Monthly Archives: Mayıs 2021

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2021 HAZİRAN

Haziran ayının ismi Süryanicedir ve ayın 21’inci günü yılın en uzun gündüzü, en kısa gecesini yaşadığımız gündür. Güneş ışınlarının bu tarihte yengeç dönencesine dik olarak vurması dünyanın kuzey yarı küresinde ‘yaz gün dönümü’ olmasını sağlar, bundan sonra artık günler kısalmaya, geceler ise uzamaya başlayacaktır.

Tutulmalar zamanındayız, 10 haziranda ikizler burcundaki yeniay, bir güneş tutulmasıyla birlikte gerçekleşecek, 24 haziranda ise oğlak burcunda bir dolunay var.

Hicri takvim ay döngüsüne göre düzenlenmiş bir takvim olduğu için, yeniayda şevval ayı bitip, hemen ardından 11 haziran günü zilkade ayı başlıyor. Hicri takvimde durum buyken, Rumi takvime göre haziran ayı, ayın 14ünde başlıyor.

Ay ve güneş tutulmaları gök yüzünü hiçbir ışık kirliliği olmadan izleyebilen kadim uygarlıklar tarafından da izlenmiş ve kayda geçirilmiştir. Dünyanın her kıtasındaki eski uygarlıklarda mutlaka gök bilimle ilgili, bu arada tutulmalarla ilgili kayıtlara rastlanır. Tabii ki yazıyı icat eden ve bilinen ilk uygarlığı geliştirmiş olan Sümerler bu konuda da ilk kayıtları sunarlar.

Benim takip edebildiğim kadarıyla henüz Göbeklitepe kültürüne ait kalıntılarda belirgin bir horoskop (yıldız haritası) belirlenmedi, ancak daha sonraki tarihlerde bu bölgede yaşamış uygarlıkların gökbilim açısından oldukça gelişmiş bir düzeyde bilgi sahibi olduklarını biliyoruz. Hatta şu anda hemen bütün dünya dillerinde gün isimlerinin gezegenlerden türetilmiş olması geleneği bu topraklarda yaşamış medeniyetlerden kaynaklanır.

Gökbilimde ‘Tutulma’ olayları, iki gökcisminin yörüngeleri üzerinde hareket ederken gözlemcinin bakış açısında birbirlerini örtmesi  sonucunda meydana gelir,  tutulmaları mümkün kılan dünya yörüngesi düzlemine ‘Tutulma düzlemi’  (Ekliptik) denir.

Haziran ayında hava; halk tarafından isimlendirilmiş fırtınalar şöyle sıralanabilir; 02 / 03  Haziran,  Filiz Koparan Fırtınası, 10    Haziran,      Ülker Doğumu Fırtınası, 22 / 23    Haziran,  Gün dönümü Fırtınası, 27    Haziran, Kızıl Erik Fırtınası.

Haziran ayında toprak; bahçede yabani ot mücadelesi yapılır, yaz sebzelerinin dikimine devam edilir.

Haziran ayında deniz; artık olta balıkçılığı yapılmaktadır; mercan, mersin, sarıağız, orkinos, ofroz, sardalya  zamanıdır. Ülkemizin bütün denizleri herkesin yüzmesi için uygun ısıya ulaşmıştır.

KÖYDE HER ŞEY KENDİ ZAMANINDA AKIP GİDERKEN ARAYA ADRENALİN DOLU İKİ GÜN SIKIŞTI.

Bu yıl bahçede amelelik yapıyorum. Bu kadar bahçeye vakit ayırınca bir takım yenilikler yapmayı düşündük. Mesela bu yıl hayvan gübresinden vaz geçip, leonarit, bor, bakır, kükürt gibi doğal malzemelerden oluşmuş organik gübrelere geçtik. Bu yıl bir diğer yenilik olarak sebzeleri naylonla kapatıp, malçlayacağız.

Bahçeyi mini bir ekositem olarak görmek lazım. Çünkü mesela bir yıl önce dikilen marul, pazı, kara lahana, kişniş gibi bazı şeylerin tohumlarının bazıları, rüzgarla uçup, kendi kendine dikiliyor, ertesi sene olmadık yerlerden çıkıyorlar. Bu yıl biz hiç marul dikmedik, avlu içinde bile bir sürü marul yetişti.

Bunun dışında evdeki soğanlar çimlenirse bunları toprağa oturtunca bayağı verimli bir şey oluyor. Bu yıl bu şekilde oturttuğumuz soğanlar sayesinde hiç pazardan taze soğan almadık. Son dönemde bir şey daha keşfettim, özellikle de soğan tohuma durmaya başlayınca, ortadan çıkan cücüğü dibinden kesip yemeklerde kullanıyorum, zavallı soğan kendine yeniden tohum yapma gayretiyle yeniden taze yaprak çıkarıyor. Bu şekilde oturttuğumuz 5 adet soğanı yiye yiye hala bitiremedik, diğerlerini baş soğan almak için bekletiyorum.

Patateslerin de köklenmeye başlayan kabuklarını derince kesip toprağa gömüyoruz. Böylece bir hayli patates fidesi meydana geldi, arada bir yanlışlıkla minik minik patatesleri çektiğimiz oluyor, ama asıl ürünü bitki çiçeklendikten sonra alacakmışız. Son dönemde aldığımız patatesin cinsine göre faklı alanlarda dikmeyi akıl ettik de bir alandaki fidelerin mor kabuklu çıkacağını biliyoruz, diğer bölgedeki patatesler ise artık anası ne renkse o renk çıkacak.

Bahçede neyin olup neyin olmayacağını ise deneme yanılma yöntemiyle buluyoruz. Örnek olarak havuç, brokoli, karnabahar, kereviz,  mercimek gibi şeyleri tekrar dikmekten vaz geçtik. Turp cinsleri, soğan, sarımsak, bezelye, pırasa, bakla ise gayet güzel oluyor.

Bu kış havalar çok dengesiz gittiği için kış sebzeleri çok az oldu. mart ayında güllerden çelik yaptık, bunlar da tuttuğu halde ardından dondular ve bu yıl onlar da olmadı. Seneye gül çelikleme yaptıktan sonra mart ayını ev içinde geçirtmeye karar verdik.

Yaz sebzeleri ise gayet güzel oluyor. Domates, biber, kabak, patlıcan, kavun, karpuz, balkabağı gibi bitkilerin bazılarının fidelerini,  Nermin mink serasında, tohumdan büyüttü, diğerlerini ise Lapseki’den ya da Çanakkale’den alıyoruz. Bu son karantina döneminde yaz sebze bahçesini epeyce toparladık.

Yılın ilk kişniş ve nane hasadını da tamamladım, hatta naneleri kuruttum bile.

Ekosistem derken şaka yapmıyorum, evin çatısında kalıcı kukumav ailemiz var. Serçeler ve kırlangıçlar da yuva yapıyorlar. Bazen yuvaların dibine kuş yavruları düşüyor. Kısa bir süre sonra bu ölü kuşlar ortadan kalkıyor, artık hangi hayvanın aldığını hayal etmek istemiyorum. Burada oldukça zengin bir yaban hayatı var.

Bu arada kırlangıçlarımız da geldiler ve muazzam yuvalarını yaptılar. Bütün inşaat aşamalarına şahit olduğum için mühendislere ders verecek kadar inşa tekniği bildiklerine karar verdim.

İnşaat deyince bu yıl köyde bir inşaat çılgınlığı var, hem köy içinde hem de çevresinde bayağı ev yapılıyor. Hatta karantina öncesinde evlerden birinin su basmanı seviyesini aceleyle tamamlayıp, üzerine çadır kurdular ve karantinayı köyde geçirdiler.

Köyde zaman kendi ritminde akıp giderken geçen hafta 2 heyecanlı gün geçirdik.

Perşembe günü öğleden sonra saat 3 gibi arkadaşımla buluşmak için şehre inerken yolda daha önce hiç görmediğim bir olayla karşılaştım. Köy yolu üzerinde, bizim evden 1,5- 2 kilometre uzakta, yan yana 3 adet ev var. Bunlardan birinin önünde 8-10 araç ve 25-30 insandan oluşan bir kalabalık vardı.

Araçların çoğu İstanbul plakalı sivil görünümlü binek araçlarıydı, ancak bir çekici ve bir de üzerinde gezici karakol yazan minibüs vardı. kadın ve erkeklerden oluşan insanlar ise sivil giyimli olmalarına rağmen, filmlerdeki FBI ajanlarını hatırlatan bir tavır içindeydiler. Bu evin sahibi aniden zenginleşip, sonra da çakma bir iflasla yurt dışına kaçtığı için mali bir suç araştırması diye düşündüm. Daha sonra ise Çanakkale’de, FETÖ operasyonu yapıldığını öğrendik, sanırım bu operasyon kapsamındaki bir baskına denk geldim.

Saat 6 gibi dönerken, bu kez eve 500 metre uzaktaki bir tarlada ilkinden daha da büyük bir kalabalık vardı. Bu tarlaya bir artezyen açılıyor, kuyu açılırken yanında kaygan bir maddenin bulunduğu ayrı bir havuz oluyor. Bu havuz sonradan kapatılıyor. O gün kuyuyu açan firma sahibinin oğlu bu havuza düşerek ölmüş. Benim gördüğüm de savcıdan, kurtarma ekibine, haberciden, aileye ve onların araçlarından oluşan büyük kalabalık imiş. Çok üzüldüm.

Fakat macera bitmedi, Cuma günü de ta Ayvalık’tan başlayıp, Çanakkale’nin Ege sahilinde etkili olan fırtına ve yağmur ile uyandık. Öğlen saatlerinden sonra felaketin boyutları ortaya çıktı. Sahildeki tekneler karaya oturdu, minareler, elektrik direkleri yıkıldı, sulama göletleri taştı, bir köye 1,5 metre yükseklikte dolu yağdı. Barajlar son kapasite doldular. Şehir ve köylerdeki bir çok cadde sular altında kaldı. Geniş bölgede elektrik kesintisi oldu.

Sadece binalarda değil tarlalarda da büyük hasar var.

Bizim köy fırtınanın kıyısında kalmasına karşılık bir hayli yağmur ve rüzgar aldı. Gün boyu son derece karanlık ve kasvetli bir hava vardı, evde can sıkıntısından, depresyondan yerimden kalkamadım.

 Bizim bahçede yağmur sularını hasat etmek için sarnıç ve bu sarnıca akan su olukları var. Her büyük yağmurda bu olukların ızgaraları  yaprak, toprak, dal gibi şeylerle tıkanıyor, onları açmazsak geride su birikimi oluyor. Cuma öğleden sonra bahçenin çeşitli noktalarına su basınca, yağmur altında bu ızgaraları açmak zorunda kaldım.  Böylece sebze bahçesini büyük ölçüde kurtarmış oldum. Bir de hazır yağmur varken, ağaçlara besleyici gübre koydum.

Üzerimde naylon yağmurluğa rağmen iç çamaşırıma kadar ıslandım. Bende galiba adrenalin bağımlılığı var, bütün bu aktivitelerden sonra ufunetim dağıldı, kendime geldim.

SADECE BEN DEĞİLİM SALYA SÜMÜK, DENİZE DE BİR HALLER OLDU

İçinde bulunduğumuz günler, benim için bahçede çokça zaman geçirmek istediğim, ancak mevsimsel alerjim azıttığı için kendimi polenlerden sakınmaya gayret ettiğim bir dönem.

Köyde aşırı miktarda olmasa da orada burada, tarla sınırlarında büyük kavak ağaçları var. Mayıs / Haziran ayları oldu mu kavakların polen mevsimi geliyor, her rüzgarda pamuklar halinde havaya dağılıyorlar.

İlk zamanlar, bitişik bahçede birkaç tane oldukça gelişkin kavak ağacı vardı. Yan bahçede kavaklar varken, o kadar çok pamukçuk vardı ki, kar yağıyormuş izlenimi alıyorduk. Komşu  kavakların sahibi oldukça huysuz bir ihtiyardı, hiç laf dinlemezdi. Biz buraya taşındığımız zaman yatalak olmuştu, iki yıl sonra da tam da kavak poleni mevsiminde, aniden vefat etti. Hemen bir tava un helvası kavurdum, güzelce paketleyip, baş sağlığı için gittik. O günü hiç unutmuyorum, Allah rahmet eylesin der demez, arada bir nefes bile almadan ‘hemen kavaklarınızı kesin’ buyurdum.

Meğer bu kavaklar herkesin canına tak demiş, ama huysuz ihtiyardan korkup kimse ses çıkaramıyormuş, benim bir sözüm cesaret kazanmalarına yetti, hemen ertesi gün kavakları kestirdiler. Ağaçlara üzüldüm desem yalan olur, çünkü hayatım boyunca nezle seviyesinde kalan alerjik durumum, bu kavaklar nedeniyle neredeyse astım seviyesine ulaşıyordu. Şimdi köyde hala bir takım kavak toplulukları var, ancak bize bu kadar yakın olmadıkları için, bu mevsimi nezle, göz ve boğaz kaşıntısı ile ve sadece ağızdan ilaç, göz damlası, burun damlası ile atlatabiliyorum. Gene de bu kadar kolay geçirdiğim sanılmasın, son bir haftadan beri bazı günler yataktan çıkamadım, diğerlerinde ise, gözlerime tuz serpilmiş, burnumun, kulaklarımın, boğazımın içinde karınca orduları gezintiye çıkmış, bedenim mayalanmış hamur gibi şiş, kafam ise sersem sepet dolaşıyorum.

Aslında ortalıkta salya sümük dolaşan sadece ben değilim, son 1-2 aydan beri deniz de sümüklü.

Geçen yıl insanlar evlerine kapanıp, daha az araç kullanınca hava ve toprak bir nebze düzene girdi,  doğa kendini toparlıyor diye düşünürken bu kez de Marmara Denizinde ve dolayısıyla boğazlarda kendini gösteren müsilaj ya da deniz salyası denilen korku filmlerini andıran çok garip bir durum ortaya çıktı.

Hani petrol tankerleri kaza geçirir de denizin üzeri petrol tabakası ile kaplanır ya bu durumu aklınıza getirin. Aynen onun gibi fakat, rengi sarı beyaz olan bir tabaka ile deniz yüzeyinin kaplı olduğunu düşünün. Kocaman bir deniz anasının denizin üzerini boylu boyunca kapladığını hayal etmek de mümkün. Bu madde azken dalgaların ve suları yararak geçen gemilerin etkisiyle şeritler halinde kilometrelerce uzanıyor. Daha çokken denizin yüzeyini tamamen örtüyor, kuytularda ise üst üste binerek kalınlığını artırıyor. Sırf bu hareketinden bile yapış yapış bir madde olduğunu, ufak birimlerin birbirine yapışarak büyük bir kütle oluşturduğu anlaşılıyor. Sonuç olarak kalın bir naylon tabakası gibi denizin üzerini kaplayarak, denizi boğuyor ve lağım kokusunu aratan iğrenç bir koku yayıyor.

O kadar yoğun bir madde ki, bizim köy boğazdan 5 km içeride olmasına karşılık, bizim evden bile net bir şekilde boğazın üzerinde yabancı bir şeylerin yüzdüğü görülüyor.

Alglerin gözle görülmeyecek kadar saydam ve ufak cisimlerini düşünerek, bu kadar büyük kütleye ulaşmak için hangi sayıda arttıklarını akıl almıyor.

Denizin salyası, azalıp çoğalarak, kuytularda, koylarda daha uzun zaman muhafaza olarak, haftalardan beri denizin yüzeyinde asılı kalmaya devam ediyor.

Aslında bu durumun alglere bağlı olduğu ve dolayısıyla doğal bir fenomen olduğu söylense de pek inandırıcı değil. Çünkü burada doğup, büyümüş insanlar da buna benzer bir şey görmemişler. Bu durumun doğal bir şey olduğuna inanmak mümkün görünmüyor. Normal koşullarda herhangi bir canlı bu kadar çoğalıp, kendi kalabalığında boğulmaz, doğada her şey bir denge halinde bulunur.

Algler suların can damarıdır, balinalardan, en ufak balıklara kadar bütün balıkların ana besin kaynağıdır. Algler ve balıklar bir denge halinde denizdeki can çorbasının en önemli bileşenleridir.

Şu anda olan her neyse, algleri kontrolsüzce üretmiş bir matriks oluşturmuş. Belki de mesela denize yabancı bir  madde bulaştı, doğa kendini korumak için bu tuhaf madde ile algleri besleyip, büyüttü.

Bana göre aşırı kullanılan deterjan ve benzeri maddeler suları kirleterek, ya da bilmediğimiz bir madde sulara karışarak balıkları öldürmüş, ya da tersine algleri aşırı beslemiş olabilir.

Söylentiye göre bir zamanlar İskandinav ülkelerinde de benzer bir durum olmuş, birkaç yıl balıkçılığı yasaklayıp, balık nüfusunu normale çekince bu durumdan kurtulmuşlar. Bu bilgiden yola çıkarak Marmara Denizinde balık nüfusunu bu kadar azaltan şey ne olabilir diye düşünüp yukarıdaki sonuca vardım.

RESİM ŞEHİR İÇİNDEN GEÇEN ÇAYDAN

BİLGE BİR MANOLYA AĞACI

Köye yerleştiğim zaman sınıf arkadaşım Semra bana ev hediyesi almak istemiş, neye ihtiyacın varsa onu alayım diye bana sormuştu. Ben de ondan bahçem için bir kaç fidan istemiştim, onun aldığı fidanları evin etrafına sıra, sıra dikmiştik. Bu fidanlardan biri de bir manolya fidanıydı.

Manolya fidanına Semra adını vermiştim. Her nedense onun aldığı fidanların hepsi tuttu, fakat bir hayli cılız oldular. Mesela onun narı minnacık iken 5 metre uzaktaki nar şimdi ev boyunu geçti. Yine iğde  de, kızılcık da minicik kaldılar. Manolya ise güzelce büyüdüğü halde bir türlü çiçek açmadı.

Ağaçları diktikten bir buçuk yıl sonra arkadaşım oldukça saldırgan, yıkıcı bir hastalık tanısı aldı. O tanıyı aldıktan sonraki kış oldukça sert geçmişti. Hatta bir sefer oldukça yoğun yağan kar, manolya Semra’nın tepe dalını kırdı. Kırılan dalı düzgünce kesince, ağacın boyu yarıya düştü.

Bu sene ise, Semra’nın hastalığı ağırlaştıkça, ağaçları daha da üzüldüler. Mesela, şubat ayında oldukça sıkı bir fırtına oldu, ertesi sabah, onun aldığı ve bir türlü büyüyemeyen iğde ağacını kökünden kopmuş, boylu boyunca yere uzanmış halde buldum. Tuhaf bir şekilde ağacın sanki hiç kökü yoktu.

Bu yıl, bütün kış boyunca her kar yağdığında manolya Semra’nın bir dalı daha kırıldı. En son olarak asıl ağaçta hiç dal kalmadı, fakat altında yeni bir filiz sürdüğü için ağacın kökünü kaldırmamıştık.

Bu filiz, geçen yaz baş göstermişti, ancak sadece 2,5 yaprağı vardı, büyümüyordu. Son iki aydan beri arkadaşımın durumu iyice ağırlaştıkça o minicik fide de hastalandı, yaprakları üzerinde kahverengi lekeler çıktı.

Artık o fidenin de sonu geldi diye düşünüyordum.

Fakat geçtiğimiz Salı günü arkadaşım vefat etti. Benim bahçedeki minik manolya fidesinin tepesindeki kavrulmuş gibi görünen ve aylardan beri hiçbir hayat belirtisi göstermeyen yaprak açıldı ve içinden taze yaprakçıklar çıktı.

Bu eş zamanlılığı hiçbir yorum eklemeden not ediyorum. Bakalım bu minik manolya fide kendini kurtarabilecek mi?

Minik fidecik
Son dal da gitti
Tepe daldan sonra yavaşça dallar kopuyor
Son kalan dal

KINZİ (KİŞNİŞ, AŞ OTU, GÜRCÜ MAYDANOZU, KIZBERE, GLANDRE, CORRİANDER) GÜZELLEMESİ

Geçen gün fakültedeki sınıfımızın sohbet gurubuna bahçemdeki kişnişlerin çiçek açmış halinin resmini gönderdim. Meğer neredeyse bütün sınıfın kişniş üzerine söyleyecek bir sözü varmış, tam 24 saat aralıksız kişniş üzerine atıştık durduk. Kimi salatalarda, kimi yemeklerde, kişi yeşil halini, kimi kurutulmuş tohumunu kullanıyormuş. Kimileri de bizim yaptığımız kısaca gene kınzi dediğimiz sosa benzer soslar yaparak  kullanıyormuş.

Elbette dünya nüfusunun yarısı gibi bazılarımız severken, dünyanın geri kalan yarısı gibi bazılarımız da nefret ediyormuş. Gerçekten bu konuda bütün dünya insanları ikiye ayrılır, kişnişi ya çok seversin ya da nefret edersin, genellikle arası pek olmaz. Çünkü bazı insanlar kişnişten belirgin bir sabun tadı alır, ya da kokusundan ( bu kokuyu 6 çeşit terpen oluşturur) nefret ederler. Bu durumun biyolojik bir açıklaması da vardır, yapılan çalışmalar OR6A2 isimli bir gendeki varyasyonun dildeki tat alma papillalarında farklı bir özellik yaratarak, bazı insanların kişnişe karşı nefret duymasını sağlar.

Sırf bu nedenle, kişniş tercihini bilmediğiniz insanlara yemek yaptığınızda, bu yemeğin olmazsa olmazı kişniş olsa bile, özellikle taze kişniş yapraklarını ya hiç kullanmamakta, ya da ayrı olarak masaya getirmekte fayda vardır. Tohumlarını kuru baharat olarak kullanırken de bu açıdan dikkatli olmak gerekiyor. Bence kişnişin tadını çocuk yaştan itibaren bilen insanların çoğu seviyor, sonradan tadanların ise çoğu nefret ediyor, bazıları ise çok seviyor.

Kişniş otunun taze yaprakları şekil olarak önce maydanoz yapraklarına çok benzer, ancak tohum vereceği zaman bitki boylanır ve yaprakları dereotu yapraklarını andırır bir şekil alır. Bitki 60/70 cm kadar boy alabilir ve tepelerinden çiçeklenerek tohumlanırlar. Uzamaya başlayan dallarını keserek uzun süre maydanoza benzer haliyle kullanmak mümkündür ama hem dereotu şeklindeki yaprakları hem de çiçekleri taze kullanılabilir. Tohumları ise genellikle kuru baharat olarak kullanılır.

Ülkemizde, mesela Mardin mutfağında kuru baharat hali hemen her yemekte kullanılır. Yeşil halinin ise Kıbrıs’ta, Karadeniz kıyılarında, Konya, Burdur, Isparta ve Erzurum’da kullanıldığını biliyorum, Çanakkale köylü pazarlarında da bol bol bulunuyor.

Kişniş sözü, Türkçeye Farsçadan geçmiş bir sözdür. Biz Karadeniz’de, ‘KINZİ’ olarak biliriz, bu söyleniş şekline Anadolu’nun çeşitli yerlerinde rastlamak mümkün, mesela şu anda yaşadığımız köyde ‘kunzi’ olarak biliyorlar. Moğolistan, Özbekistan, Gürcistan gibi coğrafyalarda da kınzi diye biliniyor. İran’da tabii kişniş olarak biliniyor. Hindistan, Kıbrıs gibi İngiliz sömürgesi dönemi olan coğrafyalarda İngilizcesine benzer bir şeyler söyleniyor. Bazı yerlerde kızbere adı da kullanılırmış, hatta baldırıkara otu da denilirmiş, ancak bunları ben hiç duymadım.

Erzurum ve çevresinde ise aş otu olarak bilinir. Erzurum’un aş otu çorbası muhtemelen ülkemizdeki en güzel ve besleyici çorbalardan biridir. Buğdaylı, nohutlu, köfteli, kişnişli bir çorbadır, yoğurt ve yumurta ile yapılan bir de terbiyesi vardır. Bu çorbada kişnişin tazesi ya da taze yaprağının salamura edilmiş hali kullanılır ve ot hem salamura edildiği, hem de pişirildiği için kişniş sevmeyenleri bile taze hali kadar rahatsız etmez.

Kişnişin pek çok bilinen faydası vardır, hem bakteriyal, hem viral, hem de fungal enfeksiyonlara karşı oldukça etkili olduğu düşünülür, ama elbette bu konuda iddialı olmayacağım.

Kınzinin baş rol oyuncusu olduğu aş otu çorbası da dahil olmak üzere hem salatalarda, hem de yemeklerde aroması için kullanılır.

Kuru kişniş, Hint mutfağında yaygın olarak kullanılır, ülkemizde de Mardin yemeklerinde hemen her yemekte baharat olarak kullanılır. Bir çok bölgemizde, kahvaltılık zeytin üzerine ekilerek kullanılır.

Yaprak halindeki taze kişniş ise salatalarda, yemeklerde, çorbalarda (maydanozun kullanıldığı her şekilde ve yerde) kullanılır.

Bizim evde ise karalahana yemeklerinin, dolmalarının olmazsa olmazıdır. Bu tür kullanım için sos diyeceğim ama sosa göre çok daha katı kıvamlı bir karışım hazırlanır.

Bu sosun (çeşninin) bizim evde hazırlanan versiyonunu paylaştıktan sonra gurubumuzdan gelen farklı çeşitlerini de paylaşmak istiyorum.

Bizim evde yapılan sos; 4 demet kadar kınzi, 3,4 diş sarımsak, 1 çay bardağı zeytinyağı, 1 çay kaşığı tuz ve acı biber tozu ile blendırdan geçirilir. Bu karışıma daha sonra çok ince olmayacak şekilde dövülmüş 8-10 adet ceviz içi katılır. Bu yeşil karışım üzeri zeytinyağı ile kaplı olduğu sürece dolapta bozulmadan birkaç hafta kalabilir. Bu tarif eskiden bütün malzemelerin havanda dövülmesiyle yapılırdı. Bizim evde karalahanadan yapılan bütün yemeklere bu karışım mutlaka eşlik eder. Köfteye de çok yakışır.

Artvin yöresinde bu karışıma bir kaşık da pekmez koyulduğunu öğrendim. Abhazlar ise kapya biberli, sarımsaklı, tuzlu bir kınzı karışımı yapar, salça koydukları her yemekte bu karışımdan da biraz koyarlarmış, bunu da yeni öğrendim. Ayrıca internette ballı bir karışım daha okudum, ancak bu tatlı karışan sosları denemeyi düşünmüyorum, kapya biberli olanı ise mutlaka deneyeceğim.

Son olarak da bir kişniş türküsünün sözlerini paylaşayım

Mahramamda Kişniş ile Badem Var

Mahramamda kişniş ile badem var
Mahramamda kişniş ile badem var yavaş yörü

Köşelerde adım var
Ah seni benden beni senden eden var

Aman güzel yavaş yörü her yana

Sallandıkça kemer düşer bir yana
 

Hanım can canım can
Sırma çadıda çar bağı

Kalk gidelim Karaman’a yokarı
Kalk gidelim Karaman’a yokarı

Sarıda çekme geymiş altın tokalı
Ah mail oldum yâr yüzüne bakalı

Aman güzel eyce salla her yana
Sallandıkça kemer düşer bir yana
 

Hanım can canım can
Sırma çadıda çar bağı

Arkadaşım Vahideden gelen pekmezli kınzi
Kınzi çiçekleri

ŞİMDİ HERKES KARANTİNADA KİLO ALMA RİSKİ TAŞIYOR. KENDİ DENEYİMLERİMDEN ÖZETLE KİLO VERMEK İÇİN NELER YAPMALI?

Geçtiğimiz yıl boyunca insanlar evlerinde oturup, mutlu olmak için yemek yemekten başka bir şey bulamayınca neredeyse herkes kilo aldı. Önümüzdeki iki hafta boyunca gene evlerdeyiz, üstelik Ramazan ayındayız, geçen yıl boyunca alınan kilolara yenileri eklenebilir.

Benim ömrüm kilo alıp vermekle geçti desem yeridir. Bütün hayatım boyunca o sıralarda moda olan diyetleri denedim durdum, bazen uzun, çoğu zaman da kısa süreli başarılarım oldu. Genellikle her zaman verdiğim kilolar fazlasıyla geri geldi. Yani kilolarım en sadık yârim oldu ama ben o fazlalıkları istemiyorum. Şişmanlık sırnaşık sevgili gibi, sen kapıdan atsan, o bacadan giriyor.

Gerçek şu ki ben ömrümce kendimi şişman sansam da, bu doğru değil, sadece algılama hatası. Çünkü gençliğimde, ideal güzellik anlayışına göre kilonun, boyundan 10 kilo az olası gerekiyordu. Benim de kemiklerim çok kalın, hiç bu kadar düşük kiloda olamıyordum, dolayısıyla kendimi daima ideal kilonun üzerinde sanıyordum. Şimdi eski resimlerime bakınca aslında zekat keçisi (zengin sürü sahibi zekat olarak sürüsünün en zayıf ve hastalıklı keçisini verirmiş) gibi olduğum dönemlerde bile kendimi şişman sanmışım. Oysa benim 40 bedenin altına inebilmem mümkün değil, ancak kemiklerimi kırıp yeniden daha dar kalıpla birleştirsem belki daha düşük beden olurum.

Şimdiki homo sapienslerden önce yaşayan Neandertal insanlarının kemikleri oldukça kalınmış.  Neandertaller ortadan kalmadan evvel tabii ki homo sapienslerle çiftleşmişler, iki türün genleri karışmış. Şimdi modern insanın gen havuzunda %2.5 civarında Neandertal geni olduğu iddia ediliyor. Uzun zaman önce  kemiklerime bakıp, bendeki Neandertal genlerinin daha fazla olduğuna kanaat getirdim.

Sonuç olarak, yıllar içinde kalın bedenime rıza gösterdim. Zaten bu süreçte dünya nüfusunun büyük bir kısmı, el birlik hızlıca kilo alarak, benim bir dahlim olmadan, istatistiksel çan eğrisine göre kilomu daha münasip bir noktaya taşıdı.

Kilonun uygun olduğunu anlamak için kabaca bir yöntem var o da herkesin bildiği vücut kitle indeksi ( body mass index= BMI). Bunu hesaplamak için önce boyunun metre cinsinden karesini buluyorsun. Mesela 160cm isen,  demek ki 1,6 metresin, (1,6×1.6=2,56), sonra kilonu bu sayıya bölüyorsun, böylece BMI’ini bulmuş oluyorsun. Çocukluk çağında hesap çok daha farklıdır, ancak yetişkin insanların BMI 20-25 arası normal, 25-20 arası kilolu, 30’un üzeri ise şişman kabul edilir. Bunun üzeri ise evlerden ırak olsun.

Bu durumda 160 cm boyunda bir insan 51,2-64 kilo arasında normal, 64-76,8 kilo arasında kilolu, bunun üzerinde şişman kabul ediliyor. BMI, 35’in üzerinde ise artık çok daha tehlike altındasınız (160 cm için 89,6). Ancak eğer kemik kalınlığına göre 5 kilo altını ve üstünü almakta fayda var.

Bu hesapları yapınca son birkaç yıl obezite sınırına girmiş olsam da, ömrümüm çoğunu ya normal, ya da hafice fazla kilolu (overweight) biri birey olarak geçirmişim. Ancak hiç böyle hissetmediğim için, ömrüm boyunca hemen her türlü kilo verme diyetini denedim.

Diyetisyen eşliğinde kilo vermekte fayda var, ancak ben diyetisyenlerle pek anlaşamıyorum, çünkü yumurtayı ağzıma koyamam, onlar ise inatla insanı yumurta yemeye zorlarlar, oysa benim yumurtalı bir diyeti uygulamam imkansız.

Her şey metabolik hızına bağlı olsa da, genel olarak yaktığın kalori, aldığın kaloriden yüksek olursa kilo kaybedersin kuralını uygularsan kilo veriyorsun. Metabolik hız demek kabaca bedenin ısı üretme hızıdır, yani bazı insanlar diğerlerine göre daha kolay kalori yakarlar.

Kilosu fazla olan insanların genel olarak, fazla yemek yeme eğilimleri vardır, yediklerine oranla az hareketlidirler ya da metabolik hızları düşüktür. Son 40-50 yılda hem yediklerimizin kalorisi arttı, hem de giderek daha hareketsiz yaşamaya başladık, sonuç ortada, dünya üzerinde muazzam bir obezite salgını var.

Hal böyle olunca da her gün yeni bir tür diyet moda oluyor, kendi denediklerimden bazı örnekler vermek istiyorum.

Aşırı kalori kısıtlaması olan diyetler, kısa sürede birkaç kilo verdirseler de vücut kısa sürede artık kalori yakmamaya başlıyor, kilo verme duruyor. Üstelik böylesi kısıtlı diyetlere uzun süre uymak pek mümkün görünmüyor, kısa sürede bıkıp, daha da kısa sürede verdiklerinizin fazlasını geri alıyorsunuz. Daha da vahimi bedeninize kalori yakmamayı öğretmiş oluyorsunuz.

Aşırı denetimli, her şeyin ölçülü olduğu diyetleri uygulamak zaten mümkün olmuyor, her sabah aynı kibrit kutusu büyüklüğünde peyniri yemekten gına geliyor. Bazı diyetlerde ise çok egzotik şeyler öneriliyor, bunlara da uymak zor, mesela şiddetle önerilen xxx gıdasını bulamıyor, bulsanız tadını sevmiyor ya da para yettiremiyorsunuz.

Tek besin üzerine kurulu diyetlere de ancak kısa süre ile uyulabilir. Mesela her öğün lahana yemek benim gibi lahanaya bayılan birine bile baygınlık geçirtebiliyor. Ketojenik diyetler, taş devri diyeti, Dukan diyeti gibi protein üzerine kurulu diyetler ise oldukça sakıncalı, her şeyden önce ürik asit yükseltip, böbrekleri zorluyor, bağırsakları tembelleştiriyor. Kısa sürede verilen kilo, kısa sürede geri alınıyor.

İntermitant açlık, günün yarıdan fazlasında hiçbir şey yemediğiniz bir yemek düzenini ifade ediyor. Bu beslenme düzeni bazı insanlar için çok uygun, bazıları için ise çok zor yapılabilecek bir şey.

Detoks diyetleri ise hem zahmetli hem de kısa süreli diyetler. Gene de arada bir uygulamakta fayda vardır, mesela haftanın bir gününde sadece elma yiyerek, kilosunu muhafaza eden birini tanıyorum. Bu tür diyetleri özellikle premenstüel dönemde, vücudun daha az su tutması için uygulamak en iyi sonucu veriyor.

O halde bu tür kısa sürede bıkılacak uygulamalar yerine daha sürdürülebilir yollar aramak lazım.

Bu karantina zamanlarını kendime uzun süreli kilo kaybı zamanları olarak belirledim. Bu sayede istediğim kiloya henüz ulaşamasam da istikrarlı bir şekilde kilo veriyorum. Bir yılı aşkın bir süredir, son 20 yıl boyunca üzerimde biriktirdiğim fazlalıkları atma yolunda ilerliyorum.

Bir doktor olarak değil, bunca deneyimli bir diyet mağduru olarak, kilo vermek için yapılması gerekenler listesi hazırladım.

  1. Önce kilo vermeye çok içerden bir yerden, yürekten karar vermek gerekiyor. Bunun için motivasyon kişiden kişiye değişir, istediğim mağazaya girip, beğendiğimi alabilmek istiyorum cümlesi bile olur. İşi tansiyonumu düşürmek istiyorum, şekerimi düzeltmek istiyorum aşamasına getirmemekte fayda var.
  2. Bundan sonraki aşama kendi hayat tarzına göre yediklerinin azaltacak ve hareketlerini artıracak, sürdürebileceğin bir planlama yapmak. Bu aşamada kesinlikle aşırıya kaçmamak, mesela günde 6 saat ağır idman yapacağım dememek lazım. Çünkü sürdürülebilirlik çok önemlidir. Bir de kaç kilo vermek istediğine karar verebilirsin, ancak bunun için çok kesin bir tarih hedefi koymamakta fayda var, çünkü uzun bir yola başladın.
  3. Artık uygulamaya geçme zamanıdır. Yediklerin içerisinde sana dokunanlar olduğunu düşünüyorsan, onları diyetinden çıkart. Çoğu yetişkinde süt, guluten  intoleransı olabilir, bunları anlamak mesela çilek alerjisini anlamaktan daha zordur, çünkü tüketilen gıdaların çoğunda bulunurlar. Belki bu aşamada bir diyetisyen eşliğinde, eliminasyon (ayırma) diyetlerinden faydalanıp, hangi gıdanın sana uymadığını anlayabilirsin. Özellikle de ishal, kabızlık, ya da çeşitli bağırsak problemleri olanlar mutlaka bu aşamayı yapmalıdır. Bazı kişide birden fazla gıdaya intolerans olabilir, bu gibi durumlarda mutlaka doktor kontrolü öneriyorum.
  4. Bundan sonra yapacağın şeyler daha belirgin hale geldi. Eğer dokunan yiyecek varsa diyetinden çıkart, onun dışında her zaman yediklerinin üçte ikisini, ya da yarısını yemeye başla. Bunun kararı sana, yediğin yemeğin ve vereceğin kilonun miktarına bağlı. Gene sürdürebileceğin miktar olmasına dikkat et. Birkaç gün içinde açlıktan için süzülürse devam edemezsin.
  5. Hareketini artırmak için de kısa süreli aşırı kalori harcatan ve kolayca bıkabileceğin programlardan ziyade, yapmaktan keyif alacağın, sürdürebileceğin şeylere yönel. Özellikle yürüyüş için zaman ayır. (Bir arkadaşım kendine bir ev bisikleti alıp, her gün oynayan bir Brezilya dizisi bulmuştu, bu diziyi seyrederken pedal çevirerek, bir yılda 20 kilo verdi.) Hareket etmeden kilo verince kas kütlesi azalıyor, oysa amaç yağ kütlesini azaltmaktır.
  6. Artık beslenme ve hareket düzenini oturttun. Bundan sonra da işler kolay yürümüyor. Önce birkaç kilo veriyorsun, sonra artık veremez hale geliyorsun. Bu aşamada bazı şeyleri gözden geçirip yeniden düzene oturtmak gerekiyor. Yediklerini ve hareketini gözden geçir, yediklerini azalt, hareketini artır, ya da farklı bir hareket daha ekle. Mesela artık yürüyüş yanına haftada birkaç kez farklı bir spor ekle. İçtiğin suyu artır, kısa süreli (1-2 gün) detoks diyeti yap. En önemlisi umudunu kaybetme azimle yoluna devam et. Eğer arada yemeği fazla kaçırdıysan kendini affet, ama derhal kendine yeniden çeki düzen ver.
  7. Bu yolda yalnız yürüyeceğini unutma, belki kilo vermek için destek gurubun olabilir, ancak bir başkası senden daha çok kilo verdiyse hemen vaz geçme, her bedenin cevabı farklı olacak. Tekrar kendine hatırlat kısa sürede verilen kilolar kısa sürede geri alınıyor. Amaç kısa zamanda kilo vermek değil, kalıcı kilo vermekse bu işi uzun zamana yaymak en doğrusudur.

Son 15 ayda BMI’imi 34’ten, 28’e kadar indirmeyi başardım, amacım 26’ya inmek.

Bu kiloyu vermek için önce bir diyetisyen eşliğinde eliminasyon diyeti uyguladım. Çok kısa bir sürede bedenimin sütü istemediğini anladım, halbuki çok sever ve çok tüketirdim, şimdi artık süt içmiyorum, yoğurdu azalttım, peynir ise bolca yiyorum.

Akşam yemeklerini kaldırdım bir çeşit intermitant açlık uyguluyorum, bu benim bedenime oldukça iyi geldi. Süt dışında her şeyi yiyorum.

Her gün yürüyüş yapıyorum, bahçede çalışıyorum, yoga yapıyorum.

Uzunca bir ara (6 ay) bir kiloda takılı kaldım, inatla düzenimi devam ettirdim. Sonra bir anda yeniden kilo vermeye başladım. Şimdi gene kilo verme hızım düştü, ama kendime bir kilo hedefi belirlemiş olsam da bir zaman hedefi belirlemediğim için sorun yok.

Bu arada dışarıda yemek yememek de çok işe yaradı. Sosyal yemeklerde uzun süreli masada oturma ve sohbet arasında ne yediğinin farkında olmama gerçekten çok tehlikeli bir şey. Asıl mesele izolasyon sürecinden çıkınca, hayat alıştığımız düzene dönünce kiloyu muhafaza etmek olacak.

Şuraya eğlenceli bir şişman resim bırakayım dedim
Show Buttons
Hide Buttons