Category Archives: yemek

KAR TATİLİ, AVLU ATEŞİ, EFSANELER, ŞEHRİN KUYTULARINDA GİZLİ DÜNYALAR, JAPON YEMEKLERİ, TÜRK İŞİ SUŞİ, AYŞESAN, DERKEN FISTIK YEŞİLİNİ DE BOYADIM.

Geçen hafta iki gün üst üste kar yağdı, biz gene mahsur kaldık. Kendimize kar tatili verdik. Köyün rakımı 270 metre, aslında denizden kuş uçuşu sadece 5/6 kilometre uzaktayız ama, bizden 4 kilometre aşağıdaki köylerin rakımı 60 metre. Arazi böyle aniden yükselince aşağıda hiç kar yokken biz bayağı kar alıyoruz.

Bizim evin önünden akan, yazları kuruyan, ancak içinde su olduğu zamanlarda minik de olsa oldukça komplike bir şelale sistemi bile olan bir dere var. Ben bu kadar ufak bir derenin adı olmaz nasıl olsa diye düşünürken, dün nihayet adının Kocataş Altı Deresi olduğunu öğrendim.

Yazları aylarca kuruyan bir dere için boyundan büyük, görkemli bir isim olduğunu düşünmek mümkün, ancak derecik ufak da olsa fonksiyonel, çünkü bayağı büyük bir vadisi var. Bizim ön bahçe bu vadinin yamacının bir bölümünden oluşuyor. Hal böyle olunca eğer garaj yolunu düz yapmaya kalksaydık çok eğimli olacaktı, bu nedenle zikzaklı bir yol yapıldı.  

Bütün bunca lafı neden ettiğime gelince, köyün yolu kar yağdığı gün bile açıktı, ancak benim arabamı garajdan çıkarıp, yola indirebilmem 6 gün sürdü.

Kardan sonraki günlerde, yılın ilk dolunayı, ayın dünyaya en yakın olduğu zamanda gerçekleşti. Günlerce ayaz vardı, gökyüzünde para kadar bile bulut olmadı, geceler ise neredeyse gündüz kadar aydınlık oldu. Sonuçta yağan kar, buza dönüştü ve son derece yavaş bir şekilde eridi.

Biz de böylesi durumlarda evde kar tatili veriyoruz. Zaten aylardan beri yakılabilecek çöpleri avluda yakmaya başladım. Bizim evin kağıt çöpünün yanı sıra, Ayşen de yıllarca evinde biriktirdiği faturaları getirmişti.  Karın üzerinde, güneş tepede parlarken,  ateş yakmanın dayanılmaz bir albenisi var. Galiba hepimizin içinde ufak da olsa bir piroman yaşıyor, ateş yakınca terapi gibi geliyor. Saatlerce ateşin başında kaldım.

Tabii Kalandar Ana olduğumu da unutmadım. Hazır evde mahsur kalmışken 14 Ocak günü (Kalandar Günü) dağıtacağım ekmekleri de yaptım.

Evde kapalı kaldım ya, herkesin beni bir yerlere davet edeceği tuttu. Bir çoğunu geri çevirmek zorunda kaldım, ancak birine icabet ettim.

Geçen ay, Çanakkale’de garip bir bistro keşfettim. Garip dememin sebebi, oldukça kuytu bir noktada olması ve genel olarak boş durması. Oysa her gün dünya mutfağından yemekler yapan, aşçılık okulu mezunu bir sahibi var.

Bistro sahiplerinin, oldukça ilginç bir çift oldukları kesin. Kadın Azeri Yegane Hanım, eşi Lievenise Belçikalı. Aşçı olan kadın. Her ikisi de 7/8 dil bilen, dünya gezgini bir çift. Adamın işi dolayısıyla 9 yıldan beri Türkiye’de, 5 yıldan beri de Çanakkale’de yaşıyorlarmış. Bir çocukları var, o da kendileri gibi, şimdilik lisede okuyormuş, 1 yıl sonra üniversiteye dünyanın neresinde gideceği belli değil. Zaten bu çift de kayıklarını hazırlamış, gözleri çarıklarına kaymış. Oğlan üniversiteye gidince Çanakkale’den göçecekler.

Ancak şimdilik bistroları dil okulu gibi bir yer. Çanakkale’de yaşayan ne kadar yabancı varsa, bildikleri dili konuşabilmek için buraya uğruyorlar. Geçen ay ben de bu buluşmalardan birine gitmiştim, ÇÖMÜ’de Japonca öğretmeni olan Japon, Almancasını ilerletmek için gelmişti, guruba tek kelime Almanca bilmeyen ben de dahil olunca Türkçe, Almanca, İngilizce ‘ortaya karışık’ bir sohbet gerçekleşti. İlginç olan şey, karısının ana dili Türkçe olduğu ve bunca yıldan beri burada yaşadıkları halde, bu kadar dil bilen adamın Türkçeyi çok az biliyor olması, ona çok zor geliyormuş.

Bu ilginç çift, sanırım bu bistroyu para kazanmak için değil de sosyalleşmek için kullanıyorlar. Mesela her ay, mümkünse bir ülkenin mutfağından örneklerle bir çalıştay yapıyorlar. Ben geçen ay yapılacak çalışmaya da katılmak istemiştim, ancak 3 kişiden fazlasını istemediği, üstelik de benim bir programıma denk geldiği için katılamadım.

Bu ay, geçen ay tanıştığım Japon hoca ile Japon yemekleri hazırlayacaklarmış, beni de davet ettiler. İşte kaçırmayı göze alamadığım davet bu oldu.

Benim garaj yolu kapalı ama nasıl olsa köyün yolları açık, hemen her işe lazım Muammer’i işe koştum. Beni köyden şehre, akşam da şehirden köye taşıdı.

Önce bu Muammer ismini çözmem lazım, çünkü adama Muharrem deyip duruyorum. Onunla gezmek bayağı bilgilendirici oluyor. Bu bölgede tanımadığı kişi, bilmediği yer yok. Mesela dün derenin ismini de, bulut olmayınca karın buza döndüğünü de ondan öğrendim. Ayrıca bizim köyün de bir antik kenti varmış, bu kentin adı da Arisbe diye geçiyor. Ancak bu isimden kimsenin haberi yok, yalnız bu köyde eski bir Osmanlı yerleşimi var ve hatta geçenlerde hamamında define arayanlar olmuş, haberlere bile çıkmışlar. Muammere sorarsan buranın bir de efsanesi var, adamın biri oradan geçerken çok acıkmış, bir dilim ekmek ve peynir alarak yemiş ve yoluna devam etmek istemiş, yoluna çıkan normalde minicik olan bir dere korkunç bir şekilde önünü kesmiş, adam buraya geri dönmek zorunda kalmış ve nihayet köyden birine izinsiz ne yediğini söyleyince yolu açılmış, yani burası da efsunlu.  Bu  memlekette  zaten bir efsanesi olmayan bir dağ, bir kaya, bir yerleşim yeri bulamıyorsun.  Kentlerin bir biri üzerine kurulma geleneğinden yola çıkarak, bu Osmanlı yerleşiminin, Arisbe kenti üzerine kurulmuş olabileceği varsayımını geliştirdim. Havalar düzelince bu efsunlu yere gideceğiz.

Neyse gelelim yemek çalıştayına. Japon adamın ismi Masa. Ancak Japoncada isimler sonlarına, bizdeki, bey, hanım, ağa  gibi saygı anlamında SAN eki alıyor. Yani adama Masa SAN diye hitap ediliyor. Bu arada ben de Ayşe SAN oldum. Bunu duyunca her boyayı boyamıştım, bir fıstık yeşili kalmıştı, o da tamamdır diye düşündüm. Çünkü bana bu güne kadar bana ‘karaböcek, körli, doktor bey, hocam, Ayşegül’ herkes aklına ne gelirse söyledi. Vallahi bir Ayşe SAN eksik kalmıştı, artık o da tamam.

Masasan ve benden başka, 8 aylık hamile Koreli bir gelin ile 12 yaşındaki komşusu da geldiler. Çocuğa hayran kaldım.  Ufacık çocuğun içinde kocaman bir ruh var, bu kadar yeniliklere açık, meraklı, olgun bir gençle tanışmak beni çok umutlandırdı.

Yapacağımız yemekleri önceden belirlemiştiler. Hepimiz kafa çevremize göre ayarlanabilen tek kullanımlık aşçı şapkası ve önlükler taktık. Televizyon programlarında olduğu gibi önce tarifleri okuduk. Daha sonra malzemeleri hazırladık, son olarak da pişirme işlemini yaptık.

Her neyse dün tuzlu/tatlı soslu hindi, kırmızı fasulye tatlısı ve suşiden oluşan bir menü hazırladık. Tabii Uzak Doğu mutfağının olmazsa olmazı, pirinç de haşladık. Bunun için düdüklü tencere ile mini fırın arası, özel bir makine var ve pirinci yıkamanla, makineden çıkarıp yemen 40 dakika filan sürüyor.

Tuzlu tatlı soslu ördek ve diğer kümes hayvanlarından bir hayli yemişliğim var, gayet güzel yaptığımızı düşünüyorum, çünkü her türlü tada alışık, ana gurup dışında bir kişi daha hindiden yedi ve yalanım yok, parmaklarını da birlikte yedi.

Fasulye tatlısına gelince ben onu hiç beğenmedim, ama Masasan, Japonya’da dükkan açabilirsin, o kadar güzel oldu dedi ve herkes ikinci dilimi de yediler. Demek ki güzel olmuştu. Ancak fasulyenin haşlama suyu falan dökülmeden yapıldığı için bu tatlı bana sonradan dokundu.

Ayrıca, hayatımda ilk kez suşi yapmış oldum. Bu deneyim de gayet hoşuma gitti. Ben nedense kendiliğinden yapışan özel bir pirinç cinsi var diye düşünüyordum. Oysa pirinci birbirine yapıştıran şekerli sirkeli sosmuş, eğer suşi nasıl yapılır diye bir kez araştırsam bunu öğrenmiş olurdum, ama nedense pirincin özel olduğu fikrine takılı kaldım.

Bu bile nasıl ders niteliğinde, cehalet başa beladır, bilmeyince ve bilmeyi de ret edince, kafana göre bir efsane yaratır ve ona inanırsın, artık bu konuda körsün. Öğrenmeye direnç göstermek, araştırmamak, bir cins zihinsel sakatlık.

Suşi yapmak fikri, son dakikada Koreli gelinin gelmesiyle ortaya çıktı, çünkü kadın sarmak için gereken yorun tabakalarını getirmişti. O sırada Masasanın pirinçleri hazırlanmıştı, onları kullanarak suşi yapmaya karar verildi. Yeşil biber, havuç ve ton balığı kullanarak suşileri sardık, ben arada vejetaryen suşiler de yaptım. Sonuç olarak içinde çiğ balık olmayan Türk işi suşi yapmış olduk.

Sonra hep birlikte oturup afiyetle yedik. Bizden sonra gelecek olan müşteriler için de yeterince yemek hazırlamış olduk.

Önümüzdeki ay muhtemelen İranlı biriyle, İran yemekleri çalıştayı yapacağız.

Fasulye tatlısı, bir daha yemesem ömür boyu aramam

Aşçı ekip, ben, Koreli gelin, Küçük Ahmet, Masasan
Ben , Masasan, Türk müşteri, Koreli gelin, Danimarkalı koca, Azeri Yegane hanım, Ahmet

KEFİR; NASIL SAKLIYORUM, ÇOĞALTIYORUM, MAYALIYORUM VE TÜKETİYORUM

Kefir, Orta Asya’da oldukça sık tüketilmesine rağmen bizim memlekette çok yaygın olarak kullanılmaz.

Tıpkı yoğurt gibi fermente edilmiş bir süt ürünüdür. Burada fermentasyon için kullanılan maya minik bir karnabahara ya da patlamış mısıra benzeyen kompleks bir yapıdır. Bu yapının içerisinde bazı bakteriler ve mayalar sembiyotik bir halde bulunurlar.  Bu bakteri mayaların sütü fermente etmesi sonucunda ekşi tatlı, yoğurda benzeyen içinde laktoz içerik bulunmayan bir ürün meydana gelir. Bütün bu faydalı bakteri ve mantarların bir çok çeşit probiyotik barındırdığı ve kefirin pek çok hastalığa iyi geldiği bildirilir.

Tıbbi olarak en önemli faydası barsak içeriğinde faydalı mikroorganizmaların egemen olduğu bir mikrobiyata yaratmaktır. Tıp dünyası son 20 yıl içerisinde barsak sisteminin sadece boşaltım sistemi olmadığının farkına vardı.

Örnek olarak bağırsaklarda muazzam miktarda bağışıklık hücreleri bulunur. Yani bedenin bağışıklık sisteminde çok önemli rolü vardır. Bunun dışında mezenterik sistemde bulunan inanılmaz miktardaki sinir hücresinin de önemi yavaş yavaş ortaya çıkmaya ve bedenin ikinci beyni olarak isimlendirilmeye başlandı.

Bunun dışında bağırsak içerisinde 2 kilo civarında bakteri mevcuttur. Bu bakteriler de mikrobiyata olarak adlandırıldı ve son yıllarda artık ayrı bir organ olarak kabul görmeye başladı. mikrobiyata içerisindeki sağlıklı bakterilerin azalıp, zararlı bakterilerin artması mikrobiyata hastalığı olarak tanımlandı ve pek çok hastalığın oluşumunda mikrobiyata hastalığının önemi fark edildi.  O kadar ki bir çok hastalıkta sağlıklı gaita nakli ile gayet başarılı sonuçlar alınmaya başlandı.

Türk toplumunda erişkin yaş gurubunda nüfusun yarıdan fazlasının değişik derecelerde laktoz intoleransı olduğu için laktozsuz süt ürünlerinin kullanılması çok önemlidir.

Yani kefir mutfaklarımıza daha fazla sokmamız gereken önemli gıdalardan biri.

Kefir mayasını satan çeşitli yerler mevcut, ancak en kolayı benim yaptığım gibi maya bakan bir arkadaştan ilk mayayı almak.

Kefir süt içerisinde kolayca büyüyen  bir yapı. Yani siz kefir mayaladıkça aynı zamanda mayayı da büyütüyorsunuz. İhtiyaç olmadığı zamanlarda ise güzelce yıkayıp su içerisinde buz dolabında haftalarca bekletebiliyorsunuz.

Kefiri artırmak için daha fazla bir şey yapmaya gerek yok. Birkaç hafta içerisinde çevreye dağıtacak kadar kefir sahibi oluyorsunuz. Eğer bu kadar artırmak istemezseniz, bir kısmını buz dolabında bekletebilirsiniz.

Kefir mayalarken dikkat edilmesi gereken noktalardan biri kefire metal değdirmemek. Ayrıca mayalanma sırasında ışıktan ve fazla ısıdan da korumak gerekiyor.  Ben bunun  için üzerinde kapağı olan bir toprak kap kullanıyorum. Eğer cam kavanoz kullanılacak ise dışını bir bezle sarmakta fayda var.

Mayayı ve sütü oda ısısında buluşturup, hava ısısına göre 12/24 saat bekletilince kefir hazır oluyor.

Benim en fazla huylandığım şeylerden biri kefir yoğurt kıvamını aldıktan sonra içerisinde minik minik yeni oluşmuş kefir parçacıklarının bulunması oluyor. Bu şekilde fazla tüketince de bebeklerin pişiklerine benzer lezyonlar meydana gelebiliyor.

Bunu engellemek için benim bulduğum yöntem bir plastik sepet kullanmak. Bu sepeti kırılan bir çaymatikten aldım. Kefiri sepetin içerisinde koyup, sütü üzerine döküyorum. Kefir mayalanınca bütün maya sepet içerisinde kalıyor. Tahta bir kaşıkla yavaşça karıştırarak sepet içerisindeki mayalı sütü de süzdürüyorum. En son olarak da sepetin içindeyken, su dökerek mayayı yıkamak çok kolay oluyor.

Yıkanmış olan mayayı da kavanoza alıp, içine su koyarak buz dolabına yerleştiriyorum.

Kefiri tüketmek için şimdilik ayran gibi içmek dışında pek bir yöntem bulamadım. Çünkü kefire pişirme gibi ısıl bir işlem uygulamak istemiyorum. Bazen kefir mayalanırken yoğurt gibi değil de peynir gibi mayalanıyor. Bu durumda bir tülbent içerisinde suyunu süzerek peynir gibi tükettiğim de oldu.


Show Buttons
Hide Buttons