Category Archives: Aile ağacı ve biyografiler

BAHÇELERLE UĞRAŞMA ZAMANINI BAŞLATAMADIĞIMIZ, SU KRİZİ YAŞADIĞIMIZ ve ASKERİMİZİ UĞURLADIĞIMIZ HAFTA

Geçtiğimiz hafta ailecek duygusal bir olay yaşadık. Ege (yeğenim) Mart ayında paralı kısa dönem askerlik yapacak. Kendi aramızda kuluçka askerliği diyoruz, çünkü askerlik süresi bir aydan kısa, yani yumurtaya otursa civciv çıkartacak kadar var yok. Ancak askerliğin süresi önemli değil, üzerine yüklenen anlam önemli. Ablası Nil, en az iki aydan beri asker uğurlama havasına girdi. Vatan sana ev bana emanet / Aramasın gözler, o şimdi asker/ En büyük asker, bizim asker/ Keep calm and join army/ kız arkadaşı için; Tencerem var tavam var, asker yâriyim havam var/ yatağı için; Ege şimdi asker gibi pankartlar hazırladı. Bütün bir ay boyunca o konser senin, bu şenlik benim gezdirdi. Teslim için  Ankara’ya arabayla götürecekti, ama Ankara’ya kar yağınca, Bolu Dağını düşünerek, Ege’yi tek başına uçakla gönderdi. Hava alanına giderken, kendisi asker parkası ve kamuflaj şapkası taktı, Yaylalar, Yaylalar çığırarak, kardeşine tam bir asker uğurlama yaşattı. Ege de ablasından geri kalmadı, sanki Yemen’e gidiyor, telefonda bütün Türkiye ile görüştü yanılmıyorsam. Şu an itibarıyla oğlumuz teslim oldu, hayırlı teskereler diliyorum. Bir ay sonra artık askerlik de bittiğine göre evlenmek için mümeyyiz sayılır. Kısa mısa anlamam, oğlumuz asker oldu, bize ne oluyorsa fena halde havalıyız.

Köy hayatına gelince; Mart ayı bu yıl da, geçen sene olduğu gibi kazma kürek yaktıracak belli ki. Sözüm ona derece olarak hava sıcaklıkları fena değil, ancak resmen iliklerime kadar kar soğuğu hissediyorum.  Önümüzdeki hafta ortasından itibaren yine çok soğuk bir hava dalgası geliyormuş. Zaten cemreler sırasında havanın bozması, hatta kar yağması beklenmedik bir şey değildir. Umarım geçen yıl Mart ayında yağdığı kadar ağır bir yağış olmaz, bu yıl bizim köy çok kar almadı, ancak aşırı ayaz yaptı. Aslında 2 yıldan beri kış ayı bir hafta kış, bir hafta bahar şeklinde geçiyor. Gene bütün bademler, erikler çiçek açtı ve sanırım gene donacaklar.

Muhtemelen bahçede geçen yıl olduğu gibi don hasarı çok olacak, zaten şimdiden bütün lavantalar kurumuş gibi görünüyor. Geçen yıl Mart başında köydeki metruk bir bahçedeki reçellik gülden çelik yapmıştım, çelikler birkaç günde yaprak vermeye başladıktan sonra yağan karda donmuştular. Bu yıl biraz akıllandım, bu kez çelikleri bir saksıya dikip evin içine aldım. Nisan ayında gece sıcaklıkları 10 derece üzerine çıkana kadar evde bakacağım. Ekim ayında ise bahçedeki yerlerine dikeceğim. Umarım bu sefer başarırım.

Bu yıl kış sebze bahçesi de ağır hasar aldı, artık nasıl bir kuru soğuk yedilerse karalahanalar, pazılar bile dondu. Önümüzdeki kış naylonla malç yapacağım, sistemi öncelikle yaz bahçesinde deneyip, öğrenmek istiyorum. Aslında bu ay ağaçlara budama, ilaçlama, yabani otlarla çeşitli yöntemlerle mücadele etme zamanı, ancak bir türlü işlere başlayamıyoruz. Çünkü o kadar çok yağmur yağdı ki tarlalar balçık halinde, çalışmaya uygun değil. Beklenen soğuktan sonra ne halde olacak o da hiç belli değil. Umarım Martın son yarısı havalar iyi gider de ramazan gelmeden işlerin çoğunu bitirebiliriz, yoksa oruçlu işçiyi nasıl çalıştıracağım?

Köyde yaşarken öncelikler sıram, düşünce sistemim tamamen değişti. Çalışırken, son yıllarda kar yağdığı günler işe gitmiyordum, her şeyi telefonla idare ediyordum, kar bir çeşit tatil zamanıydı. Evde tembellik yaparak kendimi ödüllendiriyordum, şimdi ise bu ayda tembellik yapmak zorunda kalmak ceza gibi geliyor.

Gelelim köydeki aksaklıklara, ama önce köyde yaşadığımız krizin bende uyandırdığı anılarla başlamak istiyorum.

Yıllar önce İbrahim Özen, yeni başhekim olmuştu (sonra dekanlık, rektörlük de yaptı). O dönemde hastaneye yeni kısımlar eklenmemişti, bütün hastane; dekanlık, idari bölümler, poliklinikler, laboratuvarlar, derslikler, kantinlerin bulunduğu, en yüksek yeri 4 katlı olan binalar kompleksi halindeydi. Tek istisna, 11 katlı servis bloğuydu. Bu hastane söylentiye göre mimarlık ödülü almış bir binaydı, bana sorsan mimar başarısızlık ödülü almalıydı; çünkü bütün servislerin bulunduğu kata çıkan son derece yetersiz asansörleri vardı, hasta bekleme salonları geçiş koridorundaydı, en mahrem odalara bile elinizi kolunuzu sallayarak girebiliyordunuz, sekreterlikleri yoktu, daha ne sayayım; binada yangın merdiveni bile yoktu. Bence hiç hastane binasına benzer bir yeri yoktu. O kadar kullanışsız bir binaydı ki, yıllar içerisinde; koridorlara, oraya buraya yapılan eklentiler, kapılar ve bir sürü değişikliklerle günden güne iyice labirent halini aldı, şimdi gitsem, yıllarca çalıştığım binada yolumu bulabilir miyim bilmem.

İbrahim Beyin, baş hekim olur olmaz ilk işi, yüksek olan bloğa bir yangın merdiveni yaptırmak oldu. İronik olarak hastanenin tarihinde bildiğim kadarıyla tek yangını işte bu yangın merdiveni inşaatı sırasında kaynak makinesinden çıkan bir kıvılcım başlattı. Yangın intörnlerin yattığı sünger yatağı tutuşturdu, çok çabuk yayıldı, inanılmaz etkili görüntülü ve  çok zehirli dumanlar çıkarttı. Ayrıca içinde mutfak tüplerinin bulunduğu mama mutfağını tehlikeye soktu. Yani eğer hızlıca müdahale edilmese patlamalar olacak, durum çok daha beter hale gelecekti. Trabzon’da itfaiyede ne kadar yangın söndürme aracı varsa gelmişti. Ben ancak yangın söndürüldükten sonra yetişmiştim.

Her musibette bir hayır vardır misali, yıllarca uğraşıp oradan başka bir yere taşınmasını sağlayamadığımız mama mutfağı bu kez mecburen yer değiştirdi. Bunun dışında aklımda kalanlar ise yangından tüpleri kaçıran, kimseyi incitmeden hastaları servisten boşaltan doktorlar ve hastane personeli, solunum cihazındaki hastaları uzaklaştıramadıkları için ailelerini tahliye edip hastalarının başlarında kalan kahraman hemşireler. Yeri gelmişken sağlık personeline yapılan saldırıları bir kez daha kınıyorum.

Köyümüzde an itibarıyla bir çeşit su krizi yaşıyoruz, peki su kriziyle bu olayın ne ilgisi var? Vallahi her iki senaryonun kurgusu birbirine çok benziyor. Yönetici uzun süreli bir sorunu çözmeye çalışırken, yaptığı şey, önlemeye çalıştığı en kötü ihtimale sebebiyet veriyor. Murphy kuralları iş başında mı desem, ne desem bilemedim.

Köyde aslında su meselesi olmaması lazım, şebeke suyumuz orman içindeki kaynaklardan geliyor. Köyde ayrıca tatlı su dedikleri ve bölge halkının içmek için çok tercih ettiği, kaynağı, tadı, deposu, şebekesi farklı çeşmesi de var.  Evlerdeki musluklardan akan su ise birkaç kaynaktan besleniyormuş (ben sadece bir kaynağını gördüm). Orman içinde gözesinin bulunduğu yerde bir depo var, muhtemelen diğer kaynaklarda da bu şekildedir bilmiyorum. Köye gelen suyun ana deposu ise köyden 700/800 metre uzakta, evlerden biraz yukarıda mezarlığın bir yerde bulunuyor. Salgında doğa yürüyüşü yapacağım diye etrafı geze, geze her yeri keşfettim.

Eski depo küçüktü, suyu bazı yıllar yaz aylarında, özellikle de hayvanlara su içirme saatlerinde yani akşam 17/ 21 arasında ihtiyacı karşılamıyordu (Allah tarafından bu saatlik kesintilerden ürküp, eve bayağı kallavi bir su deposu yaptırmıştım, bu hafta can kurtardı). Bu depo bize günlerce yetebilir, ancak bizim Nermin su tasarrufu diye bir şey bilmez, günde en az 50 kere el yıkar, her el yıkamada benim saç yıkadığımdan daha çok su akıtır. Su deposu en alt katta olduğu için suyun üst katlara çıkması için motor çalışıyor. Her musluk açışta, sifon çekişte evde baykuş gibi öten motor sayesinde hiç birimizde uyku filan kalmadı. Malum hepimiz belli yaşın üzerindeyiz, gece WC hiç boş kalmaz. Sabaha kadar bir sifon, bir baykuş sesi, bir el yıkama ritüeli, bitmeyen bir baykuş sesi, bir sifon, bir baykuş, bir el yıkama, bir baykuş, aralarda yarım saat baygın düşüyorsak, bütün uyku o kadar.

Muhtarımızın seçim propagandasında köye daha büyük bir su deposu yaptırmak vardı. Gerçekten de eski deponun 3-4 katı büyüklükte yeni bir depo daha yaptırdı. Ama su kış aylarında zaten yettiği için, yeni depoyu kullanıma sokmak için havaların düzelmesini bekledi sanırım. Geçen hafta Salı günü, yeni depo şebekeye bağlanana kadar birkaç saat su kesintisi olacağını anons ettiler ( duyurular, camiden anons ediliyor). Buraya kadar her şey çok güzel, ancak 2 saat bile sürmeyeceği sanılan su kesintisi tam tamına 3 gün sürdü.

Yeni deponun contalarında bir sıkıntı varmış, onunla uğraşırlarken şebekeye muhtemelen taş ya da bir alet kaçtı ve boruyu tıkadı. Bu kez tıkalı yeri bulmak için şebeke hatlarını kazdılar, bir noktada kepçe çamura battığı için durmak zorunda kaldılar. Depo ile köyün arasında tarlalar, harman yerleri var, bu bölgenin bir özelliği de çok bol suyu var, hatta kendi kaynakları var, bu mevsimde bayağı bataklık halini alıyor. Bu yıl zaten çok yağmur aldık, yerler dize kadar balçık.

Bundan sonra, balçık kısmı atlayıp, suyun köye giriş noktasında, tatlı suyun deposunun hemen yanında, kazı yaptılar, bu noktaya su gelmiyordu. Belli ki kazı yapılan iki nokta arasındaki 400 metrelik boruda bir tıkanma var. Önce iki uçtan hortumlar sokuldu, olmadı. Belediyeden araç getirtildi. Bu arada tuhaf araçlar var, hortumunun ucunda tıkır, tıkır ses çıkartan kırma kafası olan, bizim endoskopi cihazları ( daha da benzer olarak idrar yolları taşı kırma cihazı) mantığına göre işleyen (bizimkinde optik özellik yok, yani hortumun diğer hortum içindeki hareketini gözlemek mümkün değil) bir cihazdı, bu da işe yaramadı. 

Sonunda bir kepçeyi, bataklık alanda gidebileceği son noktalara kadar ilerletip tarlalarda ve iki yeni kazı daha yapıldı. Sonuçta borunun tıkalı olan kısmını 100 metreye kadar indirebildiler. Bu iki nokta arasına toprağın üzerinden salma boru ile bağlantı yaptılar. Şimdi evlerde basıncı az da olsa musluklardan akan su var.

Pazartesi günü bu kez deponun contaları değişecek, umarım suyumuz artık tam randımanlı bağlanır. Baykuş susar.

Bir de önümüzdeki hafta Sibirya soğukları gelecekmiş, muhtarı açıkta kalan borudaki suyun donmaması için, boruyu kapatmaya ikna ettim. O bölgeye makine soksa batar, bence naylona sarıp, saman ile kapatarak boruları donmaktan koruyabilirler. Saman nereden aklıma geldi derseniz, zaten açıkta olan borunun her iki ucunda saman balyası depoları var, yani samanı taşımak bile gerekmeyecek. Toprak kuruyunca da usulüne uygun gömerler artık.

Vallahi baykuş sesini kesince evde 3 gün 3 gece temizlik var.

Askerimiz
Asker uğurlaması, Nil asker kıyafetinde
Gül çeliklerim
Solda yeni, ortada eski depo,
en sağda mezar
Batakta araç tekerlek izleri, solda görünen saman deposu ile arkada en sağdaki saman deposunun arasında su borusu şimdilik açıkta
Borunun tıkalı yerini bulmak için nafile kazılar da yapıldı

NİL, NİLOŞUM, ‘DOKDOK AYŞEM’İN BEBİŞİ, ŞİMDİ HEPİMİZ ONUN BAŞINA KALDIK; AYRICA BU İZOLASYON GÜNLERİNDE BİZİM BARBİ BEBEĞİMİZİN İÇİNDEN BİR MUTFAK CANAVARI ÇIKTI

Geçen ay kuzenim ve eşi de salgına yakalandılar. Sibel, evde 2 haftada, Orhan ise 10 gün evde, 10 gün de hastanede, toplamda 3 haftada nihayet hastalıktan tamamen iyileştiler.

Yılbaşında nihayet, İstanbul’da yaşamakta olan çocukları Nil ve Ege, anne ve babalarını görmek için Trabzon’a gelebildiler. Çocukların ikisi de İstanbul’da avukat olarak çalışıyorlar. Yılbaşındaki 4 günlük genel sokağa çıkma yasağının başlamasından hemen önce, 31 Aralık günü en son tarifeli uçakla Trabzon’a geldiler.

En sonunda sağlıklı bir şekilde bütün aile güzel bir yılbaşı yemeği yediler. O gece, görüntülü konuşma yaptık, Ege annemin yemeklerini çok özlemişim hiç yemedimse birkaç kilo yemek yedim diyordu, yani hepsinin keyfi yerindeydi.

Bir gün sonra çocukların telefonlarına bindikleri uçakta koronalı vaka olduğunu bildiren bir mesaj gelmiş. Böylece, 5 gün karantinada kalmaları, sonra da test yapmaları gerekti.  Sözüm ona anne ve babalarının koronayı atlatmaları şerefine Trabzon’a geldiler, neredeyse kendileri de hasta olacaktı. Neyse ki, havaalanında ve uçakta maskelerini hiç indirmemişler ve her ikisi de negatif çıktı ama Trabzon’da kalış süreleri mecburen uzadı.

Sibel ve Orhan’ın sağlığı düzeldiği ve çocuklarda da hastalık çıkmadığı için bu fazladan bir hafta hepsine ilaç gibi geldi.

Nil, bizim ailenin avukatlığını yaptığı için miras meseleleri yüzünden sık sık memlekete gitmek zorunda kalıyor. Muhtemelen uzun zamandan beri memlekette olup da deli gibi o adliyeden, bu adliyeye koşmak zorunda kalmadığı tek zaman, bu fazladan kaldıkları hafta oldu. O kadar boş durmaya alışık değil  ki, Nil yatak bazalarını filan karıştırıp, annesinin gelinliğini çıkarmış, üzerine denemiş, resim çektirip bize de göndermiş.

Nil bizim aile için çok değerlidir. Anne tarafımdan, dayımın oğlu Emre’nin doğumundan neredeyse çeyrek asır sonra doğan ilk bebektir. Teyzemin kızı Sibel, benim fakülteden sınıf arkadaşım Orhan Özgür ile evli (tanışmaları vs tamamen benden bağımsız gelişti). Ben Elazığ’da mecburi hizmetteyken Sibel hamileydi. Bizim aile için yeni bir bebeğin beklentisi o kadar sıra dışı bir olaydı ki, arkadaşlarıma meclise kanun teklifi verip, İstiklal marşına ‘artık bizim de bir ceninimiz var’ cümlesinin eklenmesini istemeyi düşündüğümü söylemiştim.

Mecburi hizmetimin birinci yılının bittiği günlerde Nil doğdu. Bundan sonra benim Nil ateşlendi dedikleri anda akşam otobüse atlayıp, sabah Trabzon’a gitme günlerim başladı. Sibel, sabah kapıyı açıp da beni karşısında görmenin rahatlığını anlatır hep.

Nil sağlıklı ancak, mızmız bir bebekti, hiçbir şey yemez, uyumaz, kusup dururdu. Biraz büyüyünce çok sık bademcik enfeksiyonu geçirmeye başladı. O dönemlerde ona  epeyce iğne yaptırmışlığım vardır. Bana bu nedenle  ‘dokdok Ayşe’ derdi ve benden çok korkardı. Bir gün Sibel’e uğradığımda bana kapıyı Nil açtı, hemen başını bir omuzuna eğerek suçlu gibi uzaklaştı. O zaman çocuğun beden dilinden hasta olduğunu anlamış, yakalayıp muayene etmiş ve sakındığı kulağında enfeksiyon saptamıştım (Henüz annesi bile hasta olduğunu anlamamıştı). Sanırım lisedeyken falan, bir gün bana ‘ben senin acısın yara olsun diye iğne yapmadığını ancak anlıyorum’ demişti. O zamana kadar demek ki beni işkencecisi olarak görmüş.

Atak bir bebekti, çok çabuk yürüdü ve konuştu. Daha bebekken ne kadar süslü bir kız olacağı belliydi. İki ayağının üzerine dikildiği gün, bebek botlarının üzerine topuklu terlikleri geçirdi, o topukları tak tak, sabahın seherinden gece yarılarına kadar, dur durak bilmeden, alt kat komşusunun tepesine, tepesine çaktı. Annesinin topukluları haricinde makyaj malzemelerine de kısa sürede ortak oldu. Giyim kuşamıyla ilgili oldukça önemli moda anlayışı vardı. Örnek olarak dayısının düğününde üşüdü ama elbisesini örtmesin diye hırkasını giymedi, saatlerce kolunda taşıdı, ki o zamanlar sadece 18 aylıktı. 

Konuştuğu ilk kelimeler de mama, anne gibi beklenen kelimeler değildi, ruj, şampoo, aykabı gibi süsüne uyacak kelimelerdi.

Hiçbir şey yemez, hiç kilo almaz, ancak sürekli boyu uzardı.  Gerçekten de gayet zayıf bir bebekti, o kadar ki komşular Sibel’e çalışan bir anne olarak çocuğuna bakamadığını telkin etmeye başlamışlardı. Oysa barbi bebek gibiydi (şimdi de öyle). Bir akşam Sibel’le birlikte üniversite kampüsünde yürümeye gittik. Bırakacak kimse olmadığı için Nil’i de götürdük. Annesi ona pembe bir eşofman giydirmişti. Bizim kız sevinç içinde bir sağa bir sola koşup durdu. Kısa sürede; Nil önde, bağdan çözülmüş gibi bir o kaldırıma bir bu kaldırıma koşuyor, biz çocuğu kaybederiz korkusuyla arkasından koşuyoruz. Nil’i her gören de sevmek için çığlık atıp peşine seğirtiyor, bizimki iyice çıldırdı, sevinç çığlıkları içerisinde koşa koşa, bizi de peşinden koştura koştura resmen canımıza okudu. İlk yürüyüş sonuncu yürüyüş oldu böylece.

Feminist bir çocuktu. Nil daha 4 yaşındayken annesi birkaç aylığına yurt dışına gitmişti. Bir gün Nil yemek yesin diye ‘bak yemezsen annen gene seni bırakır gider’ diye tehdit eden bir aile büyüğüne, ‘annem beni terk etmedi ki, okumaya gitti, gerekirse gene gider, benim yememle ne ilgisi var’ diyerek hayat dersi vermişti.

Uzun yıllar kendi neslinin tek ferdi olarak ailenin prensesiydi. İstediği önünde istemediği arkasındaydı. Aslında bir şeyler istemeyi de çok iyi bilirdi. Örnek olarak diyelim, ona bir etek alırsan, sana defalarca teşekkür eder, nasıl en sevdiği eteği bildiğini sorardı. Seni iyice mest ettikten sonra da bu eteğe uygun kazağı alacağın için teşekkür etmeye başlardı. Mecbur kalır kazağı da alırdın.

Öyle bir çocuktu işte, ilk okula başlarken, okul ayakkabısını almak için çarşıya götürdüm, bir ayakkabı bir de bot alarak eve döndük. Gene ucuz atlatmışım, bir raf dolusu ayakkabı da aldırabilirdi.  Bu ayakkabı konusunu daha önce de yazmıştım.

Biraz daha büyüdüğü bir zaman, sanırım 10-11 yaşlarında olmalı, bir arkadaşımla Pazar’a gitmiştik. Evden Sermin’i de alıp, arkadaşımı Ayder kaplıcasına götürecektim. Nil’in de çok hoşuna gideceğini bildiğim için onu da götürmek istedim. Nedense hiç canı istemedi, neredeyse zorla kandırıp götürdük. Kaplıcaya gidince oraya bayıldı, kendini  sıcak su havuzuna attı, bir türlü çıkmak bilmedi, sıcaktan bayılacak diye ödüm koptu.

Sonra bu prenses, hukuk okudu. Şimdi İstanbul’da bir özel büroda çalışıyor. Kardeşi de ablasının yolunu izledi, o da İstanbul’da hukuk okudu. Nil böylece Ege’nin sorumluluğunu da üstlenmiş oldu.

Sonra bizden önceki nesil çok eksildi, bir sürü miras ve mahkemelik işler çıktı. Nil hepimizin avukatı oldu. Salgın sırasında işlere devam edebilmesi için tam da sokağa çıkma yasağı başlamadan bir gün önce ona geniş yetkili velayetlerimizi verdik.  Çocuk bir taraftan bizim neslin bütün hukuki sorunlarının sorumluluğu ile boğuşuyor. Bu da hiç kolay bir iş değil, banka hesaplarımız kapatmak, evlerimizi satmak, vergilerimizi ödemek, mahkemelerimizi takip etmek, zavallı kıza miras hukuku konusunda gayri resmi mastır yaptırdı demek az bile.

Bir taraftan çalışıp, bir taraftan da gerçekten mastır yapıyor. Bu da yetmezmiş gibi kardeşinin de sorumluluğu onda. Bu izolasyon döneminde daha önce hiç yapmadığı şeyler yaptı. Önceden hiç yemek yapmazdı, sürekli dışarıdan isterlerdi. Şimdi her sabah kalktığında Ege acaba ne yer diye düşünüp, ona göre yemek yapıyormuş. Artık, o da pek çok izolasyon mağduru hatun gibi bir fırın açabilecek kadar deneyim kazandı. Yılbaşında abartıp, zencefilli kurabiyelerden ev yapmış, bu kadarına ben bile pes diyorum artık.

Geçen gün Emre dayısının yurt dışından bir türlü becerip de kapatamadığı banka hesabını Nil kapatmış. Bunu duyunca, benim bir süre emekli maaşımı aldığım bankadan bir türlü kapatmayı başaramadığım hesabımı da Nil’e havale ettim. Sonra da çok acıdım garibime; öyle ya Nil internetten alış veriş yapamadım sen al, Nil bana uçak bileti ayarla, Nil evimi sat, Nil hesabımı kapat. Çocuk hangi birimizle uğraşsın? Başına kaldık garibimin, çok işi var, çok.

çocuklar ve havaalanındaki maskeler, Nilin zencefilli evi
Sibel de Orhan da artık iyiler
Nilin mutfak hali
Nil ev sefası sürerken

MERAK KONUSU OLAN KURU M’CUMU, TRABZON’DAKİ EVLERİN İSİMLERİ VE BAYRAM ROTASINDA BÜYÜK AİLENİN ÖZEL İSİMLİ EVLER GELENEĞİ 2

Aslında ismi olan evler bizim aile geleneğiymiş, bunu geçen yazılarımda fark ettim. Pazar’daki aile evlerinin de hemen  hepsinin ya bulundukları mevkiden ya da içinde yaşayan insanlardan gelen isimleri vardı.

Dedemin babasının yani Hasan Ağanın evi, çarşının biraz üzerinde ‘Büyük Ev’ denilen tarihi taş binaydı. Bu ev, Pazar çarşısına biraz yüksekten bakan, Çitat (Aktepe) köyünün yolu üzerinde, siyah taştan yapılmış, oldukça görkemli bir binaydı. Evin bu 3 katlı, ancak oldukça harabe halini ben biliyorum. Sonradan çok ortaklı olan bu evin yerine apartmanlar yapılıp herkese hissesi karşılığında daire verildi.

Hasan Ağa, her odasına bir oğlunu ve ailesini yerleştirdiği bu evde yaşamış. Dedemin babası olan Hasan Ağa, gerçek bir derebeyi, sözü kanun yerine geçiyor. Hasan Ağa bir gün, gece bir rüya görmüş, sabah kalkınca da orijinali 5 katlı olan evin üstteki 2 katını yıktırmış.

Aslında galiba bu büyük evden önce o bölgede bir başka ev daha varmış ve yandıktan sonra büyük ev yapılmış. Bu evin geride kalan ‘ongure’sini İsmail Amca, Mualla Teyzeme vermiş. Çünkü teyzem, Muş’ta yaptığı mecburi hizmetini bitirip, hakim olarak çalışmak üzere geri dönmüş, İsmail Amca da kitaplık yapması için yıllardan beri öylece duran koca kalası teyzeme vermiş. Bu kalasın teyzeme verildiğini duyan kuzenleri gidip kalası 5 eşit parçaya bölmüşler iki parçayı alıp ve üç parçasını teyzeme bırakmışlar. Teyzem de tahta yetmediği için dolabın alt kısmını bu tarihi tahtadan, üst kısmını ise uygun başka bir tahtadan bir kitaplık yaptırmış. Bu kitaplık daha sonra yıllarca Pazar’daki evde balkonda mutfak kileri olarak kullanıldı. Şimdi tamir ve restore edilmiş haliyle bizim evde duruyor.

Tekrar ‘Büyük Ev’ dönecek olursak, benim anneannem (Anneler, Sare Hala) de ilk gelin olduğu zamanlarda, diğer gelinlerle birlikte bu evde yaşamış. Her odada başka bir gelin yaşayınca her biri, işleri bir başkası yapsın diye bekler, işler ortada kalırmış. Anneler bir seferinde şöyle bir olay anlatmıştı; mesela bir hayvan kesilir, bir odada çengele asılırmış, tabii bundan sonra etin parçalanma ve pişirilme işleri var, bayağı iş yani. O gelin öteki yapsın, bu gelin beriki yapsın diye diye bekler, eti çengelde çürüttükleri olurmuş. Anlaşılan bu klan halinde kalabalık yaşam  artık çekilmez olunca, Hasan Ağa oğullarının evlerini ayırmış, topraklarının her birine bir oğlunu yerleştirmiş.

Benim dedeme düşen mülk Pazar’ın girişindeki denizin içerisindeki bir kayanın üzerindeki ‘kız kulesinin’ çok yakınındaki topraklardı. Bu kule Karadeniz sahili boyunca devam eden, Cenevizlilere ait bir gözetleme sisteminin bir parçası olan bir yapıdır, ancak ‘Kız Kulesi’ olarak bilinir.

Dedeme ait bu arsadaki evi de ‘Kız Kulesi’ diye anıldı. Gerçi benim hayal meyal hatırladığım ilk ev yıkılıp yanına şimdiki ev yapıldı, ama adı hep aynı kaldı. Son senelerde yapılan tadilatlarla iyice büyütüldüğü ve Sermin’in de o zamanlar içinde yaşadığı bu eve sanal ortamda tarihi aile evine atıfta bulunarak ‘Büyük Ev’ ismini takması sonucunda, ismi değişti, Kız Kulesi, Büyük ev olarak anılmaya başlandı.

Benim çok az hatırladığım ilk evin yerinde şimdi 2 apartman yükseliyor. Bu eski evin avlusunun sahildeki çakıl taşlarından yapılmış bir mozaikle kaplı, mutfak zeminin toprak, çengeline sürekli kazan asılan bir ocak olduğunu hatırlıyorum. Gene  oturma odasının divanla çevrili olduğunu, arka odalardan birinin gene tavandan asılan sepetler içinde yiyecek saklandığını, üst kattaki odaların duvarlarına gömülü yıkanma yerleri olduğunu ve her nedense üst katın bazı noktalarında zeminin sallandığını da hatırlıyorum. Aslında bu evden o kadar küçükken ayrılmışım ki, bu kadar çok şeyi hatırlamam şaşırdılar.

Akraba evlerini ise Mualla Teyzemin bayram ziyareti rotasına göre yazayım.

Mahsar Beyin Evi (daha önce Azize Hanım? ) diye bilinen ev ilk ziyaret durağıydı, çünkü Pazar’ın batı çıkışında, gidilecek diğer evlerin ters yönündeydi. Kız Kulesinin hemen yanındaydı, şimdi üst o evin yerinde tünel var, evi üst yola yakın bir yerde yenilediler.

Buradan sonra Musa, Şermin, Yılmaz Telatarlar ve çocuklarının evi olan  Gaba’ya gidilirdi. Bu ev de (geçen yazıda kurabiye yediğimiz diye yazmıştım, Pazar’ın doğu çıkışındaki evdir. Şimdi hala eski haline en yakın duran ev olabilir.

Bu evden sonra ya da önce Annelerin genç kızlık evi olan Bulep’e uğranırdı. Bu evde bizim çocukluğumuzda büyük teyze ve yeğenleri yaşardı. Büyük teyze dediğim, Annelerin kız kardeşi,  Tahsin Bekir Balta ile nikahlı olup da hiç birlikte yaşamamış olan Mürüvvet Teyzedir.

Bu evden İsmail Amcanın, Çarşının üzerinde, Çitat yolunun başlangıcındaki evine gidilirdi.  Beylik; Asiye Halanın hamsili ekmeklerini, salatalık eşliğinde yediğimiz ev.

Buradan çarşıdaki akraba evlerine inilir, Halit Ağanın evine ( su börekleriyle meşhur), Ziya Basanın, Macit Amcaların evlerine gidilir. Dönüş yolunda da tabii eğer Gabadan önce gitmediyse Fazile Teyzenin evine uğrayıp limonata içip dönülürdü.

İkinci gün ise Zeynep Halanın, Ardeşen’deki evine gidilirdi. Bu ev de, bu güne kadar, orijinal haline göre bir duvarla ortadan ikiye bölünmüş olması haricinde aslına oldukça yakın bir şekilde muhafaza edilebildi.

Telatar, Balta, Basa akrabalardan yazım için yeni anılar ve revizyon istiyorum.

Eski evden getirdiğimiz orada hurdaya atılmış bir sefertası
Büyük ev
Büyük ev harabeye dönmüştü

iç görüntü
Kız kulesinin bahçeden görüntüsü
Kısmi restorasyon,
son hali

MERAK KONUSU OLAN KURU M’CUMU, TRABZON’DAKİ EVLERİN İSİMLERİ VE BAYRAM ROTASINDA BÜYÜK AİLENİN ÖZEL İSİMLİ EVLER GELENEĞİ 1

Karadeniz’den çıkıp da dünyanın tropikal bölgeleri hariç, her neresine gidersen git kendini ‘sudan çıkmış balık’ gibi hissetmemek elde değil. Sudan çıkmış balık betimlemesini asla ‘darb-ı mesel, özlü söz, atasözü’  (kendini garip, acemi, yalnız hissetmek) anlamıyla kullanmadım. Karadeniz bölgesinde hava o denli nemlidir ki, bir çok gün neredeyse solungaçlarınızdan nefes alırsınız, bölge dışında karaya çıkmış gibi olursunuz.

Yağmurlar, her yıl tekrarlayan seller, heyelanlar zaten biliniyor, ancak yağmayan/havada asılı kalan sular da çok önemlidir. Havadaki nem oranı % 90’nın üzerine çıkan bir bölgede yaşamayan kimse ‘ıslak havada’ yaşamanın ne demek olduğunu tarifle anlayamaz.

Çanakkale’de de bayağı nem olmasına karşın, bir Karadeniz kızı olarak hava bana oldukça kuru geldi. Mesela deniz kenarında yemek yiyorsun, tuz, tuzluktan kolayca akıyor, Karadeniz’de böyle bir şey mümkün değildir, tuzlukların içinde, nemi alsın diye yarıya kadar pirinç bulunur, gene de tuz akmaz.

İşte bu tuzluktan kolayca akan tuz benim o kadar dikkatimi çekti ki, yaşadığım evin adını ‘Kuru Tuz’ koymaya karar verdim ( İsim koyarak eve bir kişilik atfetmek, emekli hayatıma bir romans kazanmak istedim).

Bizim kızların da bu isim çok hoşuna gitti. Fakat bu ismin de bazı sakıncaları var, çünkü bol parası var anlamına gelen ‘tuzu kuru’ sözüyle karışıyor. Ayrıca, bu evde hiç evlenmemiş ve yaşları kemale ermiş 3 kız kardeş olarak yaşayacağız, ‘kız kurusu’ terimini de kolayca çağrıştırıyor. İsmin anlamı ise çok hoşumuza gitmişti, vaz geçmek istemedik. Kuru ve tuz kelimelerinin Lazcasını öğrendik, sonunda duyuluşu en güzel olan okunuşu ‘kurucumu’ yazılışı ‘kuru m’cumu’ da karar kıldık. Yani yarısı Türkçe yarısı Lazca bir isim.

Daha sonra bahçe kapısının yanındaki dik duvarı yaptırınca,  kocaman bir tabelaya KURU M’CUMU yazdırıp, tabelayı yoldan geçenlerinde de görebileceği şekilde, duvar tepesindeki badem ağacının altına diktim. Şu anda duvarda çıkan yabani sumak ağaçları tabelamı kapattılar, ancak sonbaharda yazıyı tekrar ortaya çıkartacak şekilde budama yapacağım.

Gerçi şimdi isim düşünsem, ‘Boreas Vadisi’ gibi bir isim koyardım, ama bölgedeki herkesin merakını çeken bu isim eve çok yakıştı diye düşünüyorum.

Neden eve bir isim vermeye bu kadar önemsediğimi ise geçen yazımı yazarken anladım. Çünkü ben neredeyse bütün hayatımı bir ismi/lakabı olan evlerde geçirmiştim.

Trabzon’da doğduğum ve çocukluğumun büyük bölümünü geçirdiğim Kunduracılar Caddesindeki apartmanın özel bir ismi yoktu, ama yazları yaşadığımız evin adı ‘Yıldızlı’ idi, oysa o evler ‘doktor evleri’ olarak bilinirdi. Tuhaf olan şudur ki Yıldızlıda diğer evde geçirdiğimiz zamanın belki yüzde beşi kadar zaman geçirmişizdir, ancak çocukluktan kalan anıların büyük çoğunluğu ismi olan evde geçmiştir.

Yıldızlı aslında evin içerisinde bulunduğu/ ya da komşu köyün adıydı, ama ev gerçekten yıldızlıydı. Şimdi şehrin içerisinde kalan bu bölgede, çocukluğumda hemen hemen hiç yapay ışık yoktu, geceleri bütün samanyolu ve takımyıldızlar gözlerimizin önüne serilirdi. Sürekli denize girip, bol bol derine daldığımız için sık sık kulağım ağrır, gece uyuyamaz, balkonda kapkaranlık ve uçsuz bucaksız denizi ve gökyüzünü seyrederdim. İlk yıllarda yüzüm denize dönükken sağ tarafta Trabzon, sol tarafta Akçaabat’ın ışıkları görünürdü (sonradan kapandı), gene de benim görüşümdeki göğü aydınlatmıyorlardı. Önümde uçsuz bucaksız Karadeniz manzarası olunca gökyüzünün seyrine doyum olmuyordu.

Trabzon’da Kunduracılar Caddesindeki evden sonra en uzun süre yaşadığım ev de ‘Güneş Hanım Apartmanı’ olarak bilinirdi, oysa apartmanın ismi yoktu, sırf teyzemin evi olduğu için herkes bu ismi takmıştı. Adres söylemez, sadece Güneş Hanım Apartmanı derdik herkes anlardı. Hatta sonradan bir ‘Güneş Apartmanı’ yapıldı, postacılar bir müddet, oraya gelen mektupları bizim eve taşıdı durdular.

Güneş Teyzem (Güneş Dobrucalı), Trabzon’da, Güneş Hanım ya da Hakime Hanım olarak tanınır ve sanırım son 50 yılda adını duymamış çok az insan vardır. Ben daha bebek iken Nasuh Eniştemle evlenmişler, uzun yıllar boyunca bizim apartmanın en üst katında oturdular. Ben Sibel’in olmasa da Ahmet’in doğumunu hatırlıyorum. Teyzemin çocukları da çoğu zaman bizim evde olurlardı, sonuç olarak ev çocuk yuvası gibiydi.

Teyzem ve eniştem çok uzun yıllar Trabzon’da hakim olarak çalıştılar.  Teyzemin mesleki anılarının bazıları fıkra gibidir.  

Bir gün orta yaşın üzerinde bir köylü kadını ruhsatsız tabanca taşıdığı için duruşmaya çıkartmışlar. Tabanca taşımak bölgede o denli normal karşılanan bir şeydir ki anlatamam. O zamanlar bölgede bol bol silahlı çatışma olur, bir kasabadan vurgun geldi mi, peşi gelirdi, bir günün içerisinde aynı ailelerde birkaç ölü, onlarca yaralı olması sıradan olaylardı.

Şimdi bile yaylaya çıkan herkes, tabancasına sarılıp birkaç şarjör kurşun sıkar. Trabzonspor maç kazanınsın, çevreden gelen silah seslerinden savaş çıktı sanırsınız.

Teyzem de kimseye kurşun atmamış bu kadını biraz azarlayıp, bir daha silah taşımaması için iyice korkutup, salıvermeyi düşünmüş. Kadın karşısında ayakta duruyor, teyzem ise kürsüsünden kadına ‘yaşından başından utanmıyor musun, silah taşımak da neyin nesi, hem de ruhsatsız’ anlamında söyleniyor. Konuşmayı iyice anlasın ve korksun, bir daha silah taşımasın diye uzatıyor. Kadın teyzemi uzun uzadıya, başı önde sessizce dinliyor, inkar edecek hali de yok, çünkü silah üzerinde yakalanmış. Neyse dinlemiş,  dinlemiş, sonunda teyzem ‘bu yaşta bir kadının silahla ne işi var’ gibi bir laf daha edince dayanamamış ve başını kaldırıp ‘ne yani çiplak mi dolanacaktum’ deyivermiş. Silah olmayınca kendini çıplak hissediyor demek ki. Teyzem kadının karşısında gülmemek için kısa kesip, ‘çıplak’ kalan kadını salıvermiş.

Boztepe’deki eve geçtiğim zaman, oraya da ‘Güverte’ ismini takmıştım. Çünkü evin salonu ve ön balkonu Karadeniz manzarasına ve karayele açıktı. Rüzgarlı günlerde denizin ez azılı halini yukarıdan da olsa evin içinde hissederek seyrederdim. Balkonun demirlerini de küpeşteye benzeterek, bir gemide yaşadığımı ve fırtınada evin denizde batabileceğini hayal ederdim. Çok fırtınalı günlerde, bir müddet denizi seyreder sonra, arkadaki çalışma odasında otururdum. 

Güverte ismi bu küçük ve şirin evime çok yakışmıştı.

Güverteden Kuru cumuya taşınırken
Eski eşyaları da getirdik
Manzara burada da şahane
Komşular daha da afili
Sadece eski sandıklar değil, eski hobileri de taşıdık

BAYRAM, BAYRAM GİBİ DEĞİLSE, O HALDE AÇILSIN ANI SANDIKLARI, GELSİN ESKİ KURBANLAR, ZİYARET KÖŞE KAPMACALARI, SÜT HELVASI TARİFLERİ

Kurban bayramı deyince aklıma Pazar’daki büyük evde geçirdiğimiz bayramlar geliyor. O zamanlar kurban evin hemen yanında kesilirdi. Birkaç gün önceden alınan hayvan, kurbana kadar beslenir, o gün usta bir kesici tarafından besmeleyle kesilirdi. Hayvanın başını yukarı kaldırırlar ve tek hamlede canı çıkacak şekilde boğazını keserlerdi. Nedense biz çocuklar da bütün kesim işlemini izleyebiliyorduk.  O küçük yaşımda aklımdan pek çıkmayacak sahneleri görmüş oldum böylece.

Usta kesicinin en iyi becerdiği şeylerden biri de hayvanın derisini kesmeden yüzmekti. Bu işlemi bir kere gören bir daha kolayına unutamaz. Bir başka ustalık göstergesi de iç organları deşmeden bulaştırmadan çıkartmaktı.

Annelerin (anneannem), işkembeyi evin önündeki çeşmeden uzun uzadıya yıkayıp temizlediğini de net bir şekilde hatırlıyorum.

Daha sonraki yıllarda bu kesim işlemi evden uzaklaştırıldı.

Her kurban sabah saatlerinde Teyzecim (MUKE Teyzem) kurban etinin eve varmasını bekler (yanılmıyorsam o gün de oruç tutardı/ zaten her fırsatta oruç tutardı/ bana sorarsanız en az 20 ömürlük oruç tuttu), et gelince de kurban merasimleri başlardı.

Öncelikle o gün mutlaka kavurma yapılır, ev buram buram kavurma kokardı (Ben hala taze pişmiş kavurma yiyemem).

Aynı gün kalan kurban etinin çoğu dağıtılırdı.

Sakatatlar ise dağıtılmaz, eve kalırdı, bizde sadece ciğer ve işkembe yendiği için pek çoğu atılırdı. Uzakta kesim başladıktan sonra eve sakatatlar kasaba kalıyordu.

Kurbanda aile ziyaretleri ilk gün ancak akşama doğru başlayabiliyordu. Bizim aile de oldukça geniş olduğu için, aile büyüklerinin yaşadığı, bizim ev dahil, mutlaka gidilmesi gereken birkaç ev vardı. Bayramlarda her eve, şehirlerde yaşayan gençler de gelmiş olurdu. İlk günler her evden gençlerin bir kısmı gelene hizmet için kalır, diğerleri ziyaret seferlerine çıkardı. İlk gurubun turu tamamlanınca eve döner, hizmet nöbetini devralır, evin kalan gençlerini ziyarete yollardı.

Böylece ilk ziyaret turu tamamlanır, daha sonra orta yaş ekibi sokağa dökülürdü. Bazen bir eve gittiğinizde, o evin, evde bulamadığınız sakinleri aynı anda sizin evde ziyarette olurlardı. Böyle köşe kapmaca yaptığınız insanlarla bile bir şekilde bir yerlerde karşılaşırdınız. Sonuç olarak bu birkaç gün içinde herkesle görüşülmüş, bayramlaşılmış olurdu.

Asıl mesele her evde bayramlık ikramlar idi. Çikolata tutulur, kahve yapılır, yanında mutlaka ev açımı baklava, süt helvası, börek gibi bir tabak daha olurdu. Bazı evlerin özel ikramı vardı, mesela Beylikte hamsili ekmek olurdu, Fazile Teyzede limonata, Gabada ise kurabiye. Yani bir bayramı şeker komasına girmeden atlatmak, şimdiki şartlarda pek mümkün değildi, ama o zamanlar insanlar her evde koca koca baklavaları mideye indirip, hiçbir şey olmadan bayramı geçirebiliyordu. (Aile evlerinin ve mezarlıkların lokasyon isimleri var, belki Sermin’den yardım alıp bu evleri ve ev halklarını da yazarım).

Bizim evde ise annemin ölümünden sonra bu bayram ikramlarından baklava kaldırılmıştı. Sadece kahve çikolata ve süt helvası ikram edilirdi. Bizim evin süt helvası gerçekten çok güzel olurdu, ayni Kızkulesi spesiali de süt helvası diyebilirim.

Süt helvası, benzerini sadece İskoçların yaptığı çok özel bir tatlıdır. Yıllar önce Elazığ’dayken İskoç İngilizce öğretmenimiz bizim geleneksel tatlımız diye bizim süt helvasına çok benzeyen bir tatlı yapmıştı.

Süt helvasının da belki bir gün unutulacağını düşünerek buraya bizim ve İskoç kadının tarifini vereyim.

Bizim tarif oldukça zor bir tarif.

Sadece süt ve eşit miktarda şeker ile yapılıyor. Sütü ve şekeri aynı anda tencereye koyarak karıştırarak kaynatıyorsunuz. O kadar uzun kaynıyor ki miktar yarıya düşüyor. Bundan sonra bir anda kıvam değişiyor. İşte bütün mesele bu anı yakalamak, çünkü daha fazla kaynarsa renk bozuluyor.

Helvanın olduğunu anlamak için bir kaşık dışarı alınıp, test edilir. Bazen de suya dökülerek test edilir.

Kıvam alınca tencerenin içinde tahta kaşıkla karıştıra karıştıra bayağı lokum gibi bir kez daha kıvam aldırılır. Bu karıştırma işlemi helva artık koyulaştığı için daha da zor olur. Karıştırırken bir miktar soğuyan helva artık tepsiye dökülür.

Bir gece bekleyince kare şeklinde kesilir.

Tadı süt reçeli diye satılan şeye benzer, ama çok daha tatlı ve güzeldir.

İskoç kadının yaptığında ise süt ve şeker bir miktar da un ve tereyağı koyularak kaynatılıyor, son anda içine karışık kuru yemiş atılıyordu. Böylece kıvam alması çok daha kolay oluyordu. Diğer aşamalar ise karıştırma kısmı çok daha kısa olacak şekilde aynı idi. Elbette tadı bizim süt helvasından biraz daha farklı ama oldukça benziyordu.

İkramın da bayramlara özel bir ritüeli vardı.

Gümüş bir tepsi üzerinde, iki gümüş şekerlik bulunur, birine  çikolata, diğerine süt helvası doldurulurdu. Gelen misafirler maratona girmiş gibi birkaç evi ziyaret etmiş, bir kaçını da edecek olduklarından çok oturamayacakları bilinirdi. Böylece koltuklara oturur oturmaz, önce bu tepsi dolaştırılır, kahve isteyip istemedikleri sorulurdu.

Bizim evde çikolatanın yüzüne kimse bakmaz, süt helvası ise çabucak biterdi.

Ben de bayramlarda Pazar’a giden ekiptendim. Giderken Trabzon’dan tatlılar, börekler, çikolatalar götürürdüm. Son yıllarda Meydan’da, renk renk, çeşit çeşit meyve pestilleri satılmaya başlamıştı. İnsanların artık günde 10/15 dilim baklava yemekten burunlarından şeker soluduklarını bildiğim için değişiklik olsun diye bu pestillerden götürmeye başladım.

Pestilleri sıra sıra büyücek tepsilere dizip, onu ikram etmeye başladık. Süt helvası kadar rağbet gördü, son birkaç bayramda hep pestil ikram ettik.

Geçen sene ilk defa ben de süt helvası denedim ve tutturdum. Bu yıl Çanakkale’de çok güzel browni yapan bir işletme keşfettim. Ona browni yaptırıp lokum büyüklüğünde kestirdim, tabii sosyal izolasyon devam ediyor, eve gelen giden yok, hepsini biz yedik.

Umarım bundan sonra bayramlar, telefonla değil, eskisi gibi yüz yüze bayramlaşmalı olur.

Süt helvası olmasa da helva helvadır

EMRE’YLE İLGİLİ BİR KAÇ ÇOCUKLUK ANISI, HER NE KADAR ŞİMDİ KOCA ADAM OLSA DA BİR ZAMANLAR HALALARININ PAŞASIYDI

Dayım Hasan Telatar ve yengem Ferzan Telatar, Hacettepe Üniversitesi henüz kurulmadan eğitim almaları için Amerika Birleşik Devletlerine gönderilen ve döndükten sonra da Üniversitenin çekirdek kadrosunu oluşturan ekiptendir.

Okuduğum üniversitenin resmi kuruluşu benim doğmamdan birkaç ay sonra olmasına karşılık, ben doğduğum zaman dayımlar Amerika’da eğitim almaktaymışlar. Eğer yanılmıyorsam orada 7 yıl kalmışlar. Dayım ülkenin ilk gasroenterologlarından, yengem de endokrincilerinden biridir ve her ikisinin de sonradan öğrencisi oldum.

Çocukluğumun ilk yıllarında, hayal meyal ‘dünyanın diğer ucundaki dayı’ temasını ve annemin uzaktaki dayıma mektuplar yazdığını hatırlıyorum. Hatta, fakültede okurken bu mektuplardan birini de dayımın Ankara/ Gazi Osman Paşadaki evinde bulup okumuştum. Bu mektupta annem, dayıma benim doğduğumu haber veriyor.

Dayımlarla ilgili gerçekten hatırladığım ilk anım; ben 5 yaşındaydım ve Pazar’daydık, dayım ve yengem Amerika’dan Türkiye’ye dönmüşler ve aile ziyaretine geleceklerdi. Evde gayet belirgin bir heyecan vardı, ben de genel heyecana ayak uydurmuş, hiç tanımadığım dayım geliyor diye ve evin önündeki beton üzerinde tek ayak üzerinde döne döne dans etmiştim.

Dayılar geldiğinde bana bir jüpon getirmişlerdi, o zaman Türkiye’de hiç olmayan ve aslında elbise altına giyilmesi gereken bu giysiyi, elbise gibi giyip elimde bir çiçekle poz vermişim. Pazar’daki evin üzerinde çekilmiş (o zaman evin üzerinde çatı yoktu, inşaata bir kat daha eklenmesi  ihtimaliyle yer yer demirlerin yükseldiği, kenarlık olmayan, teras gibi bir düzlüktü) güneşten gözlerim kamaşmış bir resmim vardı. Bu resim şimdi nerede bilmiyorum.

Dayımla yengemin benimle hemen hemen yaşıt olan kızları Amerika’da daha bebekken vefat etmiş, sanırım Türkiye’ye döndükleri zaman yeniden bir çocuk sahibi olmak istemişler.

Dayımlar döndükten sonra, bu sefer mektuplar bitti, telefonla konuşma devri başladı. O zamanlar Ankara’yla konuşmak için önce santral aranır, şansın varsa birkaç saat içerisinde hatlar bağlanırdı. İşte bu konuşmalardan birinde yengemin hamile olduğunu öğrenen, annemin heyecanla çığlık attığını duymuştum. Bu haberle annem ne kadar mutlu olduysa artık, onun sevincini görüp, bunun çok güzel bir haber olduğunu anlamıştım. Gene bu kez de Trabzon’daki evin koridorunda tek ayak dansımı yapmıştım.

Emre’yi, Trabzon’a ilk getirdikleri zaman birkaç aylık bir bebekti. Yengemin  elbisesi ile aynı kumaştan dikilmiş bir tutum giydiği için, annesinin kucağında uyuyan bebeği ilk anda seçememiştim.

Emre’yi o zamanın Türk adetine ters, ancak pediatrislerin önerdiği şekle göre yüzü koyun yatırıyorlardı. Sonuç olarak kafası çevredeki bütün bebeklerden farklıydı. Onu ilk gören herkes, önce kafasının şeklini fark ediyordu.

Daha o zamanlardan bu kafanın akıl dolu olduğu belliydi. Daha 7/8 aylıkken, arabasının sapına yapışır, Yıldızlıdaki evin geniş koridorlarında yürüme talimleri yapardı. İkinci gelişlerinde henüz 2 yaşına girmemişti, ama mükemmelen konuşmaya başlamıştı. Bir gün denizde kayıkları görmüş ve annesine ‘’Ferzan bak, iki tane minik kayık yüzüyor uzakta’’ demişti. Bu cümlesi öğretmen olan annemin çok dikkatini çekmiş ve bir hayli üzerinde durmuştu. Şimdi bir çocuk hekimi olarak o yaşta bir çocuğun 30/40 kelime bilip, 2 kelimelik cümleler kurmasının yeterli olduğunu biliyorum.

Konuşmaya başladığı andan itibaren de her şeyi merak edip sorgulamaya başladı. Ama öyle her çocuk gibi bu ne diye sormazdı, cevap verebilmenin oldukça zor olduğu sorulardı. Birkaç yıl sonra artık kimse sorularına cevap veremez olmuştu.

Emre’nin çocukluğunun en bilinen özelliklerinden biri de iştahsızlığıydı. Bizim kültürde çocuk bakmanın birinci kuralı karnını doyurmak olduğundan, ona yemek yedirmek bütün bir günü alan bir uğraş hali alırdı. Zavallı çocuğun, sabah kahvaltısı öğlen yemeğine, öğlen yemeği ise akşam yemeğine kadar sürer, ona yemek yedirmekle görevli biri elinde çatalla peşinde koştururken, o ağzındaki lokmayı alt dudağının içinde biriktirip, gün boyu pelikan kuşu gibi dolanırdı.

Beş kız kardeşin arasında tek erkek kardeş olan dayımın tek çocuğu olarak, halalarının paşasıydı. Mukaddes Halası (MUKE)  Emre’ye bakmak için yıllarca Ankara’da kaldı.  Birkaç yıl sonra, Emre’nin, ‘arabalar fren yapınca hemen duruyor da trenler fren yapınca neden hemen durmuyor, bir dalgıç denizin altındayken, deniz suyu içeri dolmadan, denizaltına nasıl girebilir, her hafta aynı günler tekrar tekrar nasıl oluyor’ gibi sorularından yılıp, ‘bu çocuk beni sersem etti’ diyerek, artık Ankara’ya gitmedi.

Emre’nin, 5 tane gerçek halası var, Pazar’daki akraba kadınların hepsini da hala diye tanıtıyorlar. Annemin hastalığı sırasında sık sık Ankara’ya gider ve dayımlarda kalırdı. Bir gün Emre ağlayarak ‘hala’ diye seslenmiş, annem ‘efendim’ diye cevap verince, Emre, Mukaddes Teyzemi kast ederek ‘ben esas halamı istiyorum’ demiş. O hala bolluğunda çocuğun kimlerin gerçek halası olduğunu öğrenmesi zaman almış demek ki.

O sıralar bir çizgili çocuk hikayesinde uçan fil ‘Dumbo’ ile,  filin fare arkadaşı ‘Timoti’ vardı. Emre, Dumbo, annem de Timotiydi.  Timoti, Dumbonun burnunda seyahat ettiği için, kitabı okurken, annem Emre’nin burnuna parmaklarını koyardı, böylece filin burnundaki fare olurdu. Emre hala annemden söz ederken ‘favori halam’ der. Oysa o zamanlar anneme timoti hala, Mukaddes teyzeme de asker hala derdi.

Dayım, çocukken Emre’yi kurt ile korkutmuş. Kurt onun için çok önemliydi. Kurt sözü ederken bile gözleri açılır, dudakları büzülür, ağzını doldura doldura ‘kurt’ derdi. Birkaç kurt korkusu hikayesi de aile arasında epeyce konuşulur.

Annemin ameliyat olması gereken zamanlardan birinde, birkaç teyzem ve hatta annemin teyzesi de, hep birlikte dayımın evindeymişler. Benim en büyük teyzem bayağı horlardı, annemin teyzesi ise ondan da beter horlardı. Üstelik ikisi de bir yükselip, bir alçaltarak, arada melodi değiştirerek, ancak tamamen farklı, bir birinden net olarak ayırt edilebilen ezgilerle horlarlardı. Gece evde artık nasıl bir gürültü kopardılarsa, Emre sessizce annemin yatağına gitmiş ve korku içerisinde ‘hala evde kurt mu var?’ diye sormuş.

Bir seferinde ben de Ankara’dayım, dayım o zamanlar Gima olan binanın önünde park etti. İçeriye sadece birkaç dakikalığına gireceği için Emre’yle beni arabada bıraktı. Giderken de kapıyı sakın kimseye açmayın diye tembih etti. Biz tuhaf bir yerde park etmiş olduğumuz için, biraz sonra bir adam geldi ve bize arabayı ileri almak istediğini söyledi. Ben de daha çocuğum, Emre iyice ufak, korkudan benim yanıma büzüldü, ben de bayağı korktum, ama bir dolu şey söyleyerek adamı püskürttüm. Adam gitti, ama bu arada biz de oturduğumuz yerde macera yaşamış olduk.

Biraz sonra dayım geldi, arabaya biner binmez, heyecanla az önce bir adam geldi cama vurdu, bize kapıyı açın dedi ama açmadık diye anlatmaya başladım. Emre hemen araya girdi ve ‘halbuki kurt’ diyerek beni düzeltti. Adamdan nasıl korktuysa artık, bu kadar korkunç birisi adam olamaz, olsa olsa kurttur diye düşünmüş demek ki.

Şimdi o çocuk büyüdü, kafasının şeklinin hakkını verdi. Girdiği bütün matematik yarışmalarına, üniversite sınavında derece aldı, OTDÜ’yü birincilikle bitirdi, MIT üniversitesinde doktora yaptı. Şimdi Lozan Üniverstesinde profesör.

Birkaç ayda bir benim yazılarımı toplu olarak okuyor. Hafızası da annesi gibi bir hayli kuvvetli olduğunda özellikle aile tarihi hakkında yazdığım yazılarda beni bir hayli düzeltiyor. Geçen gün, Mualla teyzemle ilgili yazım üzerine bana telefon açtı.

Yazıda Laz Yaşar diye tanıttığım adamın lakabı aslında Tarzan Yaşar imiş. Emre, adamla tanışmış, onu Baba filmindeki bir karaktere benzetiyormuş, o gemi kaçırma hikayesinin gazete haberlerini bile buldu.

Bir diğer konu ise teyzemin yazıda belirttiğim gibi ağır ceza değil asliye hakimi olduğunu söyledi. Aslında benim aklımda ağır ceza diye kalmasının da geçerli bir nedeni varmış, onu da kendi anılarıyla bezeyerek anlattı.

Dedim ya Emre halalarına göre paşaların paşası.

Emre sanırım lise yıllarındayken, bir ara hukuka merak sarmış, Mualla teyzem de onu bir yaz boyunca mahkemeye götürmüş.

Mualla teyzem asliye ceza hakimi olduğu halde, ağır ceza davaları 3 hakimden meydana gelen bir kurul tarafından görülürmüş, teyzem de Rize’nin en kıdemli hakimi olarak, o kurulda görev alırmış. Ben bu nedenle onu ağır ceza hakimi sanıyormuşum.

Bütün bir yaz boyunca Emre, Rize’de görülen bütün ağır ceza mahkemelerine girmiş. Teyzem Emre’nin seyirciler arasında oturmasına rıza göstermediği için, savcı bey, Emre’ye bir savcı cüppesi giydirir ve sen benim asistanımsın diyerek, savcının oturması gereken yerde oturturmuş. Bizimki de işi ciddiye alır, bu davada kim hangi kanunun, hani maddesine göre hangi cezayı alması gerekir, ağırlaştırıcı ve hafifletici sebepler var mıdır, varsa nelerdir. Kanunları ciddi ciddi okur ve hatta savcı ile tartışırmış.

Bütün bir yaz boyunca, savcının bu ukala çocuğa katlanması  da,  bir Allah kulunun çıkıp, bu çocuğun burada ne işi var diye sormamış olması da çok ilginç. Emre ne yazık ki bu toleranslı savcının ismini hatırlayamadı.

İşte böyle bir halalarının paşası çocuktu. Son yıllarda biz teyzemin, o annesinin hastalığıyla pek yorulmuştuk.  Geçen yıl bizim evde birkaç gün kaldıktan sonra bana yazdığı teşekkür notunda uzun zamandan beri kendimi böyle paşa gibi hissetmemiştim diye yazmıştı. Demek ki bizim de paşamızmış.

Çanakkaledeki evde
Kuş adasında, Emrenin yeğeninin düğünü için gitmiştik
Lozanda

TORUN ZEYNEP’İN HEMŞİN HORONLU DOĞUM GÜNÜNDE AİLE BULUŞMASI; ZEYNEP HALANIN BASA AİLESİ

Geçen hafta, İstanbul’a Zeynep’in 60 yaş partisine katılmak  için gittim. Zeynep, annemin Zeynep Halasının torunudur. Bu doğum günü nedeniyle sülalemizin Basa kolundan biraz söz etmek istedim.

Telatar’lar yani benim annemin sülalesi ile Basa’lar bir şekilde birbirinden ayrılmış, ancak aynı soydan gelen ailelerdir. Her iki ailenin birbirine akraba oldukları konusunda herhangi bir kuşku yok, ancak ayrılık konusunda birkaç farklı versiyon dinledim. Benim kendi kanaatimce, iki aile ferdi arasında mal anlaşmazlığı oldu, toprak paylaşılınca, aile de bölündü.

Sonuçta ne olduysa oldu, zaman içinde bu anlaşmazlık unutuldu, akrabalık bağı unutulmadı. Bu iki aile, aynı zamanda Balta ailesi de çeşitli evlilikler yolu ile (mesela benim anneannem Balta’dır) akrabadır. Sonuç olarak sosyal medyada bile Telatar, Balta, Basa sülalesi olarak guruplarımız var. Kim kimin nesi olur kısmını tam anlamıyla bilen çok kişi olduğunu sanmıyorum ama bir şekilde hepimiz akrabayız.

Zeynep’in babaannesi Zeynep Hala ile benim anne tarafından dedem Cevdet Efendi, öz kardeştir. Öz olmalarının üzerinde durdum, çünkü önceki nesillerde hemen herkes, birkaç kez evlenmiş, dolayısıyla herkesin bir çok öz ve üvey kardeşi var. Bir de bizim bölgede akraba evlilikleri sıktır, bazen iki kişi arasındaki akrabalık derecesini anlamak için uzun uğraşlar gerekir.

Neyse ki Zeynep’le aramdaki kan bağı oldukça yalın. Büyük dedem, Hasan Ağanın ikinci karısından olan çocuklarından biri dedem biri de Zeynep Hala. Benim dedem de Zeynep Hala da hayatlarında sadece bir kez evlenmişler.

Zeynep Halanın eşi Rıza Efendi sülalenin Basa koluna mensup bir ağa, dedemle bir şekilde kan bağının da olması gerekir, ama nedir bilemiyorum. Rıza Efendiye bağlı bir hayli toprak var, ailenin Telatar kolundan gelen topraklar Pazar ilçesinde, ancak Ardeşen ilçesinde de  evlilik yoluyla gelen ciddi miktarda toprağı var, yani oldukça varlıklı bir adam, tam 3 kez evlenmiş, son eşi bizim Zeynep Hala.

Zeynep Hala evlendiği zaman, Rıza efendinin ilk eşi hayatta değilmiş, ancak bizim Cimilli Hala diye bildiğimiz ikinci eşi hala hayatta imiş. Rıza Efendinin 3 eşinden olma çocuklar hep bir arada büyümüşler. Bu gün bile torunlar hiç üveylik bilmeden birbirlerine ruhen çok yakın yaşarlar.

Zeynep Halanın, yaş sırasına göre; Tiraje Cordan, Rauf Suat Basa, Hatice Basa, İnci Hacışahinoğlu, Cihan Şeheri ve Korkmaz Basa isimli 4 kız, 2 erkek, 6 çocuğu var (anlaşıldığı gibi burada evlilik soy isimlerini yazdım).

Zeynep Halanın oğulları Suat ve Korkmaz sırasıyla Melek ve Feraye Kobal isimli iki kız kardeşle evlenmiş. Suat ve Melek çiftinin kızları Tülin ve Zeynep (doğum günü bebesi), Korkmaz ve Feraye çiftinin çocukları ise Sönmez, Sancak, Mustafa Kemal, İstiklal ve Barış.

Her iki çiftin çocukları da o kadar yakın büyütüldüler ki, şimdi hepsi 2 annesi, 2 babası varmış gibi hissediyorlar ( Her iki baba da rahmetli oldu). Her ne kadar kardeş olmasalar da genetik olarak kardeşler zaten, çünkü dedeler, neneler ortak.

Korkmaz Amcanın, Şafak isimli üvey kardeşini de hesaba katarsak, çocuklarının isimleriyle İstiklal Marşının sözlerini tamamlamak istediğini anlamak mümkün. Barış küçük yaşta bir kaza geçirip, beyin ameliyatı olmak zorunda kalınca bu çok çocuk sevdasından vaz geçti sanırım, öyle olmasa İstiklal Marşından daha bir çok isim çıkarmayı başarırdı.

Ben Ankara’da okurken, Tülin’ler de Ankara’da idiler. O zaman Suat Amca da sağdı, Melek Anne ve kızlar hepsi Ankara’da yaşıyordu. Tülin, Hıfsıssıa Laboratuvarında çalıştığı için, öğlen aralarında buluşmamız bile mümkün olabiliyordu. Ben yurtta kaldığım için onların evinde de sık sık kalırdım.

Sonra zaman içerisinde Korkmaz Amcanın çocuklarının lise ve üniversite zamanları geldikçe, onun çocukları da sırayla gelmeye başladılar. Öyle ki Melek Annelerin evi okul yurdu gibiydi, içinde her yaştan çocuk vardı. Evdeki genç çocuklar Melek Anne dedikleri için, herkes gibi ben de Melek Anne demeye alışmıştım.

Melek Anne o zaman da oldukça kilolu, iştahlı ve çok güzel yemek yapan bir kadındı. Halis Hemşin kızı olduğu için çok bol tereyağlı kuymaklar yapardı,  o kuymağı yedikten sonra yerimden kalkamazdım. Çocuklardan birisiyle bir otobüs yolculuğu yapacağı zaman birkaç saatlik yol için, haftalar sürecek bir kuşatmaya yetecek kadar kumanya hazırlamıştı. Tülin’le aramızda bayağı dalga geçmiştik. Ben uzmanlık sınavına girecekken, hocalara ve arkadaşlarıma ikram etmem için koca bir tepsi su böreği açmıştı. Çok güzel gözleri olan çok tatlı bir kadındır. Şimdi dizlerinden dolayı yürümekte bayağı zorlanıyor, ancak maşallah gayet iyi durumdadır. Ve evet,  kendi doğurduğu, doğurmadığı bir çok çocuğun annesidir.

Feraye Teyzeye gelince, Zeynep Hala ile en uzun süre aynı evde yaşayan gelin, o. Zeynep Halanın anlattıkları hala belleğinde çok taze, inşallah günün birinde sırf bunları dinlemek için yanına gideceğim. Bu hatıraların unutulmamasını Feraye Teyze de çok istiyor.

Tülin’le ruhdaşlığımız hiç eksilmesi hala devam ediyor, mesela benimle ilgili bir rüya görse, ya da ben onunla ilgili bir hisse kapılsam mutlaka doğru çıkar, hiç şaşmaz.

Zeynep çok yakın bir tarihte emekli oldu. Bu yıl da 60 yaşına girince, Tülin ona sürpriz bir parti yapmaya karar vermiş, bana da haber verdiler.

Toplantı İstanbul’da Anadolu yakasında yapılacaktı. Benim Üniversiteden arkadaşım Gülçin’in evine de oldukça yakın bir mekan ayarlamışlar. Ben de arabama atlayıp hafta sonu için Gülçin’e gittim. Hem genişletilmiş bir akraba toplantısına katılmak mümkün oldu, hem de gençlik arkadaşlarımla felekten bir hafta sonu çalmış oldum.

Evden toplantı için çıkarken düğüne gider gibi süslendim. İyi ki öyle yapmışım, aramızda büyük elçiler filan da olduğu için erkekler papyon, takım elbise, kadınlar tuvaletli idiler. Bayağı düğün yapar gibi, 100 kişilik bir toplantı oldu.

Kimleri görmedim ki? Melek ve Feraye teyzeler, Korkmaz Amcanın bütün torunları, Cimilli Halanın torunlarından bir çoğu, Pazardan eski dostlar. Cimilli Halanın torunu Rıza’yı 30 yıldan daha uzun süredir görmemiştim. Benim çocukluğumda Pazarın diş hekimi Dursun Amcanın çocuklarından ve torunlarından bir kaçını da yıllar üzerine gördüm. Mustafa Kemal’in çocuklarını ilk kez canlı olarak gördüm, daha önce sadece resimlerini görmüştüm. Yani benim için çok hoş bir ‘geniş aile’ gecesi oldu.

Bu aralar sosyal medyada ‘gelsun mi’ videosuyla ortalığı dağıtan, Rakkani horon gurubu da toplantıya geldi. Birden bire ortaya tulum ve horon kurucusu çıktı. Zaten horon kurmak için başka kimseye ihtiyaç yok, aniden bizimkilerde ne devlet adamlığı, ne iş adamlığı kaldı, ceketlerin atılmasıyla, her birinin içindeki Hemşinli ortaya çıktı. Kocaman bir halka yapıldı, oyun kurucunun inanılmaz becerisi, oyuncuların iç ritimleriyle ortaya muhteşem bir Hemşin Çiftayak horonu çıktı.

Aman ki aman. Zaten dünyanın neresine gidersen git, folklor oynayanlar, eğer yerel insanlar ise, ortaya çıkan sinerji bir oyundan çok daha fazlası oluyor. Otantik horon bir oyun değil, insanların gelenekler yoluyla ata kanına bağını temsil eden bir ritüel. Çok anlamlı bir hafta sonuydu.

SOldan sağa üst sıra Zeynep, ben, Tülin, oturanlar solda Melek , sağda Feraye teyzeler

BİRAZ DAHA AİLE TARİHÇESİ, BENDE TEYZEDEN BOL NE VAR, BİRİNE HASAN AĞA DİYE HİTAP ETTİĞİMİZ OLURDU

Anneannemin bir sürü çocuğu olmuş, bazıları henüz günlük bebek iken ölmüşler ve ölen bebekler erkekmiş. Sonuçta Annelerin çocuklarından 6 tanesi  erişkin yaşa kadar yaşadı. Cinsiyet açısından net bir dengesizlik vardı, yaşayan tek erkek kardeşe karşılık 5 tane kız.

Önce annemden büyük iki kız, sonra annem, annemden sonra dayım ve dayımdan sonra iki kız daha. Bu iki küçük kız kardeş, hakim olan teyzelerim. Biri Trabzon’un meşhur Hakim Güneş Hanım’ı, diğeri Rize’nin meşhur Hakim Mualla Telatar’ı. Her ikisi de gerçek anlamda yöresel birer önemli kişilik, hatta nevi şahsına münhasır olgu.

Trabzonlular Güneş Teyzemi bilir ama, bizim aile arasında hem otoritesi hem de neredeyse 50 yıldır aile mülkünü idare ettiği için ‘Hasan Ağa’ dediğimiz Mualla teyzemdi.

Hasan Ağa; yani annemin dedesi, daha önce hikayesini yazmış olduğum ve büyük mülk sahibi olan gerçek derebeyi. Hasan Ağanın ikinci evliliğinden olma oğullarından biri olan Cevdet Efendi ise annemin babası.

İşte;  Telatar sülalesinden Cevdet Efendi ile, Balta sülalesinden olan Sare Hanımın evliliğinden annem bütün bu kardeşler dünyaya geldi.

Sare Hanım son derece cin fikirli, karınca gibi çalışkan, hastalık derecesinde meraklı, son derece sosyal ve devrimci bir kadındı. Ömrünün son günlerine kadar evin yemeğini yapar, inekleri ile ilgilenir, bahçesine bakar, her gün mutlaka çarşıya iner, bütün düğünlere atma türkücü olarak gider, ne kadar sosyal olay varsa mutlaka haberi olur, yerel seçimlerde propaganda yapar, mülklerle ilgilenir, gün boyu hiç boş durmazdı.

Bana göre onu en güzel anlatan anılardan birisi, Sermin motosiklete binmeye heveslenince ‘rüzgar çok ufuriyi’ dediği için, 70li yaşlarında birinin sırtına atlayıp düzlere (çaylık) motosikletle gitmiş olduğunu anlamamız, bir diğer anı ise hasta yatağında yatarken Emre’nin nerede olduğunu merak edip de güya merak ettiğini belli etmemek için Mustafa’yı zorla tuvalete göndermesidir.

Cevdet Efendi ise karısının tam tersi, inanılmaz  derece sakin bir adamdı. Ömrünün son 30/40 yılında kulakları da sağır olduğu için çok da konuşmazdı. Her sabah kalkar günlük rutinlerini yapar, bel kuşağını sarar, takım elbisesini giyer, kravatını, köstekli saatini takar, evde gazetesini, saatli maarif takvimi yaprağını okur, mutlaka barometreyi kontrol eder ve günün büyük kısmında sessizce otururdu.

Dedem ve İsmail Amca; İsmet İnönü’ye çok benzerdi, bir gün Pazardan Trabzon’a gelirken arabanın arka koltuğunda başında şapkası, kulağında kulaklığı ile oturan dedemi herkes İsmet Paşa sanıp selamlamıştı. Dedem de herkese son derece zarif bir şekilde şapkasıyla selamlamıştı, yol boyu bir kaz kez tezahüratla karşılaşarak eve gelebilmiştik.

Dedem, huy bakımından babasına hiç benzemezdi. Mesela Hasan Ağa, ahırındaki seyisin uygunsuz davranışını yakaladığı için 20 baş hayvanı telef etmiş, benim dedem ise kesime giden bir ineğin göz yaşlarını görünce hayvanı ahıra geri göndermişti.

Yani birbirine hiç benzemeyen iki insandılar, ama evlilikleri oldukça uzun sürdü. Dedem annemden sonra vefat etti ve o sırada en büyük teyzem 60 yaşından büyüktü.

Bebek yaşta ölen kardeşler dışında sadece benim annem 50 yaşında öldü, diğer kardeşler en az 75’i buldu, hatta neredeyse 100 yaşına varan bile oldu.

Benim annem kendinden küçük olan bu iki kız kardeşinin hayatında oldukça önemli roller oynamış. Çünkü onların okumalarına ön ayak olmuş.

Daha önce bu hikayeden bahsetmiş olmam lazım ama gene yazmak istiyorum. Annem ve Mualla ve Güneş teyzelerim ilk okula Rize’nin Pazar ilçesinde gitmişler. Pazar’da o zamanlar ortaokul yokmuş, dayımı Trabzon Lisesine (sanırım o zamanlar orta kısmı da vardı) yatılı olarak göndermişler, kızları ise göndermemişler.

Annem ilk okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Pazar’da ortaokul açılmış. Annemin o yaşta inisiyatif kullanıp, hem kendisine hem de kardeşlerine önce kimlik çıkarttırması ve daha sonra da hepsini okula kaydettirmesi aile içerisinde defalarca dinlediğimiz hikayedir.

Hal böyle olunca da hem annemin hem de teyzelerin doğum günleri her zaman kuşku ile değerlendirilmelidir. Hatta annem aralarında en az 1/2 yıl yaş farkı olduğunu çocukluk resimlerinden anladığımız teyzelerimizi her nedense ikiz olarak kaydettirmiş, teyzeler daha sonra bu durumu gerçeğe daha yakın olarak düzelttirmişler.

Ailenin bildiğimiz tarihine bakarak;  muhacirlik yılları, en büyük teyzenin muhacirlik öncesi doğumu, ikincisinin ise muhacirlikten hemen sonra doğması, annemle bu teyze (MUKE) arasında çok az yaş farkı olması, dayımızın net olarak bilinen doğum tarihi, dayımla kendinden küçük teyzelerin çocukluk resimleri gibi bilgilere dayanarak gene de yaşlarının oldukça doğru bir şekilde kaydedilmiş olduğunu teyit edebiliyoruz.

Aile arasında kardeşlerin okul maceraları çok fazla anlatılırdı. Özellikle dayımın Trabzon Lisesine vapurla gitmesi, annemin öğretmen okuluna gitmek için Annelerin yaptığı mücadele, teyzelerin okula giriş sınavında büyük babanın (anneannemin babası) kehanet gibi sözlerini değişik kişilerden, hiç olmazsa 30 kere dinlemişimdir.

Annem bana birkaç defa ortaokula gittiği zaman okuma yazmayı bile neredeyse unuttuğundan söz etmişti. Ortaokuldan belki de evde yaşadıkları ve büyük bir sıkıntı çekmedikleri için pek anlatmazdı. Ancak ortaokulu bitirdikten sonra aile arasında kızlar okurdu okumazdı krizini, liseye gidebilmek için anneannemle birlik olup verdikleri mücadeleyi, nihayet okula gitme izni çıkıp da gidebildiğinde eğitim yılının neredeyse üçte birinin bitmiş olduğunu defalarca dinledim.

Sonuç; annem İstanbul’daki öğretmen okuluna gitmeyi başarmış, üstelik Pazar’dan yaşıtı bir kız arkadaşı olan Muazzez Teyze de onunla  birlikte gitmiş. Böylece 2 kız okula nihayet okula gidebildiğinde ilk karnenin verilmesine sadece bir hafta kalmış (O zamanlar 3 karne varmış).

Her neyse, annem o yıl kazasız belasız sınıf geçmeyi başarmış. Annemin okul başarısı, kendisinden küçük yaştaki kız kardeşlerine liseyi İstanbul’da okuma yolunu açmış. Onlar da bütün ülke çapında sadece 40 öğrencinin alınacağı bir sınavı kazanarak ‘leyli meccani= parasız yatılı’ olarak liseyi okumuş, daha sonra da Hukuk Fakültesine gitmişler.

Bu sınavın ilanını gördüklerinde başvuru tarihinin son günü geçmiş ama Büyükbaba ‘bu 40 kızdan ikisi bizim kızlar’ demiş olduğu için şartları zorlamışlar ve bir öğretmenleri de başvuru dilekçesine geçmiş tarih yazarak göndermiş. Güneş Teyzem hala o öğretmenine her gün dua eder.

Sonuç olarak gerçekten de sınavı kazanmışlar ve annemden dolayı herhangi bir aile engeliyle karşılaşmadan İstanbul’a okumaya gitmişler. O tarihlerde en büyük teyze İstanbul’da gelinmiş. Annem, dayım ve iki teyzem de değişen, ancak çoğunlukla çakışan tarihlerde öğrenci imişler. Yani neredeyse bütün kardeşlerin yolu İstanbul’dan geçmiş.

Mualla Teyzem, yani en son Hasan Ağa,  Kandilli Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur.

Bu yıllardan da en çok dinlediğim her ikisinin de uzun süreli hastalıkları olmuştur. Her ikisi de ömürleri boyunca, o günlerden kalma duygularla olsa gerek, hasta olmaktan aşırı derecede korktular.

Mualla teyzem üniversitede okurken, uzun süreli çarpıntı, halsizlik, zayıflama şikayetleri çekmiş, doktorlar kalp hastası olduğunu düşünüp, bir türlü derdine çare bulamamışlar. Dayım o sırada tıp fakültesinde öğrenci imiş ve tiroid hastası olduğunu o teşhis etmiş. Gerçekten de teyzemin Graves hastalığı (zehirli guatr, tiroid bezinin aşırı çalışması) varmış, ancak onu tedavi ettikten sonra kendine gelebilmiş.

Bu olay, kız kardeşlere dünyadaki en büyük hekimin abileri olduğu konusunda net bir iman konusu sağlamıştı. Mualla teyzemin daha sonra kalın bağırsaklarında çok sayıda divertikül (baloncuk) olduğunun saptanması da bu imanı güçlendiren bir unsur olmuştu.

Mualla teyzemin daha sonra B12 vitamini eksikliği ve 75 yaşında tip 1 diabet çıkartması, gençliğinde geçirdiği Graves ile birleştirilince hafif formda bir ‘otoimmun endokrinopati’ hastası olduğunu anlıyorum.

Mualla Hanım’ın ilk görev yeri Muş imiş. Muş’ta çok uzun süre kalmamış olmalarına karşılık bir hayli anı dinlemişizdir. Her derde deva, aile içinde her ihtiyaç sahibine yardım paketi olan kişi olarak Mukaddes teyzemle birlikte görev yerine gitmişler. Orada kaldıkları ev, o sırada Muş’un imkansızlıkları, buna karşılık ilk görev yeri, kendi mesleğini benimseme günleri, öz gücünü fark etme zamanları olduğu için o günleri bayağı anardı.

(Mukaddes teyzem daha sonra bize bakmak için bizim eve, Emre’ye bakmak için Ankara’ya bol bol gezmiştir).

Mualla teyzem ben mecburi hizmete giderken beni yerleştirmek için Elazığ’a benimle birlikte gelmişti. Ben giderken  yollarda ışık bile yoktu, Tunceli’den geçtikten sonra sözüm ona belli etmemeye çalışarak, yüzümü camdan dışarı çevirmiş, ta kucağıma kadar düşen damlalarla sessizce ağlıyordum. Benim bu halimi görünce de merak etme, burası senin ilk görev yerin olacak gör bak nasıl seveceksin demiş ve haklı çıkmıştı.

Teyzem bu ilk görev yerinden sonra uzun yıllar boyunca Rize’de çalıştı. Sanırım çok uzun süre ile ağır ceza hakimiydi.

Birkaç anı paylaşayım. Laz Yaşar olarak bilinen, muhtemelen bize de uzaktan akraba olan bir kabadayı vardı. Ama öyle böyle değil, bayağı bildiğiniz korsan. Bir ara Libya’da bir gemi kaçırmışlar, uluslar arası bir krize sebep olmuşlardı. Bu olay haftalar boyunca gazetelerin ön sayfasından inmemişti. Sonunda yakalanıp artık kaçıncı kez hapse atılmıştı.

Teyzem bir gün işe gidince ortalık festival yeri gibiymiş. Ne olduğunu sorunca;  Laz Yaşar’ın  hapisten kaçıp, bir eve sığındığını ve evin güvenlik güçleri tarafından ablukaya alındığını, fakat adam silahlı olduğundan bir türlü teslim alınamadığını duymuş. Teyzem hemen aman sakın ateş etmeyin diyerek, bütün uyarıları kulak ardı edip gidip adamı teslim almış. Bu olayı da söyle anlatırdı. Yaşar, gelen benim, ne yani beni mi vuracaksın diyerek görüş alanına girmiş, o da ‘abla tamam sana teslim olacağım, ama beni dövmesinler’ diyerek, teyzemden sadece hapiste dayak yemem sözü alarak kuzu gibi teslim olmuş.

Mualla Teyzem ailenin hiç evlenmemiş bir çok kızından biri, tabii Rize’de hakimlik yaparken baba evinde kaldı. Dedemin mülayim tabiatı nedeniyle evin reisi haline geldi. Babası öldükten sonra ise Pazardaki aile evinin tartışmasız reisi oldu, aile mülklerini hep o yönetti. Biz de teyzeme Hasan Ağa dedik, bu lakabı da kimse yadırgamadı.

BİRAZ DA ANNEMİN HİKAYESİ, HERKES ONU NİHAL ÖĞRETMEN DİYE BİLİR, GERÇEK ADI İSE NEHAR İDİ.

 

Bu bloğu yazmaya başlarken niyetim bir sivil tarih kaydı tutmaktı. Ancak yazılarımdan bazıları, özellikle ortak anılarım olan insanlar için çok daha fazlasını ifade etti. Bir anı bir diğerini çağrıştırdı, çok kez benim unuttuklarımı da hatırlayanlar oldu. Bir çeşit interaktif anı bankası oluşmaya başladı. En çok bu yazım için farklı anılar gelmesini isterim.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons