Monthly Archives: Aralık 2018

2018’İN SON DEMLERİNDE ÖNÜMÜZDEKİ YILDA NELERİN OLMASINI DİLEMELİYİM FİKİRLERİ

 

Ben  Kalandar Ana olduğumdan beri zamandan etkilenmek benim asli görevlerimden biri haline geldi. İtiraf edeyim, ben de herkes gibi cep telefonumun dijital saatini ve takvimini  kullanıyorum.  Ama evde bir saatli maarif takvimi bulundurmayı hiç ihmal etmem. Kasım/ hızır/ erbain/ pastırma yazı/ bahur gibi zaman dilimlerini, yüzyılların hafızası ile oluşturulmuş özel isimli fırtınaları, eski ayları, aşure gününü, gün/tün eşitliğini, gün dönümlerini filan hep bu takvimden takip ederim. Son yıllarda zaman bilgilerime ay döngülerini,ay ve güneş tutulmalarını, gezegen hareketlerini,  meteor yağmurlarını filan da ekledim.

Continue reading… →

İNSANLAR KAÇA AYRILIR?HAYAT KOLAYLAŞTIRICI BİLGİLER

Pek çok konuda insanların ikiye ayrıldığını gözlemliyorum.

Örneğin ‘ baykuş’ türünde  insanlar  vardır, bu kişiler bir türlü yatağa giremezler. Müzik dinleyerek, içerek, eğlenerek, televizyon izleyerek, ders çalışarak, internette gezinerek sabahlara kadar otururlar, sonra da sabah bir türlü uyanamazlar. Bu gurubun gece normal bir saatte yatıp da sabah uyanamayan bir alt tipi de vardır. Bu tiplerin sabahları gözlerinin açılıp da akıllarının başlarına gelmesi zaman alır. Sabah kahvelerini içip, kendileri konuşmaya başlamadan bunlardan uzak durmakta  fayda vardır.  

Continue reading… →

ŞEB-İ YELDAYI MÜNECCİMLE MUVAKKIT NE BİLİR, MÜBDELA-YI GAMA SOR KİM GECELER KAÇ SAAT

 

Bu gece, kuzey yarı küre için yılın en uzun gecesi. Dünyamızın güneş etrafında dönerken gece ve gündüz süreleri uzayıp kısalmaktadır. Bu duruma göre yılda iki kez gün/tün eşitliği (ekinoks) , iki gün de gündönümü (soltstis) yaşanır. Kış gün dönümü 21 Aralık gününe denk gelir. Bu gün dünyanın yörüngesi üzerinde güneşe en uzak olduğu noktadadır ve güneş ışınları Oğlak dönencesine dik olarak vururlar. Bu günden sonra artık gündüzler uzamaya başlayacaktır.

Sonuç olarak en uzun gece aslında, günlerin uzamaya başlamasının habercisidir. Bir başlangıç ve aydınlığa geçiş enerjisi içermektedir.

Fuzuli’nin mısralarını bu günkü Türkçeye çevirecek olursak en uzun geceyi, gelecek biliciler, zaman hesaplayıcılar ne bilir, sen onu dert sahibine sor bak bakalım geceler kaç saatmiş.

Yani önemli olan dünyanın kaç saat karanlıkta kaldığı değil, önemli olan duygusal, ruhsal ve zihinsel karanlıklarda kalmamaktır.

Gece ve gündüz saatlerindeki değişimlerin, mevsimlerin en güzel, insan doğasına en uygun olduğu canım Türkiye’m, geleceğin her zaman aydınlık olsun.

 

 

İNSAN KULAĞINA TÜP TAKTIRIRKEN HAMİLE KALIR MI?

Ben oldukça alerjik bir insanım,  bütün çocukluğum, gençliğim burnum tıkalı, başım kazan gibi, elimde sümüklü mendil ile geçmiştir. Otuzlu yaşlarımın başında alerjik nezle halim, artık kulağıma da zarar vermeye başladı. Kulaklarım su doldu, o sıralar dağ bayır geziyorum, her hafta sonu dağa çıkıyorum, dönüş sırasında kulağım tıkanıyor ve derhal orta kulak iltihabına çeviriyor. Çok sancı çekiyorum, uyuyamıyorum, benim tempomla çalışmak ne mümkün. O sıralar hoca da asla izin vermez ki dinleneyim. Ben de kulak iltihabı oldukça rapor alıyorum. Sonunda Rektör benim yalan rapor aldığımı düşünerek performans paramı ödemedi. Öyle ya koca kadın her ay çocuk gibi kulak iltihabı mı geçirirmiş. O haldeyim yani.

Continue reading… →

BAL KABAKLI NOKUL

 

İÇİNDEKİLER

Kalın bir dilim bal kabağı (yarım kilo civarı)

6 kaşık şeker

Bir paket kuru maya

Un ( 2 bardak civarı)

Yarım bardak zeytinyağı

Toz tarçın

Bir çimdik tuz

Haşhaş ezmesi

 

İLHAM NERDEN GELDİ

Bu yıl bahçemizde bol miktarda bal kabağı yetişti, bir çok kişiye dağıttık, buzlukları kabakla doldurduk. Klasik tatlı dışında tarifler bulmak gerekli oldu.

 

YAPILIŞI

Bal kabağını 4 kaşık şeker ve az bir suyla iyice yumuşayana ve çiğ kokusu gidene kadar haşlayıp, öğütücüden geçirerek  püre haline getirdim.

Bir paket kuru mayayı bir bardak ılık su, 2 kaşık şeker, bir çimdik tuz ve yarım bardak un ile karıştırıp 15/ 20 dakika mayalanmasını bekledim. Zeytin yağını ve kalan unu yavaş yavaş ekleyerek, ele yapışmayacak, suluca bir hamur haline getirip tekrar mayalanmaya bıraktım. Bu ikinci mayalanma süresi de 20/30 dakika sürdü.

Hamur kıvamını alınca büyük parçalar halinde merdane ile kare şeklini alacak gibi kalınca açtım.

Hamurun içine bol miktarda toz tarçın döküp iyice yaydım. Tarçın katmanının üzerine kabak püresi koyarak bu katmanı da düzgünce yaydım.

Hamurları rulo haline getirip, dilimledim, pişirme kağıdı serdiğim tepsiye dizerek, 180 derecede önceden ısıtılmış fırında 40 dakika pişirdim.

Sonuç mükemmel oldu.

Haşhaşa gelince son hamurun içine koyacak kabak püresi az kaldığı için iç malzemeyi tamamlayabilmek için, o rulonun içine biraz haşhaş ezmesi koymuştum. Bu nokullar da çok lezzetli oldu.

Benim tercihim sadece kabaklı olanlardan yana.

Eğer çöreğin daha tatlı olmasını isterseniz, üzerine toz şeker serpebilirsiniz. Ya da toz şekeri biraz suyla ve bir iki damla limon suyu ile glazür haline getirip, çöreklerin üzerini dekore edebilirsiniz.

Yılbaşı için daha da gösterişli bir çörek hazırlamak isterseniz glazür içine gıda boyası karıştırabilirsiniz.

Yılbaşına özel bir tarif yapmak isterseniz tarçın yerine zencefil koyabilirsiniz.

 

Bahçe bereketi
Balkabağı püresi
Cıvakça bir hamur hazırladım
Diktörgene benzer kalınca açtım
Tarçın katmanı
Kabak katmanı
İyice yayılsın
İç malzeme bitince son ruloya haşhaş ezmesi de kattım
rulolar hazırlandı
Dilimlendi
Sonuç bu

BU NASIL SEVDALUKTU ( GERÇEK BİR KARADENİZ AŞK MASALI)

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit atarken eski hamam içinde. Vakitlerden bir vakit, solunum testlerinde Adam (isim gerçek değil, olaylar dizisi tamamen gerçek) isimli bir teknisyenimiz vardı. A., çok sevdiğim, temiz kalpli, dürüst  bir Karadeniz delikanlısıydı. Tipine bakınca  korkmak mümkündü, çünkü oldukça kalıplı, kabadayıca hareketleri olan,  yüksek sesle ve koyu bir şiveyle konuşan birisi idi. Karıncayı incitmezdi ama ürkütücü bir cüssesi vardı.

Continue reading… →

BEN FEVZİ, BENİ NASIL TANIMAZSIN? GÖRELE PİDESİ YERKEN ARKADAŞIM HAMİYET ÖZEN’E YAŞATTIĞIMIZ ŞOK.

 

KTÜ’de göreve başladığım birkaç yıl olmuştu. Bir gün hastanedeki odamın kapısı açıldı ve içeriye doğru gözlerinde açık bir kuşku olan bir adam bana doğru baktı. Beni görünce kuşkusu yerini aşikar bir sevince bıraktı. Sevinç dolu bir sesle ‘’gerçekten senmişsin, duyunca inanamamıştım, ama gerçekten senmişsin’’ diyerek, yanıma gelmek için içeriye doğru hamle yaptı.

Continue reading… →

TAM USULUNE GÖRE ETLİ KARALAHANA SARMASI

 

İÇİNDEKİLER

Karalahana yaprakları

Dana kıyması 250 gr

Kuzu kaburga

2 adet havuç

4 adet orta boy soğan

Bir kaşık domates salçası

Bir avuç pirinç

Bir demek taze kişniş yaprağı

Küçük bir parça iç yağı

2 kaşık tereyağı

1 kaşık zeytinyağı

Tuz/su

 

 

YAPILIŞI

Geçen hafta kar yağdı. Kar yağınca karalahana yaprakları yumuşar ve çok kolay pişer. Ben de derhal gidip bahçeden kar altında kalmış yapraklardan topladım. Bu yaprakları biraz yumuşayana kadar haşladım.

Diğer taraftan 2 soğanı küp şeklinde yemeklik doğradım. İki havuç rendeledim. Soğan ve havuçları bir kaşık zeytinyağı ve yeterince tuz koyarak biraz soteledim.

Sotelenmiş sebzeler biraz soğuyunca, pirinç, kıyma, sulandırılmış salça, bir kaşık tereyağı ve ince kıyılmış kişniş yapraklarını katarak iç malzemesini hazırladım.

Karalahana yapraklarının saplarını keserek ayırdım. Yapraklara iç malzemeleri sararak dolmaları hazırladım.

Büyük bir tencerenin altına dolmalar yanmasın diye tencere içi nihale koydum. Eğer bu malzeme yoksa birkaç yaprak lahana koymak da mümkün.

Tencerenin altına kuzu kaburgasını yerleştirdim. Kalan kısımlara lahana yapraklarını dizdim. Bundan sonra da dolmaları yerleştirdim. En üstüne iç yağını, 1 kaşık tereyağını ve uzun doğradığım 2 adet soğanı koydum. Bir miktar su ekleyerek ateşe koydum. Kaynadıktan sonra altını kısıp 2 saat kısık ateşte etler iyice lime lime olana kadar pişirdim.

Yanına ‘’kinzi dövülmüş’’ adında yeşil kişniş, acı biber, sarımsak, tuz ve cevizli bir sos ve mısır ekmeği ile  tam eski usul  bir Karadeniz yemeği yapmış oldum.

Kar suyu yemiş lahana
Lahanalar özenle haşlandı
Soğan ve havuç sotelendi
Kıyma pirinç sebzeler eklendi
İç malzeme kişnişle tamamlandı
Yapraklar sarıldı
Sarma
Tencereye iç nihale koydum
Kaburga
Sarmalar yerleşti, en üste iç yağı ve soğan ile pişti
Tam tabak

OBEZİTENİN TARİHÇESİ

BU YAZI BİR TIP KİTABINA YAZDIĞIM  BİLİMSEL  BİR YAZIDIR

 

Ciddi bir pandemi ile yüzleştiğimiz bu günlere gelene dek,  obezite (şişmanlık)  bir sağlık sorunu olarak değil,  bir varlık ve refah belirtisi olarak kabul görmüştür. Türkçemize yerleşmiş olan ‘’ Bir dirhem et, bin ayıp örter’’, ’’Can boğazdan gelir’’ şeklindeki atasözleri, kilolu olmanın,  bir güzellik belirtisi olarak da kabul gördüğünü açıkça gözler önüne sermektedir. Çünkü insanoğlu, tarih boyunca (obezite pandemisinin yaşanmakta olduğu günümüzde dahi),  her zaman yetersiz beslenme ve bunun getirdiği sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır.

Bu yazıda  obezite ile ilintili bulunan bazı tarihsel  satır başları sıralanmış ve  günümüz obezite salgınına yeni bir bakış açısı sunulmuştur.

Taş devrinde, vahşi hayvanları avlayarak ve doğada yetişen çeşitli meyveleri toplayarak beslenen insanoğlu, çevresel flora ve faunaya bağımlı yaşamak zorunda idi. ‘’Avcı toplayıcı dönem’’ denilen bu dönemde mevsimsel koşullara göre göçer yaşayan insan toplulukları, bundan 10000-12000 yıl önce, bu gün üzerinde yaşadığımız coğrafyada, bitki ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrendi. Bundan böyle besinlerini artık kendileri üretmeye başlayan insanlar, toprağa yerleşip, küçük  tarım toplulukları oluşturdu.

Neolitik çağ denilen bu ilk tarım toplumlarından bu güne gelmek, gezegen tarihine kıyasla, çok da uzun sürmedi. Bu kısa süre içinde insanoğlu, yeryüzünde yaşayan en güçlü, en hızlı ya da en dirençli tür olmamasına karşılık,  çevresel şartlara uyum sağlama ve çevreyi kendi isteğine göre değiştirme yeteneği sayesinde, dünya gezegenindeki besin zincirinin en tepesine yerleşti.

Çevreyi giderek daha etkin bir şekilde kendi istedikleri şekle dönüştüren  insan ırkının nüfusu da giderek arttı. Son yüzyılda ise  insan nüfusunda ciddi bir artış, adeta bir patlama yaşandı, 2016 yılında dünya nüfusu 7.4 milyar olarak hesaplandı.

Bu artan nüfusu besleyecek, değişen iklim koşullarından ve tarım zararlılarından etkilenmeyecek tarım yöntemleri bulunmaya ve gittikçe daha yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Neolitik çağdan, bu güne kadar dünya yüzeyinin oldukça büyük bir kısmı tarım alanları ile kaplanarak, doğal bitki örtüsü yok oldu, paralel olarak vahşi hayvan türlerinin büyük çoğunluğu yok olarak, yerini evcil hayvanlara bıraktı. Geçen yüzyılda, sanayileşme,  tarımda   makineleşme, pestisitlerin kullanılması,  fosil yakıtların yaygın kullanımı sonucunda, kaçınılmaz olarak çevre kirliliği meydana getirmeye başladı. Son yıllarda ise hem tarım hem de hayvancılıkta,  biyoteknoloji ve genetik mühendislik yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Egemen ülkelerin dünyaya dayattığı tarım politikaları sonucunda  bazı türlerde, genetiği ile oynanmış ürün o denli arttı ki,  doğal tohumlar  yok olmaya yüz tuttu.

Mevcut durumda kendisinden başka düşman türü olmayan insanoğlu artık çevreyi değiştirme çabalarının olumsuz sonuçları ile yüzleşmek zorunda kaldı.

 

Bu genel çerçeve içerisinde insanlık,  1980’li yıllardan   itibaren, hızla bütün dünyayı saran büyük ve beklenmedik bir obezite salgını ile karşı karşıya kaldı.

OECD’nin 2014 raporuna göre,  obezite oranı ABD’de toplam nüfusun 1/3’ünü, Türkiye’de ise 1/5’ini  geçti.

Her geçen gün yaygınlaşmakta olan bu pandeminin insan sağlığına ve ülke ekonomilerine verdiği zarar  giderek artmaktadır. Bundan elli yıl önce yazılmış tıp kitaplarında obezite konusu son derece kısıtlı bir şekilde işlenirken, günümüzde en yaygın ve önemli sağlık konularından biri olarak değerlendirilmektedir.

 

OBEZİTE İLE İLGİLİ KADİM KAYITLAR

 

Obezite ile ilgili bilinen en eski kayıt 1908 yılında,  Avusturalya, Willendorf’da tesadüfen bulunan, 11 cm büyüklüğünde, kireçtaşından yapılmış bir kadın heykelidir. Daha sonraları  Willendorf Venüsü adıyla anılan bu ünlü heykel, kocaman memeleri ve devasa karnı ile  abdominal obezitenin tipik bir örneği olduğu kadar, obezitenin insanlık tarihi kadar eski bir ‘’hayat gerçeği’’ olduğunun da delilidir. Çünkü bu küçük heykel, MÖ 25000-23000 yılları arasına, yani Paleolitik Çağa (avcı toplayıcı dönem) tarihlenmiştir (Şekil 1).

Neolitik Çağda (MÖ 8000-5500) ise, başta Anadolu olmak üzere bütün dünyada ‘’Ana Tanrıça’’ denilen bir çok şişman kadın figürü bulunmuştur. Anadolu’nun çeşitli ören yerlerinde  bulunan sayısız şişman kadın heykeli  içerisinde en ünlüsü Çatalhöyük’te bulunan ve jinekoid tip  obezitenin çok güzel bir örneği olan ‘’Oturan Kadın’’ heykelidir (Şekil2). MÖ 7500-8000 yıllarına tarihlenen, kilden yapılmış bu heykel, pars kafaları ile süslenmiş bir koltukta oturan bir kadını betimlemekte ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir.

İncil’de sözü geçen,  Moab Kralı Eglon (II/ 3-17)  ise muhtemelen modern dünyada abdominal obezitenin ilk kayıtlarından biridir (Şekil 3).

 

Obeziteye dikkat çeken en erken tıbbı kayıtlar ise şunlardır;

Bütün dünyada modern tıbbın babası olarak bilinen Hipokrat, daha MÖ 5. yüzyılda şişman insanların normal kiloda olanlara nazaran daha yüksek ani ölüm riski taşıdıklarını bildirmiştir.  Hipokratın ayrıca bir çok hastayı tedavi etmek için diyet ve egzersiz önerdiği bilinmektedir. Hipokrattan 500 yıl sonra Galen, obeziteyi, ‘’orta’’ ve ‘’ aşırı’’ olmak üzere sınıflandırmıştır.

Modern tıp biliminin kurucularından biri olarak kabul gören İbni Sina ise, ilk kez şekerli idrardan söz ederek diabetle ilgili ilk tıbbi kaydı tutmuş, ayrıca obezite ve obezitenin tehlikelerinden söz etmiştir (Şekil 4).

 

MODERN ZAMANLARDA OBEZİTE İLE İLGİLİ TANIMLAMALAR

 

Obeziteyi tanımlayan ilk bilimsel yazı 1727 yılında Short tarafından yazıldı ve bu yazıda obezitenin tedavisinde diyet ve egzersizin öneminden söz edildi (Şekil 5).

Obezitenin matematiksel olarak ölçümlenmesi ise ilk Quetelet tarafından önerildi. Onun önerdiği vücut kitle indeksi, hala tıbbi pratikte yaygın olarak kullanılmakta ve bazı Avrupa ülkelerinde hala Quetelet indeks olarak anılmaktadır.

Son birkaç dekadda ise beden yağ ölçümü için manyetik rezonans (MR), ultrasonografi ( USG), kompitörüze tomografi (CT), dual-enerji Xray absorbsiyometri (DEXA) gibi çok daha sofistike radyolojik yöntemler kullanılmaya başlandı.

Obezitenin metabolik etkisini yani insülin rezistansını ölçmeye yarayan homesotatik modelleme (HOMA) yöntemi ise ancak 1980’lerden sonra ortaya atıldı.

 

YAĞ DOKUSU İLE İLGİLİ GELİŞMELER

 

Obez bir insana ait ilk kadavra 1679 yılında Bonet tarafından açılmış ve yağ dokusu morfolojik olarak tanımlandı.

Yağ hücrelerinin mikroskobik olarak ilk kez görüntülenmesi ve özgün birer hücre olarak tanımlanması ise  1849 yılında Hassal tarafından yapıldı (25). Daha sonraları Hoggan ve Hoggan yağ hücrelerinin büyüme ve çoğalma özelliklerini ve obezitedeki rollerini tanımladı.

İçlerinde aşırı derece mitokondri taşıyan ve vücudun enerji harcamasında önemli yeri olduğu anlaşılan kahverengi yağ hücreleri ise ancak 1950’lerde  Fawcett ve Jones tarafından keşfedildi.

Yağ dokusunun endokrinolojik bir organ olarak tanımlanması ise ancak son 20 yıl içerisinde gerçekleşti. Eş zamanlı olarak   yağ dokusunun   immünolojik olarak aktif hücreler olduğu  da anlaşıldı.

 

METABOLİZMA VE ENERJİ BALANSI İLE İLGİLİ GELİŞMELER

 

Daha önce bir çok kimyasal element tanımlanmış olmasına karşılık canlıların oksijen kullanması ile ilgili ilk bilimsel veriler Lavoisier tarafından ortaya atıldı. Lavoisier, bir çok kimyasal bileşim yanı sıra, havanın ve suyun kimyasal bileşimini keşfetmiş olması nedeniyle bu gün modern kimyanın ve beslenme biliminin kurucusu olarak kabul edilmektedir.

Lavoisier’in bu yazıya  dahil olma sebebi, Laplace  ile birlikte solunumda oksijen kullanılması ve karbondioksit üretilmesini keşfetmeleri ve canlıların ısı üretiminin de çok benzer bir mekanizma ile meydana geldiğini fark etmiş olmalarıdır. Ne yazık ki bu önemli bilim adamı Fransız Devrimi sırasında giyotinle infaz edilmiştir.

Onun izinden giden Liebig  ise modern biyokimyanın temellerini atan kişi oldu.

Max Rubner   ise ilk kez 1 gr karbohidratın ve proteinin 4.1 Cal, 1 gr yağın ise 9 Cal enerji sağladığını tanımladı. Aynı bilim adamı yaşamak için belirli bir kalori gerektiğini de keşfetti, daha sonraları ilk kez onun tanımladığı bu ihtiyaç bazal metabolizma olarak isimlendirildi.

Enerji metabolizması ve kalorimetri üzerine yıllarca aktif olarak uğraşıldıktan sonra 1920’lerden itibaren çalışmalar enzim fonksiyonları, vitaminler ve mikronutrilenler üzerine kaydırıldı.

İştah mekanizmaları, hipotalamik iştah merkezi ve iştah üzerine etkili hormonlar ve işleyiş mekanizmalarının keşfi ise ancak son yıllarda gerçekleşti.

 

OBEZİTENİN ZARARLARININ KEŞFEDİLMESİ

 

Antik çağlardan beri obezitenin insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerine dikkat çeken yazarlar vardır. Yine Neolitik dönem şişman kadın heykellerinde son derece gerçekçi betimlemeler olmasına karşılık obezitenin vücut yağ dağılımı gözetilerek, abdominal (android, elma) tipi, glukofemoral (jinekoid, armut) tip olarak sınıflandırılması 1947’de  Vauge tarafından yapıldı.

İlk kez 1940’lı yıllarda Kylin, abdominal obezitenin, diabet, arteroskleroz ve gut gibi hastalıklarla ilintili olduğuna dikkat çekti.

ABD’de daha önce izole olarak yaşayan yerli halkta (Pima İdian örneğinde olduğu gibi) Batı Kültürü ile karşılaştıktan sonra çok yüksek oranda tip II diabet gelişmiş olması gibi klinik gözlemler sayesinde 1960’lı yıllarda, Neel tarafından ‘’tutumlu genler’’ hipotezi ortaya atıldı. Bu teori daha sonra Barker’ın de önemli katkıları ile ‘’erişkin hastalıkların fetal orijini’’ teorisine dönüştü.

Bu teoriye göre özetle, fetal hayatta kısıtlı (az oksijen, az besin, stres gibi) çevresel koşullarla karşılaşan bir canlının genleri bu kısıtlı çevrede yaşamaya uyum sağlayacak şekilde değişime uğrar. Bu adaptasyon mekanizmaları; baz dizilimini ya da gen sıralamasını etkilemez, ancak   DNA’nın yaptığı bir çok biyokimyasal bağlarda değişiklik yapar, mesela metilasyon miktarını değiştirir. Bu epigenetik değişiklikler birkaç nesil boyunca aktarılabilir.

İnsülin rezistansı sendromu ya da metabolik sendrom ise ancak 1980’lerin sonlarında Himsworth tarafından tanımlandı.

Bütün bu bilgilere  karşılık, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından, obeziteye dair ilk istatistik veriler 1901 yılında yayınlandı, obezitenin sınıflandırılması ise 1995’te yapıldı.

 

DÜNYAYI  SARAN VE SARSAN OBEZİTE SALGINI

 

İnsanlık, son 30-40 yıldan beri hazırlıksız olduğu bir obezite salgını ile yüzleşmektedir.  Türkiye Halk Sağlığı Kurumu, Obezite, Diabet ve Metabolik Hastalıklar Daire Başkanlığının, DSÖ’nün  son verilerine göre hazırladığı raporda dünya üzerinde 2008 yılında 400 milyon obez, 1,4 milyar fazla kilolu insan varken bu sayılar 2015 yılında sırasıyla 700 milyon ve 2.3 milyara ulaştığı bildirilmektedir.

Obezite salgının sebepleri, insan sağlığı üzerine olumsuz etkileri ve ülke ekonomilerine getirdiği yük bu yazının konusu dışındadır. Ancak tarihsel veriler ışığında bu salgının o kadar da beklenmedik olmadığı anlaşılmaktadır.

Bu satırların yazarı samimiyetle  bu salgının dünya üzerindeki ilk obezite salgını olmadığına inanmakta ve ilk obezite pandemisinin  insanoğlunun toprağa yerleşik yaşamaya başladığı Neolitik çağda meydana geldiğini iddia etmektedir.  Bu pandemiyi görmek için bu çağda yapılmış şişman kadın heykellerine bakmak yeterlidir (Şekil 6). Modern arkeoloji biliminin inandığı gibi bu heykellerin ‘’Doğurganlık Tanrıçaları’’ olduğunu iddia etmek pek de gerçekçi görünmemektedir. Çünkü sadece Çatalhöyük’te bile 2000’den fazla şişman kadın heykeli bulunmuştur. Sadece bu sayı bile bu kadar çok doğurganlık tanrıçasına ihtiyaç var mıdır sorusunu akla getirmektedir. Üstelik şişman kadın heykelleri, sadece Anadolu’da değil, dünyanın dört bir tarafında (o bölgenin neolitik çağa girdiği zamanda) yapılmıştır. Örneğini görmeden yapılamayacak kadar  gerçekçi olan bütün bu heykellere tanrısallık atfetmek ne kadar doğrudur?

Neolitik obezite pandemisi teorisine ters düşecek bir nokta, herhangi bir şişman çocuk ya da erkek heykelinin olmayışıdır.  Bu durum, yerleşik yaşama geçilmesiyle birlikte, artık kadın ve erkeğin toplumsal rol dağılımının değişmesi ve kadının  evde daha çok zaman geçirmesi, dolayısıyla daha önce hiç olmadığı kadar sık  beslenirken, hareketinin azalması, buna karşılık erkeklerin hala avlanmaya, harekete ve adrenalin salgılamaya devam ediyor olması ile izah edilebilir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, insanlar dünyanın çeşitli bölgelerinde bir birlerinden farklı zamanlarda ve birbirlerinden bağımsız bir şekilde toprağa yerleşmeye başladılar. İnsanoğlu, Orta Doğu’da  buğday ve benzeri hububat yetiştirmeye MÖ 11000’de başladı. Bundan tamamen bağımsız olarak MÖ 9000’de  Asya’da pirinç, MÖ 5000 yıllarında ise Amerika kıtasında mısır ve patates yetiştirmeye  başladı. Dünyanın bir yerinde Neolitik Çağ yaşanırken diğer bölgelerinde  halen avcı toplayıcılık dönemi devam etmekteydi. Böylece bu ilk obezite salgınının dünyayı sarması birkaç on yılda olmadı, binlerce yıl aldı.

Her iki obezite pandemisinin de  insanoğlunun yaşam şeklinin radikal olarak değiştiği, beslenme alışkanlıklarının çarpıcı olarak değişime uğradığı  dönemlere denk gelmesi bir tesadüf olabilir mi?

Neolitik Çağdan önce insanoğlu avcılık toplayıcılık yaparak besleniyordu. Bu durumda hangi öğünde kaç kalori alacağı, bir sonraki öğünü ne zaman bulabileceği belirsizdi. Bu şartlar altında ancak genetik olarak uzun süreli açlığa uyum sağlayan insanların hayatta kalmış olmaları kaçınılmazdır. Bu tutumlu genleri taşıyan insanların, tarım yapmaya başlamaları, her gün beslenebilme olanağını da beraberinde getirmiştir. Düzenli beslenmenin, bulabildiği her kaloriyi depolamaya adapte olmuş bir organizmada obezite ile sonuçlanması beklenmedik bir şey değildir. Daha sonraki dönemlerde yapılan ‘’Bereket/Doğurganlık Tanrıça’’larının normal kiloda olması,  tutumluluk genlerinin  nesiller sonra artık uzun süreli açlık yaşanmayan yeni şartlara da uyum sağladığı şeklinde yorumlamak pekala mümkündür (Şekil 7).

Ancak toprağa yerleşmek de insanoğlunun beslenme problemine tam bir çözüm getiremedi. Özellikle Orta Çağ boyunca yapılmış bebek İsa ikonalarına bakmak bile insanoğlunun nesiller boyunca ciddi beslenme yetersizliği ile karşı karşıya kaldığını göstermektedir (Şekil 8). Zaten yetersiz ve dengesiz beslenen geniş kitleler, son yüzyılda dünyayı saran iki büyük savaş  nedeniyle, nesiller boyu ciddi kıtlıkla problemi ile yüzleşti.  Bu kıtlık dönemini takip eden refah dönemi ise, aynı zamanda insanoğlunun yaşam şeklinin ve beslenme alışkanlıklarının daha önce hiç olmadığı kadar değişime uğradığı bir zaman olmuştur.

Bu radikal çevresel değişimler, obezite salgınlarının başlamasında  epigenetik faktörlerin çok etkili olduğunu işaret etmektedir. Kitle beslenmesi için kullanılan, pestisitlerden,  genetiği değiştirilmiş ürünlere, endüstriyel olarak üretilmiş gıdalardan, raf ömrü uzatıcı katkı maddelerine kadar geniş bir yelpazedeki tekniklerin insan DNA’sında nasıl epigenetik mekanizmalara yol açtığı pek de bilinmemektedir.

Artık dünya gezegeninin, artan insan nüfusunu beslemeye yetecek sonsuz kaynaklara sahip olmaması gerçeği, bu nüfusun beslenebilmesi için daha önce kullanılmamış yöntemlerin gerekliliğini de beraberinde getirmektedir .

Bu nedenle, bu modern  obezite salgınının, kadim dönemlerdeki salgın gibi kendiliğinden sönümleneceğini beklemek ne yazık ki, pek de gerçekçi görünmemektedir.

 

 

 

 

 

 

 

En meşhur şişman venüs
Çatalhöyük ana tanrıçası
Türkiye’den tombikler
Dünyadan tombikler
Bebek İsalar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Show Buttons
Hide Buttons