yemeklik kesilmiş soğan eklenir ve soğanlar hafifi pembeleşene kadar sotelenir. Pirinçler eklenir pirinçler de kavrulur. Kavrulan pirinçlerin üzerine incecik doğranıp, tuzla ovulmuş ve suyu sıkılmış pazılar eklenir. Biraz da pazıların çiğ kokusunun çıkması için kavurmaya devam edilir. Son olarak da pilavın suyu (kaynar olacak) verilir. Burada pazılar tuzla ovulduğu için yemeğin tuzunu dikkatle ayarlamak gerekir. Pilavın içerisinde oldukça sulu bir sebze olduğu için suyunu normalden az eklemek gerekir. Mesela pirinç 1/2  oranında su alan bir pirinç ise bu tarifte su miktarı 2 değil de 1,5 ölçü olmalıdır. Su eklendikten 10 dakika sonra tencerenin altı iyice kısığa alınır, 20 dakika bu şekilde pişirilir. Ancak bundan sonra kapağı açılıp, bir kez karıştırılır, su miktarı kontrol edilir, uygun bir miktardaysa, pilav ateşten alınır ve tencere kapağının altına bir havlu koyarak demlenmeye bırakılır.

Sonuç yemyeşil renkli, çok beklenmedik lezzetli bir pilavdır. İçinde hamsi olduğunu bilmeyen anlamaz.

İÇLİ TAVA

Herkesin hamsili pilav diye bildiği yemeğin asıl adı içli tavadır.

Bu yemeğin tarifi de her evde farklıdır. Çünkü her evde iç pilav yapma tarifi farklıdır. Klasik bir yalancı dolma iç pilavı yapılır. Ancak pirinçler diri olacak şekilde pişirme işi sonlandırılır.

Tepsiye kılçıkları ayıklanmış hamsiler çok düzgün, biraz da üst üste gelecek şekilde sıralanır. Tepsinin kenarlarında yükseltilir. İçine pilav koyulur, pilavın üzeri de aynı şekilde hamsi ile kaplanır. Hamsilerin üzerine biraz tereyağı ve tuz eklenir. Fırında pişirilir.

İçli tava ile ilgili en önemli hatıram Elazığ’da mecburi hizmet yaparken oraya Karadeniz hamsisi gelirdi ve bol bol tüketirdik. Diş hekimi arkadaşım bir gün bana ‘Hamsili pilav, yapanın eline bağlıymış, birinin elinden yersen bayılırmışsın, bir diğerinden yersen artık balık bile yiyemez hale gelirmişsin’ demişti.

Ben de bunu bir meydan okuma olarak algılayıp, MUKE’den tarif almış ve dişçimi yemeğe çağırmıştım. Bundan sonra ise neredeyse bütün arkadaşlar benden hamsili pilav istemişlerdi. Son gelenlere hamsiyi kendiniz ayıklarsanız yaparım demeye başlamıştım.

Bu sayede iade-i ziyaretlerde bol bol içli köfte yemiştim.

İnternetten alınmış bu resimdeki yemek hamsili pilav diye bilinse de ismi İÇLİ TAVAdır.

MISIR EKMEĞİ ÇEŞİTLEMELERİ VE MISIR UNUNDAN YAPILAN TARİFLER

Karadeniz yöresi mutfağından çok özel tarifler paylaşmaya devam ediyorum. Bu kez başrolde mısır var. Mısır Karadeniz bölgesinde çok sevilen bir üründür. Mısırı sebze mi, meyve mi, tahıl mı yoksa yağ olarak mı düşünürsünüz, bilemem. Ben bu gün mısır unundan ve mısır unuyla yapılan bazı tariflerden söz etmek istiyorum.

Mısır yaz aylarında haşlanarak ya da közlenerek tüketilir, garnitür olarak tüketilmesine, salatalara, pizzalara katılmasına ise son 15/20 yılda başlandı.

Karadeniz’de iklim dolayısıyla tahıl üretimi olmaz, tahıl ihtiyacı büyük oranda mısırdan karşılanırdı. Çok ilginç bir mimari yapı olan ve serender denilen yöreye özgü depolarda kurutulur ve kış için saklanır. Serenderler yerden yüksekte, farelerin çıkamaması için özel bir şekilde biçimlendirilmiş direkler üzerinde bulunan odacıklardır. Serender yapısal olarak yağmurdan korunaklı, ancak havadar bir odadır, ulaşım seyyar bir tahta merdivenle sağlanır. Yaz aylarında serender altı gölgeli bir harman yeri ya da keyif alanı olarak kullanılır. Serenderlerin ahşap ustalığı gerçekten sanat boyutunda bir kültür mirasıdır.

Mısırların dış yaprakları soyulur, ancak kopartılmaz, bu yapraklardan asılarak kurutulurlar, kuru mısırlar yine bu yapraklardan bir çeşit örgü ile birbirlerine bağlanır ve salkım halinde serendere asılırlar. Kuru mısırlar ihtiyaç halinde değirmenlerde öğütülerek un haline getirilir. Mısır unu eski usul su değirmenlerinde öğütülünce kalın bir un haline gelirdi, şimdiki değirmenlerde çok daha ince un haline geliyor. Her iki tür unun kullanım alanları farklıdır. Bir de fırınlanmış un denilen mısır unu çeşidi vardır. Yanılmıyorsam öğütüldükten sonra fırınlandığı için bu adı alıyor. Kuymak fırınlanmış undan yapılırsa daha lezzetli olur.

Mısır unu oldukça lezzetli bir undur. Glüten içermediği için son dönemlerde daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Benim bir arkadaşım, poğaçalara, keklere bile en az dörtte bir oranında mısır unu koyar, gerçekten de lezzet artırıcı bir unsurdur.

Eskiden bölgede ekmek sadece mısır unundan yapılırmış, benim çocukluğumda ‘Anneler=anneannemiz’ fırından alınan günlük ekmeğe ‘buğdaekmeği’ derdi. Onun zihninde ekmek deyince mısır ekmeği anlaşılıyordu ki, ekmeğin buğday unundan yapılmış olduğunu belirtmek ihtiyacı hissediyordu.

RİZE USULU MISIR EKMEĞİ

Mısır ekmeği kalın undan yapılır. Yapılışı son derece basittir. Mısır ununu ekmeği pişireceğiniz kaba göre ölçersiniz. Otantik tarifte kabartma tozu, maya filan kullanılmadığı için kabarmayacağını hesaba katmak gerekir. Unun içine sadece tuz koyulup karıştırılır. Bundan sonra ise içine kaynar su eklenir. Tahta kaşıkla karıştırılarak kek hamuruna göre oldukça kıvamlı bir hamur elde edilir. Mısır unu sıcak suyu çeker, hamurun kıvamını ayarlayabilmek için su yavaş yavaş eklenmelidir. Bu hamur hiçbir zaman içine el girecek kadar soğuk olmaz, o nedenle tahta kaşık şart. Hamuru içi yağlanmış bir tepsiye döküp, üzerini de yağla ıslattığınız elinizle düzeltmeniz gerekir.  Klasik tarif bundan sonra kuzinenin fırınında pişer. Şimdi ise elektrikli fırında  pişirilir. Oldukça kıvamlı bir hamur olduğu için 3 santimden daha kalın olmamasına ve içinin piştiğinden emin olmadan fırından çıkartmamaya özen göstermek gerekir. Bu şekilde pişen mısır ekmeğinin kabuğu oldukça kalın ve sert olur. Bu sade mısır ekmeğinin özellikle de tazeyken tadına doyum olmaz.

Rahmetli annemin toplantı günlerinde en sık ikram ettiği şeylerden biriydi. Taze ekmek fırından  taze çıktığında, biraz tereyağı ve kaşar peyniriyle nefis ötesi bir şey olur. Anamın misafirleri mısır ekmeğini kapışırlar, diğer ikramlara iştahları kalmazdı. Çünkü annem Trabzonlu hanımlara Rize usulü ekmek ikram ediyordu, bu ekmek de onlara farklı geliyordu.

Sıcak mısır ekmeğinin bir başka yenilme şekli de kavrulmuş kıyma ile yemektir. Biz çocukken taze mızır ekmeği içi ile kıymayı iyice karıştırıp, parmaklarıyla sıkıp külah şekline getirirlerdi. Biz de bu külahlara asker diyerek, kapış kapış yerdik. Hala zaman zaman asker yapmasak da mısır ekmeği, kıyma yeriz.

Bu ekmeğin en büyük kusuru çok çabuk sertleşmesidir. Ertesi gün ekmek taş gibi olur. Elbette her zaman da ekmek artar.

Gençler mısır ekmeğinin hamurunu çok daha sulu kıvamda yapıp, hamura sıvı yağ ve kabartma tozu da koyuyorlar. Böyle sulu hamur olunca ertesi güne daha iyi kalıyor, ancak diğer ekmeğin kabuğu gibi lezzetli bir kabuk oluşmuyor.

Mısır ekmeğinin hamurunu benzer şekilde hazırlayıp, mücver gibi küçük parçalar halinde tavada alt üst edilerek pişirilmesi de mümkündür. Bu durumda ekmek çok daha ince olduğundan içinin pişmemesi diye bir şey söz konusu olmuyor, ama bence hem yağ tadı oluyor, hem de gene o efsane kabuğu olmuyor.

Mısır ekmeği sertleşince genellikle lahana ezmesine ya da yoğurda katılarak yenilir. Bayat ekmekten yapılan birkaç özel tarif de vereceğim.

TRABZON USULU MISIR EKMEĞİ

Trabzon buğday ekmeği zaten bütün ülkede meşhur. Nereye gitsen bir Vakfıkebir ya da Trabzon fırını bulursun. Trabzon’da mısır ekmeğini de çok güzel yaparlar. Rize usulünden daha farklıdır. Bayağı mayalı buğday unundan yapılmış ekmek görünüşündedir. Zaten hamurun mayalanması için mutlaka buğday unu koyulması gerekir. Yanılmıyorsam, fırınlarda,  belli oranlarda buğday unu ile mısır unu karıştırılıyor ve normal ekmek gibi mayalanarak pişiriliyor. Bu ekmekte ince mısır unu kullandıklarından da eminim.  Bu tür ekmek dilimlenince sadece rengi daha sarı olur, gözenekleri ve dokusu normal ekmek gibidir. Oysa Rize mısır ekmeğinde gözenek olmaz ve dokusu da farklıdır, kolayca ufalanır, buğday ekmeği gibi yemek suyunu emmez.

Trabzon usulü mısır ekmeği de çok lezzetlidir. Buğday ekmeğini gibi tüketmek mümkündür.

KUYMAK

Karadeniz mutfağı deyince hemen akla gelen tariflerden biridir. Trabzon’da kuymak denilen yemeğe Rize’de muhlama denilir, kaymak muhlaması gibi farklı versiyonları da vardır. Mısır unu, tereyağı, tuz, su ve uzayan peynir ile yapılan çok lezzetli, fondü benzeri bir yemektir.  Önce mısır unu (kalın mısır unu) yağda kokusu çıkana kadar kavrulur. Üzerine tuzu, suyu ve peynirleri eklenir. Peynir eriyince hemen servis edilir. Klasik olarak bakır sahanlarda pişirilir. 

Kaymak muhlamasında yağ yerine kaymak kullanılır. Muhlamada; kuymağa göre çok daha kokulu yayla peyniri tercih edilir, un miktarı daha az, yağ miktarı daha fazladır. Hazırlanırken koyulan yağın dışında bir de üzerine yağ dağlanır.

Eskiden sabah yenilip, iş yapmaya çıkılırmış, gün boyu tok tutarmış.

ETMAAŞİ

Bir gün önceden kalmış sert ekmekle yapılır. Önce su kaynatılır, içine tereyağı, gene kalmış ve sertleşmiş kokulu peynir ve sertleşmiş mısır ekmeği eklenir. Tuzu ayarlandıktan sonra kaşıkla yenilir. Kıvamını çorba gibi de, kaşık yemeği gibi de yapmak mümkündür. Özellikle kokulu peynir sevenler için idealdir. Pek çok kişinin sevmeyeceğini sanıyorum.

TUMBUL

Bu yemek de kalmış mısır ekmeğinden yapılır. Ekmek ufalanır, biraz tereyağında çevrilerek tazelenir, üzerine tuzu eklenir ve yumurta kırılır. Yumurta pişene kadar karıştırılır. Şekli asla omlet gibi olmaz parça parça bir halde olur. Çocuklar bu tarifi genellikle çok severler. Özet bir kahvaltı diyebiliriz. Kahvaltı için güzel bir seçenektir.

HAMSİLİ EKMEK

Bu tarif de muhtemelen her evde farklı yapılıyordur. Ben bizim evde pişen şeklini yazacağım.

Önce sebzeli hamsi hazırlanır.

Bunun için ‘Teyzecim’ (MUKE) bahçede bulduğu sebzelerden bir karışım yapardı. Patatesleri ince ince doğrardı. Küp şeklinde değil, kalınlığı en fazla 3 -4 milim, genişlikleri 2-3 santim olacak şekilde. Nedense hiç rendelediğini görmedim. Eğer rendelerseniz suyunu sıkarak çıkartmanızı öneririm. Bol pazı, kuru ve yeşil soğan,  varsa pırasa, bol nane, bazen ısırgan, ıspanak gibi sebzeleri ince ince kıyardı. Her seferinde malzemelerde ufak tefek değişiklikler olabilir, ancak patates, soğan, pazı ve bol nane mutlaka olmalıdır.

Tuzda salamura edilmiş hamsilerden 2 tanesi suda bekletilerek tuzu çıkartılır.

Zeytinyağında tuzu çıkarılmış hamsiler sotelenir (sanıldığı gibi kötü kokmaz, fıstık tadı gibi bir tat verir). Eğer tuzlu hamsiniz yoksa ve hamsi katmak istiyorsanız mutlaka pişmiş hamsi kullanmalısınız, asla çiğ hamsiden olmaz, ekmeği berbat edersiniz. Eğer dünden artmış pişmiş hamsi varsa, elbette kılçıklarını çıkartıp, istediğiniz kadar koymak elinizde. Tuzlanmış hamsi kullanacaksanız, fazla koymayın.

Eğer hamsi koymak istemiyorsanız hiç hamsi koymadan da bu tarifi yapmak mümkündür, o zaman hamsisiz (yalancı) hamsili ekmek diyoruz.

Orijinal tarife dönecek olursam, tuzlu hamsileri soteleyip, fıstık kokusunu duyduktan sonra bütün sebzeler ve tuz eklenir, hepsi tamamen pişene kadar sotelenir. İndirmeye yakın çok az mısır unu da eklenerek sulanması engellenir. Bu sebze yarışımı yemyeşil renkli bir bulamaç gibi olur.

Bu bulamacı isterseniz sade (sıcak da yenir, soğuk da) isterseniz yumurta kırarak, isterseniz de hamsili ekmeğe dönüştürerek yiyin.

Hamsili ekmek yapmak için aynen mısır ekmeği yapar gibi mısır ununa sıcak su eklenerek hamur yapılır. Hamura sebze karışımı eklenerek iyice karıştırılır. Yağlanmış tepsiye dökülür, üzeri yağlı elle düzeltilir. Pişirirken içinin çiğ kalmaması önemlidir. Kabuk kısmı mısır ekmeği gibi sert olmaz.

Dikkat edilmesi gereken en önemli şey tuzunu iyi ayarlamaktır.

MODERN MISIR EKMEĞİ

Şimdi artık glütensiz beslenen pek çok kişi var. Mısır ununa, farklı unlar (keçiboynuzu unu), pekmez, kuru yemişler katarak, mayalı ya da mayasız çok lezzetli ekmekler yapmak mümkündür.

POLENTA

Bu da Amerikalılardan çaldığım bir tarif. Mısır unu yeterince tuz katılıp, üzerine süt ekleye, ekleye tavada karıştırılarak pişiriliyor. Böyle lapa gibi de yemek mümkün, isterseniz piştikten sonra içine uzayan bir peynir eklemek de mümkün. Hatta fırınlayıp, olayı daha da ileri taşımak mümkün.  Her şekilde misafirlere sunulacak, bizim damak tadımıza uygun, patates püresine alternatif olacak bir tariftir. Bu tarifte ince un kullanmaya özen gösterin. Hatta eğer kalın öğütülmüş mısır unu bulamıyorsanız, en fazla önereceğim tarif bu.

Polenta

BAHÇELERLE UĞRAŞMA ZAMANINI BAŞLATAMADIĞIMIZ, SU KRİZİ YAŞADIĞIMIZ ve ASKERİMİZİ UĞURLADIĞIMIZ HAFTA

Geçtiğimiz hafta ailecek duygusal bir olay yaşadık. Ege (yeğenim) Mart ayında paralı kısa dönem askerlik yapacak. Kendi aramızda kuluçka askerliği diyoruz, çünkü askerlik süresi bir aydan kısa, yani yumurtaya otursa civciv çıkartacak kadar var yok. Ancak askerliğin süresi önemli değil, üzerine yüklenen anlam önemli. Ablası Nil, en az iki aydan beri asker uğurlama havasına girdi. Vatan sana ev bana emanet / Aramasın gözler, o şimdi asker/ En büyük asker, bizim asker/ Keep calm and join army/ kız arkadaşı için; Tencerem var tavam var, asker yâriyim havam var/ yatağı için; Ege şimdi asker gibi pankartlar hazırladı. Bütün bir ay boyunca o konser senin, bu şenlik benim gezdirdi. Teslim için  Ankara’ya arabayla götürecekti, ama Ankara’ya kar yağınca, Bolu Dağını düşünerek, Ege’yi tek başına uçakla gönderdi. Hava alanına giderken, kendisi asker parkası ve kamuflaj şapkası taktı, Yaylalar, Yaylalar çığırarak, kardeşine tam bir asker uğurlama yaşattı. Ege de ablasından geri kalmadı, sanki Yemen’e gidiyor, telefonda bütün Türkiye ile görüştü yanılmıyorsam. Şu an itibarıyla oğlumuz teslim oldu, hayırlı teskereler diliyorum. Bir ay sonra artık askerlik de bittiğine göre evlenmek için mümeyyiz sayılır. Kısa mısa anlamam, oğlumuz asker oldu, bize ne oluyorsa fena halde havalıyız.

Köy hayatına gelince; Mart ayı bu yıl da, geçen sene olduğu gibi kazma kürek yaktıracak belli ki. Sözüm ona derece olarak hava sıcaklıkları fena değil, ancak resmen iliklerime kadar kar soğuğu hissediyorum.  Önümüzdeki hafta ortasından itibaren yine çok soğuk bir hava dalgası geliyormuş. Zaten cemreler sırasında havanın bozması, hatta kar yağması beklenmedik bir şey değildir. Umarım geçen yıl Mart ayında yağdığı kadar ağır bir yağış olmaz, bu yıl bizim köy çok kar almadı, ancak aşırı ayaz yaptı. Aslında 2 yıldan beri kış ayı bir hafta kış, bir hafta bahar şeklinde geçiyor. Gene bütün bademler, erikler çiçek açtı ve sanırım gene donacaklar.

Muhtemelen bahçede geçen yıl olduğu gibi don hasarı çok olacak, zaten şimdiden bütün lavantalar kurumuş gibi görünüyor. Geçen yıl Mart başında köydeki metruk bir bahçedeki reçellik gülden çelik yapmıştım, çelikler birkaç günde yaprak vermeye başladıktan sonra yağan karda donmuştular. Bu yıl biraz akıllandım, bu kez çelikleri bir saksıya dikip evin içine aldım. Nisan ayında gece sıcaklıkları 10 derece üzerine çıkana kadar evde bakacağım. Ekim ayında ise bahçedeki yerlerine dikeceğim. Umarım bu sefer başarırım.

Bu yıl kış sebze bahçesi de ağır hasar aldı, artık nasıl bir kuru soğuk yedilerse karalahanalar, pazılar bile dondu. Önümüzdeki kış naylonla malç yapacağım, sistemi öncelikle yaz bahçesinde deneyip, öğrenmek istiyorum. Aslında bu ay ağaçlara budama, ilaçlama, yabani otlarla çeşitli yöntemlerle mücadele etme zamanı, ancak bir türlü işlere başlayamıyoruz. Çünkü o kadar çok yağmur yağdı ki tarlalar balçık halinde, çalışmaya uygun değil. Beklenen soğuktan sonra ne halde olacak o da hiç belli değil. Umarım Martın son yarısı havalar iyi gider de ramazan gelmeden işlerin çoğunu bitirebiliriz, yoksa oruçlu işçiyi nasıl çalıştıracağım?

Köyde yaşarken öncelikler sıram, düşünce sistemim tamamen değişti. Çalışırken, son yıllarda kar yağdığı günler işe gitmiyordum, her şeyi telefonla idare ediyordum, kar bir çeşit tatil zamanıydı. Evde tembellik yaparak kendimi ödüllendiriyordum, şimdi ise bu ayda tembellik yapmak zorunda kalmak ceza gibi geliyor.

Gelelim köydeki aksaklıklara, ama önce köyde yaşadığımız krizin bende uyandırdığı anılarla başlamak istiyorum.

Yıllar önce İbrahim Özen, yeni başhekim olmuştu (sonra dekanlık, rektörlük de yaptı). O dönemde hastaneye yeni kısımlar eklenmemişti, bütün hastane; dekanlık, idari bölümler, poliklinikler, laboratuvarlar, derslikler, kantinlerin bulunduğu, en yüksek yeri 4 katlı olan binalar kompleksi halindeydi. Tek istisna, 11 katlı servis bloğuydu. Bu hastane söylentiye göre mimarlık ödülü almış bir binaydı, bana sorsan mimar başarısızlık ödülü almalıydı; çünkü bütün servislerin bulunduğu kata çıkan son derece yetersiz asansörleri vardı, hasta bekleme salonları geçiş koridorundaydı, en mahrem odalara bile elinizi kolunuzu sallayarak girebiliyordunuz, sekreterlikleri yoktu, daha ne sayayım; binada yangın merdiveni bile yoktu. Bence hiç hastane binasına benzer bir yeri yoktu. O kadar kullanışsız bir binaydı ki, yıllar içerisinde; koridorlara, oraya buraya yapılan eklentiler, kapılar ve bir sürü değişikliklerle günden güne iyice labirent halini aldı, şimdi gitsem, yıllarca çalıştığım binada yolumu bulabilir miyim bilmem.

İbrahim Beyin, baş hekim olur olmaz ilk işi, yüksek olan bloğa bir yangın merdiveni yaptırmak oldu. İronik olarak hastanenin tarihinde bildiğim kadarıyla tek yangını işte bu yangın merdiveni inşaatı sırasında kaynak makinesinden çıkan bir kıvılcım başlattı. Yangın intörnlerin yattığı sünger yatağı tutuşturdu, çok çabuk yayıldı, inanılmaz etkili görüntülü ve  çok zehirli dumanlar çıkarttı. Ayrıca içinde mutfak tüplerinin bulunduğu mama mutfağını tehlikeye soktu. Yani eğer hızlıca müdahale edilmese patlamalar olacak, durum çok daha beter hale gelecekti. Trabzon’da itfaiyede ne kadar yangın söndürme aracı varsa gelmişti. Ben ancak yangın söndürüldükten sonra yetişmiştim.

Her musibette bir hayır vardır misali, yıllarca uğraşıp oradan başka bir yere taşınmasını sağlayamadığımız mama mutfağı bu kez mecburen yer değiştirdi. Bunun dışında aklımda kalanlar ise yangından tüpleri kaçıran, kimseyi incitmeden hastaları servisten boşaltan doktorlar ve hastane personeli, solunum cihazındaki hastaları uzaklaştıramadıkları için ailelerini tahliye edip hastalarının başlarında kalan kahraman hemşireler. Yeri gelmişken sağlık personeline yapılan saldırıları bir kez daha kınıyorum.

Köyümüzde an itibarıyla bir çeşit su krizi yaşıyoruz, peki su kriziyle bu olayın ne ilgisi var? Vallahi her iki senaryonun kurgusu birbirine çok benziyor. Yönetici uzun süreli bir sorunu çözmeye çalışırken, yaptığı şey, önlemeye çalıştığı en kötü ihtimale sebebiyet veriyor. Murphy kuralları iş başında mı desem, ne desem bilemedim.

Köyde aslında su meselesi olmaması lazım, şebeke suyumuz orman içindeki kaynaklardan geliyor. Köyde ayrıca tatlı su dedikleri ve bölge halkının içmek için çok tercih ettiği, kaynağı, tadı, deposu, şebekesi farklı çeşmesi de var.  Evlerdeki musluklardan akan su ise birkaç kaynaktan besleniyormuş (ben sadece bir kaynağını gördüm). Orman içinde gözesinin bulunduğu yerde bir depo var, muhtemelen diğer kaynaklarda da bu şekildedir bilmiyorum. Köye gelen suyun ana deposu ise köyden 700/800 metre uzakta, evlerden biraz yukarıda mezarlığın bir yerde bulunuyor. Salgında doğa yürüyüşü yapacağım diye etrafı geze, geze her yeri keşfettim.

Eski depo küçüktü, suyu bazı yıllar yaz aylarında, özellikle de hayvanlara su içirme saatlerinde yani akşam 17/ 21 arasında ihtiyacı karşılamıyordu (Allah tarafından bu saatlik kesintilerden ürküp, eve bayağı kallavi bir su deposu yaptırmıştım, bu hafta can kurtardı). Bu depo bize günlerce yetebilir, ancak bizim Nermin su tasarrufu diye bir şey bilmez, günde en az 50 kere el yıkar, her el yıkamada benim saç yıkadığımdan daha çok su akıtır. Su deposu en alt katta olduğu için suyun üst katlara çıkması için motor çalışıyor. Her musluk açışta, sifon çekişte evde baykuş gibi öten motor sayesinde hiç birimizde uyku filan kalmadı. Malum hepimiz belli yaşın üzerindeyiz, gece WC hiç boş kalmaz. Sabaha kadar bir sifon, bir baykuş sesi, bir el yıkama ritüeli, bitmeyen bir baykuş sesi, bir sifon, bir baykuş, bir el yıkama, bir baykuş, aralarda yarım saat baygın düşüyorsak, bütün uyku o kadar.

Muhtarımızın seçim propagandasında köye daha büyük bir su deposu yaptırmak vardı. Gerçekten de eski deponun 3-4 katı büyüklükte yeni bir depo daha yaptırdı. Ama su kış aylarında zaten yettiği için, yeni depoyu kullanıma sokmak için havaların düzelmesini bekledi sanırım. Geçen hafta Salı günü, yeni depo şebekeye bağlanana kadar birkaç saat su kesintisi olacağını anons ettiler ( duyurular, camiden anons ediliyor). Buraya kadar her şey çok güzel, ancak 2 saat bile sürmeyeceği sanılan su kesintisi tam tamına 3 gün sürdü.

Yeni deponun contalarında bir sıkıntı varmış, onunla uğraşırlarken şebekeye muhtemelen taş ya da bir alet kaçtı ve boruyu tıkadı. Bu kez tıkalı yeri bulmak için şebeke hatlarını kazdılar, bir noktada kepçe çamura battığı için durmak zorunda kaldılar. Depo ile köyün arasında tarlalar, harman yerleri var, bu bölgenin bir özelliği de çok bol suyu var, hatta kendi kaynakları var, bu mevsimde bayağı bataklık halini alıyor. Bu yıl zaten çok yağmur aldık, yerler dize kadar balçık.

Bundan sonra, balçık kısmı atlayıp, suyun köye giriş noktasında, tatlı suyun deposunun hemen yanında, kazı yaptılar, bu noktaya su gelmiyordu. Belli ki kazı yapılan iki nokta arasındaki 400 metrelik boruda bir tıkanma var. Önce iki uçtan hortumlar sokuldu, olmadı. Belediyeden araç getirtildi. Bu arada tuhaf araçlar var, hortumunun ucunda tıkır, tıkır ses çıkartan kırma kafası olan, bizim endoskopi cihazları ( daha da benzer olarak idrar yolları taşı kırma cihazı) mantığına göre işleyen (bizimkinde optik özellik yok, yani hortumun diğer hortum içindeki hareketini gözlemek mümkün değil) bir cihazdı, bu da işe yaramadı. 

Sonunda bir kepçeyi, bataklık alanda gidebileceği son noktalara kadar ilerletip tarlalarda ve iki yeni kazı daha yapıldı. Sonuçta borunun tıkalı olan kısmını 100 metreye kadar indirebildiler. Bu iki nokta arasına toprağın üzerinden salma boru ile bağlantı yaptılar. Şimdi evlerde basıncı az da olsa musluklardan akan su var.

Pazartesi günü bu kez deponun contaları değişecek, umarım suyumuz artık tam randımanlı bağlanır. Baykuş susar.

Bir de önümüzdeki hafta Sibirya soğukları gelecekmiş, muhtarı açıkta kalan borudaki suyun donmaması için, boruyu kapatmaya ikna ettim. O bölgeye makine soksa batar, bence naylona sarıp, saman ile kapatarak boruları donmaktan koruyabilirler. Saman nereden aklıma geldi derseniz, zaten açıkta olan borunun her iki ucunda saman balyası depoları var, yani samanı taşımak bile gerekmeyecek. Toprak kuruyunca da usulüne uygun gömerler artık.

Vallahi baykuş sesini kesince evde 3 gün 3 gece temizlik var.

Askerimiz
Asker uğurlaması, Nil asker kıyafetinde
Gül çeliklerim
Solda yeni, ortada eski depo,
en sağda mezar
Batakta araç tekerlek izleri, solda görünen saman deposu ile arkada en sağdaki saman deposunun arasında su borusu şimdilik açıkta
Borunun tıkalı yerini bulmak için nafile kazılar da yapıldı

KARALAHANA YEMEKLERİ

Evde lahana sarması yapınca, aklıma karalahana ile ilgili bazı yöresel yemekleri, bizim evde yapıldığı ya da arkadaşlarımın elinden yediğim haliyle paylaşmak geldi. Rize ve Trabzon’da aynı yemeğe farklı isimler, bazen farklı yemeklere aynı isim verildiği bir gerçek, bu tarifler ve isimler benim bildiğim şekildir.

Lahana denilince birçok insanın aklına önce beyaz lahana gelir, Karadeniz’de ise herkesin aklına karalahana gelir. Karalahana bütün yıl boyunca bahçelerde bulunur ancak aslında kış sebzesidir, karalahananın en lezzetli olduğu zaman kar yağdıktan sonrasıdır. Yöresel ağızda ‘kar suyu yemek’ deyimi vardır, hamsi ve karalahana kar suyu yemeden lezzetlenmezler. Kar altında kalan lahananın yaprakları geçici bir süreyle tuhaf bir değişime uğrar, biraz şeffaflaşır, yaprak yırtılmaz, kırılmaya başlar ve bu haldeyken normalden çok daha çabuk haşlanır. Bizim memlekette kar yağmadan evvel lahanaların kenarına çubuk dikilir, böylece yerleri belirlenir ve kar bitkiyi kapatsa bile gidip yapraklar kopartılır.

Eskiden karalahananın guatr yaptığına dair birkaç yayın vardı, guatrı olan hastalara lahana yasaklanırdı, sonra lahananın guatr yapmadığı anlaşıldı. Yani bu bir şehir efsanesi, Karadeniz bölgesindeki endemik guatrın sebebi aşırı yağmurun topraktaki iyodu, selenyumu süpürmesi, yani iyot ve diğer elementlerin eksikliği guatr yapar lahana değil.

Böyle bir girişten sonra gelelim bazı karalahana yemeklerine; Karalahana oldukça sert bir yaprak olduğundan genellikle ön haşlama yapılmadan yemek yapılmaz, yeşil renkli haşlama suyu ise gaz yaptığı gerekçesi ile kullanılmaz. Aşağıda tarif ettiğim yemekler bizim evde ya da arkadaşlarımın evinde yediğim, bazılarına benim bazı ufak tefek değişiklikler yaptığım tariflerdir.

Karalahananın tadı oldukça belirgindir, sevmeyen hiç yiyemez. Karadeniz bölgesinde ise en fazla tüketilen sebzelerden biridir. Bölge mutfağında baharat pek kullanılmadığı halde karalahana yemeklerinde özellikle Rize’den Gürcistan’a kadar olan kısımlarda taze kişniş kullanılır (Trabzon’da kişniş pek bilinmez).Taze kişnişi Gürcistan’da dolma içine de koyduklarını biliyorum, bizim evde ise yemeğe katılmaz. Pişmiş yemek özellikle de çahala taze kişnişten hazırlanmış bir çeşit sos ile yenilir.

Kişniş, kınzı olarak isimlendirilir. Eskiden taze kınzi, ceviz, sarımsak, tuz, acı pul biber birlikte havanda dövülür, içine çok az zeytinyağı da eklenerek hazırlanırdı. Şimdi dövme işi elektrikli aletlerle yapılıyor. Çocukluğumdan hatırladığım ‘kınzi dövülmüş’ bir hayli katı bir formdaydı, şimdi elektrikli öğütücüde biraz daha fazla zeytinyağı koymak gerektiği için daha sıvışık halde hazırlanıyor. Bir çeşit Laz işi pesto sos haline döndü diyebilirim.

KARALAHANA ETLİ DOLMA

Yapraklar biraz yumuşayana kadar haşlanır, yaprakların sapları ve ortadaki büyük damarlar eğer kalın ve sertse bıçakla kesilerek çıkartılır. Bu saplara koti denilir ve tencerenin altına döşenerek, tencerenin altının tutmaması sağlanır. Piştikten sonra kotiler çok lezzetli olduğundan dolmalardan önce onları bitirdiğimizi hatırlıyorum.

Karalahana dolmasında klasik versiyona birkaç numara ekledim, en güzel yaptığım yemeklerden biridir. Tarifimi öneririm.

Dolmanın güzel olması için iç harcı lezzetli ve sulu kıvamlı olmalı.

Dolma içi olarak benim yaptığım versiyonda soğan yemeklik olarak doğranır. Mevsimine göre havuç rendelenir yahut kırmızı kapya biber ince ince kesilir, hatta patlıcan küpler halinde kesilir (hepsi birden değil, elinizde ne varsa) . Soğan ve sebzeler sotelenir. Normalde dolma içine çiğ soğan koyulur ve sebze de koyulmaz. Dikkat edilecek tek nokta pişmiş sebzelerin kıymaya katılmadan önce soğumasını beklemektir, sıcak koyunca kıymayı pişirip, rengini bozuyor.

Dolma içine bizim evde sadece pirinç koyulur, sadece bulgur koyulan bölgeler de biliyorum, ben genellikle hem pirinç, hem de bulgur koyarım. Doğru miktar aile sofrasında alışılan miktardır, bizim versiyonda dolma içinde pirinç ve bulgur miktarı kıymaya göre azdır.

Kıyma olarak; bir sefer çekilmiş ve mümkünce yarı yarıya kuzu/ dana karışık kıyma kullanırım. Kuzu eti kokusunu sevmeyenler sadece dana kullanabilir. Miktar gene alıştığınız kadar olacak.

İç harcın içine ayrıca bir miktar tereyağı, isteğe bağlı salça ve tuz eklenir. İç malzemenin kıvamı çok önemlidir, dolma piştikten sonra açılınca içinin köfte gibi olmaması, tamamen dağılması gerekir. Bunu sağlamak için, iç malzemeye mutlaka yeterince su eklemek gerekir. İç harç biraz elde yoğrularak bütün malzemeler birbirine karıştırılır, köfte kıvamında olmaması, gevşek olması lazımdır. Bekledikçe pirinç, bulgur suyu çektiği için iç harç karıştırıldıktan sonra biraz bekletip, gerekirse biraz daha su eklenebilir.

Karalahana dolması her evde farklı şekillerde sarılır, bizim evde kalınca ve yaprağın elverdiği ölçüde büyükçe sarılır.

Tencereye önce boş sapları, sonra dolmaları dizip en üste yaprakların hakkı olan tuzu, biraz daha tereyağını ve bir hatta 2 büyük soğanı jülyen doğrayıp, suyunu ekleyip yapraklar pişene kadar ağır ateşte pişirilir. İki türlü pişen soğan çok farklı bir lezzet verir.

Karalahana dolması genellikle yoğurtla yenir.

Dolma genellikle gereğinden çok hazırlanır, pişirmeden önce uygun miktarlarda bölerek buzlukta saklamak mümkündür.

KARALAHANA BEYAZLAHANA KARIŞIK DOLMA

Bu yemek Trabzon yemeğidir. Karalahana dolmalarının üzerine bir sıra da beyaz lahana dolması dizilerek pişirilir. İki cins lahananın karışım tadı da oldukça iyi olur.

KARALAHANALI KARIŞIK SEBZELİ DOLMA

Bizim evde en çok pişirilen yemeklerden biriydi. Muhtemelen iç malzeme arttığı için icat edilmiş, daha sonra da sevilmiş bir yemektir. Karalahana yanı sıra dolmalık biber, patlıcan, soğan, patates gibi sebzelerin de doldurulup, aynı tencerede pişirilmiş halidir. Patlıcan patates gibi sebzeler içi oyularak değil, uzunlamasına zikzak kesilerek doldurulur.

GÜVEÇTE KARALAHANA DOLMASI

Bütün bu dolmalar güveçte de pişirilebilir. Bizim büyüklerin pek tercih ettikleri bir yöntem değildir, ama çok daha lezzetli olur.

KARALAHANA MISIR YARMALI DOLMA

Trabzon usulü bir dolmadır. İç malzeme olarak parça et pişirilir. Yerli renkli barbunya fasulye haşlanır. İç harca kıyma yerine parça et ve fasulye koyulur. Pirinç yerine orijinal tarifte mısır yarması koyulur (ancak biraz ağır bir tadı olur, yarı yarıya mısır, pirinç, ya da mısır, bulgur daha güzel oluyor). Soğan, salça, tuz ve su eklenir. İç malzeme yaprağa sarılırken, her dolmanın içine bir fasulye, bir parça et gelmesine özen gösterilir. Benim yediğim mısır yarmalı dolmaların hepsi de bizim evde pişen dolmaya göre çok daha ince ve küçük sarılmıştı. Kendi evimizde pişen bir yemek olmadığı için belki tarifte ufak farklar olabilir.

MISIR YARMASI ÇEŞİTLEMELERİ

Dün karalahana yazısından sonra Trabzon’da birkaç arkadaşım aradı, böylece mısır yarmalı lahana dolmasının da her ailede farklı pişirildiğini anlamış oldum. Lise arkadaşım Yüksel Taştan bana kendi evinde pişen usul tarifi yazdı. İç malzeme, küp gibi doğranmış soğan, tereyağı, sıvı yağ, iç yağı ve kuyruk yağı, mısır yarması, bulgur, tuz, karabiber nane ile hazırlanıyormuş, iç malzeme soğuduktan sonra sarılırmış. Yanılmıyorsam mısırlar haşlanıyor, çünkü pişmesi zaman alır.

Yani Yüksel’in evinde içine et ve fasulye koyulmuyormuş, ancak baldızı tuzlu kurban kavurması koyarmış, tuzunu çıkartmak için bir gece önceden suya koyulurmuş.

Ben bu güne kadar sadece iki kez yedim. Birinde iç malzemede parça et, kuyruk yağı ve mısır yarması, diğerinde ise parça et, fasulye, mısır yarması, bulgur vardı, iç yağı, ya da kuyruk yağı yoktu. Otantik yemeklerde bu durum sıkça görülür, daha farklı tariflerin de olduğunu sanıyorum.

KARALAHANA YALANCI SARMA

Bu da bir Trabzon tarifidir, ilk yediğimde bir hayli yadırgamıştım, ancak alışınca çok sevdim. Bildiğiniz yalancı dolmanın içinin asma yaprağına değil de karalahana yaprağına sarılmış halidir. İç malzeme olarak, soğan ile kavrulmuş ve yarı pişmiş pirinç kullanılır. Yapan kişinin alışkanlıklarına bağlı olarak içinde salça olabilir. Dolmalık fıstık, kuş üzümü isteğe bağlı olarak koyulabilir. Tencereye dizdikten sonra üzerine limon dilimleri koymak da isteğe bağlıdır.

KARALAHANA EZME (ÇAHALA )

Bu yemek bizim evde çok pişerdi, ancak Trabzon’da bilinmez. Karalahana önce haşlanır suyu dökülür. Eskiden ozaşı denilen tahta tokmaklarla dövülürmüş, şimdi elektrikli öğütücüler kullanılıyor. Bu yemeğin orijinalinde iç yağı vardır, bu lezzet alışık olmayan insanlar için nefret edilesi bir koku olmasına karşılık, çahala iç yağsız olmaz.

Normalde son derece sade bir yemektir. Biraz soğan kavrulur. Ezilmiş lahana, bir miktar haşlanmış renkli fasulye, çok az tuz ile pişen bir yemektir. Yemeğe son olarak bir miktar da mısır unu katılır. Yağ olarak orijinalde tereyağı kullanılır, isteyen başka yağlar da kullanabilir. İç yağı sadece koku vermek için az miktarda kullanılıyor.

Bu yemeğin içine evde arta kalmış yemekleri eklemek de mümkündür.

Yemek koyu yeşil sulu bir püre şeklindedir. Kınzı dövülmüş ve mısır ekmeği ile yenilir. Bu son derece otantik yemek, farklı deneyimlere açık kişiler için iyi bir seçenektir.

Isırgan otunun taze olduğu zamanlarda içine ısırgan da katılır.

KARALAHANA YEMEĞİ

Bu yukarıdaki tarifin neredeyse aynısı,  farklı tarafı lahananın dövülmemiş, ince ince doğranmış olmasıdır.

KARALAHANA ÇORBASI

Yine aynı tarif, bu kez çorba kıvamında.

KARALAHANA DIBLE

Bu tarif Giresun tarifidir, her evde tarif değişir. Tereyağıyla yapılırsa pilav gibi, zeytinyağıyla yapılırsa açık yalancı dolma gibi düşünülebilir. Bazı evlerde yapılan diblede pirinç miktarı oldukça az olabilir. Ben fasulye diblesini daha çok severim ve sebzeli pilav görüntüsünde zeytinyağlı olarak pişiririm.

KARALAHANA KAVURMASI

Bu yemeğin pişme şekli az yağda çevirerek kavurmadır. İçine soğan, sarımsak, hatta havuç eklenir. Bizim pazı kavurması yapılır, karalahana kavurmasını hiç yemedim.

KARALAHANA YAPRAĞINDA EKMEK

Pek sebebini anlayamasam da bazen mısır ekmeği, bazen de buğday ekmeği, tepsinin içine karalahana yaprağı serilerek pişirilir.

DUDEYİ

Bu da son derece otantik bir tariftir. Aslında karalahana çiçeklerinden yapılır, ancak Brüksel lahanasıyla da yapılıyor. Cevizli, sarımsaklı, tereyağlı, çok farklı bir tariftir, daha önce tarifi verdiğim için tekrar yazmadım. Yemeğin bir başka özelliği de bayat ekmek kurtarma yollarından biri olmasıdır. Sonuç vejetaryen pizza gibidir.

BU GÜN ZEYTİNYAĞI TADIMI YAPTIK, ARTIK ZEYTİNYAĞINA DAHA DA ÇOK SAYGI DUYUYORUM

Bu şehirde hemen herkesin toprağı olduğu için, kendi zeytin ağacı var, birçok aile kendine yetecek zeytinyağını ve sofralık zeytinini kendi ağaçlarından elde ediyor. Ancak gastronomi derneğimizin bünyesinde birkaç profesyonel zeytinyağı üreticisi, bir de bu konuda çalışmaları olan öğretim üyesi var.

Kendinden izin almadığım için adını zikretmeyeceğim, hocamızın liderliğinde zeytinyağı tadımı yaptık. Daha önce zeytinyağı tadımını televizyon programlarında izlediğim için çok merak ediyordum. Hocamıza bu tadımı yaptırması için ciddi sözel baskı uyguladım diyebilirim. İyi ki ısrar etmişim; birkaç kez şarap tadımına katılmıştım ama zeytinyağı tadımının da şarap tadımı kadar incelik taşıdığını bilmiyordum.

Daha önce okuduğum ve bu gün de üzerinde durulan çok önemli bir nokta var. Zeytinyağı bir meyve yağı olduğu için zeytin dalından toplandığı anda bozulma başlıyor, bu nedenle hemen sıkılması gerekiyor. Hatta büyük üreticiler, sıkım işlemini hemen zeytin tarlasında yapıyorlar, mesela sıkım makinesinde bir arıza varsa, arıza giderilene kadar zeytin toplanmıyor, yani gurme zeytinyağı üreticileri zeytini dalından kopardıktan hemen sonra sıkıyorlar. Bizim sıkım fabrikalarında bekleme süresi olabiliyor.

Bu gün öğrendiğim ve çok etkilendiğim bir bilgi, zeytinyağının son kullanım tarihi diye bir şey yok, ancak önerilen son kullanım tarihi var. Sıkımdan sonra en çok 18 ay içerisinde tüketilmesi gerekiyor. Bu tarihten sonra lezzet özelliği azalıyor. Bazen üreticiler, geçen yıldan elinde kalan yağı ziyan olmaması için yeni yağa katıyormuş, oysa bu uygulama yeni ürünün lezzetini bir iki ay içinde kaybetmesine neden oluyormuş.

Zeytinyağının artık herkesin bildiği bir asit oranı var, 0,8 in altında olması çok değerli, 3,5 ve üzerinde ise yenilen bir ürün olmaktan çıkıyor. Extra virgin, virgin olive oil terimleri natürel zeytinyağının asit oranını belirtiyor.

Erken hasat, taş baskı, soğuk sıkım, kombine, rivyera vb bir sürü teknik terim var.

Erken hasat anladığım kadarıyla pek de akıllıca bir iş değil, zaten biraz da ticari amaçlı kullanılan bir terim. Çünkü zeytinin yağlanmadan yağının alınması demek anlamına geliyor. Bu yağ daha yeşil görüntülü olduğu için, bu görünümü sağlamak için zeytin yaprağı kullanıldığı durumlar oluyormuş.

Taş baskı ise tarihi zeytinyağı sıkma yöntemi olduğu için şimdi slogan olarak söylenen bir sözmüş, yoksa gerçekten taş değirmende sıkma işlemi zeytini ısıttığı için yağın kalitesini düşüren, üstelik mikrop bulaşmasına neden olabilecek bir yöntem olduğu için kullanılmıyormuş.

Zeytin sıcakta bozulduğu için mutlaka soğuk sıkım gerekiyor. Eskiden zeytin dolu çuvalları üst üste koyar ve yağın süzülmesini sağlarlarmış, gerçek sızma zeytinyağı bu.

Şimdi bütün işlemler makinelerde yapılıyor, yıkama, ayıklama, sıkma, sudan ayırma peş peşe yapıldığı için kombine yöntem deniliyor.

Natürel zeytinyağı zeytinin sıkılmasından elde edilen yağlar natürel zeytinyağı olarak isimlendiriliyor ve asitlik derecesine göre extra virgin, virgin gibi rütbelendiriliyor.

Rafine ve rivyera yağlar ise işlem görmüş yağlardır. Sağlığa zararlı olmayan ama artık zeytinyağı denilmesi bile gerekmeyen yağlar. Rafine yağ deyince asit oranı çok yüksek zeytin yağının sabun, şampuan olarak kullanıldığını ve yenilmediğini biliyoruz. Bu kalitedeki yağları yenilebilir hale getirmek için rafine ediliyor (ayrıntı bilmiyorum) sonuçta sağlıklı, yenilebilir, ancak kokusu ve tadı çok daha farklı bir yağ elde ediliyor. Rivyera yağ bu rafine yağa tat ve koku için belli oranlarda natürel zeytinyağı eklenerek elde ediliyor.

Zeytinyağının biyokimyasal olarak tekli doymamış yağ asidi olmasına karşılık trans bir yağ olduğu için biyo yararlanımı çok yüksek bir yağdır, yani gerçekten çok faydalı bir yağdır. Rafine ve rivyera yağların bu özelliği tam olarak devam ediyor mu bilmiyorum.

Bu gün bütün bu bilgili aldıktan sonra tadıma geçtik.

Zeytinyağının bazı hataları olabilirmiş, bütün hatalar tadından anlaşılabiliyor, örnek isterseniz metal tadı, sirke tadı, çürük tat alınabiliyor.

Biz bugün Çanakkale’nin üç yarı köyünde üretilmiş, hatasız 3 yağ tattık.

Tadımı sabah hafif bir kahvaltı yapıp, saat 10-12 arasında, kahve, sigara içmemiş, sarımsak gibi ağır kokulu gıdalar tüketmemiş, yarı aç halde yapmak gerekiyor.

Şarap tadımından farklı olarak rengi ve berraklığı çok önemli değil, bu nedenle profesyonel tadımlarda mavi bardak kullanılırmış, biz o kadar mavi bardak bulamadığımız için normal cam bardak kullandık.

Bardağa biraz yağ koyuluyor, bardağı ağzı, aroma kaybını önlemek için kapatılıyor, bardak avuç içinde ideal olarak 28 dereceye kadar ısıtılıyor. Bundan sonra 2 burun, bir ağız, bir boğaz aşaması var.

Bardak ısındıktan sonra burun bardağa iyice sokulup sert ve keskin bir nefes alınıyor. Aldığımız kokuyu fark etmek için, birkaç nefes dinlenmek gerekiyor. Sonra ise yine yağa iyice yaklaşıp, uzun ve rahat bir nefes daha alınıyor. Gene soluklanıp, içindeki kokuların ayırdına varmak lazım.

Ancak bundan sonra yağ ağza alınıyor, önce dil üzerinde iyice oyalayıp, sonra yavaşça boğazdan indiriliyor. Bu kez dilde ve boğazda bıraktığı tatlar irdeleniyor.

Kendini tamamen koku ve tat duyumsamalarını fark etmeye adadığın bir zaman dilimi. Böylece daha önce farkında olmadan yuttuğun yağı şuurlu bir şekilde fark ediyorsun.

Meyvemsi özellikler; badem, elma, kayısı, çimen, ananas gibi koku tatlar aranıyor. İkinci aranan özellik ise acılık derecesi, dilde olmamış meyve acısı gibi mi, tanenli mi, boğazda biber gibi yakıcı bir acı mı diye bakılıyor.

Tabii her tadım sonrasında su içmek, elma ya da ekmek yemek ve bir önceki yağın tadı tamamen kaybolana kadar beklemek gerekiyor.

Üç ayrı zeytinyağını peş peşe tadınca aradaki farkları net olarak anladık, ilginç olarak boğazda acı tat bırakan yağları daha çok beğendik.

İlginç bir deneyim olduğunu söylemem lazım. Zeytinyağına saygım arttı. Farkındalıkla (şuurla) ve şuursuzca yapılan eylemlerin farkını yeniden deneyimledim, adeta mindfullnes çalışmasıydı.

Show Buttons
Hide Buttons