Monthly Archives: Nisan 2019

SOSYAL MEDYANIN YA DA KAYIT TUTMANIN GÜCÜ, BEN DE EPEYCE MOBİNGE UĞRADIM, AMA KİMSEYE SESİMİ DUYURAMADIM

Geçen hafta sosyal medyaya oldukça ses getiren bir video düştü. Bu videoda bir kadın yolcu, havaalanında çalışmakta olan bir kadın görevliye ciyak ciyak bağırarak hakaretler  yağdırıyordu. Yolcu olan belli ki bir sebepten dolmuş, karşısında bulduğu ilk görevliye taşmış. Kim bilir belki de haklıdır. Ancak onu kızdıran her neyse muhtemelen hiç ilgisi olmayan, karşısındaki kadının beden parçalarını da işin içine katan aşağılayıcı ve saldırgan konuşması ile haklı da olsa haksız çıktı. Bu sırada başka bir yolcu olayı videoya çekti. Görevli kadın videoya çekildiğinin de farkında olduğu için terbiyesini bozmamaya çalıştı. Sonuç olarak videoyu gören herkes acaba derdi neydi de kadın bağırmaya başladı diye düşünmedi, herkes hakarete uğrayan havaalanı çalışanının tarafını tuttu. Buna ben de dahilim. Sosyal medyada o kadar büyük bir öfke yarattı ki, hava yolları şirketi, çalışanının tarafını tutmak ve o kadın yolcuyu bir daha uçurmama kararını kamu oyuna bildirmek zorunda kaldı.

Ben işte buna kayıt tutmanın gücü diyorum. Emin olduğum bir şey varsa eğer o kayıt tutulmamış olsaydı ve yolcu kadın, çalışanı şirkete şikayet etmiş olsaydı, şirket kesinlikle müşteri velinimetimizdir mantığı ile yolcuyu haklı bulacaktı.

Nerden bu sonuca vardım derseniz, bu saçları değirmende ağartmadım ya, benim de biraz (35 yıl) çalışma tecrübem var.

Yıllar önce bir gün Adolesan servise yeni tanı almış bir lösemi vakası yattı. Çocuğun hikayesi oldukça üzücüydü, çünkü anne ve babası boşanmıştı.  Babası bir cinayet işlediği için hapisteydi. Tam çocuk hastaneye yattı,  ertesi gün adam hapisten çıktı. Adam yememiş içmemiş soluğu hastanede aldı. Tabii adamcağız böyle bir haberi alınca ne yapsın diye düşünürsünüz değil mi?

Öğlen vizitine gittim. Gözlerime inanamadım. Bütün hemşirelerin gözleri kıpkırmızı, hemşire odasına sığınmışlar. Koridorda bir adam sorumlu hemşireye seni si..rim diye bağırıp duruyor. Kadının suratı karmakarışık, belli ki korku içerisinde ve cevap veremiyor.  Aslında  güvenlik görevlisi de çağırmışlar ama o da kenarda durup olanları seyrediyor, hiç müdahale etmiyor. Ben hemen adamla hemşire arasına girdim ve sen ne diyorsun diye adama bağırdım. Adam hemen beni yeni hedef seçti ve bana da seni de s….rim diye çemkirmeye başladı. Ben adamın hapisten yeni çıkan katil olduğunu hemen anladım. Adamla muhatap olmayı kesip hemen son derece otoriter bir sesle güvenlik görevlisine adamı dışarı çıkarmasını emrettim. Görevli gafletten ayılıp adamı kolundan tutup dışarı çıkardı.

Hemen hemşirelerle konuştum. Adama hiçbir şey yapmadık, servise gelir gelmez çocuğu falan bile sormadı, direk bize bu çocuk ölsün sizi si..ceğim diye küfretmeye başladı. Adam katil olduğu için çok korktuk, cevap bile veremedik, hemen güvenlik çağırdık, onu da gördünüz işte dediler.

Bu hastanın ölüm riski gerçekten de vardı. Şimdi ölürse bu katil gelip de bütün çalışanlara sıradan tecavüz mü edecek yani? Ben normalde kolay kolay herhangi bir hastayı ya da hasta sahibini kimseye şikayet etmedim. Ama bu adamı başhekimliğe haber vermeyi görev bildim. Öyle ya kızcağızlar, gece de tek başlarına nöbet tutuyorlar, Allah korusun ya adam eline silah alıp da gelse. Başhekimliğin haberi olsun ki bu adamı ziyaret saatleri içinde içeri almasınlar diye konuşmak istedim. Başhekimlikte sekreter, şu anda sadece hastane müdürü var dediği için, müdürün odasına doğru yöneldim. Kapı açıktı ve içerideki manzara şuydu. Müdür, biraz önce ben de dahil olmak üzere bir servisin bütün hemşirelerini ve kadın doktorlarını size tecavüz ederim diye tehdit etmiş adamla kanepenin üzerinde diz dize oturmuş, çay içiyor. Bu da yetmez gibi hayran hayran gözlerine bakıyor.

Şikayet etsem de işe yaramayacağını anladım. Müdürden, müşteri haklıdır mantığı ile  çocuğunun hasta olduğunu öğrenip adamın canı yanmış nutku dinlemek istemedim. Şikayetten vaz geçtim, ama o anda beni kessen kanım akmaz. Donakaldım.  Adam hadi deli, peki başhekimlik bizleri korumakla görevli değil mi? Demek bu müdürün yanında bile tehdit edilsek, adamın umurunda olmayacak.

O anda bize küfreden adamdan daha çok müdüre öfkeliyim. Eğer sözümü kesersen seni gebertirim kararlılığı gösteren bir ses tonu ile müdürün gözlerinin içine  bakıp, gözlerimi kıstım ve ‘’ bu adam az önce servisimin hemşirelerini ve beni size tecavüz ederim diye tehdit etti’’ dedim. Müdürün ağzını açmasına fırsat vermeden aynı robotik halimle adama döndüm ve onun da gözlerinin içine bakarak, işaret parmağımı burnuna sallayarak, tane tane ‘ gözümün içine bak, senden korkacak göz mü bu? Eğer bu kızlardan birinin ayağına taş değsin, bak bakalım kim kimi s…kecek’ dedim ve odadan dışarı çıktım.

Yani bizim şirket, çalışanını değil, müşterisini korudu. Ortada sosyal medyada dolanan bir video da yoktu tabii. Eminim o adam bize bir şey yapmış olsaydı. O müdür, ben görevimi yapmadım diye en ufak bir vicdan azabı bile çekmeyecekti. O müdüre sen neden çalışanının yanında olmadın diye kimse bir şey sormayacaktı. Yani olan bize olacaktı.

Tabii sağlık önemli biz adama senin çocuğunu tedavi etmeyiz de diyecek halde değildik.

Neyse ki bu olayda deli deliyi görünce çomağını sakladı. Adam açıkça benden korktu ya da bir şekilde saygıyı hak ettiğimi düşündü. Bir daha gıkı bile çıkmadı.

Çocuk sadece lösemi değildi, aynı zamanda ataksia telanjiektazi hastasıydı. Bu bir genetik hastalıktır ve bu tür hastalıklar, lösemiye yatkınlık yarattıkları gibi, lösemi oldukları zaman tedaviye yanıt vermeleri zordur. Yani hasta zaten oldukça ümitsiz bir hastaydı ve kısa sürede öldü.

O gün bile babası, bize karşı herhangi bir taşkınlık yapmadı, fakat birkaç ay sonra  yeni bir cinayet daha işleyip hapse girdi.

NOTRE DAME YANDI AMA QUAİMADO ÖLMEDİ

Geçtiğimiz hafta Paris’te, Türkiye’de olsa Laz fıkrası sanılabilecek bir olay oldu. Paris’in ve dünyanın en tanınmış tarihi eserlerinden biri, tadilat yapılırken çıkan yangında yanıp tamamen kül oldu. Bu kaza sonrasında binanın tarihinden, Fransız itfaiyesinin çalışma ilkelerine, hemen bütün tanıdıklarımın Paris anılarından, tarihi eserlerin sanal ortamda üç boyutlu canlandırılışına kadar bir çok şey öğrendim.

Bir UNESCO tarafından dünya mirası olarak tescillenmiş tarihi eserin burduk yerde kaybından üzüntü duydum tabii, ama öte taraftan dünyanın her bir yanından bağışlar yapılmaya başlandı, şimdiden binanın aynı şekliyle yenilenmesi düşünülüyor. Hal böyleyse bu yangın da binanın tarihinde eşsiz bir yer tutarak binanın namını daha da artıracaktır.

Kendi ülkemizdeki tarihi eserlere karşı ne denli duyarsız hatta hoyratça davrandığımız ise içler acısı bir durumdur.

Aslında  Notre Dame katedrali cismen tamamen yok olsa bile Victor Hugo’nun, Notre Damın kamburu romanı ile insanlığın ortak bilincinde yaşamaya devam eder. Çünkü bu roman farklı bir hikaye anlatsa da aslında o yıllardaki Paris’in mekanlarını özellikle de Notre Dame kilisesini edebi bir şekilde anlatan bir tapu kaydı gibidir. Bir çok kişi de benim gibi düşünüyor olmalı ki roman, yangından sonra yeniden moda oldu ve yok satmaya başladı.

Kambur Quazimado’nun hikayesi, doğduğu anda annesinden çalınan bir kızın (Esmeralda) yerine koyulan, çok çirkin, hilkat garibesi  bir erkeğin hikayesidir.

Bu bebek değiştirme meselesinde, kadının bebeğinin çalınması esas olaydır ama nedense kambur bebeğin de kendi annesinden çalınıp yabancı  bir kadının eline verilmesindeki trajedi göz ardı edilir.

Quazimado, romanın yazarı Victor Hugo tarafından bile önemsenmemişti, tabii ki analığı tarafından  baş tacı edilmedi. Neredeyse bir hayvan gibi görülen kambur bebek annesi tarafından sırf çirkin diye  kiliseye terk edildi.

Bundan sonrasında, Quazimadon’un, kilisenin rahibinin kanatları altında, aslında gözlerden ve insanların kem gözlerinden uzak  olmayı başarabileceği bir hayatı varken, sırf dış görünüşü ile toplumsal ve organize  bir hoyratlığın kurbanı olması anlatılır. Bir gösteri materyali gibi ortalıkta gezdirilmeye, insanların eziyetine maruz bırakılmaya başlanır. Böyle şehrin sokaklarında gezdirilirken günün birinde, dans eden bir çingene kızı olan Esmeralda’yı görür.

Esmeralda aslında doğumda çalınan esas (!) bebektir. Quazimado insan bile sayılmasa da aslında son derece derin duyguları olan bir gençtir. Ve kıza aşık olur. Şanssızlığa bakın ki kendini büyüten ve ölümüne bağlı olduğu rahip de aynı kıza aşık olur. Bundan sonrası ise akla ziyan entrikalarla geçer. Sonunda Esmeralda öldürülür.

Bu olayda, Quazimado sadece sevdiği kadını kaybetmemiştir, annesi bile onu istememişken, kendini büyüten ve ömür boyu köpek gibi sadakatle bağlı olduğu adamın da katili olur.

Quazimado bundan sonra Esmeralda’nın ölüsüne, aslında hayatına değer katan tek unsur olan kendi coşkun duygularına sarılarak  ölüme yatar. Yıllar sonra iskeletleri bir birine sarılı halde bulunur.  Bu öyle basit bir aşk masalı değildir, bildiği hayatını yok edip, kendini aşk ile bütünleştirme hikayesidir. Neredeyse bir tasavvuf meselidir.

Romanda insana dair her türlü duygu işlenir, sığ duygular, sadakat, aşk, ihtiras, ihanet,  entrika yok yoktur. Mesela, insanoğlunun kendine benzemeyene nasıl organize şekilde, vahşice, bıkmadan usanmadan, duygusal işkence yapabilme, ötekileştirebilme yeteneği vardır.  Mektuba değil, zarfa bakarak kişi hakkında karar verme zafiyeti vardır. Kadını cinsel obje gibi görüp, kemik kavgası yapan koca koca adamlar vardır.  Ömür boyu süren sadakati bir anda ölümcül hale getiren öfke vardır. Pişmanlık ve hayattan vaz geçiş vardır.

Ama romanda var olan sadece insanlar değildir, aynı zamanda dönemin Paris’i, özellikle de Notre Dame katedrali, yani mekanlar da mevcuttur. Sanırım benim gibi bir çok kişinin, beynindeki hafıza merkezinde de kilise ile kambur ayrılamaz şekilde içi içe geçmiş halde depolanmıştır.

Şimdi bina yandı, kambur kaldı yadigar.

Yazı böyle bir şey işte. Su gibi. Su yumuşaktır ama sabırla şekil veremeyeceği kaya olmaz. Yazı da en narin şeyler üzerine yazılıyor, ama kayalardan daha kalıcı.

Hugo olmak mümkün görünmese de yazmaya devam.

YALANCI ENGİNAR DOLMASI, KENDİ UYDURMACAM, EGELİ ARKADAŞLARDA YEDİĞİM ENGİNAR DOLMALARI BÖYLE DEĞİL

MALZEMELER

3 adet enginar

1 adet havuç

2 adet kırmızı kapya biberi

2 adet yeşil biber

1 büyük boy soğan

1 bardak pirinç

1 paket çam fıstığı

Yarım paket kuş üzümü

1 bardak domates püresi (yada 1 kaşık salça)

Zeytin yağı

Tuz/ karabiber/ yeni bahar

1 adet limon

YAPILIŞI

Yemeklik doğranmış soğan zeytinyağında sotelenir. Soğan şeffaflaşınca fıstıklar eklenerek, renk değiştirene kadar kavrulur. Önceden sıcak suda bekletilip iyice yıkanmış olan pirinçler eklenerek, pirinçler de şeffaflaşıncaya kadar kavrulur. Salça, baharatlar ve yarım bardak su eklenerek pirinç henüz yumuşamadan iç pilav ateşten alınır.

Pilav soğurken enginarlar hazırlanır. Sapları ve en dış yaprakları kesilir. Diğer yapraklar açılarak içerdeki kısma ulaşılır. Bu kısım üzerinde bulunan tüyler bir kaşık yardımı ile iyice temizlenir. Ortaya çıkan boşluğa, üzerinde biraz boşluk bırakacak şekilde iç pirinç doldurulur.

Enginar dolmaları tencereye koyulur. Tencerenin boş yerlerine ince doğranmış havuç, renkli biberler ve enginar saplarının iç kısımları eklenir. Tencereye bir bardak su, bir limonun suyu, biraz daha zeytinyağı ve tuz eklenerek, kapalı kapakla pirinçler pişene, sebzeler yumuşayana kadar pişirilir.

Enginar dolmaları servis tabağına alındıktan sonra, karışık sebzeler üzerine eklenerek soğumaya bırakılır.

HAFTA SONUNDA BİR KAÇ ANI CANLANDI, ASİSTANLIK DÖNEMİMDEKİ POSTA MAHMUT AMCA AKLIMDA BAYAĞI YER ETMİŞ.

Bu hafta sonu bir hemşire arkadaş ile uzunca vakit geçirdim. Her ikimiz de meslek anılarımıza daldık. Sağlık sektöründe birkaç yıl bile olsun çalışmış herkesin birkaç kitap yazacak kadar anısı birikiyor.

Bu anılar sadece hastalarla da ilgili olmuyor. Hastaneler bir çok kişinin çalıştığı kurumlar olduğu için personelle ilgili devasa anılar da birikiyor.

Mesela ben Hacettepe’de hem öğrenciliğimden hem de  asistanlığımdan tanıdığım bir Mahmut Amcamız vardı. Mahmut Amca çok uzun yıllar boyunca pediatride ‘posta’lık görevi yapmış bir adamcağız idi.  

‘Posta’ deyince bizim aklımıza postacı değil, hastanenin getir götür işlerini yapan kişiler gelir. Postalar, servislerden tetkik kanlarını alır, gereken laboratuvarlara taşırlar, bu iş saatli gibi görünse bile, sürekli aciller, ekstralar çıkar. Elimizde telefon kan bankasından kan, steril depodan lomber ponksiyon, kemik iliği seti, buraya yazmaya üşendiğim sayısız malzeme isteriz. Bu da yetmez, hastaları röntgene, ameliyathaneye, acile, ölüleri morga taşımalarını isteriz. Uzun lafın kısası postaların bütün mesaileri ayakta, oradan oraya yürüyerek geçer. Hastanenin bitmek bilmeyen koridorları boyunca günde kim bilir kaç kilometre yürüdüklerini hesap bile edemiyorum.

Hastanede kaç servis var, kaç asistan, kaç hasta var, işleri bir türlü bitmez. Üstelik her zaman istediğimiz kadar çabuk gelemedikleri için bizden de bir sürü azar, serzeniş duyarlar.

Ben en acil durumlarda ya kendim bir koşu gidip istediğim şeyi alıp getirdiğim ya da eğer o ay yanımda öğrenci varsa onu koşturduğum için biliyorum. Koridorlar bitmek bilmez.

Koridorlar boyunca tam el tutulacak yerde trabzan vardır. Hastalar ya da destek ihtiyacı hissedenler tutarak yürüyebilirler.

Bizim Mahmut Amca, yıllar içerisinde bu trabzanları tamamen ezberlemişti. Gece mesailerinde bir elinde kanlar, sedye, steril setler, ya da her neyse, diğer eli  trabzanda, gözlerini hiç açmadan, hatta şahidim zaman zaman da horlayarak, uykusunu hiç bölmeden bütün hastaneyi dolaşabiliyordu.

Demek ki mesela kan bankasından, servis 39’a giden yolda kaç dönemeç, kaç asansör, kaç koridor var, adam yıllar içerisinde bilinç altına yerleştirmiş, hedefini hiç şaşırmadan, uykusunu bozmadan, bütün gece, oradan oraya koşuşabiliyordu. Bütün pediatri hastanesinin planı adamın bilinç altında yazılıydı sanırım.

Bu Mahmut Amca ile herkesin bir sürü anısı olduğundan eminim. Yıllarca pediatride çalışa çalışa hastalıkları da ezberlemiş, hastaların yüzlerine bakıp, tanısını koyabiliyordu. Misal,  sedyesinde bir hasta ile acile girip, davudi sesi ve doğulu şivesiyle ‘’ meningogogsemiiii’’ diye bağırdığında, gerçekten bir meninkokok vakası getirdiğini bilirdiniz. Mahmut Amca sadece meningokoksemi değil kronik böbrek, menenjit, kızamık, larenjit, dehidratasyon, acilde görülebilecek ne kadar hasta varsa, hepsini tanırdı. Artık bize de hastanın öyküsünü alıp, muayenesini yapıp, tetkiklerini yaptırıp, Mahmut amcanın tanısını teyit etmek düşerdi.

Mahmut Amcaya bir iş söylediğinde o işin yapılması onun saatine bağlıydı. Biz de yaşlı olduğu için ve işleri çoğu zaman geciktirdiği için onun çalıştığı nöbetlerde çoğu zaman kendimiz postalık yapardık.

Bir gün hastaneden bir bebeğin cesedi kayıp oldu. Ara ara saatlerce bulunamadı. Bebeciği arayan arkadaşlar, son çare olarak Mahmut Amcanın o nöbetteki izini  sürdüler. Adamcağız bu bebeğin cesedini morga götürürken, yarı yolda çok acil diye bir iş söylemişler. Mahmut Amca da bebek nasıl olsa ölü, onun aciliyeti yok diye, bebeği daha sonra morga götürmek için bir masanın çekmecesine koymuş, diğer işe koşmuş, oradan başka bir işe daha gitmiş, uzun sözün kısası bebeği morga götürmeyi unutmuş.

Sadece bu kadar olsa yine iyi, her yeri uyuyarak gezdiği için bebeği nerede sakladığını da unutmuş. Düşünüyor düşünüyor, bebeği servisten aldığını hatırlıyor, morga doğru yola çıktığını hatırlıyor, arada başka bir yere gittiğini hatırlıyor, fakat bebeği nerede koyduğunu hatırlamıyor.

Sonunda asistan arkadaşın aklına parlak bir fikir geliyor. Mahmut Amcayı servisten gözleri kapalı olarak yola çıkarıyor. Adamcağız öyle kapalı gözlerle, eliyle trabzanda yolunu bularak ilerleyince şıp diye bebeği koyduğu yeri buluyor.

Morgdaki görevli bebek neden gelmedi, yıkayıp yatacağım diye yaygarayı basmasa nasıl olsa morga gitti diye, kimsenin aklına  bebeği aramak gelmeyecek. Aramaya kalksa da kimsenin aklına masanın çekmecesine bakmak gelmez.  O nöbet sona ermeden, Mahmut Amcanın, bilinç altından o sefer henüz silinmeden,  kriz birkaç saat içerisinde çözülmese, ceset çürüyüp de koku çıkmadan bulmak mümkün olmayacaktı. Allah muhafaza, düşünebiliyor musunuz?

 O bebek bulunana kadar çekilen sıkıntıyı, paniği kendim yaşamış gibi içimde hissediyorum.

Yani hastanede çalışmak akla gelmeyecek maceralarla doludur. Başka adrenalin aramaya gerek yok.

Mahmut Amca sanırım artık yaşamıyordur, Allah rahmet eylesin, bende ve eminim dönem arkadaşlarımda unutulmaz izleri var.

Show Buttons
Hide Buttons