Monthly Archives: Ağustos 2023

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; EYLÜL 2023

Bu ayın 16’sında Sefer ayı bitip, Rebiülevvel ayı başlıyor, 26 Eylül Mevlit kandili.

Ay döngüsü olarak 15 Eylülde (başak burcunda) yeniay, 29 Eylülde de koç burcunda dolunay var.

Astrolojik olarak Retrolar dönemindeyiz, ama kişisel gezegenlerden Merkür retrosu 16sında, Venüs retrosu ise 4ünde bitiyor. Uzak gezegenlerin yani Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton ve Şiron Retroları ise ay boyu devam.

Bu ay bilindiği gibi gün dönümü, yani gün/tün eşitliği meydana gelecek. Bu tarihlerde yani 20-23 Eylül tarihlerinde wican inanışına göre Mabon bayramı kutlanır. Yıl döngüsünün 8 bayramından biridir. Bu bayramı kutlamak için pagan olmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Bu aşırı hava koşullarının normalleşmesi için istediğimiz ritüeli, duayı yaparak, ekşi mayalı ekmekler yiyerek sonbahara merhaba demek herkese uyar sanırım.

Eylül ayında bilinen Mihrican, Bıldırcın geçimi, Çaylar, Kestane karası, Turna geçimi isimleri olan fırtınalar var, ama bu yıl galiba artık düzen beklemek olanaksız.

Eylül ayı şiirlere, romanlara konu olmuş, şiirsel bir aydır. Hasadın bitip, kış hazırlıklarının yapıldığı, balık avı yasağının ortadan kalktığı, okulların açıldığı aydır. Her zaman yılın en çok sevdiğim zamanıdır. Bu sene  ise tek beklentim aşırılıkların olmadığı, yağmurlu bir ay olması. Ülke olarak başka felaketlere dayanacak halimiz kalmadı.

BU GÜNLÜĞÜ NEDEN TUTUYORUM, DERDİM NE? ÜZÜMÜN YOLCULUĞU, GELİBOLU, HAYAT NASIL DEVAM EDİYOR?

Bu günlüğü neden tutuyorum sorusunun cevabını hatırlamaya karar verdim, çünkü son dönemlerde acaba artık yazmasam mı diye düşünmeye başlamıştım. Ancak bu yazıları yazmaya, üstelik böyle uzun uzadıya yazmaya başlamamın bir sebebi vardı; İsrail’e gittikten sonra yazmaya karar verdim. Filistinliler çok önemli bir halktır, şu anda kullandığımız yazı, yani sesin simgelerinden meydana gelen harf alfabesini bulan halktır. Şu anda yeryüzünde yazılan hemen hemen bütün alfabelerin onların yazısından esinlenerek bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Şu anda sadece uzak Asya ülkelerinde heceleri simgeleyen yazı modelleri kullanılıyor ki, bunun öğrenmenin ne kadar zor olduğunu söylemeye gerek yok.

Bu tarihsel gerçeğe karşılık ne yazık ki Filistinli  Müslüman halk iki büyük hata yapmış, birincisi pek yazılı kayıt bırakmamış, ikincisi de nasıl olsa toprağı alıp gidecek halleri yok diye dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudilere (sürgündeydiler) toprak satmışlar. Buna karşılık Yahudiler ise, (evet onlar da bölgenin halkı) tam karşıtı iki eylem yapmış; birincisi bir gün mutlaka geri döneceklerine inanmış ve bu uğurda çalışıp durmuşlar, ikincisi ise yazmışlar. Hem de her koşulda yazmışlar, dur durak bilmeden yazmışlar; mesela gizli dini guruplar yazmışlar;  Kumran mağaralarında saklamışlar, mesela ikinci dünya savaşında başına gelenleri yazmışlar (Anne Frank), duvar sıvasının içine saklamışlar. İşte bu yazılar sayesinde kendilerine bu ülkede hak iddia edebildiler. Toprağını satan ve kendisi hakkında kayıt tutmayan ise mezar yazıtlarını bile kaybetti.

Ben de söz uçar yazı kalır mantığıyla, sivil tarih oluşturmak için kendi şahitliklerimi yazıyorum. Bence tarih savaşı kazananlara bırakılamayacak kadar çok yönlüdür. Böyle düşünerek yazmaya başladığımı hatırlayınca, devam kararı aldım.

Bu içinden geçtiğimiz yıllar gelecekte iklim krizi ile (belki de iklim krizinin başladığı yıllar olarak) anılacak gibi duruyor, bu yıl bütün dünyada hava şartlarının iyice çivisi çıktı. Bu yıl bölgemizdeki kuraklığın tek sonucu bitmek bilmeyen yangınlardan ibaret değil, yaz mahsulü de çok az oldu. Ay çiçeği tarlalarında ürün hemen tamamen kavruldu gitti, muhtemelen %30 verim verecekmiş, ayçiçekleri normalin beşte biri büyüklüğünde bile değil, pek çoğunun da içi boş görünüyor. Tarlaları görmek insanın içini acıtıyor.  

Geçen hafta sonu Eceabat’a Suvla şarap fabrikalarını ve bağlarını görmeye gittik, yarımadada da ay çiçeği tarlaları içler acısıydı.

Bu güne kadar birçok şarap imalathanesi ve bağını gezmiş ve çeşitli bilgiler almıştım, parça parça yazılarımda vardır. Bu gezide yeni öğrendiğim ve hoşuma giden bazı şeyleri anlatmaya çalışacağım.

Şu anda bağ bozumu başlamıştı ve şarap yapımının ilk aşamaları yani üzümlerin kırılması aşamasındaydı. Hem fabrikadaki ‘wine maker’ler hem de bağdan sorumlu ziraat mühendislerinin işlerini ne kadar büyük bir tutku ile yaptıklarına şahit olmak çok güzeldi. İşini aşkla (heves, adanmışlık, sevgi) ile yapan herkes gibi bu gençlere de hayran kaldım. Bir kez daha şarap yapımının ne kadar incelikli bir iş olduğunu anladım, ancak ilk defa bir bağın bakımını bu kadar ayrıntılı olarak dinledim. Şu kadarını söyleyeyim her ikisi de gerçek uzmanlık ve ağır çalışma gerektiriyor. Gelibolu yarımadasında hem yerel üreticilerin, hem de çok yaygın markaların bağları var, anlaşılan şaraplık üzüm için oldukça uygun bir alan. Gezdiğimiz bağ tamamen organik yöntemlerle üretim yapan bir bağdı, hiç kimyasal kullanılmıyor. Mühendis  zararlılarla  mücadele yöntemlerini anlattı, bunlardan bana en ilginç gelen zararlı bir sineğin üremesini, dolayısıyla zarar vermesini önlemek için yaptıkları şeydi. Herkes bilir hayvanlar çiftleşme dönemlerinde feromon denilen bir koku salarak birbirlerini bulurlar. Bağın her sırasına dişi sinek kokusu asıyorlarmış, zavallı (vallahi hallerine acımadım desem yalan) erkek sinek de koş oraya uç buraya bir türlü dişi ile denkleşemiyor, denk gelse de yorgunluktan çiftleşemiyormuş, çok akıllıca değil mi? Ancak bu sene havalar o kadar sıcak gitti ki, astıkları ipliklerdeki kokular çabuk uçmuş, yakın zaman önce sinekler üremeye başlamışlar, neyse ki fazla hasar veremeden üzüm hasadı başladı. Bana ilginç gelen bir başka bilgi de bazı üzümlerin üzerinde buğu gibi bir tabaka olur ya, işte o tabaka doğal maya imiş, bazı butik işletmeler hiç ticari maya kullanmadan sırf bu maya ile şarap yapıyorlarmış, elbette elle yapılan üretim çok kısıtlı oluyormuş.

Bu gezi bizim Zafer’in hastalarının ona hediyesiydi. Ben hastalarımdan bir hediye aldığımda soran olursa ‘iyi doktor fonundan’, asistan ve öğrencilerimden aldıklarıma ise ‘iyi hoca fonundan’ aldım derdim. Yani hafta sonunda Zaferin iyi doktor fonundan ben de yararlandım demek yanlış olmaz.

 Zaferin bir de çiftçi, yerel satıcı hastası varmış, onun tezgâhına da uğradık, adamcağız, kavanozlar dolusu salçalar, torba dolusu meyve, kocaman bir kavun verdi, ben de 2 kilo biber almıştım, Zafer üstüne bir de, 2 şişe şarap aldı, yani elimiz kolumuz hayli doluydu.

Sözüm ona geçen hafta sonu yaşadığımız feribot krizini yaşamamak için arabalarımızı bırakıp karşıya yaya olarak geçmiştik (yarımadada bizi bir araçla gezdirdiler). Fakat daha ilginç bir feribot krizi yaşadık,  tam  feribot limandan uzaklaşırken limana getirildik. Biz de oradaki pastanede oturup çay içtik, gevezelik ettik. Karşımızda çok kısa bir etek giymiş bir kadın, aşırı frikik vererek oturuyordu.  Ben;  el alemin .ötüne bakılmaz, insanın işi ters gider muhabbeti yaptım, hatta sandalyemi çevirdim.  Nihayet feribot geldiğinde ellerimiz kollarımız dopdolu içeri girip oturduk, herkes kendi aracıyla gelmiş, iskeleye yakın bir yerlerde park etmiştik. Zafer, eşi Perihan ve ben ellerimizde bunca yükle nasıl araçlarımıza kadar gideceğiz planı yaptık. Derken boğazın ortasında Zafer benim çantam nerede diye sordu. Meğer pastanede beklerken sandalyenin arkasına asmış ve orada unutmuş, neyse ki bulup sağlama almışlar. Bu bilgiyi alınca Zaferle ‘kesin sen kadının .ötüne baktın ki işin ters gitti’ diye iyi dalga geçtim. Sonuç Zafer çantasını almak için aynı feribotla geri döndü, biz 2 kadın, 3 kişi olarak nasıl yapacağımızı düşündüğümüz taşıma operasyonunu başarıyla gerçekleştirdik. 

Yavuz hocama layık yaşıyorum, onun sürekli kullandığı ‘nereye gittik de rezil olmadık ki’ lafını hiç yere düşürmüyorum.

Ha son günlerde en çok yaptığım şeylerden biri de yangın alanlarını gezmek, bu arada çok ağırıma giden bir başka bilgiyi daha paylaşmak istiyorum, yanan bölgelerin yakınlarındaki orman bölgelerine avcılar gelmiş, alışık oldukları orman parçasından kaçmayı başaran hayvanları acemi oldukları saklanamayacakları alanlarda öldürmeye çalışıyorlarmış. Belki bilmeyen olabilir, vahşi hayvanların da sokak hayvanları gibi bütün ayrıntılarını bildiği,  kendi alanları vardır, bu güvenli alanlarının dışına çıkmamayı tercih ederler. Belki de her sonbahar mevsiminde yapılan domuz avı sürecidir bilemiyorum.

 Eğer bu duyduğum av meselesi doğru ise ve kendi alanını terk etmek zorunda kalan hayvanları avlıyorlarsa artık ne diyeyim, insan ırkı bu gezegenden yok olalım topluca.

Kırmızı ip feromon

Üzüm kırma tezgahı
Şampanya şişesinde olgunlaşıyor
Zafer, Perihan, ben, Wine maker Dilara
Bağlardan sorumlu ziraat mühendisi, şaraplar arkada yıllanıyor

YANGIN SİLSİLESİ, HERŞEY KOMPLO DA KOMPLO, HERKESLE BİRLİKTE YÜRÜMEK OLASI DEĞİL, BOŞA HARCAYACAK ENERJİM YOK

Bütün ülke 22-23 ağustos 2023 tarihlerini Çanakkale yangını olarak hatırlayacak ama aslında 16 Temmuz gününden beri geçtiğimiz 4-5 haftayı orman yangını serisi içerisinde geçirdik. Bütün yıl yağmur/ kar yağmamıştı, hem toprak çok kuraktı, hem hava çok sıcaktı, hem de rüzgâr çok şiddetliydi, yani orman yangını için bütün şartlar maksimum derecede mevcuttu.

Önce 16 Temmuzda bizim köyün arkasındaki kızılçam ormanı/tarım alanı karışımı alanda başladı. Ben, balya makinesinden kıvılcım atladı diye düşündüm, ama o gün orada çalışan makine yokmuş. Resmi olarak yüksek gerilim hattına takılıp yanan bir kuşun yangını çıkartmış olabileceği açıklandı. Bence yangının bölgede yığılı gübre yığınlarından birinin uygun koşullar nedeniyle yanmaya başlaması, yere atılmış bir cam parçasından ya da çam reçinesinden çıkmış olması çok daha mümkün.

Bu alan içinden geçen sadece tarlalar arası yollar bir de İğdelik mahallesine (8/10 ev) giden birkaç yıl önce asfalt dökülen bir yol var. İnanarak yazıyorum bu yangın kasıtlı olarak çıkartılmadı, çünkü bu bölge oldukça ıssız, içinde tek tük ev, ahır, tarla olan, kimsenin gidip mangal bile yapmadığı bir alandır. Köylümüzün yangın sırasına nasıl canla başla çalıştığını görünce onları düşünceyle bile töhmet altında bırakmak çok zalimce geliyor, üstelik bütün zararı gören de biziz. Dışardan birileri yaktıysa, onu bilemem, ancak valilik ormanlara girişi yasaklamıştı, zaten bizim köy tercih edilen bir piknik alanı değil.

Köyümüzün kuzey doğu kısmından başlayan yangın büyük bir hızla köyün evlerine ulaştı ve bütün kuzey kısmını sardı, daha yarım saat geçmeden güneye de kıvrılarak köyümüzü tamamen ablukaya aldı. Bütün gece, kilometreler boyunca güneye doğru yayıldı, ancak sabaha karşı biraz kontrol altına alınabildi. Ertesi gün bütün bölge yeniden harlandı, etrafa doğru yangının sınırları daha da genişledi, özellikle de bizim İğdelik bölgesinde ve Çan yolu üzerindeki köyler bölgesinde yanan çok alan oldu. Bu ilk büyük yangın 2 günde kontrol altına alındı. Orman yangının kontrol altına alınması yangının bittiği anlamına gelmediğini anlamak gerekir. İçten içe tüten bir alanın çevresi kazılarak sınırlandırılması, yayılmanın engellenmesi, kontrol altına alınması kabul ediliyor.

Orman yangını yayılması ise akıl alır gibi değil, alevler sadece rüzgârla savrulmuyor, kozalaklar patlayıp fişek gibi gidiyor, yanan kuşlar, hayvanlar can havliyle kaçarken yeni yerler yakıyor, daha da ilginci, yangın bölgesinden çevreye (hem de yüzlerce metre uzaklara) kucak dolusu yanan parçalar (yangın bombaları) saçılıyor, bunlardan birini bile söndürmek ciddi mesele. Bu kocaman parçaların nasıl oraya uçtuğunu görmeden idrak etmek zor.

Yangın kontrol altına alındı deyince bir sabır imtihanı başlıyor. Ormancılar, itfaiye ekipleri, köylüler günlerce nöbet tutuyorlar. Benim ‘köylü bilgeliği’ dediğim birçok kadim bilgiye doğuştan sahip olan komşum (köyün atalık tohum bankası) bu büyüklükte bir yangında ağaç köklerinin ısıyı tutacağını ve haftalar boyunca yangınlar çıkabileceğini daha ilk günden söyledi.

Bu ilk yangından sonra çok da uzak olmayan bir köyde bu kez kasıtlı bir yangın çıkartıldı, bu yangın çok zor bir alanda olmasına karşılık kısa sürede söndürüldü, failler de hemen yakalandı.

Bütün olumsuz koşullar devam ettiği için ilk hafta boyunca hemen her gün birçok noktadan ufak ufak parlamalar oldu, daha sonra bu parlamaların sıklığı azalsa da bütün ay devam etti. Büyük yangından 2 hafta sonra yangının ilk başladığı noktaya bir kilometre kadar yakın (ama yanan alanın dışında) gençleştirilmiş bir koru daha tutuştu (köye mesafe kuzey doğudan 2,5 km kadar). Üstelik gece vakti yani insan faaliyetinin olmadığı ve üzerinden elektrik teli filan geçmeyen bir alandı. Bu yangın bile eğer tek başına olsaydı 100 hektardan daha büyük bir yangın olduğu için haber değeri taşıyabilecek bir yangındı ama elbette büyük yangının devamı olarak değerlendirildi. Bundan bir hafta kadar sonra köyün bu sefer 2 km batısında daha önce yanan bir alan tekrar tutuştu, daha önce yarı yanan ağaçlar kömür oldu, yanmayanlar ise bu yeni yangında yandı.

Derken 22 ağustosta, tam da yangının en son ulaştığı bölgede, daha önceki yangında yanan bölgenin hemen dışında kalan bir yerden aniden bu büyük yangın başladı. Yangının başladığı Damyeri, bizim İğdelik gibi hiçbir yere çıkmayan bir yolun çevresindeki 7-8 evden ibaret bir mahalledir. Bu tip mahalleler özellikle gitmeyeceksen yolunu bulamadığın, yanlışlıkla gidersen arabanı çevirecek yer bulamadığın, artık sadece birkaç yaşlı insanın yaşadığı bir yer.

Önce yok salça yapılırken ateş atladı, yok anız yakıldı, yok yoldan geçen araba izmarit attı dendi, video ortaya çıkınca yakında bir elektrik direği olduğundan kıvılcım atladı dendi. Ben bu yangının da önceki yangının devamı niteliğinde olduğunu düşünüyorum.  Bu sefer rüzgâr daha da kuvvetliydi, yangın kısa sürede, daha önceki yangının büyük bir gayretle sınırlandırıldığı Sarıçay vadisini çok kısa sürede aştı. Ondan sonra da olanlar oldu, ilk yangının 2-3 katı kadar büyük bir alan daha yandı. Üstelik bu kez yangın şehir merkezine çok tehlikeli bir şekilde yaklaştı, bu kez köylerde bazı evlerin yanmasını engellemek de mümkün olmadı.

Yangında can kaybı yok deniliyor ama kim bilir kaç ağaç tamamen kül oldu, kaç vahşi hayvan, kaç evcil hayvan öldü, kaç dönüm hububat, meyve tarlası yandı şimdilik bilmiyoruz. Yanan bölge şehre çok yakın olduğu için mesela şehir çöplüğü çok ciddi yanma tehlikesi geçirdi, eğer sülfür balonu delinseydi maazallah çok daha büyük felaket olacaktı. Bu ikinci büyük yangında ise haberleşme kuleleri, radar tepesi, askeriye, hastane, üniversite kampüsü tehlike atlattı. En çok hasar gören köylerden birinde bir uzay gözlem istasyonu vardı, o da tamamen yanmış. Bir aydan beri yanan köyler şehir merkezine çok yakın köyler, en uzaktakilerden biri bizimki, biz de iskeleye yani şehrin göbeğine sadece 16 kilometre uzaktayız.

Gariptir, kendimizin çok ciddi tehlike altında olduğumuz, köyde mahsur kaldığımız ilk gece çok sakindim, ama son yangında hem şehirde oturan evlerine yangın oldukça yaklaşan arkadaşlarımı ve yangında boşaltılan köylerden birinde oturan ve gece boyunca haber alamadığım başka bir arkadaşımı düşünerek çok tedirgin oldum.

Bu yangın sırasında Yunanistan Dedeağaç bölgesinde de yangın vardı, Gelibolu yarımadasının üzerinde atom bombası bulutu gibi bulut görüyorduk, oradaki yangının bizimkinin en az 10 katı büyüklüğünde olduğunu sanıyorum.

Bu yangın her zamanki insan aczini gözümüze soktu, ama öte yandan insanoğlunun dayanışma sırasında nasıl büyük bir güç olduğunu da göstermiş oldu.

Bu süreç boyunca insan davranışlarından, kendi hayatımdaki bazı ilişkilerime de ister istemez sıkça dikkatim çekildi. Çok net anlıyorum ki, insanları birbirine yakınlaştıran, ortak mekân / zaman paydaşlığı değil, duygudaşlık yani zamane terimiyle enerji paydaşlığı. Bu süreçte hem eski dostlarımdan hem de burada edindiğim yeni arkadaşlardan o kadar güzel manevi destek aldım, samimi ilgilerini hissettim ki anlatmak mümkün değil.

Bu kadar çok iyi insan varlığının hayatımda olması çok büyük bir ayrıcalık. Tabii etrafımdaki bütün insanlar için benzer duygular içerisinde değilim.

İnsan, hayat yolunu yürürken önüne birçok yol ayırımı çıkıyor, her birey kendi yaşam hafızasında depoladığı bilgilerden bazılarını seçerek adımını önüne çıkan hangi yöne doğru atacağına karar veriyor. Bazı insanlar benzer adımları atmaya vermeye devam ettiği için yıllar boyunca ayrı kalmış bile olsalar, yeniden karşılaştıklarında kaldıkları yerden devam edebiliyorlar, çünkü olaylara bakış açıları ve olaylar karşısında verdikleri tepki, duygular benzeşmeye devam ediyor. Oysa bazen aynı yolda yürüdüğün, fiziki olarak yanında bulunan bir insan varlığı ile gün geliyor yolunun tamamen farklılaştığını anlıyorsun. Bir seçimi, bir adımı farklı yönde atmış oluyor, daha sonra atılan her bir minik adım, iki kişiyi birbirinden tamamen uzaklaştırmış olabiliyor. Sonra bir bakıyorsun aranızda uçurumlar var.

Bazen insanlar bu uçurumu fark ettiklerinde kapatmak için mücadele eder, en bilindik örnek evliliği kurtarmaya çalışmaktır, aslında tamamen enerji israfı ama gene de çocuklar için vs denilip mazur görülebilir. Eğer yanından uzaklaşan insan varlığı bir arkadaş ise birlikte yürüdüğün yollar için kısa bir teşekkür edip, gönülden uzaklaştırmak en doğrusu bence, yoksa insan kendi yüreğini intikam alma hissi ile berbat edebilir. Çünkü genellikle artık farklı kulvarda yürüdüğünüzü ‘bunu bana nasıl yapar’ hissi ile fark ediyorsun. Kurt kışı geçirirmiş, ama yediği ayazı unutmazmış diye bir atasözü vardır. Bu gibi bir durumu ‘kazık yemek’ olarak değerlendirirsen, kin tutmak lazım, intikam almaya çalışmak lazım ya da ne bileyim en azından arkadaşı bir şekilde hizaya getirmek lazım. Vallahi hiç boşuna zahmet çekemem.

Çok eski bir arkadaşım birkaç yıldan beri, haz etmediğim bir guruba dâhil olup beni de kendi gibi düşünmeye zorlayan birisi oldu. Hiçbir şekilde kendinden farklı bir düşünceyi dinlemeye bile katlanamıyor.  Bu yangında bana illa ki, yangını birinin kasıtlı çıkardığını, çıkartan kişinin asılıp/ kesilmeyi /damgalanmayı/ teşhir edilmeyi hak ettiğini söyletmek istiyor.  Yok, beni ikna etmeye çalışmıyor, resmen kafamı balta ile yarıp bu ‘gerçeği’ içine sokmaya çalışıyor. Üstelik bu durum ilk kez yaşanmıyor, yanan benim, bir de beni dinlemeye çalışsana, hayır illa beni kendi hizasına sokacak.

Tamam, her şeyin doğrusunu sen bilirsin, artık bana müsaade, kaç yıllık arkadaşım artık benim arkadaşım değil, ama o henüz bunun farkında bile değil.

Bu yazıyı ayın 25inde yazdım ve yayınladıktan sonra ilk yangın alanının bir başka köşesinde yeni bir parlama daha oldu, şimdi balkondan helikoptere seyrediyoruz. Bu çok komplike bir yangın fırtınası.

 KÖY ŞENLİKLERİ, FESTİVALLER, HAYIRLAR, İLK YAĞMUR DUASI

Burada hayatın akışı Karadeniz’den çok farklı, insanlar toplumsal yaşamdan çok keyif alıyorlar. Bizde köylerde en yakın komşuna haber vermek için silaha sarılırsın, çünkü evlerin arasındaki mesafe bağırarak sesini duyuramayacağın kadar uzaktır. Benim bildiğim kadarıyla, düğün, cenaze gibi evrensel toplu hareket gerektiren olaylar dışında toplum olarak yapılan tek şenlik, yayla şenlikleridir, hepsi bu kadar. Burada ise evler birbirine çok yakın, sosyal hayat da öyle.

Bazı köylerde mesela ramazan ayında hiçbir iftar tek başına yapılmıyor, mutlaka toplu halde birisinin verdiği ortak yemek yeniliyor.

Köylerde en büyük toplumsal olay ‘hayır yemekleri’, hangi köyde bir hayır varsa, neredeyse bütün şehir o köyde toplanıyor, uzun uzadıya dualar, gazeller okunuyor, toplu yemek yeniliyor. Köyün delikanlıları derhal organize olup, köpük tabaklar içerisinde yemek dağıtımı yapıyorlar. Asla geride yemek bırakılmıyor, eğer artan yemek olursa tabaklara doldurulup evlere götürülüyor. Anladığım kadarı ile tavuklu nohutlu pilav hayır yemeklerinin olmazsa olmazı. Yemeği verenin gücüne göre yanında meşrubat, ayran,  lokma ya da başka bir tatlı oluyor. Bu yemeklere genellikle normal kıyafetlerle gidiliyor, oysa düğünlere (sünnet, evlilik) kadınlar çok daha süslü geliyorlar, düğünde hayır yemeğinden farklı olarak dua ve mevlit değil, müzik, halk oyunları filan oluyor. Bu tür organizasyonlar için her köyün bilinen bir alanı var, kötü havalarda çadır kuruluyor, ama zannedersem her köyün bu işler için plastik sandalye, masa stokları var.

Davetler çok zaman camiden anons ediliyor, kapı dolaşması, ya da kulaktan kulağa yapılıyor, davetiye olsa bile köyün adı yeterli, ayrıca yer belirtilmesine gerek yok, herkes hangi alana gideceğini biliyor. Müzik gurupları ise çoğu Roman gurubu, gayet kaliteli müzik yapıyorlar.  Bu organizasyonlar gayet eğlenceli oluyor.Deve güreşleri de benzer şekilde, çok daha büyük topluluğun katılımı ile gerçekleşiyor. Farklı olarak çok daha fazla seyyar satıcı geliyor, ayaküstü yemek yenecek arabalar, parıltılı, pullu kumaşlar, tarım aletleri satılıyor, bazen meyve sebze, ev yapımı ürün tezgâhları da oluyor.

Bir de festivaller oluyor. Mesela bu yıl 60. Troya festivali yapıldı. Bu festival sanırım şehirde gerçekleşen en kapsamlı festival, 3-4 gün sürüyor, konserler, tiyatro oyunları, söyleşiler, sergiler oluyor. Bu etkinliklerin çoğu açık havada yapılıyor, herkesin rejisör koltuğu ve katlanır masası var, bir anda park yeri oturma alanına dönüşüyor. Zaten herkesin sahilde bu koltuklarda saatlerce oturup sohbet etme alışkanlığı var.

Hemen her kasabada kiraz festivali, caz festivali, yağlı güreş gibi toplu etkinlikler yapılıyor. Sadece kasabalar da değil köylerde de festival yapılmaya başlandı. Geçen ay 3 ayrı köy şenliğine katıldım.

Bizim köyde orman yangınından sonra, zaten muharrem ayı idi, köyde ortak bir aşure hayırı yapmaya karar vermişler. Ortak hayır olunca herkesten para toplanıyor, minimum kaç TL verileceği belirleniyor, katılmak istersen daha az veremezsin ama tabii daha çok vermek istersen veriyorsun. Hayır yemeği köyde pişirilmiyor, bu işi yapan kurum ya da insanlar var. Herkes istediği kişiye haber veriyor, ne kadar çok kişi katılırsa o kadar makbul oluyor. Bizim köyde bu işin zamanı genellikle akşam namazı ile gece namazı arası, bu sırada dualar okunuyor, yemekler yeniliyor. Aşure hayırında benim de misafirlerim vardı; Gamze’nin anne babası Çanakkale’de olduğu için onlara bir değişiklik olur diye çağırdım. Tabii gene köy arabalarla doldu taştı, ( bu tür yemeklerde İstanbul, İzmir, Ankara plakalı araba bolluğu da olur, park yeri sorun olmaz çünkü sırf bu günlerde ev bahçeleri de açılır, herkes nereye park edeceğini de biliyor galiba). Her hayırda olduğu gibi; köyün meydanında, okulun bahçesinde, kahvenin, bakkalın önünde masalar, sandalyeler vardı. Bizim yemekte aşurenin yanında pilav değil keşkek vardı ( keşkek aslında düğün yemeği). Allı pullu kumaş satan bir tezgah bile vardı. Yangından sonra hala ormancılar ve itfaiyeciler nöbette oldukları için resmi araç bolluğu da vardı. Gençlerin ellerinde uçuşan tepsiler, koşturan çocuklar, başıboş köpekler, köylüler, şehirden gelen misafirler, kavga eden kadınlar, hatta kısa bir yağmur duası bile vardı. Bu duayı Sermin, muhtardan istemiş, nedense pek kısa tuttular, ama hayatımda ilk kez bir yağmur duasına karışmış oldum. Herkes yüzünü kıbleye döndü, çoğu kişi elleri dua pozisyonunda değil, eller göğüs hizasında, parmaklarını ise aşağı doğru tuttu. Aslen Karadeniz’li olan misafirlerim oldukça etkilendiler.

Bundan birkaç gün sonra Güzelyalı  köyünde mini bir festival oldu. Bu köy Osmanlı döneminde İstanbul’a gelen gemilerin bekletildiği, o dönemin ilk karantina alanı olduğu için eski adı ‘karantina’, dolayısıyla festivalin adı da karantina festivali idi. Gamze’nin kızı (Ceylin) okuldan arkadaşlarıyla birlikte Gurup Feveran adıyla bir müzik gurubu kurdular, Ceylin de basgitar çalıyor. Gurubu kurdukları yıl liseler arası müzik yarışmasında ikinci olmuşlardı, buna hırs yapıp bu yıl birinci oldular. Böylece bu festivalde Moğollar gurubunun önünde çalmaya hak kazandılar. Ancak Moğollar ilk gece çalmış, bizimkiler ertesi gece başka bir gurubun önünde çaldılar. Bence çok başarılı idiler. Önce Moğollardan önce çalmadıkları için üzülmüşlerdi ama şanslarına o gece büyük bir trafo patlaması yaşandı ve konserde hayli zor anlar yaşandı. Bizimkilerin çıktığı gece ise hiçbir sorun yaşanmadı. Bu köy eskiden karantina olmasına karşılık çok güzel sahili olan, bölge halkının sayfiye olarak kullandıkları, oldukça güzel bir köydür. Sahneyi iskelede kurmuşlardı, bizler de sahile rejisör koltukları atarak kumsalı seyir alanı haline çevirdik. Mesela bu olay bile bana çok acayip geliyor. Trabzon’da böyle bir şey istesen de yapamazsın, bir dalga gelir seni alıp götürür, kendini denizin ortasında bulursun. Buranın denizi de insanları gibi sakin.

Son olarak da Gelibolu yarımadasında bulunan, Yalova köyünün festivaline gittim. Zafer’in doğum gününe denk geldiği için ona bir program yaptım, değişiklik olur diye köy festivaline gittik. Çok değişik bir gün yaşadık. Kadınlar yöresel kıyafetlerini giymiştiler, şalvarları, bellerine bağladıkları bez, baş bağları, her şey oldukça farklı, en etkileyici tarafları da sırtlarından kalçalarına kadar uzanan 40 örgü saçları idi. Belli ki Balkan göçmeni bu köy. Yöresel yemek tezgahları vardı (göceli patlıcan, bunu mutlaka deneyip tarif de paylaşacağım, tarçınlı çörekler vs yedik). Geçen sene gene festival yapmışlar, sebze satışı falan da olmuş ama bu sene onlar yoktu. Köylerinde kına gecesi yerine, hediyelerin verildiği bir tören yapılıyormuş, temsili olarak onu gösterdiler, halk oyunları ekibi vardı, kadınlar zeybek, erkekler harmandalı oynadılar. Bu oyun faslı bizimkilere göre çok yavaş ama, halk oyunlarının ruhu her yerde aynı. Oyunu bilen profesyonel ekibe katılıyor ve en az onlar kadar hatta daha iyi oynuyor. Ben de sahneye atılıp birkaç göbek attım, oyunları roman oyunu değil, erik dalına daha çok benziyor.

Bu şehirde yaşayan 86 millet var desem yanılmış olmam, Yalova köyü ile bizim köy arasında kuş uçuşu 25 km yoktur, ama tamamen farklı insanlar, ne adetleri benziyor ne de fizyonomileri, adetleri, yemekleri her şeyleri farklı. Ben de kalktım, buraları Karadeniz bölgesi ile kıyaslıyorum, bendeki de akıl işte.

Kadının kendi genç kızlık saçlarından saç ekine dikkat
Kına temsili
Harmandalı

DAMLA KENDİNİ TAMAMLAYINCA DAMLARMIŞ; BU GÜN BİR DAMLA DAHA DAMLADIM

İnsan herhangi bir konuya ilgi duymaya başlayınca, etrafında o konu ile ilgili birçok şey keşfediyor, bir sürü fırsatlar görmeye başlıyor. Köye yerleştiğim günden beri kendimi fitoterapi, aromaterapi konularına ile giderek artan şekilde ilgili bulmaya başladım. İlk önce nereden estirdiğimi anlamadığım bir şekilde şifalı bitkiler bahçesi hazırlar halde buldum. Şimdi ‘ÇAYLIK’ dediğim yokuşlu bir alanı önce taş duvarlarla, üzerinde düşmeden yürünecek bir hale getirdik, daha sonra da bu mini taraçalara adını o güne kadar duyduğum, duymadığım, fidan satan serada, köydeki komşularda bulduğum şifalı çok yıllık çalılar, çiçekler diktim. Bu bahçeden asıl amacım, sulama ve özel bakım gerektirmeyen bir peyzaj alanı yaratmaktı. Derken Çanakkale belediyesi bir şifalı bitkiler parkı açtı, oradan başka bitkiler alırım düşüncesiyle gezdiğim zaman, parkta olan hemen her bitkinin bende zaten var olduğunu fark ettim. Bende olmayanlar köyümün yüksek rakımına uygun olmayan bitkilerdi, bazı bitkiler ise benim bahçede zaten endemikti. Bende olup da parkta olmayan bitkiler bile vardı. Bu durumda bir hayli yeterli çeşitte tıbbi ve aromatik bitkim olduğunu idrak ettim. Sadece tıbbi değil, mutfakta taze baharat olarak kullandığım birçok bitkim de olmuştu.

Yavaş yavaş ev ortamında karamürver şurubu, aloa vera jeli, kantaron yağı, aynısefa yağı gibi imalatlara başladım. Çünkü bu tür malzemeler bu bölgede gittiğin hemen her turistik yerde yol kenarı tezgahlarında satılıyor, insan ister istemez ilgi duyuyor.

Derken salgın başladı, elbette o kış evde çok uzun zaman geçireceğimi anladım, oyalanmak için bakanlık onaylı, online bir fitoterapi kursuna yazıldım. Hayatımda görüp görebileceğim en yetersiz ve zevksiz bir eğitimden geçtik, bütün sınavlardan geçtim. Ancak asıl bir hafta sonu canlı çalışma yapılacak ve bize ondan sonra sertifika verilecekti. Salgın dönemi olduğu için bu toplantıları çok az yaptılar, hem de çok kısıtlı sayıda öğrenci kabul ettiler, ben ise her seferinde gitmeyi reddettim, çünkü henüz aşı bile olmamıştım. Sonunda galiba canlı dersten vaz geçtiler ki günün birinde bana 4-5 adet sertifika geldi, hem de çok süslü, dünyanın her yerinde geçerli fitoterapi sertifikası, aromaterapi sertifikası filan gönderdiler. Mesele şu ki, ben konu hakkında hiçbir şekilde kendimi yetkin hissetmiyordum. Tabii bu sertifikaların olması bana herhangi bir şey katmadı.

Ancak bir arkadaşım, ülkenin en bilinen aromaterapi ürünleri imal eden bir şirkette çalışmaya başladı, zaten kendisi de bu konuda master yapmış bir eczacıdır. Günün birinde onun 4 saatlik bir eğitimine katıldım ve daha önceki kursta nasıl boşuna zaman geçirmiş olduğum bir kez daha yüzüme vurulmuş oldu.

Tabii işler bununla da kalmadı, çok yakın başka bir arkadaşım, bana bir doktor hanımın markası olan bazı kremler hediye etti. Ürünleri denedim kalitesine inanamadım. Sonra doktor hanımın, bir SMA hastası çocuk için online krem kursu yapacağını duymuş, beni de guruba dahil etti. Sonuç olarak nihayet krem yapmayı öğrendim. Yakında parfüm atölyesine de katılacağım.

Bu gün ilk kez krem yaptım, olgunlaşması için 1 ay bekleme süresi var ama şimdiden çok beğendim. Yani bütün bu yıllar boyunca kendini tamamlayan damla sonunda damladı, artık bahçemdeki ürünlerle krem yapabiliyorum. Yanında parfüm bile yapacağım. Du bakali.

Bahçeden bahsetmişken bu yaz dolma kabağı dışında hiçbir yaz sebzesi olmadı. Buraya geldiğimizden beri bu denli fakir bir bahçe olmamıştı. Oysa hem gübresini bol tuttuk, hem de her gün sulama yaptık, ancak hava koşulları o denli faklıydı ki, hiçbir sebze verimli olamadı. Meyvelerin bazıları hiç meyve vermedi. Üzümler güzel vermişti ama onlar da tam koruk olmak üzereyken, bir öğleden sonra sıcak fön rüzgarına maruz kalınca kapkara kesildiler.  Sonuç olarak 2 senedir, bahçe oldukça verimsiz. Kurda kuşa aşa diye diktiğimiz bahçeyi, toprağa neme ısıya diye de düşünerek dikmek gerekiyor. Tabii pes etmek yok, yakında lahana cinslerinin tohumlarını toprakla buluşturacağım.

Bir de o kadar özenle baktığımız sebzeler son derece cılız iken yabani otların maşallahları var. Bu bence çok önemli bir şeye işaret ediyor. Bütün sebze ve meyveleri kendi habitatlarında yetiştirmek gerekiyor. Bu nedenle atalık tohumlar çok önemli, çünkü yüz yıllardır, hatta bazıları bin yıllardır, belli coğrafyanın havasına, suyuna, toprağına uygun olarak evrilmiş, bölgedeki haşaratla bile daha dayanıklı oluyor. Nasıl ki insanlar yaşarken, heybesinde bir sürü bilgi, anı, eğitim, gelenek biriktiriyorsa, bitkiler de genlerinde bir çok çevrelerine dair bilgi biriktiriyorlar, mevcut çevrelerinde hayatta kalmanın yollarını biliyorlar.

Geçen ay köyümüzde meydana gelen büyük orman yangınına da bu gözle bakıyorum. Eğer insan eliyle yanan orman mahvedilmez ise en çok 4-5 yıl içinde taptaze yeni ormanlarımız olacak. Çünkü daha şimdiden yanan yabani böğürtlenlerin köklerinden yeni filizler patladı. Özellikle de güzel bir kış geçirirsek, gelecek ya bebek çamları göreceğimden eminim.

Show Buttons
Hide Buttons